Çarşamba dizisini nihayet izledim ve demode olmadan yazımı yazmalıyım. Takip ettiğim bit sinema eleştirmeni youtuber çok övdü ve Harry Potter ile sadece renk paleti aynı dedi. Bence dizi, Harry Potter'ın Amerika'da ve Stephan King tarzında tekrar çekimi. Senaryoyu almışlar, okulu Amerika'nın İncil kuşağı denen ve Redneck (kırmızı ense) denen sağcı-dindar beyazların yoğunlukla yaşadığı, Stephan King romanlarına ve Müge Anlı programlarına (ya da onların Amerikan karşılığı) cinayetlerinin işlendiği berbat bir Amerikan kasabasına yerleşmiş. Potter hayranları Harmony karakterini iyi bilir. Bu kumral güzel, iyi kalpli kız, roman ve film serisinin gizli başrolüydü. Büyücü olmayan akrabalarının yanında sığıntı olarak ve ezik büyüyen Harry, bu büyücüler ortamına alışkın değildi ve özellikle ilk filmler boyunca fazlasıyla edilgendi. Harmony ve Ron'un (kızıl saçlı oğlan) desteği olmasa, Harry daha ilk romanın-filmin ortasında ölürdü.
İşte bu Harmony, hem esmerleştirilmiş, hem de çirkinleşmiş şekilde Çarşamba olmuş. Sedece yüzü değil, kişiliği de çirkinleşmiş. İnsanları kullanıyor, tehlikeye atıyor ve işi bitince bir kenara atıyor. Onlarla işi varken, insanlarla iyi. Gene klasik, her nesilde aile bireylerinin illa yatılı okuduğu İngiliz-Amerikan köklü ve kurallı lisesi (üniformalı, gelenekli ve bir sürü kurallı-yasaklı yasaklı), okulda daha önce eğitim almış ebebeynlerin kirli geçmişinin çocuğu bulması, okulun geleneksel spor karşılaşmaları (Potter'daki uçan topla, süpürgeli polo oyununu, bir çeşit kürek müsabakası almış) ve en soylu-zengin ailenin, saçları geriye doğru taranmış, züppe ve kibirli öğrencisinin asıl karakker ile toksik ilişkisi. İlginçtir, İngiliz ve Amerikan filimlerinde erkek ergenlerin zenginlerini tek ayıran şey, saçların geriye doğru taranması. Film ve dizilerden anladığım kadarı ile A.B.D ve İngiltere'de, fakir çocukların, yirmi yaşından evvel saçlarını geriye taraması yasak. Film, aşırı mantıksız ve tutarsız ilerleyen ve ergenlere yönelik bir senaryoya sahip. Biz, Mucize Doktordaki, kaput üzerinde karaciğer ameliyatına gülerken, dizide ana-kız mezar kazıp, yıllar önce gömülmüş mezardan otopsi yapıyorlar. Kılıçla öldürülen birine yapılan otopside anlaşılmamış zehirlenmeyi, yıllar sonra gizlice mezar kazan Çarşamba fark ediyor. Bir de Çarşamba her haltı yiyor, adam kaçırıp, işkence yapıyor, gene de savcıya ifade bile vermeden sıyrılıyor. Dizi, Amerikan korku sinemasının tüm saçma kalıplarıyla doldurulmuş. En ezik ve zayıf karakterin seri katil çıkması bile var.
Bu tür özel okullar, özellikle Anglosakson kökenli ülkelerde gelenekseldir. Aillelerin bu okullara öğrencilerini gönderme sebepleri sadece eğitim değil, aynı zamanda sınıf dayanışmasıdır. Eğitimin gizli amaçları vardır. Çocuk evliliğini engellemek, işsizliği saklamak gibi devlet için gizli işlevlerinin yanında, eş ve arkadaş seçimi gibi aileleri ilgilendiren gizli işlevleri de vardır. Köklü ve zengin aileler, ergenliğin tam da dorukta olduğu lise çağında çocuklarının avamdan biriyle ya da bir kaç yıla batma ihtimali olan bir yeni zenginin çocuğu ile arkadaş olmasını ve evlenmesini istemez. Bu ailelerin çocuklarına köklerini hatırlatmak için ebebeynleri ile aynı odada, aynı yatakta, yüz yıllık binlarda yatırılır, Gene yüz yıllık binlarda, ebebeynlerinin sıralarında ders yaparlar. Doksanlı yılların efsanevi Ölü Ozanlar Derneği (şu günlere aynı isimli bir tiyatro oyununun afişlerini görüyorum) ve başka bazı filmler de bu Anglosakson tarzı özel liselerde (kolej) geçer. George Orwel anılarında bu okulların cehennemini anlatır. Dayak vardır ama ebebeyleriArjantin ya da Hindistan gibi uzak ülkelerde olan olan, oraların komprador zenginlerinin çocuklarıyla, Orwel gibi bir sebepten kayır etmek zorunda kaldıkları garibanların çocuklarıdır. Salinger'in Çavdar Tarlasında Çocuklar (eski baskılarda Gönülçelen) romanı da, böyle bir okuldan atılan çocuğun trajedisini anlatır.
Bu tür okullar Türkiye'de kurulamıyor, bunun ilk sebebi, özel okul işletmecileri, tipik Türk işvereni gibi ucuz emek peşinde olması. Türk halkının da öğretmenin iyisinin değerini bilmemesi, öğretmeni, çocuğa bakan ve çocuğu oyalayan biri olarak görmesidir. Oysa böyle okulların öğretmenleri, iyi maaş almalı, az derse girmeli (Haftada en fazla 12 saat), operayı La Scala'da izlemeli, Çanakkale'yi, Göbekkitepe'yi, Lourve gibi müzeleri defalarca gezmiş olmalıdır. Köklü ve saygın üniversitelerden mezun olup, mastır ya da doktora yapmalı, gerektiğinde bürokratik mevkileri ve üniversite asistanlığını red etmelidir. Bu okulların öğretmeni olmanın itibarı, sıradan bir üniversitenin profesörü olmaktan kat kat fazla olmalıdır. Aristo, İskender'i eğitmek için Makedonya kralı Filip tarafından çağırıldığında, gayet yüksek bir ücret istemiş. Kral Filip, bu işi okur-yazar bir köle ile de yapabileceğini söylemiş. Aristo'da Filip'e, o zaman yeni bir köleniz daha olur, demiş.
Aslında İstanbul'un tarihi Osmanlıya dayanan köklü liseleri (Galatasaray başta olmak üzere, Arnavutköy Kız Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi (eski adı Maarif koleji), Beyoğlu Anadolu lissi (Engilish High Shool) Beşiktaş Anadolu lisesi (Beşiktaş kız lisesi), Notre Dam de Sion, Alman lisesi, İtalyan lisesi gibi liseler) bu işi görüyordu. Ancak 12 Eylül rejimi, bunları Anadolu lilsesi yaptı ve bu okullara sınavla öğrenci alınmaya başlandı. Bu okulların pek çoğu, özellikle de Galatasaray lisesi ve Kabataş Erkek lisesi, merkezi sınavla öğrenci almaya başlayınca, değeri düştü. Sınava dahil olmadan önce Galatasaray ve Kabataş'a öğrenci olmak daha zordu. Galatasaray, İstanbullu saray aristokrasisinin, Kabataş, Anadoludaki eşrafın çocuklarının okuluydu. (Kabataş'ın ilk adı, Aşiretler mektebiydi) Bu okula kayıt olurken, aile geçmişinize bakılırdı. Bu okulun eski mezunlarına bakın, ana-babası gariban ya da köylü bir kişi bile yoktur. Özellikle Gakatasaray lisesi, diplomat ve gazeteci yetiştirmede tekeldi. Aileler çocuklarını, diplomat olsun diye Galatasaray lisesine gönderirdi. Fransa hükumeti de bu okulun mezunlarına burs verirdi. Hıfzı Topuz, doktora bursu için Fransa'nın İstanbul konsolosundan kendi ağzı ile istediğinikendisi yazmıştır. Sınavı kazanan herkesin içeri girdiği bu okullar zamanla değerini yitirdi çünkü okulun kudretli velileri, devletin tüm imkanlarını bu okullara aktaramaz oldu, daha doğrusu böyle veliler azaldı. Önceden bu okullar, pek çok işini bizzat Milli Eğitim bakanının emri ile yapardı. Mesela Aydemir Akbaş, liseyi bitiremeyince, bizzat o dönemki bakanın özel emriyle Galatasaray lisesine, tek öğrencilik tiyatro bölümü açıldı ve Akbaş bu bölümün tek mezunu oldu. Bu eski İstanbul liselerinde, buna benzer, bizzat bakanın elinden pek çok uygulama gördü. İstanbul'un iki eski lisesi, bunun dışındadır.Bunlar, Haydarpaşa ve Darülşafaka liseleridir. Diyanet Vakfının İslam Ansiklopedisinde, Nurettin Topçu'nun Galatasaray lisesinden, Haydarpaşa lisesine tayinine sürgün diyor. Siz bakmayın onun doçent olamamasını muhafazakarlığına bağlayanlara. O yıllarda üniversiteler, şimdiki sağcıların hocaların hocası deyip durduğu, uluslar arası başarısı ve tanınmışlığı hemen hemen hiç olmamış, tek marifeti Türkiye'yi yurt dışında temsil etmek olan, pek çoğu İstanbul dışına gitmemek için ya hiç doktora imzalamamış, ya da bir tane anca imzalamış, yıllarca hiç asistanı olmamış, yurt dışında yaptığı doktorası dışında da ciddi bir eseri olmayan, muhafazakarlıkta ve Osmanlılıkta herkesle yarışan profesörlerle doluydu. Galatasaray'da,, geleceğin tüm diplomatlarının tamamına ve akademisyenler ile gazetecilerin de büyük çoğunluğuna ders vermeyi tercih etmiştir. Yoksa kendisi isteseyi kadroya da geçebilirdi. (Eylemsiz profesör ünvanıyla dersler de vermiştir.)
Ne var ki 12 Eylülle beraber devlet, İstanbul liselerinin ödeneğe boğulması ve kollanmasına sebep olan ve ne idiği belirsiz olan Tuba ağacı nazariyesinden vazgeçmiş; hem gelişmekte olan ülke kapitalizminin kalifiye eleman ihtiyacı; hem de yıllarca sağ partilere oy veren Anadolu halkının ikbal ihtiyacı için bu saçmalıktan vazgeçmek zorunda kalmıştır. (Tuba ağacı mevzusu üzerine ayrı bir yazı yazmalı)
Son olarak, Anadoluda Alkarısı ya da Çarşamba karısı denen mitolojik ve karısı ekinden de anlaşılacağı üzere dişi bir metafizik varlık vardır. (Genelde alkarısı denir) Kadınları lohusa depresyonlarından ve ateşlenmesinden zorumlu tutulur. Bu yüzden yeni doğum yapmış kadınlar, doğumdan sonrası kırk gün boyunca tek başına bırakılmaz. Lohusa şerbeti ve bu varlığı sakinleştirmek için yapılır. Satılmış başta olmak üzere çocuklara konan bazı isimlerin (Yaşar, Songül, Sonkız, İlker, Soner, Seçil vs) kökeni de bu varlıktır. Japonya'da yaşayan bir Youtuber'dan, Japonya'da da benzer bir dişi cin inancı olduğunu öğrenmiştim. Acaba dizi yapımcılarının da haberi var mıdır?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder