meşruiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
meşruiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ekim 2025 Pazartesi

MEŞRUİYET ARAYIŞLARI



 12-16 Ekim 1971 tarihinde İran'ın Şiraz kenti, modern zamanların en pahalı ve şatafatlı partisine sahne oldu. İran şahlarının kuruluşunun 2500. yıl dönümüydü kutlanan. Bu kutlama temsiliydi tabiki. 1971'i 550 ile toplarsan, 2521 ettiği gibi, bu 550 tarihi de tahminiydi. Kaldı ki Kuros (yada bu gün itibarı ile tahminen Kubat), Med devletini yıkmıştı ve Medler'de İranlıydı. Bir Kürt olarak, Medlerin Kürt olduğuna inanmıyorum. Yoksa tarihte Kürt varlığı bu kadar silik olmaz, bölgesel beylikler halinde de olsa varlığı olurdu, o ayrı konu. Dünyada, 1971 itibarı ile halen tahtta olan tüm saltanat ailelerinden en az bir birey, bir sürü devlet-hükumet başkanı ve çeşitli temsilcilerle dolu, kocaman bir gösteriş ayimniydi bu. Persopolis antik kentinin yanına devasa bir çadır şehir yapılmış, sırf bu tören için Şiraz şehrine havaalanı, havaalanı ile çadır şehri arasına otoyol yapılmıştı. Devasa lüks çadır şehirde, seçkin misafirlerin mücevher ve değerli eşyaları için yeraltında devasa bir kiralık kasalar inşa edildi. Bu misafirlerin eğlencesi için çadırlardan bir kumarhane yapıldı. Anlat anlat bitmeyen bu şenlikteki savurganlığı, internette daha fazla bilgi bulabilirsiniz. Bu savurganlığın simgesi, Türkiye'yi temsil eden, dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın da karıştığı ufak çaplı sıkandaldır. Şah, misafirlere şeker-lokum dağıtır gibi yakut yada ona benzer bir taş dağıtmaktadır. Cevdet Sunay, bir adet de kızına alır. Şenlik bitine İran'ın Ankara büyük elçiliği,  Cumhurbaşkanlığından ikinci değerli taşı kibarca geri almış. Burada makamına armağan edilen hediyeyi, kendisine alan Cevdet Sunay'a, hiç mi Adnan Menderes'in yargılanmalarından ders almadın, sana makamında hediye dilen kravat, kalem gibi eşantiyonları bile, görevi bıraktığında yada tayinin çıktığında, makamına geri iade etmelisin. Diğeri de, 1971'de İran halkının yarısının temiz suya erişimi yokken, böyle devasa bir gösterişe para harcayan Şah'a söylenmeli. O kadar masraf değdi mi, sonuçta 1979'da sarayının içinde bile seni ve karını tehdit eden yazılar görünce can havli ile yurt dışına topukladın, ilk zamanlar seni ve aileni kabul edecek ülke bulamadın?

Şah'ın hedefi kendi halkıydı. Bu ülke, 2500 yıldan fazla, hatta belki de üç bin yıldır monarşiyle yönetiliyor, bundan sonra da monarşiyle yönetilecek mesajı vermek istemişti. Doğada her şeyin donu olduğu gibi, üç bin yıla yaklaşan tarihinde, doğru düzgün bir danışma meclisi bile görmemiş İran'da, monarşinin de sonu vardı. 1979'da yıkılan İran monarşisi, yıkılan son monarşi oldu. Pehlevi ailesinin tek sorunu yoksulluk, A.B.D, Epson ve İngiliz BP şirketlerine teslim edilmiş petrol yada benzeri şeyler değildi. Hanedanı kuran baba Rıza Pehlevi, soylu bir aileden gelmiyordu. 16 yaşında astsubay yani başçavuş olarak orduya katılmış, tuğgeneralken de darbe yapmıştı. Bir tuğgeneral, sadece başkenti işgal ederek nasıl darbe yapabilir, öyle olmamıştı tabi. Kaçkar hanedanlığının  İran'ı daha fazla yönetemeyeceğini gören ve konumunu kaybetmek istemeyen İran arsitokratları, onu seçmişti. Soylu değildi ve saltanat kuracak bir kökeni yoktu. Bu yüzden sürekli olarak  kendisine sürekli olarak ünvanlar veriyor, üzerine nişanlar takıyordu bu son saltanat. Pehlevi ailesi, kendisine tarihten meşruiyet arıyordu.

Her ideoloji kendisine tarihten kök, bu köke dayanarak tarihsel meşruiyet arar. Marksistler, tarih öncesi, ilkel komünal dönemden bahseder. Oysa hem arkeolojik veriler, hem de coğrafi keşiflerden başlayarak gözlemler, çok az ilkel komünal topluluk olduğunu gösterir. Pek çok ilkel kabile,  mülkiyetsiz yada eşitliksiz değildir. Aleviler, Hazreti Ali'yi sahiplenme adına çocuklarına Ömer ve Osman adlarını vermez (Bekr, Arapça deve yavrusu demektir ve asık adı Abdullah olan halifenin lakabı deve babası anlamında Ebu Bekir'dir) ama     Hazreti Hüseyin'in bile Ömer ve Osman adlı çocukları vardır ve Kerbela faciasında ölenlerden biri, Halife Ömer'in öz oğludur. Annesi, babası ölünce Hazreti Hüseyin'le evlenmiştir. O da üvey babasına sadık kalmıştır. Aslında halifeler ve onların çocukları birbirlerinin kızlarını ve dul karılarını almışlardır. Hatta birden fazla kızı ile evlenmiştir çünkü Kuran'a göre aynı kadının yada süt annenğn birden fazla kızı ile evlenemezsiniz; farklı kadınlardan olunca, aynı erkeğin kızlarıyla evlenebilirsiniz; bu sahabelerin eş sayısı, Kuran'ın sınırladığı dörtle sınırlı da değildir. Sahabelerin pek çok çocuğu olmuş, bu çocukların pek çoğu küçük yaşta ölmüştür. Hatta peygamberin bile çocuk yaşta ölen Kasım diye oğlu olmuş, bu çocuk küçük yaşta ölünce, peygamberi teselli için ona Ebel Kasım (Kasım'ın babası) denmiştir. Bu ölümlerin sebebi bana göre SMA kas hastalığı veya benzer akraba evliliği sebepli hastalıklar olabilir. Türkiye'de sağcılar da 2.Abdülhamit'i yüceltir. Abdülhamit zamanında kaybedilen toprakları, birinci ve ikinci Meşruiyet meclisi ve yönetimlerine bağlarlar; bunu doğru kabul etsek bile, borçlar yüzünden İngilizlerce işgal edilen Kıbrıs adasını, Osmanlı askeri zaferine rağmen, Yunan kralının oğlunun sözde ada valisi yapılarak, Müslümanların önemli bir kısmının kaçtığı Girit'i ve koca Osamnlı imparatorluğunun, Fransa'yı sadece protesto ettiği Tunus'u ne yapacağız?

Böyle bir tarih olmadığında da uydurulur ve böylece mitoslar ortaya çıkar. Abdülhamit'in o çok övülen denge politikası, her ülkeye ekonomik ve politik tavizlerle son bulmuştur. Demiryolu ihalesini kar garantisi ve demiryonun onlarca kilometre civarındaki tarım ve madenleri alma garantisi ile alan Almanlar, sömürgelerinden (1918 öncesi Kamerun, Togo, Tanganika, Alman Samoası (bugünkü Amerikan Samoası) ve Papua Yeni Gine adasının kuzey doğu dörtte biri ve Herbit adaları vs) daha fazla pamuğu, üstelik daha ucuza Osmanlı'dan almıştır. İngiliz ve Fransızlar için Osmanlı ülkesi, ucuz hammedde, açık pazar ve tek tek yandaşı yaptığı azınlılarla doludur. Ülkenin dört bir yanına yayılmış İngiliz, Fransız ve Amerikan kolejleri, kendi işbirlikçilerini yetiştirmektedi. Sağcıların o çok övdüğü hafiye teşkilatı sadece ordu ve bürokrasiye nifak sokmaya yaramış, kapütülasyonları sonuna kadar kullanan İngiliz ve Fransızlar, bir zamanlar seyyahların Hristiyan Türkler dediği Ermenileri, en büyük Türk düşmanı yapmışlardır.

Sağcılar mutlak iktidarı ellerine geçirince, bu hayali tarihlerine dizi yaptılar. Osmanlı padişahı Abdülhamit, en güçlü döneminde, İngiliz elçisini tokatlıyor. O tarihlerde İngiliz elçisi, padişahla konuşmaya çoğu kez katibini gönderiyordu. İngiliz elçisine, o tarihlerde böyle bir şey yapsaydı, muhtemelen Akdeniz'deki bir kaç Osmanlı limanı kullanılmaz hale gelirdi. Osmanlı, Tunus'u işgal eden Fransız elçiliğini kapatmadı ki, Fransa'dan çok daha güçlü, Dünya yüz ölçümünün yaklaşık üçte birini fiilen işgal eden, o zamanın temel iletişim olan telgraf sistemini elinde tutan (yer küredeki üç telgraf memurundan biri İngiliz'di), daha 1896 yılında Atlas okyanusunu, İngiltere'den. Amerika kıtasına kadar telgraf telleri ile döşemiş olan İngiltere'nin büyük elçisini tokatlasın. Tüm muhalefeti gazetelerini Avrupa matbaalarında bastırıyor, kapütülasyonlar sebebi ile Osmanlı polisinin giremediği yabancı postanelerden alıp, dağıtıyordu. Osmanlı polisinin yapabildiği, bu postanelerin çevresine kestaneci, seyyar satıcı gibi kılıklarla hafiye-polis yerleştirmekti. (Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanının bir bölümünde bu konu anlatılır) Diğer bir yalan tarihte, dizi ve filmlerdeki padişahlar, sultanlar, sürekki öfke krizi geçirip, sürekli bağırıyor, önlerine gelene hakaret ediyor. Gerçek liderler ve sultanlar, sadece magafonun icadından önce, geniş alanlara sesini duyurmak için bağırır. Makamın meşru sahiplerinin ne dediğine insanlar dikkat kesilir, onlar mırıldasa bile duyulur. Fatih'in, Kanuni'nin, Atatürk'ün birilerine karşı avaz avaz bağıracak şekilde bir öfke krizine girdiği nadirdir. Yavuz için söylenebilir, sonuçta babasını tahttan indirmiş, askerlere savaş ganimeti vaat etmişti. Orduyu zorlu savaşlara sokuyor, aşırı şiddetle otoritesini koruyordu. Yaklaşık sekiz yıllık saltanatında Osmanlı devletini iki kat büyütmüştü ama bu sekiz yıl içnde üçü vezir-i azam, sekiz tane vezirini de katletmişti.

Bunlar tarihten meşruiyet arayışları; tarihten meşruiyet arayışı yeterli değildir; sonuçta geçmişe mazi, yenmişe kuzu denir. Siyasette asıl meşruiyet aracı, birleştirici olmaktır. 12 Eylül rejimi, bu amaçla bir kaç tane de sağcı-Ülkücü idam etmiştir. Darbenin ana bahanesi, kardeş kanının dökülmesini önlemektir. Turgut Özal'da, 1983 seçimlerindeki sloganı dört eğilimi (Kırat-Merkez Sağ, Ülkücülük, İslamcılık ve Sosyal Demokrasi) birleştirmekti. AKP'de 2002'de ilk seçildiğinde, milletvekillerinin üçte ikisi, eski merkez sağ partiliydi, şimdi yanılmıyorsam hiçbiri kalmadı artık. Hürriyet gazetesinin attığı ve sahte-yönlendirme amaçlı olduğu çok sonra ortaya çıkan iki kişiden biri manşetinden sonra, eğilimleri birleştirmeye ihtiyacı kalmamıştı artık. Gene de tüm toplumu kucakladığını yada insanlara özgürlük vereceğini göstermeye karşı cepheden birileri lazımdı, o da yetmez amacılar oldu.

Yetmez amacılık, 2010 referandumu yada kumpas davalarının yalancı şahitliğinden ibaret değildir. Gericiler, modern dünyaya uyum sağlamaları gerektiğini 1940'lı yıllarda anladı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu'da egemen tarikat, Kuzey Afrika-Cezayir  kökenli Ticanilikti. Sigorta yapmak günahtır, fabrika kurmak günahtır gibi sözlerle ortalıkta dolaşan Ticaniliğin, değişen Kapitalist dünyaya yetmeyeceği açıktı. Nitekim bu tarikat, Türk halkının hafızasından tamamen silindi. Yerine Said-i Nursi ve Nurculuk ve diğer Nakşi-Kadiri tarikatlar geldi. Bu tarikatlar, Atatürk'ün deyimiyle medeniyet ateşinin uzakta kalanı yaktığını keşfetti. Kendilerine medeniyet cephesinden de taraftar lazımdı ve ilk taraftarları Necip Fazıl Kısakürek oldu. Necip Fazıl,  Cemil Meriç, İsmet Özel gibi hidayete erip, modern dünyayı terk edenler, din tüccarlarına yetmedi. Bu sefer de sözüm ona modern olup da İslam'a, dindarlara hayran yada onları beğenenler çıktı. Bunların ilki İdris Küçükömer'di (Düzenin Yabancılaşması).. Arif Mardin'de, Amerika'da profesör olmak adına Said-i Nursi adına azılan bir kitabı, kendi adıyla yayımladı. Kitabı Arif Mardin'in yazmadığını, kitapta, Nursi'nin medrese aksanı dediği tuhaf diline ilk bölümde yeniden canlandırdığını, son bölümde de kendi icadı olduğunu yazması; yani kitabı en az iki ayrı kişinin yazdığının kesin olması.  Son örnek ise Orhan Pamuk; kendisi seksenlerde, ilk ünlenmeye başladığında, Ateist bir ailede büyüdüğünü söylemişti ve ailesinintelefonları susmamış, annesi, oğlum, neden bizi de katıyorsun diye onu azarlamıştır. Herhangi ortalama bir Orhan Pamuk roman yada hikayesinin konusu, kabaca modern dünyada büyümüş ama muhafazakar dünyaya haran olan erkeğin maceralarıdır; hatta romanın erkek kahramının yaşı, Pamuk'un romanı yazmaya başladığı yaşlardır. Muhalefete muhalefetin asıl işlevi, iktidara meşruiyet kazandırmaktır.

Halkın gözünden düşmenin diğer bir işareti, sembolik de olsa bu meşruiyet arayışlarının çoğalmasıdır.