şah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ekim 2025 Pazartesi

MEŞRUİYET ARAYIŞLARI



 12-16 Ekim 1971 tarihinde İran'ın Şiraz kenti, modern zamanların en pahalı ve şatafatlı partisine sahne oldu. İran şahlarının kuruluşunun 2500. yıl dönümüydü kutlanan. Bu kutlama temsiliydi tabiki. 1971'i 550 ile toplarsan, 2521 ettiği gibi, bu 550 tarihi de tahminiydi. Kaldı ki Kuros (yada bu gün itibarı ile tahminen Kubat), Med devletini yıkmıştı ve Medler'de İranlıydı. Bir Kürt olarak, Medlerin Kürt olduğuna inanmıyorum. Yoksa tarihte Kürt varlığı bu kadar silik olmaz, bölgesel beylikler halinde de olsa varlığı olurdu, o ayrı konu. Dünyada, 1971 itibarı ile halen tahtta olan tüm saltanat ailelerinden en az bir birey, bir sürü devlet-hükumet başkanı ve çeşitli temsilcilerle dolu, kocaman bir gösteriş ayimniydi bu. Persopolis antik kentinin yanına devasa bir çadır şehir yapılmış, sırf bu tören için Şiraz şehrine havaalanı, havaalanı ile çadır şehri arasına otoyol yapılmıştı. Devasa lüks çadır şehirde, seçkin misafirlerin mücevher ve değerli eşyaları için yeraltında devasa bir kiralık kasalar inşa edildi. Bu misafirlerin eğlencesi için çadırlardan bir kumarhane yapıldı. Anlat anlat bitmeyen bu şenlikteki savurganlığı, internette daha fazla bilgi bulabilirsiniz. Bu savurganlığın simgesi, Türkiye'yi temsil eden, dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın da karıştığı ufak çaplı sıkandaldır. Şah, misafirlere şeker-lokum dağıtır gibi yakut yada ona benzer bir taş dağıtmaktadır. Cevdet Sunay, bir adet de kızına alır. Şenlik bitine İran'ın Ankara büyük elçiliği,  Cumhurbaşkanlığından ikinci değerli taşı kibarca geri almış. Burada makamına armağan edilen hediyeyi, kendisine alan Cevdet Sunay'a, hiç mi Adnan Menderes'in yargılanmalarından ders almadın, sana makamında hediye dilen kravat, kalem gibi eşantiyonları bile, görevi bıraktığında yada tayinin çıktığında, makamına geri iade etmelisin. Diğeri de, 1971'de İran halkının yarısının temiz suya erişimi yokken, böyle devasa bir gösterişe para harcayan Şah'a söylenmeli. O kadar masraf değdi mi, sonuçta 1979'da sarayının içinde bile seni ve karını tehdit eden yazılar görünce can havli ile yurt dışına topukladın, ilk zamanlar seni ve aileni kabul edecek ülke bulamadın?

Şah'ın hedefi kendi halkıydı. Bu ülke, 2500 yıldan fazla, hatta belki de üç bin yıldır monarşiyle yönetiliyor, bundan sonra da monarşiyle yönetilecek mesajı vermek istemişti. Doğada her şeyin donu olduğu gibi, üç bin yıla yaklaşan tarihinde, doğru düzgün bir danışma meclisi bile görmemiş İran'da, monarşinin de sonu vardı. 1979'da yıkılan İran monarşisi, yıkılan son monarşi oldu. Pehlevi ailesinin tek sorunu yoksulluk, A.B.D, Epson ve İngiliz BP şirketlerine teslim edilmiş petrol yada benzeri şeyler değildi. Hanedanı kuran baba Rıza Pehlevi, soylu bir aileden gelmiyordu. 16 yaşında astsubay yani başçavuş olarak orduya katılmış, tuğgeneralken de darbe yapmıştı. Bir tuğgeneral, sadece başkenti işgal ederek nasıl darbe yapabilir, öyle olmamıştı tabi. Kaçkar hanedanlığının  İran'ı daha fazla yönetemeyeceğini gören ve konumunu kaybetmek istemeyen İran arsitokratları, onu seçmişti. Soylu değildi ve saltanat kuracak bir kökeni yoktu. Bu yüzden sürekli olarak  kendisine sürekli olarak ünvanlar veriyor, üzerine nişanlar takıyordu bu son saltanat. Pehlevi ailesi, kendisine tarihten meşruiyet arıyordu.

Her ideoloji kendisine tarihten kök, bu köke dayanarak tarihsel meşruiyet arar. Marksistler, tarih öncesi, ilkel komünal dönemden bahseder. Oysa hem arkeolojik veriler, hem de coğrafi keşiflerden başlayarak gözlemler, çok az ilkel komünal topluluk olduğunu gösterir. Pek çok ilkel kabile,  mülkiyetsiz yada eşitliksiz değildir. Aleviler, Hazreti Ali'yi sahiplenme adına çocuklarına Ömer ve Osman adlarını vermez (Bekr, Arapça deve yavrusu demektir ve asık adı Abdullah olan halifenin lakabı deve babası anlamında Ebu Bekir'dir) ama     Hazreti Hüseyin'in bile Ömer ve Osman adlı çocukları vardır ve Kerbela faciasında ölenlerden biri, Halife Ömer'in öz oğludur. Annesi, babası ölünce Hazreti Hüseyin'le evlenmiştir. O da üvey babasına sadık kalmıştır. Aslında halifeler ve onların çocukları birbirlerinin kızlarını ve dul karılarını almışlardır. Hatta birden fazla kızı ile evlenmiştir çünkü Kuran'a göre aynı kadının yada süt annenğn birden fazla kızı ile evlenemezsiniz; farklı kadınlardan olunca, aynı erkeğin kızlarıyla evlenebilirsiniz; bu sahabelerin eş sayısı, Kuran'ın sınırladığı dörtle sınırlı da değildir. Sahabelerin pek çok çocuğu olmuş, bu çocukların pek çoğu küçük yaşta ölmüştür. Hatta peygamberin bile çocuk yaşta ölen Kasım diye oğlu olmuş, bu çocuk küçük yaşta ölünce, peygamberi teselli için ona Ebel Kasım (Kasım'ın babası) denmiştir. Bu ölümlerin sebebi bana göre SMA kas hastalığı veya benzer akraba evliliği sebepli hastalıklar olabilir. Türkiye'de sağcılar da 2.Abdülhamit'i yüceltir. Abdülhamit zamanında kaybedilen toprakları, birinci ve ikinci Meşruiyet meclisi ve yönetimlerine bağlarlar; bunu doğru kabul etsek bile, borçlar yüzünden İngilizlerce işgal edilen Kıbrıs adasını, Osmanlı askeri zaferine rağmen, Yunan kralının oğlunun sözde ada valisi yapılarak, Müslümanların önemli bir kısmının kaçtığı Girit'i ve koca Osamnlı imparatorluğunun, Fransa'yı sadece protesto ettiği Tunus'u ne yapacağız?

Böyle bir tarih olmadığında da uydurulur ve böylece mitoslar ortaya çıkar. Abdülhamit'in o çok övülen denge politikası, her ülkeye ekonomik ve politik tavizlerle son bulmuştur. Demiryolu ihalesini kar garantisi ve demiryonun onlarca kilometre civarındaki tarım ve madenleri alma garantisi ile alan Almanlar, sömürgelerinden (1918 öncesi Kamerun, Togo, Tanganika, Alman Samoası (bugünkü Amerikan Samoası) ve Papua Yeni Gine adasının kuzey doğu dörtte biri ve Herbit adaları vs) daha fazla pamuğu, üstelik daha ucuza Osmanlı'dan almıştır. İngiliz ve Fransızlar için Osmanlı ülkesi, ucuz hammedde, açık pazar ve tek tek yandaşı yaptığı azınlılarla doludur. Ülkenin dört bir yanına yayılmış İngiliz, Fransız ve Amerikan kolejleri, kendi işbirlikçilerini yetiştirmektedi. Sağcıların o çok övdüğü hafiye teşkilatı sadece ordu ve bürokrasiye nifak sokmaya yaramış, kapütülasyonları sonuna kadar kullanan İngiliz ve Fransızlar, bir zamanlar seyyahların Hristiyan Türkler dediği Ermenileri, en büyük Türk düşmanı yapmışlardır.

Sağcılar mutlak iktidarı ellerine geçirince, bu hayali tarihlerine dizi yaptılar. Osmanlı padişahı Abdülhamit, en güçlü döneminde, İngiliz elçisini tokatlıyor. O tarihlerde İngiliz elçisi, padişahla konuşmaya çoğu kez katibini gönderiyordu. İngiliz elçisine, o tarihlerde böyle bir şey yapsaydı, muhtemelen Akdeniz'deki bir kaç Osmanlı limanı kullanılmaz hale gelirdi. Osmanlı, Tunus'u işgal eden Fransız elçiliğini kapatmadı ki, Fransa'dan çok daha güçlü, Dünya yüz ölçümünün yaklaşık üçte birini fiilen işgal eden, o zamanın temel iletişim olan telgraf sistemini elinde tutan (yer küredeki üç telgraf memurundan biri İngiliz'di), daha 1896 yılında Atlas okyanusunu, İngiltere'den. Amerika kıtasına kadar telgraf telleri ile döşemiş olan İngiltere'nin büyük elçisini tokatlasın. Tüm muhalefeti gazetelerini Avrupa matbaalarında bastırıyor, kapütülasyonlar sebebi ile Osmanlı polisinin giremediği yabancı postanelerden alıp, dağıtıyordu. Osmanlı polisinin yapabildiği, bu postanelerin çevresine kestaneci, seyyar satıcı gibi kılıklarla hafiye-polis yerleştirmekti. (Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanının bir bölümünde bu konu anlatılır) Diğer bir yalan tarihte, dizi ve filmlerdeki padişahlar, sultanlar, sürekki öfke krizi geçirip, sürekli bağırıyor, önlerine gelene hakaret ediyor. Gerçek liderler ve sultanlar, sadece magafonun icadından önce, geniş alanlara sesini duyurmak için bağırır. Makamın meşru sahiplerinin ne dediğine insanlar dikkat kesilir, onlar mırıldasa bile duyulur. Fatih'in, Kanuni'nin, Atatürk'ün birilerine karşı avaz avaz bağıracak şekilde bir öfke krizine girdiği nadirdir. Yavuz için söylenebilir, sonuçta babasını tahttan indirmiş, askerlere savaş ganimeti vaat etmişti. Orduyu zorlu savaşlara sokuyor, aşırı şiddetle otoritesini koruyordu. Yaklaşık sekiz yıllık saltanatında Osmanlı devletini iki kat büyütmüştü ama bu sekiz yıl içnde üçü vezir-i azam, sekiz tane vezirini de katletmişti.

Bunlar tarihten meşruiyet arayışları; tarihten meşruiyet arayışı yeterli değildir; sonuçta geçmişe mazi, yenmişe kuzu denir. Siyasette asıl meşruiyet aracı, birleştirici olmaktır. 12 Eylül rejimi, bu amaçla bir kaç tane de sağcı-Ülkücü idam etmiştir. Darbenin ana bahanesi, kardeş kanının dökülmesini önlemektir. Turgut Özal'da, 1983 seçimlerindeki sloganı dört eğilimi (Kırat-Merkez Sağ, Ülkücülük, İslamcılık ve Sosyal Demokrasi) birleştirmekti. AKP'de 2002'de ilk seçildiğinde, milletvekillerinin üçte ikisi, eski merkez sağ partiliydi, şimdi yanılmıyorsam hiçbiri kalmadı artık. Hürriyet gazetesinin attığı ve sahte-yönlendirme amaçlı olduğu çok sonra ortaya çıkan iki kişiden biri manşetinden sonra, eğilimleri birleştirmeye ihtiyacı kalmamıştı artık. Gene de tüm toplumu kucakladığını yada insanlara özgürlük vereceğini göstermeye karşı cepheden birileri lazımdı, o da yetmez amacılar oldu.

Yetmez amacılık, 2010 referandumu yada kumpas davalarının yalancı şahitliğinden ibaret değildir. Gericiler, modern dünyaya uyum sağlamaları gerektiğini 1940'lı yıllarda anladı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu'da egemen tarikat, Kuzey Afrika-Cezayir  kökenli Ticanilikti. Sigorta yapmak günahtır, fabrika kurmak günahtır gibi sözlerle ortalıkta dolaşan Ticaniliğin, değişen Kapitalist dünyaya yetmeyeceği açıktı. Nitekim bu tarikat, Türk halkının hafızasından tamamen silindi. Yerine Said-i Nursi ve Nurculuk ve diğer Nakşi-Kadiri tarikatlar geldi. Bu tarikatlar, Atatürk'ün deyimiyle medeniyet ateşinin uzakta kalanı yaktığını keşfetti. Kendilerine medeniyet cephesinden de taraftar lazımdı ve ilk taraftarları Necip Fazıl Kısakürek oldu. Necip Fazıl,  Cemil Meriç, İsmet Özel gibi hidayete erip, modern dünyayı terk edenler, din tüccarlarına yetmedi. Bu sefer de sözüm ona modern olup da İslam'a, dindarlara hayran yada onları beğenenler çıktı. Bunların ilki İdris Küçükömer'di (Düzenin Yabancılaşması).. Arif Mardin'de, Amerika'da profesör olmak adına Said-i Nursi adına azılan bir kitabı, kendi adıyla yayımladı. Kitabı Arif Mardin'in yazmadığını, kitapta, Nursi'nin medrese aksanı dediği tuhaf diline ilk bölümde yeniden canlandırdığını, son bölümde de kendi icadı olduğunu yazması; yani kitabı en az iki ayrı kişinin yazdığının kesin olması.  Son örnek ise Orhan Pamuk; kendisi seksenlerde, ilk ünlenmeye başladığında, Ateist bir ailede büyüdüğünü söylemişti ve ailesinintelefonları susmamış, annesi, oğlum, neden bizi de katıyorsun diye onu azarlamıştır. Herhangi ortalama bir Orhan Pamuk roman yada hikayesinin konusu, kabaca modern dünyada büyümüş ama muhafazakar dünyaya haran olan erkeğin maceralarıdır; hatta romanın erkek kahramının yaşı, Pamuk'un romanı yazmaya başladığı yaşlardır. Muhalefete muhalefetin asıl işlevi, iktidara meşruiyet kazandırmaktır.

Halkın gözünden düşmenin diğer bir işareti, sembolik de olsa bu meşruiyet arayışlarının çoğalmasıdır.

10 Nisan 2025 Perşembe

PARSEL PARSEL İRAN VE AMBARGOLARIN SEBEBİ

 



Dünayda yıkılan son monarşi, 1979'da İran İslam Devrimi ile yıkılan Pehlevi (İranlılar Pahlavi diye telaffuz ediyor, bu ayrı konu) hanedanlığıdır. Bu hanedanlık aslında son kurulan hanedanlıktır. Pehlevileri düşüren olayların ayrıntılı olarak anlatacak yada analiz edecek değilim. Bloğum Vikipedya değil ve ben tarihçi değilim. İran tarihi ile özel olarak ilgilenmiyorum. İmamoğlu protestolarından sonra, iktidar-A.B.D ve muhalefet ilişkilerinin, Şah'ın son dönemlerine benzediğini düşünüyorum.

Rıza Pehlevi'in 12-16 Ekim 1971'de verdiği partiyi anlatmazsam olmaz. İran şahlığının kuruluşunun 2500. yıl dönümü, yani Akamenid (Pers) imparatoru Kiros'un tahta çıkışının  2500. yıl dönümü kutlamalarıdır. O dönemim parası ile 390 milyon dolar, tahminen üç olimpiyat düzenlenecek  kadar paradır. Bu parti için Şiraz'a havaalanı yapılır, Şiraz ile antik Persopolis şehri arasına otoyou yapıldı. Parti yada festival diyebileceğimiz 5 günlük etkinlik için, Persopolis yakınlarına, onlaca kral-kraliyet ailesi, yüzlerce devlet başkanı-teösilcisi için devasa bir çadırkent kuruldu. Misafirlerin mücevherleri için bir yeraltı sığınağı inşa edildi. Etkinlikte bin iki yüz şişe viski, iki bin beş yüz şişe şarap (köpeköldüren değil, elli sene yıllanmış Bordo şarabı), yüzseksen kilo siyah hazar havyarı da dahil çoğu Avrupa'dan getirilein elli bin ton gıda. Festival alanı yılan ve akrep yatağı. Binlerce yılan, kavanozlara konuyor, alan ilaçlanıyor. Araziye, Fransa'dan getirtilen binlerce ağaç ekiliyor, elli bin kadar kuş da ortama salınıyor. Kuşların hepsi, Şiraz'ın çöl ikliminde üç günde ölüyor. Tören için Paris'te bir lokanta, iki hafta boyunca kapalı kalıyor. İki bin tır ve üç yüz uçakla Avrupa'dan malzeme geliyor. Yüz seksen garson kiralanıyor.

Tören, Ahamenişlerin ilk başkenti Pasagrad'da, İran halkının Cemşit dediği Kiros'un mezarının yanıbaşında başlıyor. Pehlevi burda Kiros, sen rahat uyu, biz uyanığız diye söze başlayıp, Kiros, Kiros diye bağırdığı bir nutuk attı. Sonra tantanalı bir geçit töreni, İran tarihinin kostümlü bir geçidi yapıldı. Ardından beş günlük bir davet, eğlence festivali, beşinci gün Tahran'ın simgesi ve İslam devriminden sonr adı Humeyni kulesi olarak anılan kulenin açılışıyla bitti. Bu beş gün boyunca, davetliler eğlensin diye sabaha kadar açık bir kumarhane bile vardı.

Anlat anlat bitmeyen bu tantanada Türkiye'yi dönemim cumhurbaşkanı Cevdet Sunay temsil etti. Sunay, genelde onca tantanada, arkalarda ve göze batmamaya dikkat etti ama gene de küçük bir sıkandala sebep olmadan duramadı. Şah, konuklarının önünden, herkesin birer tane alması için değerli taş dolu bir sandık geçirdi. Konuklara bu tantanaya katıldıkları için rüşvet vermişlerdi. Sunay, bir de kızı için almıştı. Türkiye'ye dönünce İran devleti, ikinci mücevheri resmi yazı ile geri istemişti. Sunay'da, cumhurbaşkanı olmuş, senatör olmuş, genelkurmay başkanlığına kadar subaylık yapmış ama prtokolü öğrenememiş, o da ayrı konu. Protokolde sana ikram edilen tatlı yada şekeri, bir de çocuğuma götüreyim diye fazladan alıp, cebine koymazsın. Öte yandan bu hediye sana değil, makamına, yani cumhurbaşkanlığına ait.

Bu saçma tantananın amacı, İran halkına, iki bin beş yüz yıldır monarşi ile yönetiliyorsunuz, bundan sonra da monarşi ile yönetileceksiniz mesajı vermekti. Ters tepti, hatta Kiros (Kuraş yada Kubat olmalı)'a karşı söylediği tumturaklı söylev bile alay konusu oldu. Kiros, sana söz veriyoruz, ülkeyi mahvediceğiz. Kiros, sana söz veriyoruz, petrol parasını lüks için harcayacağız.

Bu saçma şenlik, Pehlevi hanedanlığının yıkılışına giden en önemli halkalardan birisi, belki de birincisiydi. Pehlevi hanedanlığının böyle bir gösteriye, daha doğrusu en büyüğü bu olmak üzere gösterilere bulunma sebebi sadece şımarıklık ve gösteriş sevdası değildi. Aslında sorun, Pehlevi hanedanlığının kurucuusu (Bu hanedan sadece 2 şah gördü ve yaklaşık elli beş sene sürdü.) Rıza Pehlevi'nin 1925'de iktidara gelişindeydi. Onu iktidara getiren, Tahran'ı işgal eden dört bin kadar askeri değildi. Bir tuğgeneralin iktidara gelmesini sağlayan sadece kendi karizması değildi. Aslında Pehlevi hanedanlığı, sonradan aldıkları Pehlevi soy adıyla bile alay konusuydu.  1906'da İran'da daOsmanlı'da olduğu gibi Anayasa hareketi çıkmıştı. İran'da da Kaçkar hanedanı, ülkeyi yönetemiyordu ve ülkede cumhuriyet istekleri vardı. Aristokrasi için bu tehlikeydi ve çözüm de yeni bir hanedan sülalesi kurmaktı.

Bu hanedanlığı kurmanınn diğer bir nedeni de, İran aristokrasisinin petrol parasından daha çok pay almak istemesiydi. Pehlevi ailesi, her ne kadar şah, şahlar şahı ve bilumum soyluluk ünvanları alsa da, gerçekte BP  ve Exon şirketlerinin, İranlı yerel bir memuruydu. BP, ilk olarak Anglo-Persian yani İngiliz-İran petrol şirketi olarak kurulmuştu. Baba, Şah Rıza Pehlevi,  bir kere İngilizlere karşı çıktı. Rusya'ya, İran üzerinden yardım edilmesine karşı çıktı. İngiltere ve Rusya, yandaş subayları aracılığı ile ülkeyi kolayca işgal edip, baba şahı tahttan indirdi ve sürgüne gönderdi. Oğlu olan Muhammed Rıza Şah Pehlevi ise, Amerika ve İngiltere'ye hiç karşı çıkmadı. İngiltere ve Amerika'ya karşı çıkan başbakanı Musaddık yüzünden bir süre yurt dışında yaşadı, ona Amerikan usulü komplo düzenledikten sonra ülkesine geri döndü. Rıza Pehlevi batıyı, batı da Rıza Pehlevi'yi sonuna kadar destekledi. Şah'ta  BP ve Exon'u zengin etti, çok büyük karlar ettirdi. Bu karları da büyük ölçüde kendisine ve kendi etrafındaki aristokrasiye ayırdı. Sosyal medyada gördüğünüz batılılıaşmanın  amacı, ülkeye yerleştirdiği batılıların rahat yaşaması ve yatırım yapması içindi.

Bütün bunların sonucunda Şah'a karşı en başından itibaren çok kuvvetli bir muhalefet ve bu muhalefete karşı acımasızca saldırı vardı, hemde zor hayal edilir şekilde.  Göstericileri jopla yada su ile (Toma zaten icat edilmemiş.) değilde, doğrudan yaylım ateş ile dağıtıyor, İran ordusu. İstihbarat teşkilatı ve siyasi polis teşkilatı olan SAVAK'ı doğrudan CİA ve MI6 yönetiyor ve eğitiyor. Muhalif kız öğrenciler, sınıflarda ve arkadaşlarının gözü önünde cinsel tacize uğruyor. Zindanlarda mahkumlar bazen sadece su verilerek, açlıktan öldürülüyor. Televizyon-radyo-gazete, matbaaa, ne varsa Şah ve devletin emrindeydi. TUDEH denen solcu örgütün, taşbaskı yada yetmişler teknolojisi fotokopi ile ürettiği basılı şeyler var. Humeyni'nin en önemli propaganda silahı telefon. İran telekomünasyon kurumunda Humeyni'nin adamları çok örgütlü. Kendisi Irak'ın Necef kentinden, her cuma telefonla, camilerde, hem de onlarca-yüzlerce camide aynı anda vaazlar veriyor. İslam devriminin ana ideoloji kitabı Tahrir el Vesile dahil, pek çok kitap da yazmış. Şah 'da dini kullanıyordu, kendisine Allah'ın yer yüzündeki gölgesi (Sayeh eh Hodah) ve Şia'nın kılıcı ünvanlarını veriyordu. Şah'ın muhalifleri, yurt dışında da güvende değildiş, CIA, MI6 ve bilumum NATO  destekli istihbarat örgütünün desteğini arkasına alan SAVAK, Ali Şeriati ve pek çok ünlü muhalifine suikast düzenletmişti.

Bütün bunlara bir de Şah, lenf kanseri olmuştu ve çocukları daha ufaktı. Karısını Şahbanu ilan etti, bu İran tarihinde ilk ve tek olacaktı. Bunun sebebi de karısını, çocuklarına şah naibi atayabilmekti. Öldükten sonra başka bir Şah naibi,  Şahlığı ortadan kaldırabilirdi. Oysa kendi şahlığının da sonu gelmişti. Şahbanu da, bunu halka kabul ettirebilmek için, Eva Peronculuk oynayıp, bol kamera görüntülü fakirlere yardım turları düzenliyordu.

Şahın belini büken, Tahran, büyük çarşı esnafının da muhalefete katılması oldu. Çarşı esnafı da, Humeyni yandaşı olunca, ekonomi tamamen öldü. Bir noktadan sonra askerler, subayları dinlemez, halka ateş açmaz, havaya ateş açar oldu. Eylemler de durmadan artıyordu. Yavaş yavaş subaylar, hatta generaller ve bazı aristokratlar da şahı terk etmeye başladı. Şahın buna karşı yapabildiği, diplomatik baskıları arttırarak, Humeyni'yi, 13 yıldır yaşadığı Irak'tan ayrılmasını sağlamaktı. Humeyni'de, sürgündeki son üç ayını Fransa'nın başkenti, Paris'te geçirdi. Gösteriler o kadar yaygınlaştı ki, sarayın duvarlarına yazı yazılması bile normaldi. Bir gün Şah, yemek masasında, Şah'a ve kraliçeye ölüm yazısını görür ve artık gitmesi gerektiğini anlar. Amerika ve İngiltere, Şah'ın kendisinden bile sonra Şah'dan vazgeçemedi. Şah, Amerika'dan daha Amerikancıydı. Ülkedeki Amerikan askerelerini yargıdan muaf tutmuştı, tam kapütülasyon sistemi.

Amerika ve İngiltere, Humeyni ve adamları arasında kendisine yandaş aradı, Şah'ın verdiği onlarca ayrıcalığı korumak istiyordu. Humeyni ise, kurduğu rejimin devamı için bu şirketleri kovması gerektiğini biliyordu. İran petrolleri, yedi kız kardeşler denen petrol devlerinin (İsimlerini tek tek yazmaya üşendim, Wikipedya hazretlerine sorabilirsiniz) son kalesiydi. 1972 petrol krizi ile önce Fransız Elf, Total ve İtalyan Eni başta olmak üzere pek çok yeni şirket oyuna girmiş, bu dördü Amerikalı, ikisi İngiliz, biri Hollandalı yedi şirket, birleşe birleşe dörde düşmüştü. Amerika'da bunun acısını çıkarmak için Saddam Hüseyin'i, İran'ın üzerine saldırttı. İran-Irak savaşı 8 sene sürdü.

Şah'ın amacı, 1953'de oduğu gibi kumpas ve baskı ile muhalefeti bastırmaktı ama artık çok geçti. İki hafta geçmeden İran'a dönen Humeyni, on milyondan fazla olduğu söylenen devasa bir kalabalığın karşılaması ile İran'a geldi. Şah'ın son hükumetine ve yandaşlarına beddualar ederek, idareyi ele aldı. Şah'ın Amerika'ya ameliyat olarak gitmesi, İran'lı gençlerinAmerikan büyük elçiliğini işgal edip, elçilik personelini bir yıldan uzun süre rehin alınmasına yol açtı. Sonrasında şah, ülke ülke gezdi. Çölün ortasındaki şenliğine davet edip, cebine mücevher sıkıştırdığı krallar-kraliçeler veya devlet başkanları onu kabul etmedi. Enver Sedat'ın yanında sığınmacı olarak son günlerini geçirdi. Şahın bir çocuğu intihar etti, bir çocuğu aşırı doz kokaimden öldü.

Buraya kadar anlattıklarımdan eksik yada yanlış olabilir, İrn tarihi uzmanı falan değilim. Sonuçta katliamlar, kumpaslar, Amerikan-İngiliz desteği, itibardan tasarruf etmemeler falan, çürüyen bir rejimi kurtaramadı. Yerine daha iyisi de gelmedi yada en azından bizim Türkiye'den gödüğümüz bu şekilde. Her ciddi devrimde olduğu gibi bu devrimde de çok kişi asıldı, zindanlarda çürüdü ve yurt dışına kaçtı. Pek çoğu da Türkiye'ye kaçtı. TÖMER, 1984'de Türkiye'deki İranlılara Türkçe öğretmek için kuruldu ilk olarak. İranlı mülteciler kısmen varlıklıydı. Pek sefil olmadılar, çok fazla suça karışmadıkları gibi, Türk halkına da karışmadılar. Seksenlerde ve doksanlarda moda olan, kapı kapı dolaşıp, eşya satma işi yaptıklarını hatırlıyorum.

İran'a yıllardır uygulanan ambargoların asıl sebebi, Humeyni ve sonraki İran iktidarlarının, Şah'ın kapütülasyonlarını ve tahkim mahkemelerini tanımamasıdır.