15 Mart 2018 Perşembe

KİTLE İLETİŞİM VE ÖZGÜRLÜK TARİHİ

        George Soros ve Açık Toplum vakfının sosyal medya aleyhine açıklamaları üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazı liberallerle sınırlı idi, bunu tüm tarihi ve tüm tarihin düşünce düşmanlarını da kapsaması için yeni bir yazı yazmak istedim. Özgürlük düşmanları, fikir düşmanlarıdır aynı zamanda. Fikirlerin de yayılmasına karşıdırlar.   
sokrates ile ilgili görsel sonucu        Bu en başta okuma-yazma ile başlamış, okuma yazma bilgisi uzun süre üst sınıflara ait bir ayrıcalık olmuştur. Sokrates'in yazı düşmanlığı da aslında demokrasi düşmanlığıdır. Karl Popper başta olmak üzere pek çok yazar, Platon'u eleştirirken, onun demokrasi aleyhine sözlerini, Sorates'e ihanet olarak görür. Oysa diğer Sokratesçi okullar (Kinikler,Elis-Eteria, Megara,Kirene) da çok demokrat sayılmazlardı. Hadi Platon, hemen her diyaloğunda konuşturduğu hocasına ihanet etti, hepsi de mi haindi? Sokrates, Platon ve Sokratesçi okulların filozoflarının hemen hepsi de demokrasi aleyhtarıydı. Platon'un öğrencisi Aristo ise, doğru yönetim yoktur, doğru yöneticiler vardır demişti. Sokrates, Atina ile Sparta arasındaki Pelepones savaşlarını ve Atina'nın yenilgisinin yaşamıştı. Yargılanması da, Spartalıların ve onların atadığı, halkın otuz tiranlar dediği aristokratların kovulmasından sonra olmuştu. Ona karşı nefretin bir sebebi de aristokrasi yanlısı ve demokrasi düşmanı olması olabilir. Platon, Atinalıların Maraton savaşı ile İran (Pers-Fars) ordusunu yenip, tüm Trakya ve Ege kıyılarının kurtarmasını yaşadı. Doksan yaşını gören biri olarak yaşamının ilerleyen yıllarında demokrasiyi halen çok sevemese de, deomkrasi aleyhine konuşmaktan kaçındı. Makedonya prensi İskender'e lalalık da yapmış olan ve onun fetihlerini gören Aristo'da iyi yönetim yoktur, iyi yöneticiler vardır dedi.
kurtla iliÅŸki tanrı ile ilgili görsel sonucu        Eski Yunan, okuma-yazma bilenlerin ilk defa toplum içerisinden önemli bir çoğunluk olduğu dönemdi.Tiyatronun yaygınlığı da yazılı kültürün yayılmasını sağlıyordu. Yazı, Yunan medeniyetinden iki bin beş yüz- üç bin yıl kadar önce Sümer ülkesinde bulunmuştu. Sonra Mısırlılar kendi yazılarını geliştirdiler. Yazı ilk başlarda tüccarların haberleşme ve hesap yapma vasıtasıydı. Bazı eski Mısır kaynaklarında ilk defa yazıya karşı nefret görüldü. İnsanlar artık hiç bir şeyi ezberlemeyecek, aklında tutmayacak, kargacık-burgacık şekillere bakarak hatırlayacağını sanacak dendi. Yazı uzun süre tüccarların, katiplerin ve devlet görevlilerinin tekelinde oldu. Fenikelilerin alfabeyi icadı ile (öncesinde çivi yazısı ya da resim yazısı, hece tabanlıydı) tüm Akdeniz ve Orta doğuya yayıldı. Yunan, Latin, Arap ve pek çok alfabenin kökeni, Fenike Alfabesidir. Yunan şehir devletlerinde ise, zeytinyağı ve şarap ticaretinden dolay halk çok zenginleşmişti. Hem zengin, hem de eğitimli bu halk, başında bir krallık istemedi. Okuma-yazmanın yaygınlaşması da, hem dinlere bağlılığı azalttı, hem de krallıklar yerine demokrasi kurulmasını sağladı. O zamanki çok tanrılı dinlerinde, krallar ve aristokratların doğrudan ataların torunları olduklarına inanılırdı. Yazının yaygınlaşması, buna inancı kırdı. Eski Çinliler hemen hemen her hanedanın ilk imparatorunun annesinin güneş ışığından falan hamile kaldığına inandı. Hatta vaktiyle, seksenlerde bir kitap okumuştum. Türk kağanı iki kızını sadece tanrıya layık görüp, onunla eşleşsinler diye dağda bir kuleye kapatıyordu. Kızlar da oralarda dolaşan bir kurdu, tanrı olarak görüp, onunla ilişkiye giriyordu. O kitabı çok aradım ama bulamadım. Bir sürü kurtla ilişki hikayesi vardı.
büyük iskender ile ilgili görsel sonucu            Eski Yunan-Roma dünyasında din hep krizlerde oldu. Yunanistan'da tanrılara yeni tanrılar eklemek yasaklandı. Roma'da ise tanrılar eklemek serbestti. Ölen bir imparatorun tanrı ilan edilmesi, gelenek halini almıştı. Gene de pek çok kişi, kralların tanrı olmadığını ve pek çok kral da kendisinin tanrı olmadığını biliyordu. Sezar'a göre Jüpiter, Ra, Zeus ve Odin, aynı kişilerdi. Büyük İskender'in de babasının 2. Filip değil de, Zeus olduğu iddia ediliyordu. Anlatılanlara bakılırsa İskender çok yakın dostları ile bu iddialarla alay ediyordu. Talihe bakın ki her iki kralda sonradan tanrı ilan edildi. Tıpkı türbelere gitmek günahtır diye fetva veren bazı din adamlarının mezarlarının türbe haline gelmesi gibi.
             Soy, önemli idi. Popüler kültürde Deli İbrahim diye bilinen Osmanlı padişahı 1. İbrahim ve yeğeni 2. Mahmut, sırf soy kurumasın diye öldürülmedi. İbrahim'in cinsel sorunları vardı, iktidarsızdı, bu yüzden de tedavi gördü. Yeni haneden kolay kolay ortaya çıkmaz. Soyunuz kut almış, kutlu, yüce olmalı, bu yüzden de yüce birisi olmalı. Son kutlu soy, Cengiz Han'a ait olandı. Osmanlıların kutlu soyu, Oğuz Kağan'a dayanıyordu.Fatih'in, Karamanoğullarını ve Konya ili nüfusunun tamamına yakınını ( Bu konya, bu günkü Konya ilinden de büyük bir alan. Kabaca Afyon'un doğusundan Kayseri'ye, Haymana'dan Akdeniz'e kadar bir bölge) Balkan yarımadasına sürmesinin temel sebebi buydu. (İlerleyen satırlarda matbaa yasağı için de bir şeyler diyeceğim) Karamanlıların tebaasından birileri, Oğuz Kağan soyundan olduğunu iddia edip, bir kriz anında tahta çıkmak için isyan edebilirdi. Gene de Aleviler, Şah İsmail'in soyuna biat etti. Sünni halk buna itibar etmedi. Sonraki krallık soylaru kutlu olmadığından hep darbe- demokrasi- diktatörlük tehlikesi altında oldu.
           Yazının yaygınlığı, soy takibini de mümkün hale getiriyordu. Yazı olmadan toplumların hafızası boş oluyor, herhangi biri tanrı soyundan olduğunu söyleyip, tahtta hak iddia edebiliyordu. Böylece yeni asil, tanrısal kral-peygamber soyu çıkmadı ve mevcut kralların soyları tahtta kalabildi.
kitap ile ilgili görsel sonucu        Yazının yaygınlaşması ile o dönemin çok tanrılı dinlerinde krizler çıktı. Bana göre tarihte Ateizmin yaygınlaştığı, daha doğrusu patlama yaptığı üç dönem vardır. İlki eski Yunan-Roma dünyası, okuma-yazma ilk defa yaygınlaşıyor. Diğeri de ihtilal öncesi  aydınlanma devri Fransa'sı. Basılı kitaplar bu dönemde yaygınlaşmaya başlamış. En son olarak da internet dönemi dünya. Yazı, binlerce yıl yaygınlaşmadı. Hatta bir dönem unutuldu. Çoğu kez seçkinlere ait bir etkinlikti.
          Yazı ile tek tanrılı İbrahimi  dinler ortaya çıktı İbrahim peygamberde, yazının icat edildiği Uruk şehrinde doğmuştu. Yahudilik'de Mısır çıkışlıydı. Yazının yaygınlaşması ile Çin, Japonya ve Hindistan'da Taoizm,Budizm, Konfiçyüsizm gibi inançlar yayılmaya başladı. Gene de soy önemliydi. İslama göre İbrahim'den sonra tüm peygamerler, İbrahim'in soyundan gelmiştir. İsmail'in soyundan Araplar, Yakub'un soyundan Yahudiler üremiştir. Günümüzdeki ırkçılık, putperest-pagan dinlerin halklarının, peygamberlerini, krallarının, din adamlarının veya aristokratlarının tanrı soyundan gelme inancının kalıntılarıdır. Bu gün bile İslamda tarikat kurucularının soy secereleri lla ilk dört halifeye dayandırılır. Onlar da Peygamberin akrabasıdır ki, bu da Kureyş kabilesinin, Haşimi klanından olduklarını gösterir. Yahudiler için ırkçı, kimseyi içlerine almaz denir. Sonradan Yahudi olmak zor da olsa, imkansız değildir. Kafkasya ve Rusya'da hüküm süren Hazar hanlığı ve Yemen'de hüküm süren Himyar krallığı, ırk olarak Yahudi olmasalar da, sonradan Museviliği benimsemişlerdir. Bizzat Tevrat ve Yahudi tarihçilerine göre Fenikelilerin ve Hititlerin bir kısmı sonradan Yahudi olmuştu. Gene de tüm Museviler, Yahudi soy inancına bağlanırlar. Irkçılık ve kutsal-temiz soy saplantısı, aslına putperest dönemlerde, tanrıların soylarından gelme inancının kalıntılarıdır. İslamiyet ırkçı din değildir derler ama pek çok Arap'a göre Arap olmayan Müslümanlar, Mevali'dir ve görevleri Araplara hizmet etmektir. Mevalilerin görevi de Araplara hizmet etmektir. Pek çok Arap, Selçuklu-Osmanlı dönemini sırf bu yüzden zulüm olarak görür ve bu yüzden Mevali Türklerin egemenliğinde yaşamaktansa, İngiliz egemenliğini tercih etmişlerdir. Halen pek çok Arap ülkesinin bayrağını İngiliz diplomat Mark Skyes tasarlamıştır. Özgür Zereknin, bu tasarım bayraklar için:
        Bir bayrak var ki şehit kanından
        Bir bayrak var ki İngiliz kumaşından. demiştir.1374934_10201738256594162_673026562_n
        Derken  İstanbul'un fethinden 6-7 yıl sonra bir Alman kuyumcu olan Johan Gutenberg, matbaayı icat etti. Aslında bilinen ilk baskı kitap, 8. yüz yılda Japonya'da basıldı. Türkler, Uygurların, Çinlilerde kendilerinin çok daha önce matbaayı icat ettiğini söylerler. Kalıplarla yazmanın matbaa olması, Gutenberg sayesindedir.
        Yazı da, ilk başlangıcında bu günkü yazıdan farklıydı. İlk önce Sümer tüccarlarının mal ve fiyat üzerine not tutmaları ile başlandı. Sonraları muhtemelen bazı çalışanların boyaları silmeleri üzerine pişmiş toprak tabletler haline getirildi. Bu yüzden Mısırlıların kağıdı, Fenikelilerin alfabeyi bulmasına rağmen, Büyük İskender'in fethine kadar Orta Doğu'da yazı genelde taş tabletler üzerinde kullanıldı. Sonraları da kağıt tomarları ya da zarfların üzerine balmumu mühürler basıldı.
gutenberg ile ilgili görsel sonucu            Neyse, biz matbaa konusuna dönelim. Basım teknolojileri, Gutenberg ile matbaa, yani seri kitap basma makineleri haline geldi. Yoksa Uygurların teknolojileri bu gün halen kumaş ve duvar kağıdı üretiminde kullanılmakta. Hatta Beypazarı'nda geleneksel kumaşlara, halen böyle desen veriliyor. Bu kalıplar genelde ıhlamur ağacından yapıldığı için bu tip baskıya, ıhlamur baskısı deniliyor.
luther ile ilgili görsel sonucu            Matbaada daha o ilkel hali ile bile pek çok şeyi değiştirdi. Matbaayı, incili ve diğer dini kitapları yaymak için Katolik kilisesi destekledi. O zamanlar bile Kuzey Avrupa'nın pek çok yeri halen Hristiyan değildi. Töton tarikatı, Baltık kıyılarındaki pagan-putperest topluluklara karşı savaşıyordu. Sonuçlarını bilseydi, muhtemelen Katolik kilisesi de matbaaya karşı çıkardı. Fatih Sultan Mehmet'in matbaayı yasaklamasının sebebini hattatlar loncası olduğuna inanmayın. Hurufileri cami avlusunda diri diri yaktıran (profesör Emre Kongar'ın anlatımı) Fatih, yeni fikirlerin matbaa ile daha hızlı yayılacağının bilincindeydi. Osmanlı saltanatının altı yüz yıl saltanatta kalması (Devletin  ayakta kalması değil. Yoksa Osmanlı matbaa ve diğer teknik yenilikleri alabilseydi, saltanat olarak değil de, Türk devleti olarak çok yaşardı ) biraz da matbaa yasağı sayesinde oldu. Alevilik, Şiilik ve başka dini-siyasi akımlar yayılamadı. Osmanlı o yıllarda Müslüman tebaa isyanlarından korkuyordu. Hristiyan tebaa isyanlarının tahtı devirme ihtimali olmadığını düşünüyordu. Hristiyan tebaa'nın matbaayı kullanması, hem daha okur yazar olmasını hem de milliyetçiliğin Balkanlarda yayılmasını sağladı.
          Matbaa, ilk etkisini icat edildiği Almanya'da, yeni bir mezhebin oluşmasına yardım ederek gösterdi. Protestanlığın ilk yıllarında Lutler ile Papalık arasında broşür savaşları oldu. Ardından da Luther ardı ardına kitaplar yazıp, yayımladı. Müslüman ülkelerde ise yeni dini akımlar çıksa da Protestanlık gibi büyük reform hareketleri olmadı. Yeni mezhepsel akımlar küçük ve kendi çapında kaldı.
            Kuran'ın ilk inen ayeti okudur fakat din adamları Müslümanların okumasını, hele de Kuran başta olmak üzere dini kitapları okumasını pek istemezler. Onların hep bir Nişaburlu kocakarılar tipi bir iman özlemi vardır. Cüneyd-i Bağdadi'nin onca ilme rağmen imanına kavuşamadığı Nişaburlu kadınlardan bahsetmeyen tasavvufçu yok gibidir. Cahil insanın ferasetine güvenmek ve okuma oranı artınca çıldırmak, İslamın çok eski tarihinde de vardı. bağdadinin bu hayranlığı, Nişaburlu kocakarıların Allah'a değil, bir din adamı olarak kendisine olan inancıydı. Belki kendisi bile, kendisine bu kadar inanmıyordu.
kuran ile ilgili görsel sonucu            Pek çok tarikatta ve medresede, Kuran başta olmak üzere din kitapları okunmaz, dinlenir. Bir hocanız size kitabı satır satır okumakla kalmaz, o satırda (aslında) ne denilmek istendiğini size söyler. Sonra bazı alimler, bu aslında denilmek istenileni, yani dipnot-atıf kısımlarını ŞERH diye kitaba ekler. Böylece kitap her nesilde yeni şerhlerle kalınlaşıp, aslından uzaklaşır. Ünibersite de bir hocamız, ilahiyatta lisans yaparken, Ebu Hanife'ye ait bir kitabı görmüş. Orjinali on sayfa olan kitap, dediğine göre şerhlerle bin sayfaya ulaşmış. Zaten günümüzdeki pek çok dini kitap, kasten okunulmayacak şekilde ağdalı ve bozuk imlalı olarak yazılır. Pek çoğu, özellikle Nurcular, Kuran'ı okumaz, Said-i Nursi'nin risaleleri üzerinden okur. Son bir yıldan fazladır da pek çoğu, Kuran'ın Türkçe çevirisini okumayı müritlerine yasaklamıştır.
         Basın geliştikçe, sansürlenmeye çalışıldı. İktidar sahipleri, muhaliflerin baskı makinelerine ulaşmasını engellemek ve sansürlemek için uğraştılar. Sonra kendi matbaalarının en güçlü ve etkin olması içi uğraştılar. Napolyon bile, basını kontrol edemezsem, altı aydan fazla iktidarda kalamam demiştir. Kenan Evren, muhaliflerin, özellikle de DİSK'in devasa matbaalara sahip olmasına sinirlenmiş, mitinglerinde de dile getirmiştir. Büyük medya sahibi olmak önemlidir. Yurttaş Kane filmi de böyle bir medya patronu hikayesidir. (İlham kaynağı William Randlop Hearst adlı, modern zamanların ilk medya devi patronudur. Hatta adı Jack London'un Demir Ökçe romanında da geçer.) Gene de medyayı kontrol etmenin en iyi yolu. Vehbi Koç gibi ilan veren olmaktır.
akmar pasajı ile ilgili görsel sonucu          Büyük medya sahipleri, küçükleri sindirmek ve yok etmek isterler. Doksanlarda metal-rock  müzik yaygınlaşmaya başlamıştı. Öyle ahım şahım bir politik tavrı yoktu, gene de hayata isyan içeriyordu. Bu müzik türü İstanbul Akmar pasajı merkezli bir dergicilik kültürü de başlatmıştı. Fanzin denen ve genelde fotokopi makinesi eseri bir basın türüydü bu. Önce uzun saçlı birilerini çıkarıp, uyuşturucuyu rakır camiaya bağladı. Bugün rakır camia yok ama uyuşturucu tüketimi o yılların on katından fazla. Sonra Şehriban Coşkunfırat cinayeti oldu. Olay tüm Rock-Metal müzik ve fanzin edebiyatına yüklendi. Akmar pasajına polis baskını üzerine bir de medya linci eklendi. Medyanın o öfkesinin sebebi, fanzin dergiciliğini geleceğiydi. Linç edilmeseydi önemli bir muhalefet kaynağı olabilirdi bu dergicilik. Hele ki Gezi zamanı direnişe çok şey katabilirlerdi.
            Matbaa, daha çıkmadan sansüre uğramış, Osmanlı devleti belli dönemlerde Yunus Erme ve Mevlana olmak üzere pek çok yazarın eserini yasaklamıştır. Bu yasaklar pek tutmamış, özellikle Abdülhamit devrinde yurt dışında basılan gazete ve dergiler, kapütülasyonlar sayesinde ayrıcalıklı olan yabancı postanelerden (Fransız, İngiliz vs) ülkeye sokulmuştur. Şener Şen'in Değirmen filminde çoğu seyircinin tam anlamadığı bir espri vardır. İki Osmanlı bürokratı konuşmaktadır. Birisi sorunları anlatmakta, öteki  de matbuat (basın) yasağı koyun deyip, durmaktadır. Sonra sıra deprem haberine gelir. Ona da matbuat yasağı koyun, her şeyi de ben mi diyeceğim ya, der. Sonra haberin çoktan gazetede çıktığını öğrenince, eyvah der.
talat aydemir ile ilgili görsel sonucu          Basının karşısına yeni bir tehdit olarak önce radyo, sonra da televizyon çıkar. Her ikisi de masraf istediğinden, iktidarların ve büyük sermaye sahiplerinin elinde birer silah olurlar. Rusya'da Bolşevikler, Alman yardımı ile kurdukları matbaa ile propaganda yapmışlardı. O zamanlar radyo ve televizyon olsaydı, işleri daha zor olacaktı. Radyo halen, Afrika'nın pek çok yerindeki tek ve en yaygın kitle iletişim aracıdır. Seksenli yıllarda radyo merkezini ele geçiren, darbe yapmış oluyordu. 27 Mayısı yetersiz bulan Talat Aydemir'in 2. darbe girişiminde Ankara Radyoevi bir kaç defa el değiştirir. En nihayetinde Radyoevinin elektiriği kesilip, iktidar yanlısı bir askeri üsten yayın yapılır. Yayın kesilince, Aydemir'e destek de kesilir. Hearst, Ted Turner, Murdock gibi medya devleri, onlarca, hatta yüzlerce gazete, dergi, radyo ve televizyon kanalı sahibi oldu. Bu dev medya patronları ve arkasındaki Soros gibi kapitalistler, bol bol özgür medyadan bahsettiler. Özgür medyanın demokrasi için ihtiyaç olduğunu söylediler. En radikal tv ya da radyo kanallarından korkmuyorlardı. çünkü seyircinin izlemek istediği, maliyeti pahallı yapımlar, dünyanın her yerinden anında haberler, ünlü yıldızlar, sadece bu dev medya organlarındaydı. Sistemi tehdit eden görüşler, biraz canlanınca, metal müzikçiler gibi, tüm güçleri ile saldırıp, yok ediyorlardı. Arka arkaya suçlamalarla, en çok sevdiklerinin bile gözlerinden düşürüyorlardı.
           Bu dönemde  Türkiye'de tarikatların derdi, müritlerinin televizyon izlememesiydi. Yetmişli yıllardan, doksanlı yılların ortalarına kadar televizyon izlemen,n günah olduğunu, televizyon giren eve melek girmeyeceğini söyleyip durdular. Dediklerine göre televizyon, aynı zamanda zihin sağlığına da zararlıydı. O zamanlar en başta tek kanallı televizyon vardı. Bale, klasik müzik, buz pateni gibi onların istemediği şeyleri, evrim gibi müritlerinin öğrenmesini istemediği gerçekleri anlatıyordu televizyon.
dinci kanallar ile ilgili görsel sonucu         Televizyon ve radyo öylesine etkiliydi ki, 12 eylül cuntası anayasasına, bu iletişim sistemlerini sadece devletin kuracağını yazmıştı. Kaldı ki o zamanlar karasal vericileri tüm yurda yaymak, devlet ya da dev şirketlerin işiydi. TRT'nin tek kanal tekeli ise tehlikedeydi. Daha seksenli yılların başında, Doğu Berlin'de ki TKP'ye ait, uzun dalga da yayın yapan 2 radyo kanalı devlet için problem olmuştu. Türkçe yayın yapan yabancı TV kanalı olmamasına rağmen, pek çok kişi uydu alıcısı almaya başlamıştı. Dönemin başbakanı Turgut Özal, geleceği görmekte zorlanmıyordu. Zorlandığı Kenan Evren ve o zamanlar güçlü olan Milli Güvenlik kurulu ve bilumum engelleri aşmak ve yasayı çıkarmaktı.Bunun yerine, oğlununda ortak olduğu şirkete uydu kanalı kurmasıydı. Yasayı yok etmeden evvel, dayanaksız kalacaktı. Öyle de oldu. Halk, TRT'nin bol yasaklı ve sıkıcı programlarından bıkmıştı. Radyo olarak da sırf arabesk müzik dinlemek için Polis radyosu dinliyordu. Gel gelelim bu özel radyo ve televizyon kanalları işi iktidar ve egemen güçlerin işlerine gelmemeye başladı. Sadece uydu kanallarını da kullanmamaya başlamışlardı bu özel yayımcılar. Özellikle FM radyo bolluğu vardı. Gene o yıllarda bolca solcu ve Alevi radyosu vardı. Sonrasında önce Uzan ailesi ile, Özal ailesinin arası açıldı. Giderek daha hiddetlenen dozda iktidar eleştirileri yapıldı. Ayrıca pek çok televizyon ve radyo kanalı vardı artık.
rtük ile ilgili görsel sonucu         Devlet önce kapatmayı denedi. İki büyük engelle karşılaştı. Birincisi halk özel ve özgür tv-radyo kanallarına alışmıştı. İkincisi ile şirketler bu işe büyük sermayeler yatırmıştı. Halktan çok aşırı  bir tepki ile karşılık buldu. Zaten anca yerel radyoları kapata bildiler. Televizyonlar, uydu üzerinden yayın yapıyordu zaten. Bir ara sokaklar, antenine siyah kurdele bağlı otomobillerle doldu. Anlaşılan eskiye dönüş yoktu. Demek ki özel televizyon ve radyoları, Fatih gibi yasaklamak değil, Abdülhamit gibi zapturapt altına almak lazımdı.      
           Bunun içinde önce uzaya bir uydu göndermeliydi. Artık her evde bir uydu anteni vardı. Halen halkın büyük bir çoğunluğu pek izlemese de resmi duyurular ve haberler için TRT'ye, özellikle de 1. kanalına bağlıydı.Diğer yandan da büyük kanalların arkalarındaki dev holdingler, devletle aralarının bozulmasını istemiyordu. Bu yüzden uzaya Göktürk uydusu gönderildi, RTÜK kuruldu falan-filan.
           Bütün bunlar olurken, kitle iletişim alanında başka gelişmeler de oldu. Cemalettin Kaplan olayında anlattığım gibi videolar, ondan önce de kasetler, bir kitle iletişim aracı oldu. Süleymancılık denen grubun kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan'ın, Kuran öğrenme elifba kitabı hariç, yayımlanmış kitabı yoktur. Onun konuşmalarının yayımlandığı kasetler, daha doğrusu ses kayıtları, halen cemaatin içinde en önemli bilgi kaynağıdır. Ülkü ocakları ve Halk Evleri uzun süre video kasetlerle kitlelere yayın yaptı. Humeyni'nin kitle iletişim aracı ise büyük ölçüde telefondu. İran telefon şirketi ya da teşkilatı Humeyni yandaşlarıyla doluydu. Cuma vaazları binlerce camiye, önce Irak'ın Necef kentinden, sonra da Fransa Paris'ten, aynı anda binlerce camiye ulaşıyordu.
ÅŸifreli kanallar ile ilgili görsel sonucu         Televizyon dünyasında da RTÜK'ün elini güçlendiren gelişmeler oldu. Uydu kanalları kablolu ya da paralı-şifreli hatlara taşındı. Bir bulaşıkçının bile otomobil sahibi olduğu refah ülkelerinde önce spor karşılaşmaları, sonra da bazı diziler paralı hatlara taşındı. Öyle olunca insanlar yabancı kanalları izlemez, 2. çanak antenleri söker oldu. Sadece Roj tv (ve türevleri) için PKK sempatizanları 2. çanağı taktı. Roj'u engelleyemeyen devlet, önce Kürtçe kaset ve albümleri, sonra da TV yayınını serbest bırakmakla çözümü buldu. Bu kanal, muhtemelen başka adla gene var ama eskisi kadar izlenmiyor. Kaliteli programlar varken, sıkıcı örgüt propagandası neden izlensin ki!
mirc ile ilgili görsel sonucu          İnternet de bu süreçte yavaş yavaş gelişiyordu. İlk başlangıçta çok yavaş ve ev telefonu hattına bağlıydı. İnternet, Türkiye'ye cep telefonları ile gelse de, ikisinin birleşmesi 2008-2010 gibi anca oldu. Öte yandan ilk internet hizmetleri de yavaş ve pahalıydı. İlk olarak 1995-96 gibi internetle tanıştıysak da, ADSL 1999 gibi geldi. Gerçek anlamda yayılması ise 2002 sonrasındadır. ADSL'nin ilk toplumsal etkisi kaset ve cd satışlarını düşürmesi oldu. MP3 denen ve sesin daha az yer kaplamasını sağlayan teknoloji de işin tuzu-biberi oldu. Herkes internetten müzik indiriyordu. İlk yıllarda internet çok da fazla siyasi propaganda için kullanılmıyordu. MIRC denen sohbet programı yaygındı. İnternete giren genelde burada vaktini geçirirdi. İnternetten propagandayı keşfedenler, o zamanlar cemaat, şimdilerde fetö denen oluşum oldu. Sohbet odalarında, Fettullahçı değilim AMA, Fettullah Gülen'i sevmem AMA diye başlayan cümleler kurarlardı. Ciddi ciddi Fettullah aleyhine cümleler kurduğunuzda da sizi engellediler. İlk defa sırf propaganda için İnternet sitesi kuranlar da onlar oldu.
          MSN'nin çıkması, MIRC'in, Facebook'da MSN'nin sonu oldu. Facebook çıkana kadar internet geniş bir propaganda ağı olarak görülmedi. İnternetin propaganda gücü, gezi olaylarına kadar anlaşılmadı. Daha doğrusu AKP hükumeti anlamadı. Oysa Rusya'da Putin hükumeti en baştan anlamıştı ve çoktan trol ordularını kurmuştu.
enes batur ile ilgili görsel sonucu       Sosyal medya geliştikçe, mevcut medya araçlarının sahiplerini dehşete düşüren bir ayrıntıyı fark etti. Eski tip medya araçlarında,  büyükler propaganda anlamında gerçek bir güç olabiliyordu. Sen taş baskı ile yüz tane broşür basana kadar, dev makineler yüz binlerce,  hatta milyonlarca kitap basa biliyordu. TV yayını için, karada devletin frekans tahsisine muhtaç oluyordunuz. Uyduda frekans kiraları düşüyordu, gökyüzü uydularla doluydu. Bu sefer de kitlenin çanak antenini o uyduya göre ayarlaması sorun oluyordu. Oysa internette hiç de böyle masrafların gereği yoktu. Kameraya kafa atmalı videolar çeken Enes Batur, pek çok tv kanalından çok izleniyordu. Twitter'da bir # tabelası tüm İstanbul'u gezi parkına dökebiliyordu. Gene de egemenler, interneti ve sosyal medyayı terbiye edecekleri umdular.  Sonuçta eski sosyal medya kanalları, özellikle televizyon halen etkindi.  Mevcut Facebook, Twitter, İnstagram, Youtube gibi kilit sosyal medya kurumları Amerikan şirketlerinin elindeydi.
özelleÅŸtirme ile ilgili görsel sonucu       Sonra bazı şeyler kafalarına dank etmeye başladı. Özellikle Rus sosyal medya- paylaşım siteleri,  bu konudaki Amerikan tekelini kırıyordu. Sosyal medyada hesap açmak kolay, basit ve beş dakikalık işti. Programlama ile engelleme çok faydalı olmuyordunuz, olsanız da Rus siteleri veya başka türlü siteler işi içine girebilirdi. Geleneksel medya giderek sıkıcı hale geliyordu. Üstelik bu yeni medyayı reklamlarla, ilanlarla terbiye de edemiyordunuz. Dijital ajanslar reklamları, reytingine göre otomatik dağıtıyordu. İlan ya da reklam almasa da zaten masrafı fazla olmadığından, bir şekilde kar ediyor ya da yayımcıları ek iş olarak bu işi yapabiliyordu. Dava edip, kapatsanız da, anında yeniden açılıp, taraftarlarına ulaşabiliyordu.
kafa derisi yüzme kızılderililer ile ilgili görsel sonucu        Öte yandan medya egemenleri halkı propaganda ile gütme kuvvetlerini kaybetmeye başladıklarını hissettiler. Mesela en basitinden, hiç bir kızıl derili, bir beyazın kafa derisini yüzmemiştir. Hollywood filmleri sürekli bize bunu öğretmiştir. Oysa gerçekte beyaz adamlar, kızıl derililerin kafa derilerini yüzmüştür. 12 Eylül öncesi denen, 1971-1980 öncesi olayları, sağın, sola saldırısı olmasından çıkarıp, önce sağ-sol kavgası, sonra solun devlete isyanı gibi görülmesinin sebebi medyadır. Özelleştirme denen garabeti övmeselerdi, bunun mantıksızlığını anlayabilir miydik?
       Joshep Goebbels'in meşhur ilkelerini hatırlayalım. Büyük yalan söyle, vazgeçme, yüksek sesle söyle ki inansınlar. Medya olmadan bunu başaramazsın. Goebbels'de kendisine Katolik kilisesini örnek almıştır. Yazının yaygın olmadığı çağda, kitlesel propagandayı yapabilecek teşkilat sadece din adamlarında vardı. Mısır'da bile asıl güç, Amon rahiplerinin elindeydi. Firavunun tanrılığını anlatmak, onların işiydi. Başarıları anlatılmazsa, Napolyon var olamazdı. Bu yüzden basını kontrol edemezse, üç ay iktidarda kalamazdı. Medya mesupları, yeni çağın Amon rahipleriydi. Firavunu öldükten  tanrı Anubis yapanlar onlardı. Yunan kökenli Plotemai sülalesini, Habeşistanlı Aksumluları ve Libyalıları bile Firavun yapmışlardı. Orta Çağda bunu din adamları ile beraber şairlerde yapıyordu. Bu yüzden sultanlar ve önemli devlet görevlileri, kendilerini öven şairlere ödemeler yapıyor, hatta maaşa bağlıyordu. Şimdi ise aynı şeyi medya araçları ile ya da medya araçlarının desteği ile yapıyorlardı.
12  eylül televizyon ile ilgili görsel sonucu          Bence Ekim devriminin Rusya'nın dışına çok açılamamasının en büyük sebebi radyoydu. Devrim sırasında Rusya'da radyo yoktu. Bolşevikler, matbaalarında bastıkları broşür ve benzeri  yayımları, beşer kişilik hücrelerden oluşan ağları sayesinde tüm Rusya'ya yayabiliyordu.Radyo 1920'li yıllarda yaygınlaştı. Sovyet Rusya kendi radyo ve televizyonlarını kursa da, eğlence eksikti. Yayım işine ses ve görüntü geldiğinde, kısmen de  fotoğrafla, uzun ve sıkıcı metinleri kitlelere okuta biliyordunuz. Oysa kitle, sıkıcı maşlar ve bültenler yerine, eğlenceye yöneliyordu. Faşizm ve Kapitalizm, kitlelere bunu veriyordu. İtalya'da Faşizm'i, Almanya'da Nazizmi güçlendiren radyoydu. 1950'li yıllarda yavaş yavaş Televizyon, onun yerini aldı. Televizyon yayıldıkça ve ihtiyaç oldukça, etkisi de arttı.             
             Türkiye'de 12 Eylül'e giden karanlık günlerde insanlar, yakınlarının hayatta olup olmadığını anlamak için mutlaka ajansı (ana haber bülteni) takip etmeye başladı. Önce Milli Cephe hükumetleri 12 Eylül sonrasında da darbe yönetimi de darbe sonrasında bunu kullandı. Haber bültenlerinde solu suçladılar. Darbe sonrasındaki günlerde haberlerde ha bire yasa dışı SOL örgüt üyesi haberleri yapıldı. Zaten 4 ya da 5 saat süren televizyon yayınının yarım saat kadarı ana haber bülteniydi Onun da yarısı yasa dışı sol örgüt militanları yakalandı haberine ayrılır, roman ve hikayeler dahil her şey, örgütsel doküman diye tanıtılırdı. Hüseyin Aygün, Mahsur adlı kitabında 1978 yılı, yani seksen öncesi için, bir Rönesanstayız  zannediyorduk ama yeni bir Orta Çağa giriyoruz diye yazmış. O orta çağın sebebi, karanlığın tüm propaganda silahları ile saldırmasıydı.
sosyal medya ile ilgili görsel sonucu            Oysa şimdi karanlığı yırtmak için yeni bir propaganda silahı var elimizde. İnternet, daha doğrusu sosyal medya. Burada artık büyük medya baronları yok. Artık medya patronunun karısı ile kavgalı diye bir şarkıcının sanat hayatı ile oynayamıyorlar. Sıra yavaş yavaş dizilere geliyor. Özellikle genç insanlar dizi izlemek için haftanın o saatini beklemek istemiyor artık. Türkiye'de televizyonların son gücü olan diziler de elinden kayıp, gidiyor.
           Şu anki iktidar, özellikle BDDK (Bankacılık Denetleme ve Düzenleme) 'yı kullanarak bir havuz medyası kurdu. Halkı da bununla yönetiyor. Oysa şu an özellikle muhalif kesime  ulaşamıyor, muhalifler çoğunlukla sosyal medyadan haber alıyor. Gençler de sıkıcı haber bültenlerini izlemek istemiyor. Artık Kabataş yalanı dahil, her yalana inanmıyor insanlar. Zehir denen de budur. Soros gibi kapitlalistler artık özelleştirmeleri bangır bangır övemeyecek. Artık elimizde daha fazla güç var.
          Öte yandan her şey güllük gülistanlık değil. İktidar ya da çıkar sahipleri devasa trol orduları ile saldırıyor. Sosyal medya sunucuları, belli yazılımlarla sansür denemeleri yapmakta. Bir de bu sosyal medya ve internetin daha ilk yıllarındayız.İnternet 40, sosyal medya 20 yıllık olmadı henüz. Daha yolun başı ve yapılacak çok şey var.

20 Şubat 2018 Salı

HABABAM SINIFINA LANET

       Bir önceki yazımın ertesinde, memleketindeki okullardan birinde, çivileri iyice çıkmış ve bu yüzden de adları çıkmış meslek liselerinin birinde nahoş bir olay oldu. muhtemelen okul idaresi tarafından üstü örtülen olay, olayın videosunu çekmesi ve internete vermesi de bu ört bas çabasını boşa çıkardı. İnternet aleminde yorumlar gırla. Her türlüsü de var. Epey bir kısmı da öğretmeni suçluyor.
          Sebebi de pek çok kişi, öğrencilere şımarıklığı bir hak olarak görüp, öğretmenlerin de sihirli bir şekilde bunu engellemesini istiyor. Ülkemizde böyle bir algı var. Sihirli öğretmen otoritesi. Hiç bir yaptırımı olmayan öğretmenin, sınıfı disipline etmesi. Ülkemizde bu zihniyet öyle bir yerleşmiş ki, çoğu okulda disiplin kurulları pek işlemiyor. Öğretmenin verdiği disiplin dilekçesi sümen altı ediliyor. okul rehberlik servisinden görüş alınacak, sınıf rehberlik öğretmeni ile görüş denilerek iş, sürüncemeye bırakılıyor. İşler en çıkılmaz noktaya geldiğinde, çal ağzına iki tokat gibi laflar ediyor, sonra öğretmen dayanamıyor, kaba kuvvet uyguluyor. Öğretmenin disiplin dilekçesini aylarca oyalayan, sonunda da ancak uyarı- kınama veren, çoğu kez onu bile vermeyen okul yönetimi, öğrenci velisinin dilekçesini sür'atle işleme sokuyor. Öğretmene, öğrenci üzerinden mobbing (yıldırma) yapmak, okul yönetimleri arasında pek yaygın.
        Öğrenci-öğretmen ilişkilerinin bozulmasının pek çok sebebi var; Okul yönetimlerinin, velilere şirin görünme çabası, eğitim fakültesi ile alakası olmayan pek çok kişinin öğretmen olarak atanması ve sonrasında pek çok öğretmenim işsiz gezmesi, resim, müzik, beden eğitimi ve İngilizce gibi üniversite sınavında soru çıkmayan derslerin gereksiz görülmesi ve daha hatırlayamadığım pek çok şey. Benim değineceğim kısmı ise Hababam Sınıfı kültürü.
       Öğretmen olduğumu söylediğimde en hababam sınıf bizdik, biz çok hababamdık diyenleri, tuvalet terliğinin tersi ile dövmek istiyorum. Ulan koca memlekette fen liseleri bile hababamlık peşinde. Bu garip roman ve romandan yapılma diğer şeyleri (film, tiyatro vs) sevmediğim için pek çok kişi bana kötü gözle bakıyor. Hababamlık aşırı yüceltilmiş bir şey. Bir çeşit dokunulmazlığı var. İki binli yılların başlarında özel televizyonculuk yeni yeni yaygınlaşmaya başlamıştı. Henüz televizyon yayıncılığını bilmediklerinden ithal diziler ve eski Yeşilçam filmleri ile dolduruyorlardı günlerini. Özellikle de Kemal Sunal filmleri ile dolduruyorlar,  en fazla da Hababam serisi ile. Sonra kendi dizilerini yapmaya başladılar. Zaten vardı, hatta TRT ve TRT'nin tek kanal olduğu zamanlarda bile vardı yerli diziler. Lakin bu diziler Kemal Sunal dizilerinin, özellikle de Hababm Sınıfı serisinin reytinglerine yaklaşamıyordu.
         Sonra bir sürü yerli dizimiz oldu, hatta sayılı dizi ihracatçısı ülkelerden biri olduk. Gene de diziler başlarda Yeşilçam filmlerini ve eski TRT dizilerini andırıyordu. Sonra da ilk başlarda Türk filmlerini andırır oldu, özellikle de okul dizileri. En başından itibaren Hababam Sınıfı taklitleri türedi bolca. Hatta o zamanlar Leman dergisi, rahmetli Rıfat Ilgaz'ın avukatı gibi hemen hemen her lise dizisi ve klibine, telif eleştirisi yapıyordu. O zamanlar dizinin senaristi Gani Müjde ve oyuncuları haklı olarak isyan etmişti:
-Hababam Sınıfı yazıldı diye hiç lise dizisi çekilmesin mi, demişlerdi. O zaman aklıma takılan bir soruyu, halen sorarım:
-Türkiye'de lise dizileri neden hep Hababam'a bağlıyor? Daha sonra Kavak Yelleri tarzı aşk-meşk ve Arka Sıradakiler tarzı serserilik dizileri-filmleri çekildiyse de çok tutmadı ve ihraç da edilemedi. Uzun zamandır televizyonlara, hele de dizilere uzağım. Arada bir internetten yabancı dizileri veya eski dizileri izliyorum. Doksan-yüz dakikalık diziler bana çok uzun geliyor. En az kırk-elli dakika süren özeti, reklamları derken, bir dizi tüm akşamınızı alıyor. Haber kanalları ya da ajans denen ana haber bültenini izlemekse,iktidarın propagandasını dinlemek gibi bir şey. Televizyon izlemeyerek mutfakta atomu parçalıyor ya da dünyayı kurtaracak süper bir şey icat ediyor değilim.Onun yerine saçma sapan videolar seyrediyorum. Haberleri de daha çok Twitter başta olmak üzere, çeşitli sitelerden takip ediyorum. 
       Konumuza dönecek olursak. Ne vardır Hababam Sınıfında? Dikkat ettim batılıların lise ya da okul dizilerinde Hababam dediğimiz dersi bozma ve öğretmenlerle alay etme durumu pek yok. Yazarı Rıfat Ilgaz bile, bir yazısında filmine isyan eder. Öğretmenleri bu kadar aşağılayamazsınız diye. oysa Ilgaz'ın sağlığında ilkine benzer, hatta ilkinden daha beter bir düzine kadar Hababam sınıfı çekilir. Hepsi de ilkinden beterdir.
        Ulaşılabilecek sonuç şudur ki, bilgiye ve bilime önem vermeyen, önem vermek istemeyen toplumuz. Bu yüzden okul deyince ilk aklımıza Hababam Sınıfı denen ucube geliyor. (Lise öğretmeni olduğumu öğrenen herkes, biz okulda çok hababamdık muhabbeti yapıyor) Okulda bilim yapamıyoruz. Sosyal faaliyet yok. Eğitsel kollar, kulüp oldu ama değişen bir şey yok. Yüzde doksan dokuz kağıt üstünde. Sosyal faaliyet, sorumluluk demektir. Yapmadın mı niye yapmadın diyen olmaz, yaptın mı da neden şöyle olmuş da, böyle olmamış derler. Aşk-meşk desen halen muhafazakar bir ülkeyiz, gözümüz yemez. Kala kala bu hababamlık kalmış. O da var, olmasa lise hayatımızın bir anlamı yok. Hababam Sınıfının bu kadar sevilme nedeni, Recep İvedik ve türevlerinin sevilmesi ile aynı. Yok dostluk, yok arkadaşlık falan-filan demesin kimse. Gerçeği kabullenelim. Bilgiyi, bilimi sevelim, eğitimi önemseyip, öğretmenlere saygı duyalım. Bu Hababam kültürünü de artık bırakalım.

10 Şubat 2018 Cumartesi

OBLOMOV, BALZAC , RECEP İVEDİK VE DİĞER ASALAKLAR

oblomov ile ilgili görsel sonucu                Oblomov romanını okumuş olan çok azdır ama ne olduğunu hemen herkes bilir. Bu roman, Rusya’da ki çürümeyi anlatır. Lenin’e göre Oblomovluk, Rus proleteryasına bile sızmıştır. Roman basitçe bir tembellik destanıdır. Oblomov, bir Rus aristokratıdır ve bir mirasyedidir. Hazırı yemeye o kadar alışmıştır ki, kahyasının hesaplarını incelemeye bile üşenir. O kadar ki tembellikten aşk bile yaşayamaz. Hikaye boyunca tipik bir Alman gibi çok çalışkan arkadaşı  Stolz'a hayrandır ve Stolz, pek çok kere arkadaşını zor durumdan kurtarır. Gene de finalde hepten iflas etemkten kurtulamaz. Sırf  parasını almak isteyen dul bir köylü kadınla evlenir. Gene de tembelliği elden bırakmaz. Stolz, yazarın idalize ettiği, olmasını istediği Rus vatandaşıdır. Oblomov ise yıkılmakta olan Rus aristokrasisinin vasat bir gölgesidir.  
balzac ile ilgili görsel sonucu          İngiliz filozof Bertrand Russel'ın dediği giib aristokrasiye gerekli olan cesaret ve fedakarlık gibi erdemlerdir. Oysa Kudüs yollarına düşen, zırhı ile yaşayan şövalyeler, Paris'te lüks içinde yaşayan züppelere dönüşünce, o asil sınıfın sonu gelmiş demektir. Avrupa kralları, Makyavel'in sözüne uyup, Osmanlı gibi merkezi bir ordu kurup, bu profesyonel ordu, şövalyelerin yerini alınca, geriye bu komik giyimli züppeler kalır. Balzac romanları ile bu sınıfı yüceltmeye yarar. Bu sınıfın övülecek özellikleri; birilerinin karılarına-kocalarına aşık olmak, bu uğurda kavga etmeki süello ile adam öldürmek, ateşli hastalıklarda burjuva kadınları sokak şarkıları söylerken, soylu bir kadın olarak opera aryaları söylemek, pahallı kıyafetleri bir yüzyılın öncesindeki moda ile inatla giymek gibi şeylerdir. Pek çokları mülklerini satıp, faizini yemekte veya sırf unvanlarından dolayı devletten gelir almaktadır. Kont oldukları yörelerle alakaları da kalmamıştır. Balzac'ın yirminci yüzyılda karşılığı Barbara Cartlan veya Beyaz-Pembe dizi romanlardır.
recep ivedik ile ilgili görsel sonucu          Böyle kalitesiz ve topluma yük olan sınıfların anlatılması, nedense her devirde ilgi çeker ve aristokrat sınıf tüm dünyada yaygın olmasa da her topluma böyle asalak sınıflar ya da birileri olmuştur. Son yıllarda bir de Recep İvedik modası var. İlk 2 ya da 3'ün (hepsi de birbirine benziyor)Kırıkkale-Ankara otobüslerinde izledim. Bu karakter de en az Oblomov kadar işe yaramaz ve tembel. Ayrıca küfürbaz ve kavgacı. Ortalıkta kavga ve küfür ederek dolaşıyor. Sanat, edebiyat ve bilumum güzelliklerden de nefret ediyor. Bir sürü serisi çekildi ve devamı da gelecek.
hababam sınıfı ile ilgili görsel sonucu              Hadi bu filmin ve serisinin çekilmesinin bahanesi var, para. Bir de inatla parayı Recep İvedik ve türevlerinde arama hastalığı var. Mesela Çocuklar Duymasın dizisi. Taş fırın erkeği Haluk tiplemesi,  bence Recep İvedik karakterinin prototipidir. Zaten Şahan'da Recep İvedik'ten evvel bir parodisinde bu diziyi hicvetmişti. Haluk'da sözüm ona inşaat mühendisi lakin yabancı dil bilmemekte, kitap, gazete okumamakta ve sanattan zevk almamakta diretiyor. Kaldı ki bu dizi de Taş Devri çizgi filminin çakması. kaba saba taş fırın erkeği Fred, Haluk olmuş, hanımcı Barni'de ligt erkek Selami olmuş. Bu dizi yıllar önce bitti. Ligt erkek Selami'de yıllardır başka bir dizide polis Hüsnü Çoban. Gene de yaklaşık 2-3 yılda bir bu diziyi tekrar tekrar gündeme getiriyorlar. Bir kaç ay izleniyor, sonra bitiyor. Pek çok kaliteli yapım, izlenmeler azıcık azalınca yayından kalkar ve devamı gelmezken, böyle kötü yapımlar ısrarla gözümüze sokuluyor. Bir de şu yazıyı gördüğüm günlerde, tanıtımını gördüğüm Deliha 2 filmi var. 1.si bile iş yapmamış ama illa 2.sini çekeyim, belki voliyi vururum derdindeler.
           Bu tip eserler hep vardı. Bence neredeyse kutsal derecesine erişen Hababam Sınıfı da böylesi filmlerle aynı kategoridedir ama ben bunu ayrıca bir yazıda anlatmak isterim. Bir de bu tür filmler, cehaletin iktidarıdır. Mesela dikkat ettim bu Çocuklar Duymasın dizisi ilk çıktığında Haluk, yerilen ve dalga geçilen bir karakterdi. Son sezonun ilk bölümünde o etrafını eziyor. Recep İvedik'te giderek küstahlaşıyor. Bunlar, cehaletin iktidarının övgüsüdür. Bunlara karşı da mücadele etmeliyiz.

3 Şubat 2018 Cumartesi


DİNİ İNANÇLARIMI KAYBETMEM
 1 DİNİ ÖĞRENMEK 
Bu konuyu yazmak için erken mi, bilemiyorum. Kendimi bir deist olarak hissedeli üç ay bile olmadı. Aslında hep ateizmle ya da Ateistlerle iç içe olsam da, tam anlamı ile dinden kopmam en fazla bir buçuk yıl öncesine gider. Ben olayı en başından anlatayım.

Aslında hep sorgulayan biri oldum. Biz zorunlu din dersleri ile yetişen ilk nesiliz.  Orta okul ve lisede din dersi hocalarının anlattıklarına karşı hep mesafeli oldum. Özellikle Erdoğan Keleş adlı bir Din Kültürü hocası vardı. Sonradan müdür yardımcısı oldu. Çok uzun yıllar müdür yardımcılığı yaptı, ben üniversiteden mezun, hatta on küsur yıllık öğretmenken bile müdür yardımcısıydı. Derslerinde bir sürü hikâye anlatırdı. Hemen hepsi de Yahudilerle ilgiliydi. Sonraları bu öykülerde adı geçen çoğu kabilenin Yahudilerle alakası olmayan Arap kabileleri olduğunu öğrenecektim daha sonra. Daha sonraları din adamlarının hep yalan söylediklerini öğrenecekti.  Bu yalanları ben ve bizim kuşak yıllar sonra öğrenecektik. O dönem İnternetsiz ,tek kanallı ve gazetelerin de birbirinini kopyası gibi olduğundan pek çok mit, bize gerçek gibi sunuldu. Aya inen ilk astronot olan Luis Amstrong'un ayda ezan sesi duyup, Müslüman olduğu, meşhur su altı belgeselci Cousteau'nun Kur'andaki bir ayetten etkilenip, Müslüman olduğu gibi yalanlar, o zamanlar çok yaygındı. Cousteau'nun cenazesi meşhur Notre Dame katedralinde, muhteşem bir kalabalığın katıldığı cenaze ile gömüldü. Bu gibi yalanlar, o dönem gençliğini dindar ve inançlı yapmak için kasten yayıldığını düşünüyorum. Mesela sonradan Yusuf İslam adını alan Cart Stevens, o kadar da büyük bir yıldız değilmiş. Adamın Müslüman olmadan evvel tek bir albümü var. Tesadüfen bir albümü çok satan bir hippi, üstelik eski bir kokainman. Müzik dünyasından dışlanınca, Müslüman olup, ilahi albümleriyle servet yapıyor. O zamanın meşhur yalanları arasında namaz kılar vaziyetinde cesedi bulunan firavun ve Kur'an a bastığı için fareye dönüşen kız da vardı. Şimdilerde aynı fotolar ara ara facebook ve bilumum internet ortamlarında dönüyor. Bu gün o fareye dönüşen kızın bir çeşit plasitk ve üretim hatalı oyuncak olduğunu biliyoruz. Bize Musa'nın ardından deniz suyuna kapılan firavun diye anlatılan cesetse, Musa'dan çok önce yaşamış bir Mısırlının mumyalanmış cesediymiş. 12 Eylül rejiminin Atatürkçülüğü, en büyük yalanlardan biridir. Her kuruma Atatürk büstü, köşesi, her meydana Atatürk heykeli ve her odaya Atatürk resmi şart koşulurken, icraatlar ile Atatürkçülükten de uzaklaşılıyordu. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, komisyon olarak birleşip, bilimden uzaklaşıyor ve giderek Türk İslamcı bir hal alıyordu. Alevi köylerine cami yapılıyor, her tarafa İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat fakülteleri açılıyordu. Şimdi şimdi anlıyorum ki, merkez medya aslında o zamanlar da havuz medyasıydı. toplum bu saçma sapan dini mucize haberleri ile dincileştiriliyordu. bu sadece zorunlu din dersleri, Kuran kursları bile değil, böylesi mucize haberleri ile de yapılıyordu.  Ben buna yalan bombardımanı diyorum. Sürekli karşı tarafı kötüleyen görüşler,  sürekli mucize haberleri, bin de biri de doğru olsa ne iyi olur diye düşündürür insanı ve buna inandırır. İlk, orta ve lise eğitimim boyunca hiç bir yıl ders kitabındaki ünitelerin bitirildiğini görmedim. O yıllarda amaç, bolca masal anlatıp, sonraki yılların hazırlığını yapmaktı.
      Bunu yaparken de, din üzerine gerçekleri söylemediklerini ya da sakladıklarını sonradan öğrenecektim. Mesela bize din derslerinde peygamberin devasa bir kalabalık cenaze töreni ile gömüldüğü söylenecekti. Gerçek ise, Müslümanların iktidar kavgaları yüzünden peygamberin cesedinin günlerce yerde beklediği, koktuğu ve en nihayetinde amcasının oğlu ve damadı olan Ali'nin imamlığında, imamı dahil 17 (on yedi) kişilik bir cenaze namazı ile gömüldüğüdür. Asrı saadet dene peygamberin yaşadığı ve sonrasında dört halifenin yönetim yaptığı dönemde birbirlerinin kuyusunu kazdıklardır. Pek çok menkıbede Ebu Bekir'in halife olmadan önce tüccar olduğu, tüccar dediysek, kafasında sepetle kumaş sattığı falan anlatılır. Gerçekse dört halifenin de muazzam servetlere sahip olduğudur.
      Bunun gibi pek çok gerçke, din eğitiminde verilmiyor. Oysa artık gençler, internetten kolayca öğreniyor. Ben de geç de olsa öğrenecektim.

28 Ocak 2018 Pazar

POPPER-SOROS VE LİBERAL KAPİTALİST YAVŞAKLIK
               
 Geçen gün okuduğum bir haber, bana bu yazıyı acele yazma ihtiyacını getirdi.  Ünlü devrim ihracatçısı ve piyasa spekülatörü, Macar kökenli Amerikalı dolay milyarder, George Soros, facebook ve twitter’dan şikayetçi, bunlar medeniyetimizin, teknolojinin önünde engel, bunlardan kurtulmalıyız deyip duruyordu. Özgürlük öncüsü açık toplum vakfının başkanı ve finansörüne yakışıyor mu, Recep Tayyip Erdoğan, Hüsnü Mübarek ve pek çok otoriter liderle aynı çizgiye gelmek? Sosyal medya, iletişim özgürlüğünün zirvesi değil mi? Sayesinde kimse, hiçbir haberi sansür edemiyor.
                Aslında her ikisinin de derdi aynı,  kontrol edemiyor. Mevcut iktidar interneti, özellikle de Twitter’ı trol denen gereksiz ve kötü yayın yapıcılarla doldurduğu halde kontrol edemiyor. Soros’un binlerce kişiyi trol diye maaşa bağlama imkânı da yok.  Soros’un temel silahları, televizyon kanalları, özellikle haber kanalları. CNN ve Fox kanalları ona ait gibi bir şey. Doksanlarda ve iki binli yıllarda ortalığı kasıp, kavurdu, özellikle eski doğu bloku ülkelerini kasıp kavurdu. O zamanlar medya patronu olmak önemli bir şeydi.  İnsanlar, özellikle birinci körfez savaşı sırasında tüm gün haber kanallarını, özellikle de CNN’i açıp, haberleri öğrenmeye çalışırdı. Özellikle CNN’in o zamanki Bağdat muhabiri Peter Arnett takip edilirdi. Müzikte de belli başlı kanallar ve medya baronları ile iyi ilişkiler önemliydi. Örneğin Özlem Tekin, şöhretinin doruğunda iken, medya patronu Hakan Uzan’ın o zamanki eşi Yeşim Salkım’ın düşmanlığını üzerine çekince, müzik piyasasından silindi. Kendisi Bodrum’a yerleşti, muhtarlık ihtiyar heyeti azası oldu.  Bu gün bir medya patronunun böyle bir şansı yok. Seksen dört grubu ve Hayalet Sevgilim şarkısı ile ünlü olan İrem başta olmak üzere pek çok müzik grubu, müzik yapımcılarından ve medya patronlarından izinsiz ve habersiz şöhret oldu. Artık pek çok sanatçı C.D ya da başka bir formda albüm çıkarmıyor, sadece dijital ortamda varlar. Dinleyiciler yorum yapıyor, keşke falancayı değil de, seni ünlü yapsaydık diye. Artık yapımcılar yok. Neredesin Firuze ve Unutursam Hatırla filmlerinin Unkapanı sahnelerinde abartı yoktur. O zamanlar bir müzisyen için şöhret olmanın ilk şartı,  önceleri plak, sonraları da kaset olarak albümünün iyi bir firma tarafından yayımlanmasıydı. Pek çok hevesli müzisyen de kendi parası ile kaset çıkarır, iyi dağıtıcılar,  televizyon ve radyo kanallarınca tanıtılmayınca da kasetleri elde kalırdı.  Şimdilerde haberler de twitter, müzikte de youtube ve benzeri sosyal medya mecraları önemli. Şimdi bu güç ellerinden alındı diye öfkeliler. Oysa birkaç haber kanalı, birkaç uyduruk dernek ve birkaç yüz bin dolar ile hükumet devirirken ne kadar da keyifliydiniz? Kaldı ki televizyon kanallarına kalsak bile, bir sürü kanal var. Üç oda, bir salon stüdyo, gökteki yüzlerce uydulardan bir hat kiralayarak, çok kolay bir televizyon kanalı kurabilirsiniz. Oysa pek çok youtuber, televizyon kanallarının hayallerinde bile göremeyeceği reytingi alıyor.
                Kaldı ki beş sene evveline kadar bu Sorosçu takımının facebook ve twitter ile arası iyiydi. Mesela facebook, Küba’lı muhaliflerin toplanma mekanı olduğuda facebook övgüsü yapıyordu, ya da twitter Arap baharının itici gücü olduğunda. Ben bir ara Karl Popper’ın hayranı da olsam, bu Sorosçuları hiç sevmedim. Onları bir ara Banu Avar’ın kitaplarından takip ettim. Banu Avar ise, Akp muhalifi olacağım, Avrasyacılık yapacağım diye Uygur Türkleri ve Çin’de ki baskı gören halklara sırt çevirdi. Çin’de üç beş ihale uğruna AKP hükumeti ile anlaştı, buda olayın ayrı yönü. Böylece milliyetçileri de kendine küstürdü. Sorosçular için doksanlar ve iki binler verimli geçti. Bol bol turuncu devrim yaptı. Lakin marifet iktidara gelmekten çık, iktidarda kalmaktır. Pek çoğu devrildi. Bazıları da Soros’un istediği miktarda Amerikancı olmadı. Gezi olayları ve Arap baharından sonra geleneksel medya, özellikle haber kanallarının gücü kırıldı. Facebook ve twitter’ın tekelinden bahsediyor, bir de tek düşüncelerinin üye sayısını arttırmak olduğundan. Oysa sosyal medyada da yoğun bir rekabet var. Bu siteler kapatılırsa bir sürü alternatifi var.
                İşin ilginci bu alternatiflerin çoğunun Rus kökenli olması. Muhaliflerine göz açtırmayan Putin rejimi, internette garip bir özgürlük ortamı yaratmış. Vk.com, da.ru, telegram gibi sitelerde, Putin rejimini hedef almadığınız sürece sınırsıza yakın bir özgürlük sahibisiniz. Çocuk pornosu ya da doğrudan şiddet eylemi öneren bir terör propagandası olmadıkça kolay kolay engellenmediğiniz gibi, adınızı öyle kolay kolay polise, istihbarata da vermiyorlar. Telif sorunu ile de öyle çok fazla ilgilenmiyorlar. Komünist bir devletken Rusya ile uğraşmak kolaydı. Din adamlarını falan ortaya sürer, Komünist ideolojinin nasıl bir özgürlük düşmanı olduğundan bahsederdiniz. Sonuçta Sovyet Sosyalizmi yetmiş dördüncü yılında yıkıldı. Rusya, sırf Sovyetler Birliği olarak bir Amerika Birleşik Devletleri kadar toprağı kaybetti.
Varşova paktı ülkeleri de, 1991’e kadar fiilen Rusya’nın kontrolündeydi. Todor Jivkov, bizzat kendisi Brejnev’e Sovyetler Birliğine katılmayı teklif etmiş, Brejnev’de ret etmişti. O anlı şanlı doğu Avrupa diktatörleri, birer komprador olarak Rusya’nın kölesi idi. Devlete karşı isyanlar iyice arttığında Honecker, yüzsüzce ve televizyon kameraları önünde bir Rusya müdahalesi istedi. ( Doğu Almanya’nın Varşova paktına bağlılığından falan bahsetti. Demek istediğini herkes anlamıştı.) Gorbaçov ise kısa ve net bir cevap verdi. Gecikeni tarih affetmez dedi. Bu demekti ki, artık 1953 doğu Almanya, 1957 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya ‘da olduğu gibi halk isyanı Rus askerleri ile bastırılamayacaktı. Sonrasında o muhteşem iktidarlar, iskambil kâğıdından kuleler gibi devrildi. Bulgaristan’da Komünist parti, kendisi iktidardan vazgeçti. Çünkü Rusya’ya en uzak doğu bloku ülkesi olsa da, ekonomisi Rusya’ya en bağımlı olanı oydu. Sadece Çavuşesku biraz direnecek gibi oldu, kanlı diyebileceğimiz tek devrim de orada oldu.  Romanya, önemli bir petrol ülkesiydi ve ülkenin hemen hemen tüm ticareti Sovyetler Birliği ileydi. Bu yüzden 1968’de Çekoslovakya isyanının bastırılmasına asker göndermeme, 1984 Los Angeles olimpiyatı boykotuna katılmama gibi şımarıklıklarına göz yumulabiliyordu. Sonrasında o kadar hızlı yıkılıdılar ki, iki Almanya birleşirken Honecker’in adı bile anılmadı.
Kapitalist blok, bütün bunları geleneksel medya araçları ile yaptı. Rus medya araçları, batı kadar güçlü olmadığı gibi, batı gibi eğlenceli de değildi. Bu yüzden gençler Komünist ideolojiden koptu. Kaldı ki geleneksel medya araçları, sadece doğu blokunda değil, tüm dünyadaki solu bastırmak için de kullandı. 1978 Ecevit ile CHP, 1987 Erdal İnönü ile SHP yükselişi, medyanın saldırıları ile önlendi en başta. Akp’de iktidara gelir gelmez önce SHP’yi yıkan Uzan ailesinin Star medyasını halletti. Sonra BDDK (Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Üst Kurulu) aracılığı ile havuz medyasını kurdu. Napolyon Bonapart bile, gazeteleri kontrol edemezsem altı ay iktidarda kalamam demişti. Oysa şimdi sosyal medya geleneksel medyanın yerini alıyor. Radyoyu sadece araç kullananlar dinler oldu. Edebiyat dergisi Ot’un dijital satışı, kâğıt satışına yaklaştı. Televizyonun elinde bir tek diziler kaldı. Dizilerde de Netfix, Blue tv gibi abonelikle çalışan sistemler ciddi satışlara yaklaştı. Artık büyük medya kartelleri kitleleri o kadar kolay yönlendiremez oldu, öfkeleri bundan.

Son olarak da bu Soros’un akıl hocası Karl Popper’ı severdim, ta ki soyunda Yahudilik olduğunu öğrenene kadar. Çünkü kendisini Naziler ya da faşizm aleyhine en ufak bir eleştirisi, hatta şikâyeti olmamıştır. Oysa Naziler iktidara gelince korkudan Yeni Zelanda’ya kadar kaçmış, Nazi iktidarı yıkılana kadar da dönmemiştir. Sonrasında İngiltere’ye yerleşmiş, Komünizmi ve Karl Marks’ı  eleştireceğim diye Hegel’i ve üzerine Platon’u eleştirmiştir. Bu kafa ile Nazileri eleştirmek için Shiller, Nietzsche  ve Kant’ı da eleştirmeliydi. 2. Dünya savaşından sonra Faşizm Avrupa’da, İspanya ve Portekiz’de daha uzun yıllar, bu ki ülkenin diktatörleri olan Salazar ve Franco geberene kadar iktidarda kalmış ve Yahudiler, Basklar ve Katalanlar başta olmak üzere azınlıklara baskı yapmaya devam etmiştir. Çünkü Faşizm, kapitalistlere para kazandırmaya devam etmiştir. Popper’da soyunda Yahudilik olmasaydı Martin Heidegger  gibi Nazi yalakası olacak ve onun gibi yetmşli yıllara kadar görmezden gelinecekti. Soros ve Açık Toplum vakfı da onun gibi Faşizan baskıları görmezden gelmekte. Sosyal medyayı da Faşizme karşı direnişlerin odağı olduğu için nefret etmeye başladılar. 

17 Ocak 2018 Çarşamba

CASA OLAYI (Nezih Tavlaş)
                Aslında bloğa başka bir şey yazacaktım. Hatta bu yazacağım şeyi 2. Defa erteliyorum. Çünkü Yavuz Bülent Bakiler hakkındaki yazıyı bir zamanlar başlamışım, yarım bırakmışım. Isparta’da olan son askeri uçak kazası olayından sonra yazmam, hem de acele yazmam gerektiğimi anladım.
                Kitabı okuyalı çok zaman oldu. O zaman bile sahaftan almıştım, o zaman bile demode olmuştu. Tam da o günlerde bir Casa nakliye uçağı düşmüştü. Bu günde bir tanesi düştü. Kitap bu uçakların satın alış sürecinden bahsediyor. O zamanlarda İspanyol Casa firmasının rüşvet skandalı tüm dünyada patlamış. Casa firmasının iş yaptığı her ülkede soruşturmalar açılıyor, Türkiye hariç. Üstelik açıklanan uluslararası belgelerde Türkiye’de dağıtılan rüşvetlerden de bahsediyor. Türkiye’de 12 eylül rejimi var.  Uçaklar 12 eylül rejiminin hava kuvvetleri komutanı Tahsin Şahinkaya’nın döneminde alınıyor. Şahinkaya’nın adı bir ara İngiliz Times dergisinin dünyanın en zengin on generalinden bir listesinde çıkıyor. O zamanlarda koro halinde 12 eylül generallerini öven basın, Şahinkaya’ya mal varlığını açıklaması için yalvarıyor. Şahinkaya aylarca, hatta yanlış hatırlamıyorsam iki yıla yakın açıklamıyor malvarlığını. Çok sonra açıklıyor. Bir de Casa olayı ile ilgili başka birkaç kitap, yazı daha yazılıyor. İşin bu kısmını bu okuduğum diğer kitaplar ve makalelerden aldım. Şahinkaya ile ilgili hiç soruşturma açılmıyor, bu konudan hiç yargılanmıyor. Şahinkaya 2015’de ölüyor. Ailesi şu an Kale holdingin mirasçısı. Şahinkaya daha komutanken bu holdingin ortağı, tüm hava üslerinin Kale Bodur fayansları ile döşüyor. Sonra 12 Eylül boyunca ülkeyi yöneten Milli Güvenlik konseyi olunca bu sefer, o zamanlar henüz özelleştirilip, medya devi Aydın Doğan’a satılmamış Petrol Ofisinin akaryakıt bayileri Kale Bodur ile döşeniyor.
                Casa’nın Türk Hava Kuvvetleri envanterine girme hikâyesine gelince: En başta bu uçakları kimse istemiyor. Şartlara uymuyor çünkü. Derken Casa’nın Türkiye’nin de dahil olduğu bölge müdürü değişiyor. Yeni müdür Türkiye’ye geliyor, Türkiye mümessilinden hiç hoşlanmıyor. İhalenin ortasında mümessilini değiştiriyor. Allem kallem ile ne olduğu bile anlaşılmadan bu Casalar ordu demirbaına giriyor.
                Kitabın son birkaç sayfası Casa olayı haricinde birkaç olayı anlatıyor. Mesela uluslararası bir toplantıda Amerikalı yetkililer, Ecevit’in nasıl düşürdüklerini bir model ile anlatıyorlar. Issız bir okyanus adasında Komünist düşünce yükseliştedir, ne yapılır? Bir sosyal demokrat lider alınır, parlatılır. Ya o lider haddini aşarsa, o lidere haddi bildirilir. Ayrıca teknolojide geri kalma tehlikeleri ve eğitimden de biraz bahsedilmiş

                Aradan yıllar geçti. Tahsinkaya başta olmak üzere pek çok kişi, ailesi ile birlikte zengin oldu. Türk askeri ise, o kötü Casalarda ölmeye devam ediyor.