Seçimler ve
partiler ile ilgili olarak gözümü açan ve fikrimi tamamen değiştiren Özcan
Yüksek’in tweet mesajı oldu. Yurt dışında, muhalefet partisi liderleri, az da
oy kaybetmişlerse, istifa ediyorlarmış. İktidar durumunda da ciddi oy kaybında
mutlaka istifa geliyormuş. Ünkü insanlar o lideri yenilgi ile özdeştiriyormuş.
Bu yüzden de hemen lider değiştiriyorlarmış. Çünkü o lider hep yenilgi ile
anılıyormuş.
O an Kemal Kılıçdaroğlu’nu folk
duygularımla destekliyor olduğumu anladım. O da Kürt ve Aleviydi. Ben o gece,
partililerin bile sabah dört buçuğa kadar ulaşamadığı Muharrem İnce’yi de
kaybedenler listesine koydum. Seçimden önce, bu iş birinci turda biter diyen
adamla, seçimden sonra ikinci tura kalsa alamazdım diyen adamla aynı kişi
değil. Selanik göçmeni olması da bizi kandırmasın. O da artık
kaybedenlerdendir.
22 Haziran günü Muharrem
İnce’nin Ankara mitingindeydim. Hem kalabalık, hem de kalabalığın heyecanı
sahiciydi. Aradan on gün geçmeden de,
Tandoğan meydanında 2 Temmuz anmasındaydım. Yirmi yılın en heyecansız ve tenha
mitingiydi. Muharrem İnce, her ikisinin de mimarıydı.
Muharrem İnce’nin
mitinglerindeki heyecan sahici ve CHP’nin başarısıydı. Peki, ne oldu da 24
Haziran’da bu heyecan söndü? Laf kalabalığı arasındaki gerçeği bulmaya
çalışalım. O gece olanları, bu satırların okurları az ya da çok biliyordur.
Lafı çok uzatmayacağım. Cumhurbaşkanına verilen yetkileri biliyorsunuz. Bir
kimse, ya tüh, seçimde az oy almıştım,
bırakıp, gideyim demez.
Demek ki bir devrime ihtiyacımız
var.
En başta söyleyeyim, hiç öyle
ekonomik krize bakmayın. Venezüella’da, Hitler’i iktidara getirdiği söylenen
enflasyon kadar enflasyon var, uzun zamandır. Rusya’da da ekonomi hiç iyi gibi
değil. Ayrıca ekonomi de her şey değil.
Kaddafi devrildiğinde Libya’da ekonomi tıkırındaydı ve petrol fiyatları
zirvedeydi.
Atatürk’ün dediği gibi sadece
kendimize güvenmek zorundayız. Solcular olarak malumunuz, Venezüella devlet
başkanı Nikholas Maduro’dan kazığını yedik. Zira altın madenleri olan
Venezüella’nın, altın rafinerisi yok.
İstanbul’da bir tane var, Amerikan yaptırımlarından dolayı, eskiden
İsviçre’de yaptıkları rafineyi, mecburen Türkiye’de yaptırıyor. Amerika’da
bundan memnun, zira Venezüella gibi bir ülkenin ürünlerinin, özellikle
petrolünün piyasadan silinmesi, petrol fiyatlarını yükseltir ve bu da Rusya’yı
güçlendirir. Amerika’nın istediği yaptırım uyguladığı ülkelerin ürünlerinden
para kazanamaması, daha doğrusu ucuza satmak zorunda kalmasıdır.
Şimdi bizim sosyalistlerin, ya
da çok solcuların tuhafına gidecek belki ama AKP’nin Küba ile de arası
iyi. Küba, Türk hastalar, özellikle
kanser hastaları üzerinden iyi para kazanıyor. Ülkede hem doktor başta olmak
üzere sağlık çalışanı maaşlarının düşük olması, hem de devletin sağlık
konusundaki destekleri sayesinde, Küba
pek çok tedavide ucuz bir ülke. Özellikle kanser tedavilerinde, aşılacak koca
Atlas okyanusuna rağmen, İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkelerinden daha ucuz
olabiliyor. Sağlık bakanlığı da Küba tedavilerini destekliyor.
Ben Küba devletinden de bir
Maduro tavrı bekliyorum. Yani solcu
bildiklerimiz bile bize madik atabiliyor.
Avrupalılardan da ümit yok,
onlar bu tek adam rejimini destekliyor. Yalandan birkaç muhalife sığınma hakkı
veriyor, birkaç muhalif derneği destekliyor, o kadar.
Yani tüm mücadelemizi kendimiz
vereceğiz. Dıştan gelen gelenler ancak tuzak olur.
Açıkça söylemeliyim ki, Atatürkçüler olarak içte de, düşmanımın
düşmanı dostumdur manasında da yok.
Mesela ben, daha önceki yazımda
da söylediğim gibi 2006’da MHP’nin ve son birkaç seçimdir de HDP’nin barajı
geçmesi için destek verme mevzusuna karşıydım. Açılım masalına hiç inanmadım,
en ateşli günlerinde bile. Eninde sonunda AKP’nin ve HDP’nin yollarını
ayıracaklarını biliyordum.
O zamanlar nasıl çözüme ve
birliklerine inanmadıysam, şimdi de ayrılıklarına inanmıyorum. Habur olayı
olduğunda dahi, AKP’nin HDP ile yolları ayırıp, AKP’nin MHP ile müttefik
olacaklarını biliyordum. Şimdi de Selahattin Demirtaş hapisteyken bile,
yollarının tekrar birleşeceğini ve icabında tekrar CHP ve Atatürkçülere cephe
alacaklarını biliyorum.
Tam da bu iktidarın en güçlü
oldukları bu dönemde, bu iktidarın bir gün düşeceğini biliyorum.
Ben en baştan söyleyeyim, mesele
bu iktidarın düşmesi değil, düştüğü zaman o iktidarı Atatürkçülerin alması
gerektiğidir. Büyük devletlerin neredeyse yüz yıllık oyunudur. Önce bir kriz
getirip, sonra iç savaş çıkarıyorlar, Irak, Libya, Suriye ve onlarca ülkede
olduğu gibi.
Bu iktidar sonrası iç savaşı
gözünüzün önüne getirin, cemaatler birbirine ve Atatürkçü ya da batı tip
yaşayanlara karşı iç savaşı. Buna bir de Ülkücüleri ekleyin.
Daha şimdiden birbirlerine
girmiş durumdalar. Reisleri de bundan faydalanmaya bakıyor. Herkes Adnan
hocacılardan sonra, diğer tarikatlara da sıra geleceğini biliyor. Üstüne son seçimle beraber iktidar ortağı
olan Ülkücüler de var. Son seçimde AKP’den MHP’ye kayan oyların bedeli devlet
kadrolarında ve ihalelerden pay olacaktır. 2002’den evvel polislerin, hele de
özel harekâtçıların çoğu Ülkücüydü.
2002’den önce tüm tarikatlar,
kısmen yarı açık bir kavga halindeydiler ve birbirleri aleyhine yayımlar
yaparlardı. Bu yayımlar daha ziyade gazete ve dergilerinin köşelerinden ve
bastıkları broşürlerden oluşurdu. Hatta diyanete de bir tarikatmış gibi
davranış, tarikatlar diyanet, diyanette tarikatlar arasında da bu broşür
kavgası sürerdi. Bir diyanet çalışanı olan Turan Dursun, Nurculuğun, İslam dışı
olduğuna dair bir kitap bile yazmıştı.
Kadere bakın ki, Turan Dursun,
Ateizmi seçim, İslam’dan çıktı. (Nurculuk ve Müslümanlık adlı kitap, yazarın
Müslümanlığı zamanında yazdığı tek kitaptır.) Diyanet ise Nurcuların eline
geçti.
2002 ile 2005 arasında birden
barıştılar. Mesela Süleymancılar, kendi kuran kurslarına rakip gördükleri imam
hatiplere karşıydılar, kendileri imam hatiplere yardım etmeye başladı. Bu süre içinde Fetullah Gülen cemaatinin
büyük abiliğine de sessiz bir barış antlaşması yaptılar. Bunu rejimi
değiştirmek için yaptılar.
24 Haziran seçimlerinden birkaç
ay önce, tekrar kendi aralarında kavga yapmanın sinyalini verdiler, seçimlerden sonra da birden 2002 öncesi gibi
yayımlar arttı. Sebebi de yeni rejimde sağ kalma çabası. Bence hiç biri sağ
kalmayacak. Olay sadece sıra meselesi,
bu süreçte kimsenin yeri sağlam değil. Osmanlı tarihi, katledilen oğullar ve
damatları tarihidir. Yavuz Sultan Selim müstesna o, babasını tahttan indirmiş
tek Osmanlı hükümdarıydı.
Bu kavganın dışarıdan kişilere
de büyük zararı olacak. Ben tekrar olarak söylüyorum, Adnan Hoca’dan bu kadar
ucuz kurtulamayacağız. En az 15 Temmuz kadar (250 ve üzeri) şehit ve ölüye mal
olabilir bu Adnan hoca.
Diğer tarikatlar da bu tasfiye
sürecinde, sıra kendilerine geldiklerini anladıkları andan sonra topluma
şiddetle zarar vermeye başlayacaktır.
Buna bir de beklenen ama hali
hazırda olan ve giderek derinleşen ekonomik krizi ekleyin. Önümüzdeki dönemin
çok parlak olmayacağı bellidir. Bu
olanlar AKP’de de bazı çöküşler yaşanacaktır.
Bu çöküş, badanası parlayan ama
içi çürümüş bir binanın, yağmur sırasında aniden çökmesi gibi olacaktır. Dış
güçler, tek adamı önce destekler, sonra da bir iç savaş çıkaracak şekilde
yıkmaya çalışırlar.
Bizi bu bunalımdan çıkaracak
sadece Atatürkçülüktür ve bu ideolojinin müttefiki yoktur, müttefik denenler ya
ayak bağı ya da sırasını bekleyen haindir.
Yıllarca MHP’yi müttefik gördük
de ne oldu, tam AKP’yi düşürecek duruma gelmişken, onu kurtarmadı mı Bahçeli. Hiç şüphe etmeyin,
çözüm süreci denen zırvalık, ihtiyaç halinde gene başlayacak ve HDP ile de
pişman olacağız. Çözüm sürecinin en ateşli günlerinde bile nasıl çözümün bitip,
yeniden kavgaya düşeceklerini biliyorduysam, bir gün gene çözüme benzer bir
ortam yaratacaklarından eminim. Meral anne dediğiniz kadın, Çiller ve beyaz
Toroslar dönemi içişleri bakanıdır. Temel Karamollaoğlu’da 2 Temmuz’un belediye
başkanıdır.
Daha acısı da CHP’de, diğer sol
partiler de bize çok da ilaç değildir. Sözüm ona çok solcu, komünist-sosyalist
partiler (ÖDP-TKP vs vs) ile ilgili olarak da zaten yeterince uzamış bu yazıyı
uzatmaya niyetim yok. CHP ise bir devrim yapmak için ağır, hantal ve sistemin
bir parçası olmuştur.
Yapmamız gereken partisizce
örgütlenip, gençlere doğruları anlatacak bir propaganda örgütü kurmak. Parti
kurmak işimize yaramaz. 12 Eylülden kalma partiler yasası ve seçim yasası,
düzeni yasa ile değiştirmeyi zorlaştırmaktadır.
Atatürkçülük, bir siyasi partiye sığmayacak ve bir
tarihlerde sabitlenemeyecek ideolojidir. Bu yüzden görevimiz sadece propaganda değil, yeni fikirler üretmek olmalı. Temel alanımız
internet ve sosyal medya olmakla beraber, bulabildiğimiz her yolla insanlara, özellikle
de gençlere ulaşmaya çalışmalıyız. Bence kırk yaş ve üzerine hiç propaganda
yapmayalım, emeğimize yazık.
Ana minvalimiz tabi ki internet
ve sosyal medya olmalıdır lakin diğer iletişim kanallarını da ihmal
etmemeliyiz.
Bizi kurtaracak kahraman yoksa,
kahraman biz olmalıyız.