Aslında niyetim duygu eğitimi ile ilgili bir genel yazı ile bitirecektim. çünkü çok tekrar yaptığımı fark ettim. Ama 12 Eylül rejiminin Atatürkçü ve Türkçülük görüşünü ayrıntılı yazmasam olmadı. Bu döneme gardırop Atatürkçülüğü demek yetersiz kalır. Aslında olan, gardırop Atatürkçülüğünü kullanarak, Atatürkçülükten uzaklaşmaktı.
Ben, sosyal demokrat ve Alevi bir ailede büyümüş bir birey olarak her zaman, Ülkü ocağı üyesi olduğum zaman da dahil olmak üzere, hayatımda her zaman Atatürk'e hayran ve sempati duyan birisi oldum. Bilinçli bir Atatürkçü olmam ise, kırklı yaşlarımda oldu. Çünkü bizim nesle anlatılan Atatürkçülük ile, gerçek Atatürkçülük arasında dağlar vardı.
Seksenlerin başlarında, özellikle de 1986-87'e kadar meşhur gardırop Atatürkçülüğü çok modaydı. Gardırop derken, sahiden bir giyim-kuşam Atatürkçülüğünün yanı sıra, her bahçeye Atatürk büstü, her meydana heykeli ve her odaya resmi olacak şekilde dekorasyon Atatürkçülüğü ve kırk yıllık Yeşilköy havaalanının adını Atatürk yapmak gibi benzeri şekilde isim Atatürkçülüğü de vardı.
Pek çok arkadaşın beni uyardığı gibi, şimdi de benzeri şekilde gardırop Müslümanlığı var. Bu da, kadınlarda malum, türban ve uzun pardösü, erkeklerde badem bıyık, sakal, kravatsız takım elbise, evlerde la portresi, sosyal medyada kun yekün vs vs. Buna karşın her nesilde oruç ve namaza ilginin düşmesi, gençler arasında Deizm başta olmak üzere dinsizlik yayılırken, her tarafa cami yapılması, Ayasofya gibi müzelerin cami yapılması da var. Bunu da tarihe not düşmek adına ayrıca yazıyorum.
Diğer yandan pek çok alanda Atatürkçülükten uzaklaşma vardı. En ilginci, Atatürk'ün dil devrimine takıntılı denecek şekilde karşı olunması, TRT, ders kitapları ve Resmi Gazete gibi kurumların inatla Osmanlıca kelimeler kullanma çabasıydı. Bundan daha önce bahsetmiştim. 12 Eylül rejiminin en başarısız olduğu konu buydu. Zira özel televizyon ve radyolar açılır açılmaz, bu özel kurumlara geçen spiker ve sunucular bile, o Osmanlıca kelimeleri anında unuttu.
Diğer yandan laiklik söylemi tekrarlana tekrarlana, laiklikten uzaklaşıldı. Zorunlu din derslerini, Alevi köylerine cami inşa etme ve imam hatip liselerini arttırma devam etti. İşin doğrusu laiklikten asıl uzaklaşma bu değildi.
Asıl laiklikten uzaklaşma, Türk İslam sentezciliği ile oldu. Türk İslam sentezi, seksenli yılların moda lafı oldu. Sentezcilik doksanlarda dillere pelesenk oldu. (Hatta radyo ODTÜ'nün Modern Sabahlar grubunun Sentezcilikle alay eden çok güzel bir parodi şarkısı vardır.) Alparslan Türkeş'e atfedilen, (ona ait olup, olmadığı kesin değildir) fikirlerimiz iktidarda, biz zindandayız dediği tam da buydu. 12 Eylül rejiminin Turancı bir yanı da vardı.
Oysa Atatürk, ne Turancıları, ne de İslamcıları sevmemiş, 1934 Trakya Progromundan sonra Türk Ocaklarının kapanmasını emretmiş, (Ocak yönetimleri bir kongre ile kendi kendilerini feshetmiştir) yerine daha demokrat yönetimli Halkevleri'ni kurdurmuştur. Laikliği tam anlamı ile uygulanması için uğraşmış, Alevileri Sünnileştirmek için uğraşmamıştır.
Burada Atatürkçülüğün ya da Atatürk döneminde her yapılanın savunmasını yapmayacağım. Her lider ve ideoloji gibi yanlışları ve hataları oldu. Anlattığım Atatürkçülüğü, Atatürk düşmanı 12 Eylül ideolojisi ile öğrenmiş olma talihsizliğimiz.
Üstelik doksanlardan başlayan yetmez amacılık ( https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html ) 12 Eylül ideolojisini Atatürkçülük olarak halka tanıttı. Üstelik bunu yaparken de, 12 Eylül rejimince en çok yaralanan (üyesi-seçmeni tutuklanan, fişlenen, gözaltına- hapse alınan) CHP'ye saldırarak yaptılar.
Bunun örneği de 2009 yapımı Güz Sancısı filmidir. Filmin senaristi Etyen Mahçupyan'ın Radikal gazetesindeki yazılarını ara ara okurdum. Bütün yazıları birbirinin aynısıydı ve hep üç kelimenin etrafında dönerdi; merkez-çevre-çatışma. Kendisi üç kelime ile yıllarca gazetede köşe yazarlığı ve sosyologlug yaptı. Radikal gazetesi, Yeni Yüzyıl ile beraber, beyaz yakalı sınıfı siyasal İslam'a ve tarikatçılığa ısındırma gazetesiydi. Yani duygu eğitimi amaçlı bir gazeteydi. Gazetenin bir dönem başyazarı ve genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, meşhur Kabataş yalanını gördüğünü bağıra-çağıra iddia eden tweetleri atan kişiydi ve o tweetler, onun hıyarlığı değildi.
Bir film ya da romanda olmayan şeylerdir asıl mesaj. Güz sanıcısı-, 6-7 Eylül İstanbul progromunu konu alıyordu. Filmde olmayan şey, dönemin iktidarı olan Demokrat Partidir. Filmde progromu planladığı ve uyguladığı Demokrat Partiye ait hiç bir işaret ya da belge yoktur. O zamanlar radyoda saatlerce Vatan cephesine katılanların okunması yok. Üzerine de, yağmayı yapanlar, tayyörlü, takım elbiseli Cumhuriyet Halk Partililer. Oysa o yağmayı yapanların çoğu, şalvarlı-poturlu ve köyden daha yeni göçmüş Demokrat parti seçmenleriydi.
Filmde Demokrat partinin suçu Komünistlere atma çabası da gösterilmiyor, o da ayrı konu.
Biz 12 Eylülün taze olduğu yıllara geri dönelim ve Türk İslam sentezciliğinden geriye sadece İslamcılık kaldı. Son beş yıldır, iktidar ve iktidar ortaklarından (buna Türk milliyetçiliğini ana ekseninde olduğunu iddia eden parti de dahil), Mehmet Emin Yurdakul gibi, Ben Türküm, dinim cinsim uludur diyebilecek bir kişi bile kalmadı, bu da tarihe nottur.
Ben, Gençliğe Hitabenin, Nutuk'un son bölümü olduğunu, üniversitedeyken Osmanlıca dersinde öğrendim. Nutuk'un tamamını da öğretmenliğimin ilk yılında okudum. Öğretmenliğimin büyük bir bölümü de, dini eksen alan ve her şeyi özelleştiren iktidarda geçti. Ben bu dönemde Atatürkçülüğü daha iyi anladım.
2010 referandumunda üzerimde bir çaresizlik hali vardı. Her şeyi görmenin ve hiç kimseye anlatamamanın hali canımı sıkıyordu. Daha önce de yazmıştım, 15 Temmuz bence bağıra çağıra geldi. Sonrasında bu blogu yazmaya karar verdim.
Yeni nesil ya da meşhur adı ile Z kuşağı, tüm bunlara rağmen Atatürkçülüğü bizden daha iyi anlıyor ya da ben öyle gözlemliyorum.