15 Şubat 2024 Perşembe

BULUŞ YOLUYLA DİN ÖĞRENİMİ

 


Bu yazıya, eğitim bilimleri yada eğitim felsefesi üzerine ansiklopedik bilgi ile giriş yapacağım ama konumuz tam olarak bu değil. 

Pek çok öğrenme yöntemi-metodu vardır. Sunuş yoluyla öğrenmede öğretmen, öğrencilere bilgiyi kendisi anlatır yada yapıp, gösterir. Araştırma-incelemede öğrenciye ödev verirsin. Staj yada okul işliği, yaparak-yaşayarak öğrenmedir. Okul takımları, grup ödevleri, işbirlikli öğrenmedir. Bu ve daha fazlasını, uzmanların ve akademisyenlerin yazdıkları eğitim ile ilgili kitaplardan öğrenebilirsiniz. Burada yazımızın başlığı buluş yıluyla öğrenim ve bunun din eğitiminde uygulanması yada neden uygulanmadığı.

Buluş yolu ile öğrenmede, öğrencinin bilgiyi kendisinin bulması, keşfetmesi yada öyle sanmasının sağlanmasıdır. Bu amaçla öğrenciye keşif yapması için alan yapılır. Müzeler, fuarlar, oyun alanları, kütüphaneler, pazarlar, böylesi keşif alanlarıdır. Oklların içinde de böylesi keşif köşeleri yapılabilir. Saksılardan oluşan bir botanik parkı, şairler köşesi böylesi keşif noktlalarıdır.

Orta çağ zihniyetli, geri kalmakta inat eden toplumlar, buluş yoluyla öğrenmeyi sevmez. Çünkü orta çağ zihniyetine göre eğitim, çocuğu yetiştirme değil, şekillendirme işidir. Öğrenci, öğretmenin yada sistemin istemediği şeyi öğrenmemelidir. Bu yüzden sansürler ve yasaklarla öğrencilinin bir şeyleri keşfetmesine engel olmaya çalışır. Buluş yoluyla öğrenmeyi, informal öğrenmeyle karıştırır. Öğrenci, kendi istediği gibi olmalıdır. Araştırma-inceleme ödevlerinde de verilen kaynaklar kullanılmalıdır. Oysa gerçek mucitler, kendi keşfettikleri bilgilerden yola çıkarlar. Ödevler, mucit yetiştirmez. Öğrenci sadece çözümü değil, sorunu da keşfetmelidir. Bunun için de öğrencinin sadece öğrenmesi değil, oynaması da teşvik edilmeldir. Yaşı kaç olursa olsun.

Buluş yoluyla öğrenmede öğrenci, istemediğimiz şeyleri de keşfedebilir. Mesela Sovyetker Birliği dönenimde işçilere kapitalist sistemin kötülüğünü anlatmak için, beyaz polislerin, siyah işçileri dövdüğü bir video izletilmiş. İşç,ler, ırçılık yada polis şiddetinden çok, videodaki işçilerin ayakkabılarının kaliteli olmasını görmüş. Zira kendileri polis şiddetine alışkınlar. Muhteşem Yüzyıl dizisi ile Türk halkı, Osmanlı padişahlarının, öz oğullarını boğdurduğunu keşfetti. Sanat eserlerinin de insanların bir şeyleri keşfetmesini sağlama özelliği vardır. Türk halkının, Osmanl ıpadişahlarının üçte birinin (otuz altı padişahın on ikisinin) tahttan indirdiği keşfetmesine de zaman vardır.

Öğrencinin kişiliğine göre merak yolu vardır. Bu yüzden en formal, programlı öğretimlerin bile informal, tesadüflere bağlı yanları vardır. Ünlü gazeteci, fotoğraf sanatçısı ve ressam, Fikret Otyam, çocukken, Niğde'de, Alevi bir satıcıdan bal aldığı için babasından dayak yemiş. Otyam, daha sonra Alevi kültürünün en büyük takipçilerinden biri oldu ve cenazesi de cemevinden kaldırıldı. Muhtemelen babasından yediği dayak, bu kültürü merak etmesine sebep olmuştu.

Merak, insanın kendini gerçekleştimesinin iyi bir yoludur ve insanda her şeyi merak etme potansiyeli vardır. Okul içi-dışı  etkinlikler,  merak ve keşif  duygusunu kamçılar. Oysa ülkemizde etkinlik eğitimi çok zayıf. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/etkinlik-egitimi-sorunumuz.html) Etkinlikler, eğitime yük olarak görülüyor. İnsanın keşif çabasını asıl arttıran sanattır, keşif için ilham veren sanattır. Bu gün aya gidildiyse, uzaya istasyon kurulduysa ve bunu İslam ülkeleri değil de, Hristiyan ülkeleri yaptıysa,  bunda Newton kadar Bacon'un, Bacon kadar Shakespare'in, Leonardo da Vinci'nin de katkısı vardır. Ülkemizde sanat ve sporcu eğitimi de zayıftır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/02/sporcu-ev-sanatci-yetistirememe.html) Ülkemizde herkesin resim-müzik, hele de beden eğitimi dersi notunun illa beş olması saçmalıktır.

Son yıllarda, özellikle kamu kuruluşlarından, okullara sunum yapma yaygınlaştı. Muhtemelen il yada ilçe milli eğitimden randevu alıyorlardır ama genelde öğretmenleri pek haberi olmuyor. Öğrencilerin bir kısmı (çoğu kez okulların konferans salonları, tüm öğrencileri alacak kadar büyük olmuyor) konferans salonuna alınıyor, gelenler bir sunum yapıyor, bir kaç soru soruluyor ve kapanış. Mesela Emniyet müdürlüğünün BÖF (Bilgilendirme ve Önleme Faaliyetleri)  birimi var, öğrencileri terör örgütleri ve diğer suç konularında bilgilendiriyor. ÇEDES' de galiba böyle sunumlardan oluşacakmış. (Bu seneki okulumda din öğretmenleri ücretli ve henüz gelen olmadı. Oysa adı üstünde sunum, sunma metodu, bu çağın genci ise keşfetmek istiyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/10/cedesin-olu-dogumu.html)

Ülkemizde 185 okul günü az, ailelerin uzun yaz tatillerinde, hasatta çalışacak çocuğa ihtiyacı yok. Anne-baba işte çalışırken, okulların açık olmasını da daha çok tercih ediyor olabilirler. Mesele şu ki, etkinlik eğitmimiz ve .ocukların keşfetme ihtiyacını karşılamıyor. İnternet dünyası gençleri keşfetmeye çağırıyor, okullar zaten televizyon ile rekabet edemiyordu, internetle hiç edemiyor.

Şimdi de asıl konumuz olan buluş yolu ile din öğreniminden bahsedelim. İşin doğrusu din adamları. öğrencinin neyi bulacağından emin olmadığı için, buluş yolu ile din öğrenimini sevmezler. Aslında otoriteler, insanların keşfe çıkmasını istemez. Bu yüzden 12 Eylül, kitapları suç unsuru gibi tek kanallı televizyonunda teşhir edip, meşhur Fahrenheit 451 romanını gerçeğe uygulamıştı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylul-un-sucluluk-duygusu-egitimi-12.html) Koca ülke devletin tek televizyon kanalına kalmıştı.

Türkiye'de devlet,  halkı kendi sınırladığı dine inanmasını bekledi, özellikle 12 Eylül sonrasında zorunlu din dersleri ile şekillendirmek istedi. Sonuçta Aleviler'den başlayarak dinsizliğin (Ateizm ve Deizm) taban bulmasına sebep oldu. Sonra, Turan Dursun suikasti geldi. Bu suikast sonrasında, öldürüldüğüne göre yazdıkları doğru olabilir düşüncesiyle, kitapları ve kitaplaştırılan gazete-dergi yazıları çok sattı ve çok satmaya devam ediyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/08/2002-secimlerinde-medya-manipulasyonu_28.html) Bence benzer bir durum, Adnan Oktar'ın tutuklanması sonrasında oldu. Adnan Oktar'ın tarikatının Müslümanlığının tek alameti farikası, evrim teorisine düşmanlığıydı. Halkı sürekli evrim aleyhine bilgiye boğuyordu. Oktar'ın aniden tutuklanması, insanları evrim konusunda bir şeyleri aramaya itti.

Tarikat ve Adnan Oktar demişken; semavi yada İbrahimi dinlerin (İslamiyet-Hristiyanlık ve Yahudilik) , buluş yolu ile dini öğrenmeye karşıdırlar. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır, derler. (Bu söz peygambere ait değildir. Muhammed yaşarken, hiç kimsenin kendisi ile eşitlemedi. Bu söz, muhetmelen Beyazıd-i Bistami yada Cüneyid-i Cürcani'ye ait olmalıdır.) Pir eteğinden tut, derler. New Age tarikatlar ve terör örgütleri, kendilerinin keşfedilmesini yada keşfedildiğini sanılmasını isterler. En azından ilk adımın, keşifle olması çabasındadırlar. Az da olsa, kendilerini merak edenler sayesinde, her nesilde örgüt olarak devamlarını sağlıyorlar. Bu örgütler de, keşiften sonra, zokayı yutturduktan sonra, sunumlarla o üyeyi şekillendirme çabasına giriyorlar.

Ben de Kırıkkale'ye geldiğin yıl,  bir felsefe öğretmeni olarak Yeni Yüksektepe (şimdilerde Aktiffelsefe) grubuna girmiştim ve her cumartesi derslerine devam ediyordum. Yaklaşık üç aylık kurstan sonra, üç haftalık üyeliğe hazırlık eğitimi ve üye olduktan sonra da, ömür boyu seminer alıyordunuz. Üyeliğie iki yada üç hafta kala, derneği terk ettim. Zira dernek iki tane İspanyol'un elindeydi. Antonya hoca dedikleri şahıs, derneğin kuruluşunda da varmış. Maria hoca dedikleri kadın, en az yetmişlerinde bir kadındı. En eski üyelere onlar ders veriyordu. Derneğin Türk üyelerii, ömür boyu ders almak zorundaydı. Diğer yandan desleri de zırvaydı. Mesela, Sokrates'ten zerre kadar bahsetmeden, mağara benzetmesinden yada idealar aleminden bahsetmeden, Plaron'u anlatıp, Aristo'ya geçmeden, Hint-Buda mitolojisine geçtiler. Sonra da Helena Petronova Blavatsky denen ve günümüzdeki pek çok modern üfürükçülüğün kurucusundan bahsediyorlar. En son  burçları ciddi ciddi gerçeklik olarak anlattıklarında tarikatı terk ettim.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/03/modern-ufurukculuk.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/tarikat-nedir-1-tarikatlar-kimlerce.html

İnsanları tarikat yada örgütlere yönelten bir sebepte, kendisini gerçekleştirme ve keşif merakıdır.  Gaziantep'te bir Japon'un, İŞİD (DEAŞ)'a katılmaya yönelten de bu sebeptir. Bu açıdan Adnan Oktar ve tarikatının hali hazırda tehlike olduğunu düşünüyorum.  Küçük tarikatlar ve zenginlerin üye olduğu tarikatlar, daha sıkı ve gizli yönleri daha yoğun tarikatlardır ve her an umulmadık saldırılarda bulunabilirler.

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/08/adnan-hoca-yeni-bir-15-temmuz-tehlikesi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/10/adnan-oktar-tarikatinin-beklenen.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/05/dinsizlik-turleri-7-kutuplasma-sonrasi.html

Buluş yolu ile din öğreniminden bahseden (benim bildiğim) ilk kişi, Danimarkalı filozof ve ilahiyatçı Soren Kierkegard (Körkırgırd yada ona benzer bir şekilde telaffuz ediliyor)'dır. Kendisi Varoluşçu (Egzistansiyalizm) felsefeyi, Hristiyanlık felsefesi olarak kurmuştu. En son Fransız filozoflar Jean Paul Satre ve Albet Camus'un elinde ateist felsefe oldu. Kierkegard (Körkırgırd diye okuyabilirsiniz), insanların İsa Mesih'in yolunu,  papazlar yada kardinaller aracılığıyla değil de, kendi aklı ve duygularıyla bulması gerektiğini söylemişti. Protestanlığın kurucusu, Alman ilahiyatçı Martin Luther, akıl, şeytanın or...dur demişti. (Luher, Türkleri ve Yahudileri Neden Öldürmeliyiz isimli bir kitap da yazmıştı.)

Aklın yada bireyin arayışında ne bulunacağı bilinmezdir. Bu yüzden din adamları arama, benim sunuşumu izle der. Aramadan yorulanlar da bir sunucuya teslim olur. Dinde hoşlanmadığı şeyleri kendisi keşfetmesin, ona alıştıra alıştıra anlatsın yada anlatmasın ister. Diğer yandan özellikle genç insanlarda keşfetme arzusu daha güçlüdür. Günümüzde ise insanlara bilgi bombardımanı vardır. Bazen istemediği halde bir şeyleri keşfeder. Mesela bir spiker kadın, İslamda cariyelerle seks yapmanın yasal olduğunu, cariye sayısının da sınırı olmadığını, konuklarından öğrenir ve yüzü şaşkınlıktan donakalmıştı. 

Oysa bilse ki cariyelerle cinsel ilişkinin serbest olması bir yana, üzerlerinde ortak mülkiyet bile olabilir. Yani o kadını kullanan birden fazla erkek olabilir ve doğacak çocuk kura ile baba sahibi olabilir. Bu konuda açık şerhler var.  Aslında pek çok kadın, dinlerdeki kadın aleyhine hükümleri bilse, gece uyuyamaz. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/dinsizlik-turleri-4-feminist-dinsizlik.html)

Ülkemizde inançtan uzaklaşma süreci, dini keşfe çıkmayla başlıyor. Kendisine sunulanla yetinmeyen kişi, dini kitapları, Müslümansa Kuran'ı okuyarak başlıyor. Dinden uzaklaşmada genelde ilk aşama,  hadisleri inkarla başlıyor. Peygamberin ölümünden 190 (yuvarlarsak 200 yıl sonra derlenmeye başlayan hadisler, sık sık, hem birbirleriyle, hem de kuranla çelişiyor. Sonra tarikatları ve mezhepleri red ediyor ve deizm süreci başlıyor.

Ben de kendi dini keşif sürecim, 17-25 Aralık sürecinde başladı. O vakte kadar dinin, insanlar arasında kuvvetli bir bağ olduğunu sanırdım. Oysa Fetöcüler, bir hafta bekledi ve ardından dağıldı. Bu süreçte dine inancım adım adım zayıfladı. Dedem Korkut'u okurken, Aleviliğin aslında İslam olmadığını, Türklerin İslam öncesi inancının İslam boyası ile boyanmasından başka bir şey olmadığını keşfettim. Biz Kürt'üz doğru, biz de Aleviliği, Türklerden öğrenmiştik. Sonra, Pir Sultan Abdal, bir şiirinde Dürri Mekrun'u oku dizesinden etkilenip, Yazıcıoğlu Ahmet Bican'ın, Osmanlı yüksek kültürünün önemli bir eseri olan Dürri Mekru'u okudum. (Muhdiddin Arabi'nin ve belki başka bazı yazarların bu isimli kitabı var.)  Yazıcıoğlu, açıkça Aleviliğin, Hıtaylar'dan çıktığını yazıyor. Yani Şah Hatayi'nin adı hata yapmaktan değil, Hatayi'lerden geliyordu. Yani Osmanlı'da bunu biliyordu. Uygurların sanem dansı ile semahın benzerlikleri tesadüf değildi. Diğer yandan, Profesör İlhan Arsel'in Şeriat ve Kadın adlı eserini okuyunca, yıllar önce okuduğum, Fuzuli'nin Hakikat-ül Saada'sını hatırladım ve yapılan ahlaksızlığı keşfettim. İkinci imam Hasan, karısı Cude tarafından zehirlenmişti.Cude'nin, kocasını zehirlemek için açık sebebi vardı. Hasan, küçük yaşta kızlarla, tek gecelik muta nikahı yapıp duruyordu. Kadın gene iyi biriymiş, ben olsam balta ile kafasını koparırdım. Muta nikahının Şiiliğe özgü olduğunu sanıyorsanız, yanlıyorsunuz. Arap ülkelerinde de son derece yaygındır. Bu da benim dinden kopma noktam oldu.

Öğrencilerim arada dini sorular soruyor. Ben de onlara dini kitapları okumalarını öneriyorum. Sadece Kuranı değil, tarikat liderlerinin (Said-i Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan vs) kitaplarını da kaynağından okumalarını tavsiye ediyorum. Pek çoğunun yüzü asılıyor. Zira keşfedeceklerinin hoşlarına gitmeyeceğini biliyorlar.

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/01/dedem-korkut-ve-alevilik.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/fuzuli-hakikatul-saada-ilhan-arsel.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/gazalinin-omuzundan-atilan-tufekler.html


7 Şubat 2024 Çarşamba

ATATÜRKÇÜLÜLERİN ŞANLI DİRENİŞİ



 Atatürkçülük, daha kurulurken saldırı altındaydı. Bu saldırılıar genelde sağdan, din tüccarı kesimlerdendi. Solcular, Komünistler, çok acı çekse de Atatürk aleyhine çok konuşmadı. Bu olgu yetmişlerin başına kadar sürdü. Doğu Perinçek, Atatürk'e küçük burjuva devrimcisi demiş ve bu sözler, radikal sol gruplar arasında yayılmıştır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/dogu-perincek-kimdir.html) Atattürkçülük,  seksenli yıllarda yalancı bir bahar yaşadı. Gardrop Atatürkçülüğü dediğimiz şey yaşandı. Her odaya Atatürk resmi, her bahçeye Atatürk büstü ve her meydana Atatürk heykeli ile özetlenebilecek bir Atatürkçülüktü. Döneme adını veren ise, Atatürk'ün üzerine giydiği, 1930'lu yıllar modası bedene tam oturan takım elbiseler ile, gene 1930'lu yıllar modası etek-ceket kadın takımlarının moda olmasıydı. 

12 Eylül, kıyafette, büstte, resimde, heykelde yani kısaca görüntüde Atatürkçü'yken,  pek çok uygulamada Atatürk düşmanıydı. Atatürk'ün kurduğu Türk Dil Kurmu ve Türk Tarih Kurumu'nu kapatıp, Atatürk, Dil ve Tarih, Yüksek Konseyi diye bir kurum kurdu. Atatürk'ün kurduğu sistemi daha bir bozdu. Türk Hava Kurmu'nun,  kurban derisi bağışı tekelini elinden alıp, tamamen devlete bağımlı hale getirdi.  12 Eyül rejimi, Öz Türkçe'ye düşmandı. Bir sürü Öz Türkçe kelimeyi yasaklayıp, Osmanlıca kelimeleri TRT ve ders kitaplarında zorunlu tuttu. Hatta bu kelimelerden biri, darbenin başı Kenan Evren'in soy adıydı ve pek çok kişi bu duruma, Kenan Kainat diye alay ediyordu.Sonraki yıllar bu halka zorla dayatılan Osmanlıca kelimeler unutuldu. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/11/osmanlicanin-yenilgisi.html) Dönemin diğer bir özelliği de, eğitimin dinselleşmesiydi. Olay sadece zorunlu din dersleri olması, bunun anayasaya girmesi değildi. O dönem din derslerin yapısı da buna dahildi. Seksenler ve doksanların din dersleri, büyük ölçüde Sünnici, hatta Hanefici bir müfredaya sahipti. Yapılan şey, toplumu Sünnileştirme hareketiydi ve dinsel zorbalıktı. Benzerini Ruslar, Müz-slümanlara, özellikle Ural bölgesi Müslümanlarına yapmışlar, Müslümanların her gün en az yarım saat Hristiyanlık dersi almasını zorunlu yapmışlardı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/dinsel-zorbalik-ve-cesitleri.html) 12 Eylül rejimi de o yolda ilerliyordu. O dönem Aleviler arasında Ateizm yayılmaya başlamıştı. Bunun sebebi, devletin zorbalığına, azınlığın tepkisiydi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/azinlik-suclari-koku-ve-azinlik-ateizmi.html) (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/dinsizlik-turleri-2-azinlik-dinsizligi.html) Bir de o dönem din öğretmenleri, Aleviliğe karşı ara ara saldırır, bu saldırılar da basında haber olurdu. Din öğretmenleri ara ara Alevi öğrencileri dışarı çıkarır, Sünni çocuklarla özel şeyler söyleyeceğiz, gibi laflar ederdi.

Darbecilerin gardrop Atatürkçülüğü,  sonraki yıllarda Atatürk'e saldırmanın bahanesi olacaktı. Doksanların başından itibaren Atatürkçülüğü karalamak için kullandı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html) 

Buna rağmen Atatürkçüler direndi. Derneklerle, vakıflarla diredni. Okuyarak ve okutarak direndi. Atatürk tişörtleri, telefon kılıfları ile diredi. Her milli bayramlarda ve on kasımlarda Anıtkabir'e koşarak direndi. Şair, Ahmet Arif'in Anadolu şiirinde dediği gibi  tırnak ile, diş ile,  kitap ile, iş ile, sevda ile, düş ile direndi. Direnmeye de devam ediyor, devam edecek.

Sonuçta vardığımız nokta odur ki, bu karanlığın ardındaki tek ışık Atatürkçülüktür. Bugün türbanlı kızlar bile Atatürk resimli, imzalık tişörtler diyor, yıllarca Zaman yada Akit aboneliğini gözümüze sokan esnaf, gençler alış-veriş etsin diye dükkana Atatürk resmi asıyorsa, bu gerçeğin sayesindedir. Stadyumlarda binlerce kişi, Mustafa Kemal'in askerleriyiz, diye bağırıyorsa, bu gerçeğin sayesindedir.

Direnişimiz devam edecektir. Hedef sadece mevcut iktidar partisini indirmek değildir. Laikliğiyle, devletçiliğiyle, tüm yönleriyle Atatürkçülüğü devlette etkin, baskın ve gardroptan öte, gerçek ideoloji yapmaktır.

2 Şubat 2024 Cuma

GÖSTERİŞ ENFLASYONU

 


İktisatta Greedflasyon diye bir şey varmış, açgözlülük enflasyonu. Mahfi Eğilmez'e göre bu ''İngilizcede açgözlü anlamına gelen greed sözcüğüyle enflasyonun birleştirilmesinden doğmuş bir terim olan greedflasyon; yüksek enflasyonun yarattığı ortamdan yararlanarak mal ve hizmetlerin satış fiyatlarını enflasyonun da üzerinde artırma eylemini tanımlıyor.'   

Bence bu, öğrenilmiş çaresizlik ve kendini gerçekleştiren cesaretle ilgili de bir şey.  (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/kendini-gerceklestiren-kehanetin-gunluk.html) Yani aslında tüketici de nasıl olsa enflasyon var diye her türlü fiyat artışını kabulleniyor. 

Ben, Mahfi Eğilmez yada başka bir iktisatçının yazısında görmediğim bir şeyden bahsedeceğim, gösteriş yapma enflasyonu yada gösteriş yapmanın enflasyona katkısı. Bu olay, ülkemiz gibi geri kalmış ülkelerde daha fazla. İlk neden, birikimsiz, kültürsüz insanlar, harcama yaparak bunu gösterme eğilimi daha fazla. Aslında bu her insanda var. Hatırlar mısınız sosyal medaynın ilk yıllaırnda, daha Facebook gençler arasında da yaygınken, İnstağramın ilk yıllarında yemeğin fotosunu çekme modası vardı. Moda bir yana, çolgunlıktı bu. Bununla alay eden videolarda bayağı yayılmıştı. Azalarak bitti bu moda. Lokanta ve kafelerim absürt sunumları ve saçma dekorları, bu akımdan kalmadır. Sonra bir ara konum atma modası başladı. Şu günlerde de fiş-fatura paylaşma modası var.

Bu olay, ülkemiz gibi kültürü geri ülkelerde daha fazla. Çünkü oralarda bu tür eksiklikleri para ve makam gücü ile kapatma alışkanlığı var. Parayı da göstermenin yolu günümüzde sosyal medya olmuş durumda. Sosyal medyadan evvel, arkadaşınızı eve misafir etmeliydiniz ki, yeni eşyaları gösterebilmeliydiniz ya da yemek ısmarlamalıydınız ki, lokantanın müdavimi olduğunu gösterebilmeliydiniz. Şimdi ise sosyal medya hesabınıza foto yada video atmanız, yer bildirimi yapmanız yeterli. Hele bir de infuluencer olup, bu işten para bile kazanabilirsiniz.

Bütün bunlar, enflasyonu arttıran bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle açgözlü insanlar, fiyat arttırmaya bahane arıyor. Özellikle mekan (Kafe-lokanta) işleten merdiven altı yerler bile,  fiyat arttırmaya bahane arıyor. En basitinden bir kaç Yeşilçam filmi resmi-afişi asıp,  sözde Yeşilçam kafe oluyor, çaya-kahveye yüksek fiyat vermeye kalkıyor.

Kamu kaynaklarını makam arabalarına, uçaklarına, odalarına falan harcayan siyaset de buna çanak tutmaktadır.  Bu, doğu toplumlarının antik Yunan'dan beri alay ettiği doğulu gösteriş merakının sonucudur. Aristofanes, Sokrates'i yeren Eşekarıları adlı oyununda, Pers (Akhamenid-Antik İran) devlet adamları ve hükümdarlarının lüks ve ihtişam merakıyla alay eder. Oyun karakterleri, Pers komutanları  gibi süslenmişsin, der. 

Enflasyonun tek sebebi yada en büyük sebebi gösteriştir diyemem ama etkenlerden biri olduğunu söyleyebilirim.


1 Şubat 2024 Perşembe

ATATÜRK, TBMM KONUŞMASI 6 MART 1922

 



'...Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa' nin en önemli devletleri, Türkiye'nin zararıyla, Türkiye'nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatini ve Ülkemizi tehdit altında bulunduran, en güçlü gelişmeler, Türkiye'nin zararıyla gerçekleşmiştir.

Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana'dan sonra Peste ve Belgrat'ta yenilmeseydi, Avusturya / Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, Italya, Almanya'da, ayni kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir.'

'...Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye'yi yok etmeye girişenler, Türkiye'nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak, birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler, Türkiye'nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye'nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye'yi ıslah etmek, Türkiye'yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye'nin iç hayatına, iç yönetimine islemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.'

'...Oysa güç ve kuvvet, Türkiye'de ve Türkiye halkında olan gelimse cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün isleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karsılaşmışlardır. İste Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.'

'...Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu.
Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu 'maneviyatı’yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu’yla Bati'nin birleştiği yerde bulunduğumuz,'maneviyat’ından tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir
sonuç beklenemez (bundan) .'

'... Bu düşüsün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır.

Türkiye'nin, Türk halkının nasılsa basına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karsısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye'yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler.

Türkiye'de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki 'Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.'

Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. 'Onlar bizi idare etsin' diyorlardı.'

‘...Bilelim ki, ulusal benliğini bilmeyen uluslar, başka uluslara yem olurlar.’


Meclis konuşmasından./ İş Bankası Kültür Yayınları./
TBMM Gizli celse zabıtları cilt–3. /.6 Mart 1922.- Mustafa Kemal.

30 Ocak 2024 Salı

İSTATİSLİK FELSEFESİNDE HİÇLİK



 Bir dislekis birey olarak matematiği sevsem de, diskakkuli denen illeti de yaşadığımdan, en basit hesaplamalar için hesap makinesine muhtacım. Biraz da bu yüzden, istatisliği uzun süre sevemedim. Sonra fark ettim ki ben sahtekarlığa alet olan istatisliği sevmiyormuşum. İstatislik ve olasılık hikayelerini anlatan bir öykü kitabı, istatisliğe bakış açımı değiştirdi. Hikayelerde İngilzlerin efsanevi dedektifi Sherlock Holmes  ve kendisi kadar ünlü yardımcısı doktor Watson anlatıyordu. (Tani yazarı Sir William Conan Doyle öleli çok olduğu için sınai hakları artık olmayınca, böyle fantaziler yapabiliyorsunuz.) İkili meseleleri istatislik ve olasılık kullanrak çözüyordu.

Anladığım kadarı ile istatislikle genelde her şey çan eğrisi yada Napolyon şapkasına benzer bir çizelgede geçiyor. Verilerimizin çoğu kez bu eğriye uymasını bekliyoruz. Verilerimiz beklenenden azsa,  tablonuz sola çarpık, çoksa sağa çarpık oluyor. Örneğin öğrenciler fazla not almışsa sağa çarpık, az not almışsa sola çarpık oluyor. Bu sınırlı evrende olan bir şey. Devam eden veriler yükselebiliyor yada çocuk kaydırağı gibi düşebiliyor, dalgalanabilip, düz bir çizgi olabiliyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/nufus-istatisliginincocuk-kaydiragi.html)

Bütün bunlar bir girişti ve iyi bir istatislikçi size çok daha fazlasını anlatacaktır. İnsan haddini zorlamalı ama bilmeli. Muhtemelen şu kadarcık aktarılan bilgide de bir sürü yanlışım vardır ve iyi bir istatislikçi yada matematikçi bir sürü yanlışımı ortaya çıkaracaktır. Kıt matematik bilgimle anlayabildiğim (yanlışım varsa düzeltin) kimyanın aslında fiziğin alt dalı olmasına rağmen konusu çok geniş olduğunda ayrı bir lisans alanı olması gibi, istatislikte benzer bir hale gelmiş.

İstatislikte normal dışı aranıyor, bu da daha önceki verilere veya başka verilere dayanıyor. Bu açıdan da istatislik yaptığı, yani beraber çalıştığı bilimle de ilgili. Mesela epidemiyoloji, yani coğrafi-toplumsal tıp; neden ülkenin belli bölgelerinde bazı hastalıkların çok, bazıların az olduğunu sorgular. Doğum oranları neden birden artıp, azalmaktadır gibi sorular sorar.

Diğer yandan asıl sorulması gerekn bazı verilerin neden hiç yada hiç denecek kadar az olduğu; sonra neden birden çok arttığını falan sorgulamalıdır. Mesela Çernobil nüklüer felaketinden sonra lösemi ve diğer kanserlerin müthiş artışı sorgunalmalıdır.

''Raporun "Türkiye nasıl etkilendi?" bölümünde ise özetle şu ifadeler yer alıyor:

"Türkiye‘de de Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları ve Pediatri Ana Bilim Dalları‘nın yaptığı çalışmaya göre lösemi vakaları, 1986 öncesi yüzde 0.7‘den, 1986 sonrası yüzde 2‘ye çıktı. Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı‘nın verilerine göre Türkiye‘de 1984 yılında yüz binde 19.2 olan kanser vakaları, 1996 yılında 100 binde 63.46 olarak bildirildi."

(Cumhuriyet-26-04-2017)


Lösemi ve kanser üç kattan fazla artmış, üstelik 2017 sonuçları itibarı ile. Bazı istatisliklerin neden açıklanmadığı da başka bir mesele. Mesela 2016'dan beri Türkiye'de kayıp çocuklar istatisliği yayınlanmadığını Epstein sıkandalından sonra öğrendik.  Türkiye istatislik kurumu TÜİK, uzun zamandır enflasyon sepetinde neler olduğunu açıklamıyor.

Bir  de tarihe istatislikteki hiçler açısından bakalım. Yakın tarihte, 12 Eylül'ün hiçlerine bakalım. Mesela 12 Eylül rejiminin felsefesi hem sağı, hem solu ezmekti. Görünüşte öyle oldu, solu biraz daha fazla ezdi. Altı yüz elli bin kadar göz altına alınan kişiden beş yüz bin kadarı soldu, geri kalanı sağcıydı. Dokuz tane ülkücü astı falan filan.  Eşit derecede de sağdan ve soldan gazete kapatmıştır. Peki kaç tane sağcı gazeteci yazar tutuklanmıştır. Hemen hemen hiç. Hatta 12 Eylül boyunca ideolojisinden tutuklanmış Ülkücü yoktur. Adli suçlar (cinayet ve benzeri) tutuklanmış militanlar vardır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html)

12 Eylül'ü geçtim, 12 Mart ve 27 Mayıs bile çoğunlukla solcu yazar çizerleri tutuklamıştır ve her üç askeri darbe de hiç sağcı akademisyen görevden almamıştır.

Şu yazıyı 2020 Temmuzunda yazmışım (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/27-mayisi-solcu-sanmak.html).Fazıl Say'ın babası Ahmet Say'ın dergi yazılarından derlenmiş bir kitabı okudum. 27 Mayıs günlerinde bir anti komünizm mitinginde, Fazıl Say'ında aralarında olduğu solcu gençlere saldıryorlar. Sonra da orada bulunan bir subaya bağırıyorlar. 'Bunları siz bu kadar şımarttınız'' diye. Subay da utançla boynunu büküyor. Yani aslında NATO'nun isteği ile verdiği özgürlüklerden dolayı asker de pişman. Zaten 12 Mart olmadan bile bir kısmını geri almıştır. 12 Martta büyük bir kısmını geri alıp, 12 Eylülde de hepsini alacaktır askerler.

12 Eylül, hem sağdan, hem de soldan tüm işçi sendikalarını kapattı. Sadece işçi sendikalarını değil, derneklerini ve vakıflarını da kapattı. Sadece Devrimci İşçi Sendikları Konfederasyonu DİSK'i değil, Milliyetçi İşçi Sendikaları Misk'i, Türk-İş'i ve diğer nice sendikaları, hatta dernekleri, lokalleri kapatıp, mallarına, özellikle de matbaalarına el koydu. Peki işveren sendikalarına da aynısını yaptı mı?

İşveren sendikaları ve derneklerini özellikle ödüllendirdi. Hele TÜSİAD, yeni anayasayı resmen kendisi yazdı sayılabilir. Çünkü 12 Eylül anayasası yazıldığında, işçi sendika ve dernekleri kapalıyken, anayasanın hemen her maddesi TÜSAİD istişare kurulunun onayından geçti. MESS (Metal Sanayicileri Sendikası) başkanı Halit Narin, o meşhur sözünü söylemişti:

-Bu güne kadar hep işçiler gülmüştü, şimdi biz güleceğiz, işçiler ağlayacak.

Halit Narin, TÜSİAD ve MESS, sözünü tuttu ve halen işçileri ağlatmaya devam ediyor. TÜSİAD, MESS ve diğer TÜSİAD üyelerinin, 12 Eylül öncesi yada Seksen Öncesi diye anlatılan kargaşalıkta hiç rolleri yokmuş, sadece mağdurlarmış gibi tavır takınıldı. Oysa bazı iş adamlarının Maraş-Çorum katliamlarına yada Ülkücü komando kamplarına desteği, çok konuşulan iddialardı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html)

Sadece Halit Narin değil, genel anlamda TÜSİAD'da, 12 Eylül öncesi toplumsal gerginliği bilinçli olarak arttıran başrol oyuncularından biridir. Bületn Ecevit'in, Güneş Motel'deki gizli transferlerle, güçlükle kurduğu azınlık hükumetini devirmek için gazetelere sayfalar dolusu ilanlar verip, açıkça devletin sosyal politika belirlemesine düşman olmuşru.

(https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/teflon-tusiad-ve-teflon-kaplamalari.html)

TÜSİAD demişken,  bir dönem TÜSİAD başkanlığını da yapmış olan Cem Boyner'le ayak üstü yarım saatten fazla sohnet etmişliğim vardır. 1994 kışında, Eskişehir'de, şimdilerde çoktan kapanmış olan Kibele kitabevinde karşılaştık. (Kendisi muhtemelen hatırlamıyor) Düşük oy oranları yüzünden kapatacağı Yeni Demokrasi Hareketi partisinin propagandasını yapıyordu ve samimi sohbetimizin sebebi de buydu. (Yoksa koskoca Boyner Şirketler Grubu'nun yönetim kurulu başkanının, üniversitenin ilk yılında olan bir gençle konuşması mümkün müydü? YDH o zamanlar Kürt, Alevi ve diğer azınlıklarla ilgili konularda, bu gün bile bazı kişilerin şimşeklerini üzerine çekecek sözler söylüyor, azınlıkların dil ve ibaadet hakkını savunuyordu.  Konuştuğumuzda bana kırk yıllık sosyal demokrat biriymiş gibi gelmişti. Bu yüzden bir kaç gün önce, kendisinin gençliğinde Ülkücü olduğu, hatta öldürülen MHP milletvekili Emin Sazak'ın kızı ile evli olduğunu öğrenince bayağı şaşırmıştım. Kısa ömürlü partisi, sonradan yetmez amacı olacak gazeteci-aydınları bir araya getirmişti. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html)

(https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/liberallerin-kurt-ulusalcilarin-alevi.html)


Bu anı paragrafını geride bırakıp, istatislik ve hiçlik konularına geri dönelim. Mesela ülkemizde, cumhuriyet tarihi boyunca kaç tane sağcı-muhafazakar aydın-akademisyen-yazar vesaire suikaste uğramıştır, tahmin edelim. Sıfır, yani hiç. O kadar sağcı genç, politikacı, militan vesair suikaste uğradı ama hiç bir sağcı yazar suikaste uğramadı, ölmek bir yana, buna teşebbüs bile edilmedi. Ülkede dolar milyarderi bir ailenin üyesi (Özdemir Sabancı)  ve Ülkü ocakları genel başkanı bile öldürüldü ama hiç yazar-çizer, sinemacısı falan öldürülmedi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/sinan-ates-ya-da-buyuk-sessizlik.html)

Suikastten sonra öğrendiğime göre önce bir Ülkü Ocakları genel başkanına cinayet teşebbüsü  olmuş ama başarısız olmuş. Eski başbakanlardan Nihat Erim, Cem Boyner'in kayınpederi de olan Emin Sazak'da dahil pek çok sağcı politikacı öldürülür yada sakat kalırken, tek bir sağcı yazar, çizer, oyuncu yada yönetmene dokunulmamıştır. İbrahim Kaypakkaya'yı ihbar eden öğretmen, otuz yıldan fazla bir zaman sonra bulunup, öldürülmüştür ama Maraş Katliamının tetikleyicisi Güneş Ne Zaman Doğacak filminin oyuncu, senaryo ve reji eikbine dokunulmamıştır. Diyarbakır cezaevinin meşhur yüzbaşısı Esat Oktay Yıldıran'ı, estetik ameliyat olduğu halde sesinden tanınıp, öldürülmüş ama Kürtler aleyhine yazı yazan yazarlara dokunulmamıştır.

Ancak solcu ve Atatürkçüler her zaman hedef olmuş, sadece suikastlerle değil,  İlhan Erdost gibi hapishanede dövülerek de öldürülmüşlerdir. Hapislerde uzun yıllar yatmışlardır. Mesela her dizesi hapishane kokan, her şiirinde zindan kelimesi geçen Necip Fazıl Kısakürek, toplamda iki yıl  kadar hapis yatmıştır. 12 Eylül döneminde Nihal Atsız'ın kitapları, resmi olarak yasaklanmamış ama (muhtemelen uyarıyla) bir süre piyasadan kalkmıştır.

Sağcı yazarlara, bunu solcularla kıyaslarsak,  15 temmuzculara bile daha insaflı davranmıştır.  Tutuklalan kırk dört kişinin çoğu serbest bırakılmıştır. Can Atalay, Anayasa Mahkemesinin kararına, hatta kararlarına rağmen halen hapistedir. Osman Kavala ve daha niceleri hapistedirve 20 Ocak 2024 itibarı ile 

Can Atalay demişken, yetmez ama evetçiler ne haldedirler.  2024 Ocak ayı itibarı ile aralarından bir yazarın intihal davasına yüz kusur imza ile desteklemekle meşguller. Hemen hemen hepsi de, Aydın Doğan'ın iktidara yakın Doğan Kitap'ın yazarları olmalarıdır. Basında bazı kişilerin ima ettiğine göre bu yazarlar, bazılarının kitapları yok denecek kadar az satsa biler, Doğan Kitapla, dolayısı ile iktidar ile bir şekilde maddi ilişki içerisinde. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/aydin-dogan-kimdir.html)

Aralarında Zülfü Livaneli'yi görmek beni şaşırtmadı. Çünkü kendisinin Mutluluk romanı, Mısırlı yazar Necip Mahfuz'un Dilenci romanından çalıntı. Doksanlı yıllarda filmi de yapılan meşhur Ağır Roman'a, gene Necip Mahfuz'u Cebelkavi Sokağı Çocukları romanı ile çok benzerlikler gösteriyor.

Bu sistemi eleştirirken biraz da istatislikteki hiçliklere bakmalı. Sadece öldürülme değil, görevden alma, atılma konusunda da hep sol akademisyenler ve öğretmenler hedef gözetilmiş. 12 Eylül'ün 1402'likleri arasında ne akademisyen ne de öğretmen olarak bir tane sağcı yoktur. 15 Temmuz sonrasında bile,  bolca solcu-Atatürkçü öğretmen ve akademisyen atıldı.

Sistemi eleştirirken ilk önce yok yada yok denecek kadar az olan şeylere bakmalı.





27 Ocak 2024 Cumartesi

TÜRK'ÜN TÜRKE PROPAGANDASI

 


12 Eylül sonrasında ülkece yaptıımız ilginç işlerden biri, bir konuda uluslar arası ödül veya yarışma düzenleyip, önce kendimize ödül vermekti. Kuşadası ilçesinin Altın Güvercin yarışması ile başladı bu moda. Birinci defa, taze emekli cumhurbaşkanı, genel kurmay başkanı  ve orgeneral olan Kenan Evren'e, uluslar arası  Atatürk dostluk ve barış ödülü verilmesi ile bitmeye başladı. Bu ödül ikinci defa, sonradan Güney Afrika Cumhuriyeti cumhurbaşkanı olacak, insan hakları lideri Nelson Mandela'ya verildi ama Mandela bunu red etti. Sebebi uzun süre Ermeni yada PKK lobisi zannedildi. Oysa sebep, 12 Eylül rejimi ve bu rejimin lideri Kenan Evren'di. Irkçı yönetime tüm dünya silah satmazken, darbe yönetim tüm uluslar arası hukuku tanımazdan gelip, Irkçı Güney Afrika polis ve askerine, üzerine Makina Kimya Endüstürisi damgalı silah ve mermileri satmıştı. 12 Eylül rejiminin bu kurnazlığı, neredeyse tüm Sahra altı Afrika'yı Türklere düşman yapmıştı. Bu ödül üçüncü defa da verilmedi, unutuldu, gitti.

Seksenli yılllafrın unutulan diğer bir modası da, yarışmalarda birinciliğe layık eser bulunmamasıydı.  Kamu kuruluşları arasında başlayan ve muhtemelen birncilik ödülünün iç edilmesi amaçlı bu saçmalık, ikinciliği kabul edenlerin pişkinliğini de içeriyordu. 

Türk'ün Türk'e propagandası sözü bu yıllarda yaygınlaştı. Sonraları ise unutuldu. Oysa Türk'ün, Türk'e propagandası tam gaz devam etti. Yükselen PKK terörü, bunlar baldırı çıplak diye küçümsendi ki, bu küçümseme de Türk'ün, Türk'e propagandasıdır. Sınır ötesi operasyonları da böyle görüyorum. Özellikle de son on yıldır, Kuzey Irak'daki Türk üsleri, tam seçimlere yakın saldırıya uğruyor. Zaten on yirmi yıldır seçimler ve referandumlar öncesinden ülkemde çok acayip şeyler oluyor.  Petrol, doğalgaz, uranyum başta olmak üzere bilumum madenler ülkemizden fışkırıyor. Uluslar arası şirketler dev yatırım planları yapıyor. Milli tank, uçak, elektrikli traktör, ne varsa üretilmeye başlanıyor. 2023 bitmeden aya gidecektik, seçim yaklaşınca yarı turist astronot gönderdik. Bana uluslar arası istasyon, deneyler falan demeyin. TODAİ E(Türkiye ve Orta Doğu, Amme İdaresi Enstitüsü)'yi, Refik Saydam, Hıfzısaha Enstitüsü'nü, daha bilmediğim nice pek çok kurumla beraber daha yeni Boğaziçi Ünüversitesinin bilgisayar progtamlama ve yapay zeka üzerine, Türkiye'in TEK doktoralı mühendis yetiştiren enstitüsünü kapatan iktidarın, uzaya gönderdiği kişi ben,m gözümde turisttir. Kimse kendini kandırmasın.

Bunun daha ötesi, Müslüman'ın Müslüman'a, Kürt'ün Kürt'e, Alevi'nin Alevi'ye, solcunun sola, sağcının sağa, Ülkücü'nün Ülkücü'ye propagandasıdır. Pek çok olay yada başarının gerçekliği, taraftarlarının bakışı ile ilgilidir. Türkiye'de Alevilerle yıldızı barışmayan Ülkücülülerin Hristiyan, Gagauzlar yada Sibirya'daki diğer topluluklarla gerçekten kardeş olacağına inanıyor musunuz? Turan'ı kuracağını söyleyen Türk Milliyetçiliğinin Türkiye'yi parçalaması da başka bir gerçekliktir. Yıllarca, Türkiye'yi, dönemin nüklüer ve süper askeri gücü Sovyetler Birliği ile savaştırmaya çalışan milliyetçilerimiz, Çin ile çıkacak ticari sorunlaro göze alamayıp, Uyguların yaşadığı zulmü görmezden geliyor.  ile  (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html) (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/turk-fasizminin-zulmunde-uygur-turkleri.html)

Diğer yandan Devlet Bahçeli, geçenlerde bir söz söyledi. Türk devleti ile derdin varsa Kandil dağına çık dedi? Neden acaba? (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/silahli-direnisin-provakasyon-olmasi.html) Neden Istıranca, Menteşe, Karadeniz yada Toros dağları değil de, Irak'daki Kandil dağı? Muhalefeti neden hemen terörize ediyor? İnsanları suça teşvik etmek de, suç değil mi? Kandil dağı yada Kuzey Irak'da, bir akrabası yada yakını olsa, gene de bunu yapar mı? Benim fikrimce şimdilerde adı DEM olan HDP'de, MHP kadar sistemin bir parçasıdır. Benzer şekilde PKK^da, Ülkü Ocakları kadar sistemin bir parçasıdır. Sistemler birbiri ile çatışan, sürtüşen parçalardan da oluşur. Öyle olmasa makinelere yağ konulmaz yada sürülmezdi. Sonuçta çarklar birbiri ile çatışır. Sonuçta çözüm süreci denen saçmalıki her an tekrarlanabilir. Aslında Kürçülük, Kürt'ün, Kürt'e propagandası.

Çok solculuğun da benzer bir durumu var. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/cok-solculugun-elestirilemez-sefaleti.html) Marksist-Leninist örgütlerin pek çoğunun provakatör olduğu gezi olayları ile açığa çıkmıştı. TKP, İmamoğlu'nun kazandığı ama elinden alındığı seçimlerde, açıkça AKP'yi desteklemişti. Meşhur komünist başkanları buna itiraz etmişti. Ben, legal yada illegal aşırı sol, radikal sol, Marksist-Leninist yada her ne derseniz deyin, derin devlet kontrolünde oluşumlar olduğuna inanıyorum. Fatih Mehmet Maçoğlu, Kadıköy ilçesine nohut mu ekecek, bal kovanı mı yerleştirecek. Her şey bir yada, bir ideolojinin radikal kanatları öncü olur. Karşı kampa fikirleri anlatır.  Rakip mahalleye girer. Bu ise zor iştir. Örneğin MHP, Alparslan Türkeş'in ölümünden az önce benzer bir işe girişip, pek çok yeni Ülkü Ocağı açtı. Tunceli, Ovacık'da, tehditler yüzünden açıldığı gün kapandı. İstanbul, Heybeliada'da, gayrı müslümlerin çabası ile bir haftada kapandı. Yani Türkiye gibi kutuplaşmış bir ülkede karşı mahalleye girmek zor. Sağcılar komünist başkanın nohut, fasülye ve benzeri ürünlerini bile kolay kolay almıyor. Ben bir Ankaralı olarak kendisini Mamak ilçesinde aday olarak görmek isterdim. Son seçimlerde en fazla CHP'ye oy çıksa da,  belediye halen AKP'li. Merkez ilçe sayılsa da, pek çok bölgesi kırsal, bağlık ve bostanlık. Özellikle Hüseyin Gazi türbesi civarında bolca Alevi ve Kürt seçmen de var.  Aslında bu karar, CHP2den çok, TKP'yi, daha doğrusu Fatih Mehmet Maçoğlu ile başlayan ve CHP'li belediyelere de sıçrayan kamu destekli çiftçi kalkındırma projelerini bitirme çabası.

Can Atalay olayına da değinelim. Seçim öncesi can verircesine TİP'i destekleyenler (Sezen Aksu başta olmak üzere) neredeler?  Peki ya yetmez ama referandumunun tek ciddi hakkı olan, bireysel başvurunun bir işe yaramamasına, eski yetmez amacıların (Sezen Aksu dahil) yorumu nedir?  Can Atalay'ı içeride tutma ısrarı nedir? Tıpkı, Osman Kavala veya Selahattin Demirtaş gibi bir gözdağı verme, güç gösterisinde bulunma çabası.

Aslında diğer bir çaba, daha doğrusu aslı çaba, geziden beri ölmüş olan çok solculuk ve CHP az solcudur düşüncesini tekrar canlandırmak. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/son-yillarda-azalip-biten-bazi-solcu.html)

Yazında CHP'yi en sona saklayacağım, zira Türkiye'den son yirmiden daha geriye, neredeyse kırk yıldır muhalefet CHP  (Eskiden SHP)'ye muhalefete  muhalefet etmeye taklıyor. Eskiden sadce CHP'yi az solcu olarak gören, minimal Marksist-Leninist partiler vardı, şimdi ise CHP'yi az Atatürkçü bulan minimal partiler veya resmen partileşmemiş gruplar var. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html)

Bu milliyetçi, hatta ırkçı Atatükçülük fikrinin mucidi de, Türk siyasetinin en yanar-döner politikacısı Doğu Perinçek'di. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/dogu-perincek-kimdir.html) Bu yeni nesil seküler milliyetçiler, belirsiz ve sahte Alevi sevgisini kendilerine kalkan yapıp, faşist olmadıklarını iddia etmekteler. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/liberallerin-kurt-ulusalcilarin-alevi.html)

Liberaller, yada yetmez ama evetçiler de, gene belirsiz ve yalancı Kürt  sevgileri ile siyasal İslam'ı özgürlük sevgisi nedeniyle desteklediklerini ve bunda da yanıldıklarını söylüuorlar. Oysa onlar sadece kendileri için yanıldı. Onlar da CHP'yi az özgürlükçü ve hatta faşist buluyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/yetmez-ama-yanildiniz-kendiniz-icin.html)

Görüldüğü gibi ülkemizde muhalif olmanın yolu, yirmi küsur yıllık tek parti iktidarından çok, yarım yüz yıldan fazladır ana muhalefet partisi olmuş, yetmiş yıldan fazladır da tek parti iktidarı olamamış CHP'ye muhalefetten geçiyor. Hatta CHP içinde bile daha fazla CHP'li olmanın yolu, CHP'ye muhalefetten geçiyor. Bazıları partiyi Alevi düşmanı, bazıları da Alevici buluyor. Bazılarına göre MHP'ye kaymış, bazılarına göre DEM (HDP)'ye kaymış durumda.

Oysa bu düzen sallanıyor. Yıkıldığında sonrasında ne olacağını kestirmediğinden, pek çok kişi, hatta belkide herkes, bu düzenin yıkılmasını istemiyor. Pek çok kişinin istediği AKP'siz AKP yada Tayyip'siz Tayyip rejimi. Beşli çeteler gitsin ama yerine kendi beşli çeteleri gelsin istiyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/duzenen-cekiduzen-hic-bir-sey.html)

Sonucu bir öğretmen alışkanlığı ile maddeler halinde yazayım:

1)Düzen değişirse CHP başa gelir demek muhalefetlik değildir ve artık yavaş yavaş da işe yaramamktadır.

2)Karanlıktaki ışık Atatürkçülüktür, devletçi-karma ekonomi dahil.

3)Gerçek muhalif, doğrudan iktidara muhalefet eder.

4)Bu düzen yıkıldığında o kokrktuğunu CHP yada slodan daha kötüsü (zenginler için daha kötüsü) olacak. Gelen parti CHP olsa bile bu günkü CHP, hele Kılıçdaroğlu CHP2si hiç olmayacak.

4)Kendi kendimize propaganda yapmak, gerçeğe gözlerimizi kapatmaktır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/kamasma-ve-karanlik-1981nobel-edebiyat.html

https://www.sozcu.com.tr/turk-un-turk-e-propagandasi-p810



26 Ocak 2024 Cuma

Albert Camus'un Nobel konuşması: "Gerçek sanatçı hor görmez"

 



Özgür akademinizin, bu cömert ve onur verici ilgisi karşısında, özellikle de bu ödülün kişisel liyakatlarıma baskın çıktığını dikkate alınca, yoğun bir şükran duygusu hissediyorum. Her insan, ya da daha güçlü nedenlerden dolayı, her sanatçı fark edilmek ister. Ben de istiyorum. Ancak kararınızın sonuçları ile, gerçekte olduğum kişiyi karşılaştırmadan, kararınızın etkisini idrak etmem mümkün olmadı. Genç sayılabilecek, sadece kaygıları söz konusuyken zengin, henüz tamamlanmamış işleri bulunan, işinin yalnızlığında yaşayan ya da kendini dostluklardan inzivaya çekmiş bir adam, onu yalnız ve kendine indirgediği dünyasından alıp, birdenbire göz kamaştırıcı bir aydınlığa taşıyan bu karar karşısında nasıl paniklemez ki? Avrupa'daki en iyi yazarların sessizliğe mahkûm edildiği, doğduğu ülkenin bitmek bilmeyen bir sefaletten geçtiği böylesi bir zamanda, bu onuru hangi duygularla kabul edebilir?

 

Bu şoku ve içsel çalkantıyı yaşadım ve kısacası, tekrar huzura kavuşabilmek için bu cömert talihle uzlaştım. Yalnızca başarılarıma sığınarak bu huzura ulaşamayacağım için bana hayatım boyunca, en aykırı koşullarda bile hep destek olan, sanatıma ve bir yazar olarak rolüme ilişkin fikirlerimden de güç aldım. Bu fikri, en şükran dolu ve dostane duygularla ve elimden geldiğince açık bir şekilde sizlere de anlatmama izin verin.

 

Kendi adıma konuşmam gerekirse, ben sanatım olmadan yaşayamam. Ama hiçbir zaman onu her şeyin üzerinde tutmadım. Fakat ona ihtiyacım var, bunun nedeni onu dostlarımdan ayıramayacak olmam; sanatımın yaşamama izin vermesi; ona başvurmaksızın şimdiki düzeyde yaşamamın mümkün olmaması. Sanat, çok sayıda insana, ortak keyiflerin ve acıların imtiyazlı bir resmini sunarak, o insanları heyecanlandıran bir araç. Sanat, sanatçıyı, toplumdan uzak kalmamaya mecbur kılar, onu en mütevazı ve en evrensel gerçeğe tabi kılar. Çoğu zaman, kendini toplumdan farklı hissettiği için sanatçı gibi yaşamayı seçen kişi, bir süre sonra, eğer toplumun geri kalanına benzediğini kabul etmezse, ne sanatını ne de farkını koruyabileceğini görür. Sanatçı kendini, onsuz yapamayacağı bir güzellik ile kendini koparamayacağı toplum arasında bir yerde konumlandırır. İşte, bu yüzden gerçek sanatçılar hiç kimseyi ve hiçbir şeyi hor görmezler. İnsanları yargılamaktan ziyade, anlamakla yükümlüdürler. Bu dünyada bir taraf tutmaları gerektiğinde, Nietzsche'nin kelimeleriyle, hâkimin değil, yaratıcının hükmettiği o toplumun tarafını tutarlar; bu yaratıcının işçi veya entelektüel olması ise onun için fark etmez.

 

Aynı sebeple, yazarın rolü zor görevlerden muaf değildir. Tabiatı gereği, yazar kendisini tarih yazanların hizmetine sunamaz; o, tarihten zarar görenlerin hizmetindedir. Aksi takdirde, yalnız ve sanatından mahrum kalır. Zorbalığın milyonlarca kişilik ordularına ayak uydurabilse bile, bu ordular yazarı tecritten kurtaramaz. Ancak dünyanın bir ucunda aşağılanmaya terk edilen o adsız mahkûmun sessizliği, yazarı sürgününden çekip çıkarır. Hatta özgürlüğün sunduğu fırsatların keyfini sürerken bile bu sessizliği göz ardı edemez ve sanatıyla ses vererek bu mahkûmun mesajını iletir.

 

Böyle bir görev için hiçbirimiz yeterince iyi değiliz. Ancak yaşamın sunabileceği her koşulda, bilinmezlikte de, geçici şöhrette de, zorbalar tarafından zincirli veya kendini ifadede özgür bile olsa, yazar bu canlı toplumun desteğini ve kalbini kazanabilir. Bunun için de, kendi yeteneğiyle kapsayacağı ve sanatına yücelik katacak o görevi üstlenmesi gerekir: Kendini gerçeğin ve özgürlüğün hizmetine sunmak. Yazarın görevi, olabilecek en fazla sayıda insanı bir araya getirmek olduğu için, sanatında, yalnızlığı besleyen o yalanlara ve hizmetkarlığa boyun eğmemelidir. Kişisel zaaflarımız ne olursa olsun, sanatta asalet yerine getirmesi zor iki taahhütle kazanılır: Aslını bile bile yalan söylememek ve baskıya direnmek.

 

Geçtiğimiz yirmiyi aşkın çılgın yıl boyunca, kendi neslimdeki diğer insanlar gibi, ben de zamanın çırpınışlarında kayboldum ve yalnızca bir şeyden destek gördüm: Bugünlerde yazmanın sadece yazmaktan ibaret olmaması dolayısıyla taşınan o onurlu, gizli histen. Özellikle, gücüm ve yaradılışım göz önüne alındığında, aynı tarihi yaşayan tüm insanlarla beraber, paylaştığımız umutsuzluğa ve umuda katlanabilmek bir taahhüttü. Bu insanlar; Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında doğan, Hitler iktidara geldiğinde ve ilk devrim davaları başladığında yirmi yaşını süren, eğitimleri tamamlandığında İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, toplama kampları, bir işkence ve hapishane Avrupası ile karşı karşıya kalan insanlar. Bu insanlar bugün kendi çocuklarını büyütmek ve nükleer yıkım tehdidi altında olan bir ülkede iş kurmak zorundalar. Bana göre kimse onlardan iyimser olmalarını isteyemez. Hatta yine bana göre; umutlarını tamamen kaybettikleri o anda onursuzluk hatasına düşen ve dönemin nihilizm akımına kapılanları da anlamalıyız ancak bu akımla savaşmaktan da vazgeçmemeliyiz. Ülkemde ve Avrupa'da birçok insanın bu nihilizmi reddedip bir meşruiyet arayışına girdikleri bir gerçek. İkinci kez doğabilmek ve çağımızın ölüm sezgisiyle açıkça savaşabilmek için, felaket zamanlarında bir yaşam sanatına sahip çıkmak zorunda kaldılar.

 

"Görevimiz dünyanın kendini yok etmesini engellemek"

 

Her nesil, şüphesiz ki, dünyayı yeniden biçimlendirmek için çağrıldığına inanıyor. Benim neslim ise, onu yeniden şekillendirmeyeceğini ve görevinin bundan daha zor olduğunu biliyor. Bu görev de, dünyanın kendi kendini yok etmesini engellemektir. Bu nesil, karışık ve yenik devrimlerle, ölü tanrılarla ve tarihi geçmiş ideolojilerle dolu, teknolojinin delirdiği ve ikna edilmesi imkânsız, vasat güçlerin her şeyi yok ettiği, nefretin ve baskının hizmetkârı olabilmek için zekânın kendi itibarını düşürdüğü, bu yozlaşmış tarihin mirasçılarıdır. Onlar, içeride ve dışarıda, yaşam ile ölümün itibarını şekillendiren şeyi, kendi olumsuzlamalarıyla yeniden yaratmak zorunda kalıyorlar. Parçalanma tehdidi altındaki bir ülkede, engizitörelerimiz sonsuza kadar hüküm sürecek bir ölüm imparatorluğu kurabilir. Bu risk ile karşı karşıya bulunan bu nesil, zamana karşı çılgın bir yarışta ve bilmesi gerekeni biliyor: Tüm uluslar için hizmetkârlığı barındırmayan bir barışı yeniden tesis etmek; emeği ve kültürü yeniden barıştırmak ve tüm insanlarla Ahit Sandığı'nı yeniden yaratmak. Bu neslin bu muazzam görevi yerine getirebileceği kesin değil, ancak dünyanın her yerinde çoktan gerçeği ve özgürlüğü sorgulamaya başlıyor ve bu uğurda nefret dolu olmadan nasıl ölüneceğini biliyor. Bu yüzden görüldüğü her yerde, özellikle de kendini feda ettiği yerlerde, takdir edilmeyi ve desteklenmeyi hak ediyor. Her halükarda, tam onayınızı almak, bana verdiğiniz onuru bu nesle aktarmak istiyorum.

 

Yazarın asaletini belirttiğime göre, onu da yerine yerleştirmem gerekiyor. Yazarın, silah arkadaşlarıyla paylaştıklarından başka hiç bir iddiası yoktur. Kırılgan ama inatçıdır, adaletsiz ama adalet konusunda coşkuludur, diğer insanların nazarında işini utanç ya da gurur duymadan yapar, keder ve güzellik arasında bölünmekten vazgeçmez ve kendini bu ikili varoluştan sıyırıp, tarihin yıkıcı anlarını ortaya seren ürünler yaratmaya adar. Böyle birinden kim kesin çözümler ve yüksek bir ahlak bekleyebilir ki? Gerçek gizemli, güvenilmez ve her zaman fethedilmeye hazırdır. Özgürlük tehlikeli, onunla yaşamak zordur, ancak bir o kadar da mutluluk vericidir. Bu iki hedefe doğru, acıyla ve azimle ve yol boyunca yapacağımız hataların önceden farkında olarak yürümeliyiz. Hangi yazar bundan sonra vicdanı rahat bir biçimde kendini erdem konusunda bir hatip olarak tanımlayabilir ki? Kendi adıma konuşmam gerekirse, bu türden biri olmadığımı tekrar söylemek istiyorum. Hiç bir zaman aydınlıktan, varoluşun zevkinden ve içinde büyüdüğüm özgürlükten feragat edemedim. Geçmişe duyduğum özlem, hatalarımı ve yanlışlarımı açıklasa da, şüphesiz ki sanatımı daha iyi anlamamı sağladı. O özlem, kendileri için hazırlanan yaşamı sürdüren sessiz adamları sorgusuz bir şekilde desteklerken, öz ve özgür mutluluğun hatırasıyla, bana yardım ediyor.

 

Bu sayede kendimi gerçekten olduğum kişiye indirgedim; sınırlarım, borçları ve zor inançlarıma... Bana verdiğiniz onurun cömertliği karşısında konuşabilmek açısından kendimi şimdi daha özgür addediyorum. Bu ödülü, benimle eş zamanlı olarak aynı kavgayı sürdüren, herhangi bir ayrıcalık tanınmamış hatta aksine acı çekmiş ve zulüm görmüş tüm insanlara hürmetlerimi göstermek için aldığımı söylerken de yine bu özgürlüğü hissediyorum. Size kalbimin en derinliklerinden teşekkür ediyorum ve şükranlarımın en şahsi ifadesi olarak, bütün gerçek sanatçıların her gün kendi kendilerine sessizlik içinde tekrar ettikleri, o kadim sadakat sözünü veriyorum.

 

 


 

 

* Çeviren: Elif İlik