21 Temmuz 2024 Pazar

Bülent Ecevit - Bir Savaş Ardı Destanı (Çanakkale-Savaş Bitti)



 BİR SAVAŞ ARDI DESTANI

“Söyle arkadaşım” dedi Anadolulu Mehmet
yanı başındaki Anzak erine
“nerelerden kopup gelmişin
neden çökmüş bu mahzunluk üzerine”

“DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDAN” (*)
dedi gencecik Anzak
“öyle yazmışlar mezar taşıma
doğduğum yerler öylesine uzak
örtündüğüm topraksa gurbet bana”

“Dert edinme arkadaşım” dedi Mehmet
“değil mi ki bizlerle birleşti kaderin
değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet
sen de artık bizdensin
sen de bencileyin bir Mehmet"
Çanakkale toprağının
üstü cennet altı mezar
kavga bitmiş mezarlarda,
kaynaş olmuş yiten canlar
"Ya sen" dedi Mehmet
oyun çağındaki İngiliz erine,
"yaşın ne senin kardeş
böylesine erken buralarda işin ne?"
"Yaşım sonsuza dek onbeş"
dedi ufak tefek İngiliz eri.
"köyümde askercilik oynar
coştururdum trampetimle bizimkileri.
Derken kendimi cephede buldum
oyun muydu gerçek miydi anlamadan
bir sahici kurşunla vuruldum.
Sustu boynumdaki trampet
son verildi böylece oyundan bozma işime
Gelibolu'da bana da bir yer kazıldı
mezar taşıma ON BEŞİNDE TRAMPETÇİ yazıldı
öyküm de künyem de bundan ibaret”
Yağmur yağıyordu usul usul toprağa
gözyaşları düşerek üstüne sanki
damla damla ağlıyordu uzaktan uzağa
sahibini yitiren bir trampet.
"Ya sizler" dedi Mehmet
dünyanın dört kıtasından
mezarlar dolusu erlere
"hangi rüzgar savurdu sizleri
bu bilmediğiniz yerlere"
Kimi İngilizdi kimi İskoç
kimi Fransızdı, kimi Senegalli,
kimi Hintli, kimi Nepalli,
kimi Avustralyadan Yeni Zelandadan Anzak.
gemiler dolusu asker
Her biri niye geldiğinden habersiz
Gelibolunun oya gibi koylarından sızarak
tırmanmışlardı dağa bayıra
siper siper yara gibi yarılan toprak
mezar olmuştu savaş ardından onlara.
Kiminin BURADA YATTIĞI SANILIR
kiminin ADI BİLİNSE DE MEZARI BİLİNMEZ
kiminin de mezar taşında
on altı on yedi on sekiz yaşında
EBEDİ İSTİRAHATE ÇEKİLDİĞİ yazılı
Çanakkale topraklarında
Her birinin erken biten yaşam öyküsü
eski yazıtlar gibi taşlara böyle kazılı.
"Anlamaz mıyım" dedi "halinizden kardeşler"
adına yazılı taşı bile olmayan asker
Anadolu'lu Mehmet
"ben de yüzyıllarca yaban ellerde
neyin uğruna bilmeden can vermişim
Kendi yurdum uğruna can vermenin tadına
ilk kez Çanakkale'de ermişim.
Uğrunda can verdikçe vatandı ancak
ekip biçtiğim padişah mülkü toprak.
Değil mi ki sizler alamasanız bile,
bu topraklar almış sizi sizleri basmış bağrına,
Sizlere de vatan sayılır artık Çanakkale."
Çanakkale'de toprağının
üstü cennet altı mezar
kavga bitmiş mezarlarda
kaynaş olmuş yiten canlar
Bir garip savaştı Çanakkale savaşı
kızıştıkça kızgınlığı dindiren
ara verildikçe ateşe
düşmanı kardeşe
döndüren bir savaştı.
Kıyasıya bir savaştı
ama saygı üreten bir savaş
Yaklaştıkça birbirine
karşılıklı siperler
gönüller de yakınlaştı
Düştükçe vuruşanlar toprağa
dostlar gibi kaynaştı.
Savaş bitti
ölenler kaldı sağlar gitti
köylü köyüne döndü evli evine
Kır çiçekleri geldiler akın akın
çekilen askerlerin yerine
yaban gülleri dağ laleleri papatyalar
kilim kilim yayıldılar toprağa
siper siper
toprağın savaş yaralarını örttüler
Koyunlar koruganları yuva yaptı kendine
kuşlar döndü gökyüzüne kurşunların yerine.
çiçeğiyle yemişiyle yeşiliyle
silah yerine saban tutan elleriyle
geri aldı savaş alanlarını doğa
can geldi toprağa silindikçe kan izleri
yeryüzünde cennet oldu öylece
o cehennem savaş yeri.
Şimdi Çanakkale Gelibolu
bahçe bahçe
ülke ülke
mezar dolu.
Üstü cennet altı mezar
Çanakkale toprağının,
kavga bitmiş mezarlarda,
kaynaş olmuş yiten canlar.
"Huzur içinde uyusun"
vuruştukları toprakta
kavgadan kinden uzakta,
yanyana dostça yatanlar.


Bülent Ecevit
( 1925 - 2006 )





(*) Şiirde büyük harflerle yazılmış sözler
Gelibolu Yarımadası’ndaki İngiliz ve
Anzak mezartaşlarından alınmıştır.

20 Temmuz 2024 Cumartesi

Cemil Ünlütürk - Suudi Arabistan’da İslam

 


Cemil Ünlütürk’ün gözlemlerini birlikte okuyalım:

       “1-Suudi Arabistan'da türbe, yatır yoktur, yasaktır. Bunlar olmayınca doğal olarak ziyaretleri de yoktur. Böyle davranışlar gericilik, cahiliye devrinden kalma putperestlik sayılır.
       2-Suudi Arabistan'da peygamberimize ait olduğu söylenen “Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif” gibi ziyaretler de yoktur. Böyle davranışlar gericilik ve şirk sayılır.
       3-Suudi Arabistan'da imam, müezzin gibi din görevlileri, ülkemizdeki gibi devlet memuru değillerdir, devlet bütçesinden bu kişilere maaş ödenmez. Allah için yapılan görevin karşılığında para almak ayıp sayılır ve yasaktır, para alan imamların arkasında namaz kılınmaz.
       4-Suudi Arabistan'da biri çıkıp da 'medyum' olduğunu iddia ederse kellesi hemen gider.
       5-Suudi Arabistan'da Nakşilik, Nurculuk, Fethullahçılık tarikatlar yoktur, onların şeyhleri de, müritleri de, cemaatleri de yoktur. Tarikat şeyhleri, müritleri televizyonlara kanaat önderi olarak çıkmaya kalkarsa hemen kelleleri alınır.
       6-Suudi Arabistan'da Kız İmam Hatip Lisesi yoktur. Bu komik bulunur, çünkü İslamiyet’te kadından imam olmaz.
       7- Suudi Arabistan’da camilerin altında ticarethane açmak İslam’ı ticarete alet etmek olarak görülür ve izin verilmez.
       8- Suudi Arabistan camilerinde; derneklerin, kişilerin para toplaması yasaktır. Buna yeltenenlerin mahkeme kararına gerek olmadan elleri kesilir.
        Elbette size bir şeriat ülkesinin övgüsünü yapmadım.
        Bir şeriat ülkesinde bile yasaklanan bazı şeylerin ülkemizde serbestçe nasıl uygulandığını hatırlatmak, güzel dinimizin nasıl sömürüldüğünü vurgulamak istedim.
         Ayrıca Suudi Arabistan’da nüfus yoğunluğuna göre cemaat sayısının yeterli olmadığı bölgelere cami yapılmasına izin verilmiyor.”
Önceki gün İzmir’de toprağa verilen Cemil Ünlütürk’ün Suudi Arabistan’daki İslam yaşamı ile ilgili tespitleri böyle.

Ne garip değil mi?

Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlığında yasakladığı kimi şeyler, onun vefatından sonra ülkemizde serbest hale geldi, ama şeriatla yönetilen Suudi Arabistan’da hâlâ yasak.

Demek bizde yaşanan pek çok şeyin “İslami kuralla” ve “İslami inanışla” ilgisi yok.

Suudi Arabistan ile ilgili yazılacak çok şey var.

Hangi birini yazayım, ülkenin şeriatla yönetildiğini, ama şeriat kurallarının sadece“halka” uygulandığını,“hanedana” uygulanmadığını mı?

Hanedan üyelerinin, ülkede olup biten her şeyden “yüzdelik” aldığını mı?

Genel cinsel tercihlerin sapkınlığını mı?

19 Temmuz 2024 Cuma

KOMPRADOR BURJUVAYA KARŞI DEVLETÇİ İKTİSAT FELSEFESİ

 


Başlığında ve içinde komprador geçen bir yazı yazsam, bu açıklamayı da yazıyorum. Bu kelime çok kullanılır ve gerçek anlamı pek az bilinir. İspanyolca ve Portekizce de tam anlamı satın alıcı yada mümessil demek.  İşbirlikçi anlamına da geliyor. Sömürgeciliğin önderi bu ülkeler, yerli halklarla doğrudan ilişkiye girmek yerine, onlar arasından bazı temsilciler ile ilişkiye girip, bu temsilciler ile işgal ettikleri ülkeleri yönetmişler. Bunlara da komprador demişler. Zira ilk başlarda bu kişilerin asıl işleri, yerel ürünleri, İspanyollar ve Portekizliler için satın almakmış. Sonra Avrupalı efendiler, pek çok işi onlara yaptırmış. Diğer sömürgeciler de onların izinden gitmiş. İngilizler, koca Hindistan'ı  (o zamanki Hindistan kavramına bu günkü Pakistan, Bangladeş, Seyşel Adaları, Bhutan, Nepal, Myanmar falan da dahilmiş) yüz milyon kadarken, yüz bin kadar subayla yönetmiş. Şevket Süreyya Aydemir, Hindistan'dan bahsederken, son Babür (Mughal) imparatorunun, İngiliz Hindistan şirketinin yerel memuru haline geldiğini yazar. Bu sözü Pehlevi hanedanlığı için de söyleyebiliriz. Hanedan sadece iki Şah görmüş, babayı İngilizler tahta çıkarmış, Oğlu tam anlamı ile İngiliz BP ve Amerikan Exon şirketlerinin elemanı olarak çalışmış, onların çıkarına zarar verenlere hiç acımamıştır.

Ben kompradorları, doğrudan devlet yöneticileri-tarikat, aşiret gibi topluluklar ve yöneticileri ve  şirketler-ticaret erbapları olarak üçe ayırıyorum. Üçü de ayrı ayrı yazı konusu, ben üçüncüsü ile ilgili olarak yazacağım. Gerçi bu üçü birbirinden ancak kavramsal olarak ayrılabilir. Komprador burjuvalar, komprador politikacılar olmadan, komprador politikacılar da, komprador tarikatlar-aşiretler olmadan yaşayamaz. Komprador politikacıları da seçilmesi için komprador aşiretler-tarikatlar ile, komprador burjuvalar besler.

Dünyayı işgal etmiş olan Avrupalı beyaz adam,  geride bir sürü kompradorunu bırakmış, eski sömürgelerinin en büyük ticari ortağı olmuştur. Bu komprador burjuvalar,  birikimlerinin önemli bir kısmını efendilerinin memleketine aktarırlar ve bir ayakları hep oradadır. Bir şekilde efendilerinin ülkesine çalışırlar.

Devletçilik ilkesinin bir sebebi de bu komprador burjuvanın ekonomideki egemenliğini kırmaktır. Komprador burjuva, ürün ithalatı , ham madde ihracatı ve efendileri ile bağı yüzünden sanayileşmenin önünde engeldir. Sadece kendisi sanayi yatırımı yapmakta isteksiz olmakla kalmaz, sanayi yatırımı heveslisi müteşebbislere de saldırırlar. Bu saldırılar genelde dedikodu, meedya gücü ile karalama ve finansal dışlama şeklinde olur.

Ülkemizde kompradorluğa alışmış burjuvaazi, devletçi ekonomiye hep düşman oldu ve özelleştirme talep etti. Dileğini de aldı. Seksenli ve doksanlı yıllarda özelleştirme propagandası, özel sektörün bu işletleri daha verimli işletip, büyüteceğiydi.Oysa özelleştirme ile satılan kurumların tamamı ya yok edilip, arazisine bina yapıldı, yada küçüldü. Şöyle ciddi bir araştırma yapılmıyor, özelleştirilen tesislere ne oldu diye.

Son olarak, Temmuz 2024'de, İzmir'de, elektirik kaçağı ile ölüm olayında bir kısım medya,  muhalefetteki belediyeyi suçladı. Oysa elektirik dağıtımı özelleştirilirken, hem hizmet kalitesi özelleşecekti, hem de  kaçak eletirik parası ortadan kalkacaktı.

Özelleştirme sevdalılarından hesap soramıyoruz ya, o yüzden.

17 Temmuz 2024 Çarşamba

EVREN-ÖZAL-FTÖ ÜÇGENİ



 Rastgele kitap okumanın bir keşif zevki var Bazen neye niyet, neye kısmet diyorsun. Halkevleri'nin açtığı stantlarda, biraz ayıp olmasın, biraz da yardım olsun diye bir kitap aldım ve yakın çağ-12 Eylül konusunda, gözüm açıldı-uyandım diyebileceğim bir aydınlanma yaşadım. Kitabın adı, Muhafazakarlığa Karşı Femibizm, yazarı da Handan Koç.

Aslında kitap,  adı gibi feminizmi, muahfakarlığa karşı savunmak için yazılmış bir kitap. Çoğunlukla az satan bazı dergilerin eski sayılarında yayımlanmış yazıların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuş ve pek çoğunun içeriğini yazarın kendi de unutmuş sanki. İki binli yıllarda, hem Reis'in, hem de Ftö'nün gücü ve dostluğu zirvedeyken, Ftö üzerinden reis ve iktidarı eleştirmiş. Bir yazısı ile farkına olmadan büyük bir sırrı ifşa etmiş. Ftö'nün sürekli din-iman sohbeti yapan bir dergisi vardı, Sızıntı diye. İşte bu dergi, 2008 mart ayında, Turgut Özal ile F.G'nin 1979'da özel bir görüşme yaptığını yazmış. Bunu da önce Expres diye,  kimsenin pek az satın aldığı bir dergide yayınlamış. Sızıntı, çok satılmasına rağmen az okunduğu için dikkat çekmemiş. ( Hep derim, Türkiye'de dini yayınlar çok satılır, az okunur.)

Bir anda beyimde şimşekler çaktı. Neoliberal sistem Özal'ı çok önceden başbakan atamıştı. 1977'de, seçilmeyecek yerden MSP (Milli Selamet Partisi, Necmettin Erbakan'ın partisi) millet vekili adayı olması da buna hazırlıktı. Halk ve siyasi partiler bilmiyordu ama darbe çok önceden hazırdı zaten, Evren'in dediği gibi, şartların olgunlaşması beklendi. Bekleyenler sadece Kenan Evren ve generalleri değildi anlaşılan. Pek çok gazeteci, tarihçi ve siyasetçi, bunların birbirinden ayrı olduğunu savunur. Emin Çölaşan, yayınlandığı yıl çok satan, Turgut Nereden Koşuyor adlı kitabında, Özal'ın hayatı ile ilgili pek çok eksik bilgiye yer verir. Üniversiteden sonra, Teksas'ta, iktisat yüksek lisansını anlatmaz. Özal'ın, şimdilerde kapatılan (İller Bankası ile beraber Kalkınma bakanlığına dönüşen) Devlet Planlama Müsteşarlığına, bir günde, Elekitirk İşleri Etüt idaresinden gelip, müsteşar olmamıştır. Özal'ın yetmişlerdeki hali için, Demirel'e bizim Süleyman diyeceğini rüyasında görse, tövbe çekerdi diye yazmıştır. Oysa daha o zamanlarda siyasete atılacağı kişilerle ilişkilerini sağlamlaştırmıştır.

1983 seçimlerinde halka, ya asker, ya Özal dayatması yapılmış, bu dayatma da Özal'a ve partisi ANAP (Anavatan partisi)'a, buçuk parti denilerek saklanmıştır. Halkçı parti kurulmaması için Atatürk'ün o zamanlar yüz yaşında olan yaveri bile veto yemiş; Mehmet Keçeciler gibi, meşhur Konya mitingi organizatörü bile onay almıştır Evren ve arkadaşlarının Milli Güvenlik Konseyinden. 1983 seçimlerinde sekiz yaşındaydım. Sokaklarda sadece ANAP'ın amblemleri ve araçları olduğunu hatırlıyorum. Anketlerde ANAP, 1. parti çıkınca, anket yapmak yasaklanmıştı. Sanki Kenan Evren anket yatırmıyor muydu? O da kimin, ne olacağını az buçuk tahmin etmiyor muydu? 1983 genel seçimleri ile yerel seçimleri arasında neden altı ay zaman vardı? Oysa 1982 anayasaına evet demek, aynı zamanda Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığına evet demekti. Bu seçimlerde benzeri yapılabilinirdi. Seçmenin mecliste Özal'a, belediyede MDP (Milliyetçi Demokrasi partisi, askerlerin partisi) verme (özellikle küçük yerlerde belediye İller bankası-Kalkınma bakanlığından para alsin diye seçmenler böyle yapar) durumuna karşı bir tedbirdi bu. Genel seçimlerde tek başına iktidar olan ANAP, yerel seçimlerde belediyeleri sildi, süpürdü.

Gene de Kenan Evren, Özal'a bir ay boyunca hükumeti kurma görevi vermedi. Özal ile mesafeli görünmek istedi. Sonrasında hakiki Çankaya noteri oldu. Özal ilk yıllarında, 1987'e kadar ülkeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetti. Meclisten kanun hükmünde kararname çıkarma yetkileri altı ayda bir. Özal'ın neoliberal politikaları, askerlerce uygulanamazdı. Şili'de bunun  örneği görülmüştü. Pinoshet, Şikago oğlanları denen iktisatçıların eli ile ülke ekonomisini, ITT başta olmak üzere uluslar arası kartellere oyuncak etmiş, halkı fakirleştirmiş, ülke nüfusunu yüzde onuna yakınını katledip, bir o kadarını da göç ettirterek, meşhur iktisat profesörü Milton Friedman'ın övgülerini almış, Friedman'da Nobel iktisat ödülünü almış ama dünya bakır rezervlerinin üçte birini oluşturan bakır madenleri özelleştirilememişti. Bu yüzden özelleştirmeleri, halkın seçtiği parti yapacak, bu işi de darbeciler koruyacaktı. Türkiye'de öyle oldu. Aslına bakarsanız Özal'da bir Şikago oğlanıydı. Teksas'ta iktisat mastırı yapmış ve ta o yıllarda, bu günler için eğitilmişti.

Bütün bu fakirleşmede halkın kendisini suçlu bulması sağlandı. Öyle ya,  kardeş kavgası yapmışlardı, devlete karşı çıkmışlardı. Bu fikrin baş anlatıcısı, ülkenin tek kanalı, günde yazın 5, kışın 4 saat yayın yapıp, İstiklal marşı işe açılıp, kapanan televizyonuydu. Sık sık yapılan sokağa çıkma yasakları ve sokak terörü yüzünden halk, akşamları eve kapanmıştı. Gazeteler de sansürlüydü. Radyo ve televizyonlar, bizzat solcu spikerlerin ağzından, halka önce sağ-sol kavgası için, sonra soşcu olduğu için suçluluk duygusu aşılandı. 12 Eylül boyunca hiç bir şey tesadüfe bırakılmamaya çalışıldı. 1980-85 arası çocuk hikaye kitaplarının yüzde seksenindne fazlasının konusu, ebebeynlerinin sözünü dinlemeyen çocukların başlarına gelenlerdi.

Bir halk, hem suçluluk duygusuna, hem de yoksullaşmaya, din olmadan dayanamazdı. Ancak kapitalizm de, şeriatın ani bastırması ile sekteye uğrayabilirdi. Diğer yandan 12 Eylül'ün, sözüm ona durdurduğu kardeş kavgalarından biri de Alevi-Sünni kavgasıydı. Bu yüzden din, Türk toplumuna damla damla verildi. Kenan Evren, sözüm ona tarikatlarla mücadele ediyor, solcuların yanında Ülkücü ve tarikatçıları da eziyor görünmeye dikkat ediyordu. Ara ara tarikatlara da operasyon yapıyorlardı. Hatta meşhur Menzil köyüne de baskın yapılmıştı. Bu tür baskınların tarikata hiç etkisi olmadı. Aksine reklamı oldu. En büyük reklamı da, Kara Ses adını verdiği ve o sıralarda Almanya'da yaşayan Cemalettin Kaplan için yaptı.

Diğer yandan ülkeyi Sünnileştirme çabaları da tam gaz devam ediyordu. Camisiz Alevi köyü nırakılmıyor, zorunlu din derslerinde, din öğretmenleri derslerinde Alevi öğrenci tartaklıyordu. Daha Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı sırasında f. başta olmak üzere tarikatlar, devlet kademelerinde gözle görünür şekilde örgütleniyordu. Turgut Özal ve ailesi, Nakşibendi şeyhi Mehmet Zahit Kotku'nun tekkesine bağlıydı. Hatta annesini de o şeyhin yanına, bakanlar kurulu kararnamesi ile defnettiydi. Bu yüzden de Türkiye'nin pek çok yerinde Mehmet Zahit Kotku camisi vardır.

Sac ayağımızın üçüncüsü olan F. o günlerde saklanıyor, şehir şehir dolaşıyor, sık sık ev değiştiriyordu. Kendisi, basına yansıyan haberlere göre halen hayatta ise de, ölmüş gibi bir şeydir. Basına servis edilen fotoğraflarda, sanki ölmüş de gömülmemiş gibi durmakta. Kendisi ile ilgili çok şey bilinmekle yada bilindiği sanılmakla beraber, çok şeyde karanlıktadır. 15 Temmuzdan sonra bazı generallerin itiraf ettiği gibi,  1983'de bile kurmaylık sorularını çalabiliyorlardı.  Seksenlerde yada doksanlar başında, tarikatın emniyet örgütlenmesinin Nokta dergisine kapak olduğunu da hatırlıyorum.

(1982-2007 arasında yayımlanan ilk Nokta dergisini, 2013'de derginin isim hakkını alan Ft'cülerin Nokta dergisi ile karıştımayalım.)

Bu örgütle ilgili son aydınlanmayı, Toygun Atilla'nın İfşa adlı eseri oldu. Kitap zaten örgüt hakkında. Kitapda 1986'da Burdur-Antalya yolunda yakalanmasını anlatıyor. İki araçlık konvoyla giderken, polis çevirmesi ile yakalanıyorlar. Diğer beş kişi, hocayı tanımadığını falan söylüyor. Tutuklayan polisler, bir anda telefon yağmuruna tutuluyorlar. Herkes hocadan başlayarak diğer kişilerin serbest bırakılmasın istiyor. Turgut Özal, bizzat arıyor serbest bırakılması için. Altı yıldır kaçak gezen şahıs, polis sorgusundan sonra serbest bırakılıyor.

Son günlerde pek çok örgüt üyesinin (aralarında üç yüz küsur hakim ve savcı da var) işlerine dönmeyi, Altan kardeşlerin ve Nazlı Ilıcak'ın çoktan serbest kalması falan da bir garip değil mi?

(Hem hocanın, hem de A. Öksüz2ün sorgulanıp, serbest bırakılması bana 1995 yapımı Olağan Şüpheliler filmini hatırlatıyor. Bir polisin mutlaka izlemesi gereken polsiye filim budur bence. Filmdeki Kayzer Soze'de Tğrktür ve filmin sonunda sigarayı Türk gibi tutar)

Konvoydaki diğer beş kişiden dördü, darbeden evvel yurt dışına çıkıyor. Beşincisi ise tutuklansa da, kolu incindiği için tutuksuz yargılanmak üzere salıverilip, ortadan kayboluyor. Hepsi de örgütün önemli kurumlarında görev alıyor. Kitabın tarzı biraz rahatsızlık verici geldi, Tıygun Atilla, sanki efendinin yanı başında gezmiş yada gezenlerden rapor almış gibi. İşte o an bir aydınlanma yaşadım. Toygun Atilla'nın kaynağı kendisi gibi Ulusalcılar ve Doğu Perinçek tayfasıydı. Aslında örgüt, ilk kurulduğundan berİ, hatta MİT'e sızarken, devletin yada devletteki-MİT'teki bazı grupların gözetiminde ve kontrolündeydi. İngiliz roman yazarı John Le Carre'nin, Soğuktan Gelen Casus ve Köstebek romanlarındaki gibi. Yazar zaten daha önce de MI5 ve MI6 ajanıymış.

Jani ortada bir tiyatro var ama

 oyun yazarı ve yönetmenler zannetiğimiz kişiler değil.  Oynun kökleri Turgut Özal ve Kenan Evren'e dayanıyor.