1 Ekim 2016 Cumartesi

ÇARPICI GERÇEK: SİNEKLERİN TANRISI
          Bir İngiliz gazeteci, Gandi’ye sormuş; İngiliz medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz? Cevap şahane: Olsa, iyi olurdu. William Golding, bu eseri yazmana, 2. Dünya savaşı yıllarında başlamış. Bu savaş batı için bir şoktur. Almanlar, binlerce yıllık komşuları Yahudiler başta olmak üzere Avrupa içinde bir soykırım yapmışlardır. Oysa şok geçirmeleri için çok bir sebep yoktu. Bu batılıların yaptığı ilk katliam değildi, hatta Almanların yaptığı ilk katliam değildi. Hatta katliamı bir yana ilk Alman soykırımı da değildi. Almanlar daha önce Namibya (Güney Batı Afrika), Tanganika  (Tanzanya) gibi sömürgelerinde katliamlar, hatta soykırımlar yapmıştı. İngilizlerin ya da Fransızların soykırımlarını sıralamaya bile kitaplar yetmez. Yoksa sebep olayın Avrupa’da olması mıdır? Oysa Avrupa tarihi boyunca elli sene barışı, 2. Dünya savaşı ile Yugoslavya iç savaşı arasındaki elli yıllık süreçte yaşadı. Balkan yarımadasının tarihi, soykırımlar tarihidir.
           Aslında ilk dehşete düşen ve tehlikeyi fark eden ressam Picasso’dur. Meşhur Guernica tablosu, medeniyetimiz batıyor çığlığıdır. (Nihat Genç, Leman yazılarından birinde buna eğinmişti) Almanlar neden iki bin yıllık komşuları Yahudileri böyle canice katletmişti? Çünkü sömürgelerinden olmuştu. Tanganika, Nabibya, Kamerun, Kuzey Doğu Yeni Gine, Bismark adaları gibi pek çok değerli sömürgesini kaybetmişti.  Hicaz demiryoları ihalesini alması sayesinde bütün bu sömürgelerden daha fazla pamuk ithal edebildiği Osmanlı’da dağılmıştı. İngiltere, Fransa gibi devasa bir imparatorluk olmak isterken ufak bir orta Avrupa devleti olup, kalmıştı.
         İşte o hırsla 2. Dünya savaşını başlattı Almanya. Diğer sömürge imparatorluklarının o devasa servetini istiyordu ama donanması Paris antlaşmaları gereği yok edilmişti ve olsa bile İngiltere ve Amerika ablukasını yarıp, Afrika’da toprak edinemezdi artık.  Hitler’i o kaybettikleri zenginlikleri geri alsın diye seçmişlerdi.  Son hızla ve acımasızlıkla ele geçirdikleri yerleri yağmalamak istiyorlardı. Yaptıkları, Avrupalı beyaz adamın Afrika ve diğer sömürgelerinde yaptıklarının aynısıydı.
          Biz buradan konuyu romana zıplatalım. Bu gençlerin ıssız adada köleleri ya da aşağılayacakları başka ırkları yoktu. Hepsi seçkin sınıf üyesiydi ve işçi sınıfını ezmeye alışmış ailelerden geliyorlardı. Sonuçta çocuklar orada kendi cehennemlerini yaratır. Kaçınılmazdır bu, medeniyetimiz nedir ki, çocuklarımız o olsun?  Bizdeki vahşet, onlara da bulaşmış olabilir mi?

         Bir pedagogun sözü halen aklımdadır. Çocuklar her dediğimizi yapmaz ama her yaptığımızı mutlaka yaparlar. Roman bu gerçeği gözümüze sokmakta.

18 Eylül 2016 Pazar

OKUNMASI GEREKEN ON BİN KİTAP 2
CEZMİ ABİ

            Cezmi Ersöz’ü, 1993-94 yıllarında, Leman dergisindeki yazıları ile tanıdım. O zamanlar Leman, yüz elli bin civarı tirajıyla Türkiye’nin en çok satılan dergisiydi. Cezmi’de, derginin tam ortasında yazısı yayımlanan en ünlü yazarıydı. İtiraf edeyim dergiyi almaya başladıktan sonra uzun süre sadece karikatürleri okudum. Çünkü ben mizah dergilerini okumaya anlı şanlı Gırgır’la başlamıştım ve orada ciddi yazılar olmazdı. Sonradan, Gırgır el değiştirince, Oğuz Aral, Gırgırı terk edip (böylece Gırgır’ı Gırgır olmaktan çıkarınca) Avni dergisini çıkarınca, orada okur mektupları köşesi çıkmıştı.
      Cezmi Ersöz’ün yazsını okuyunca inanılmaz şekilde sarsılmıştım. Bu adam sanki beni bizzat tanıyordu. O andan itibaren her hafta Leman dergisi almaya koşuyordum. Künyede Cuma deniyordu ama dergi Perşembe günleri çıkıyordu. Pazartesi, Salı gibi kalmıyordu, daha doğrusu Isparta’da bulunmuyordu. Derginin haftalık tirajı yüz yirmi bin civarı deniyordu ki, bence daha fazlaydı. Fettullah Gülen cemaatinin dergisi Aksiyon, abonelik sistemine rağmen o kadar satmıyordu. Gerçi her durumda Gırgır dergisini yetmişler ve seksenlerdeki beş yüz bin (hatta bir ara yedi yüz elli bin) tirajına yaklaşamazdı ama gene de çok satıyordu. Belki de iki yüz bin falandı.
       Doksanlarda Leman dergisinin politik tavrı, tam devrimciydi. Türk-Kürt kavgasında, barıştan yana ve devletin karşısındaydı. Bu pek devrimci sayılmazdı, zannedilein aksine bu şekilde tavır alan yayın çoktu. Leman’ın asıl devrimciliği, kadınlar ve homoseksüeller üzerine tavrıydı. Kadına şiddete hayır ve cinsel faşizme hayır diyerek, o yıllara göre en demokrat insanların bile zihninde sarsılma yaratmıştı. Çevrecilik üzerine doğandan yana net bir tavrı vardı. Homoseksüel haklarından bahsetmek bile, doksanlı yıllar için tam bir devrimdi.
        Leman, o yıllardan Gezi’nin temellerini atmıştı. Gezide öne çıkan ne varsa, o yılların Leman dergisinde vardı. LGBT, Yeşilciler, taraftar grupları hatta Sosyalist Müslümanlar, yirmi sayfalık Leman’da yer buluyordu, en çokta Cezmi Ersöz’ün derginin tam orta sayfasındaki makalesinde. Birkaç hafta sonra bu yazarla tanışmalıyım dedim, kendi kendime.
        Tanıştım da, hem de trenle Eskişehir’e giderek. Arkadaş oluşumuz ve arkadaşlığımızın hikâyesi uzun. Bu yazıyı uzatır. Onula kavga etmem ve küsmemse, yazdığım romanı önce yayımlayacağını ima etmesi, sonra da beni bu işe karıştırma dediği içindi.
         Ben o romanı neredeyse on sene sonra bastırabildim. O aralar her hafta Leman dergisi almayı da bıraktım. Daha doğrusu her hafta değil de, arada bir alır oldum. Cezmi abi ise o yıllar içinde yavaşça şöhreti azaldı.  Ben de epey bir zamandır onun kitaplarını almıyordum. En son bir indirim rafında görmüştüm, bir heves almıştım. Tesadüfen indirim rafında olduklarını düşünmüştüm.
        Öyle olmadığını Ankara’da kitap fuarına gidince anladım. Yayınevinin standına, ünlü şair Ataol Behramoğlu’nun şiir kitaplarını imzalıyordu. Ben de imzalı kitabı olsun diye, sıraya girdim. O sıraca Cezmi abinin kitapları beş liraya satılıyordu. Üzüntüm iki türlüydü. Biri eski bir dostun, bir zamanlar dostu olmasından övündüğüm bir yazarın çökmesi, diğeri de ülkemin asıl şimdi Cezmi Ersöz kitaplarına ihtiyaç duymasıydı. Vurulan ve yılda iki defa binası bombalanan Özgür Gündem gazetesinde çalışmış, hemen her ie çıkarken, ARKADAŞLAR SON KEZ GÖREVE GİDERKEN fotoğrafı çektirmişti. Öldürülürlerse manşete koymak için. O dönemki izlenimlerini Haritanın Yırtılan Yeri kitabında topladı. İstanbul’da, çoğu Beyoğlu civarında, çoğu ya ucuz otellerde ya da sokaklarda yaşayan bir grup insanla, Cumhuriyet gazetesi adına röportajlar yaptı. Bu röportajları da Son Yüzler kitabında topladı. Özellikle Leman yıllarında kitapları arka arkaya geldi.  Şiir kitabı olan, Şehirden bir çocuk sevdin gene, çoğu Leman dergisi yazılarından oluşan, Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni, Şizofren Aşka Mektup, Kırk Yılda Bir Gibisin, İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme  ,Hayalleri Yak Evi Isıt, Beni Asıl Hayat Aldattı, Bana Türkçe Bir Ekmek Ver  gibi kitapları arka arkaya çıktı ve o doksanlı yıllarda kapışıldı. Gezi ile savunmaya başladığımız pek çok değerin, kadınların , Kürtlerin, homoseksüellerin, doğanın ve ormanın, Alevilerin ve her türlü ezilenlerin haklarını arayan kitaplardı onlar.

        Be şu zamanlarda Cezmi Ersöz’ün tekrar ve bu kuşak tarafından keşfedilmesi gerekliliğini düşünüyorum.

17 Eylül 2016 Cumartesi

Okunması gereken on bin kitap-1: Karl Popper

SAĞDUYU FİLOZOFU KARL POPPER

                20. Yüzyılın önemli filozoflarından Karl Raimund Popper, görüşleri her zaman sarsıcı olmuştur. Görüşleri en fazla sola saldırır gibidir. Zira koca bir kitabı, Marksizmi eleştirmek için yazmıştır. (Açık Toplum ve Düşmanları) Ben de filozofu, öncelikle bu kitabı üzerinden tanıtmaya çalışacağım. Kitap 2 cilt ve ciltler a4 kağıdı boyutunda ve her cilt beş-altı yüz sayfa kadar. İlk cildi Platon eleştirisidir. İkinci cilt, Hegel ve Marks'a ayrılmıştır. Ben de eleştiriyi iki ayrı cilt için ayrı ayrı yapacağım. Çünkü 2 ayrı cilt, 2 ayrı kitap gibi.
        Birinci ciltteki Platon eleştirisi, Platon'un bilgi felsefesine değil, siyaset felsefesi üzerine. Platon'un demokrasi aleyhine düşüncelerini eleştirmekte. Platon, demokrasin yeni doğduğu çağda yaşamıştı. ilginç şekilde demokrasinin sorunları o zaman da aynıydı. Cahil kitleler, demagoglara inanıyor ve böylece diktatörlükler kuruluyordu. Platon'da, bir Aristokrat olarak, Aristokrasiyi savunuyordu. Atina şehir devletinin asil ailelerinden biriydi. Efsaneye göre ailesinin kökleri deniz tanrısı Poseidon'a kadar uzanıyordu. İlginç olan bugün Platon'un sözlerinin demokratlar tarafından paylaşılmasıdır. Çünkü Platon, demokrasiyi yıkan güçleri daha o zamandan doğru tespit etmişlerdir. Platon, aynı zamanda soya dayalı Aristokrasi ve Oligarşinin sorunlarını görmüştür. Bu yüzden bir çeşit eğitim ve seçilmeye ve dayalı, yetenek ve liyakat usulü oluşacak bir aristokrasi ve oligarşiyi öneriyordu. Bunda da ilhamı o sırada Atina'nın savaştığı Sparta devletinin yönteminden almıştı. O zamanlar Atina'dan daha güçlü olan Sparta rejimini modifiye ederek, insanlığa sunmuştur. Popper ise, Platon'un karşısına Sofistlerin ve diğer Sokratesçi okulların (Kirene, Kinikler, Megara, Elis Eretriya okulları) görüşlerini savunur. Bir de Sokrates ile Platon'u ayırır. İşin doğrusu şahsi fikrimce Sokrates'in de demokrasi olduğunu zannetmek gaflettir. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi Sokrates'de bir Aristokrattır ve sınıfı gereği Aristokrasi yanlısı olacaktır. Kaldı ki o zamanların demokrasisinde çok az oy verecek özgür erkek yurttaş vardı. İkincisi Sokrates zamanında Atina'da demokrasi taraftarlarınca idam edilmiş olması ve Sokrates'in de bu demokrasi tarafından affı kabul etmemesi, bir tanrıya sunulacak horoz adağın öğrencilere hatırlatarak intihar etmesidir. Üçüncü olarak Sokrates'in en yakınında olan Platon'un ondan etkilenerek, en azından erken zamanlarında demokrasi taraftarı olmasını beklemeliydik. Oysa Platon'un en erken eserlerinde bile bunu görmeyiz. Platon'u  o kadar erken çağda antidemokrat olarak suçlamak haksızlıktır. onun cahil toplumları demogoglar tarafndan nasıl yönlendirildiği tam da Popper'ın çağında ispat edilmişti halbuki. Tamda Platon'un dediği ve iki bin yıl önceki gibi pek çok demagog (Hitler, Mussolini, Salazar, Franko vs) halkın cahilliğinden faydalanıp, iktidara gelmişti. Popper, bu dev filozofu suçlayacak yerde, ondan demokrasiyi yıkan tehlikeler dersi alabilirdi.
           Asıl tartışılan 2. cildidir. Bu ciltte önce Hegel diyalektiği, sonra Marks tarihselciliğini eleştirir. Aslında Hegel'i eleştirme sebebi, Marks'ı eleştirmektir. Çünkü Marks, tarihselci felsefesini Hegel Diyalektiği üzerine kurmuştur. Bence bunun tek sebebi, hem Marks'ın, he de Frederic Engels'in yaşadıkları çağın Alman eğitim sistemince zorunlu Hegel felsefesine maruz kalmasıdır. Yoksa Hegel'in idealist felsefesini tarihsel materyalizme temel yapmak çok da iyi bir fikir değil. Sonra Marks ve tarihselciliği eleştirir.  İnsan ve toplum davranışlarını tarihselci kalıplara sokulamayacağını söyler. geçmiş tarihsel olaylardan yola çıkılarak, gelecekte böyle olacak diye kesin hüküm vermek yanlıştır. Keşke bunu, Tarihin Sonu diye kitap yazan Francis Fukuyama'ya da söyleseler. Popper'ın Tarihselciliğin sefaleti diye ayrıca başka bir kitabı daha vardır.
         Kitap boyunca haklı olduğu konu demokrasinin bir insan hakkı olduğu ve herkese lazım olduğudur. Demokrasi ihtiyacı kültürlere göre değişen bir şey değildir. Haksız olduğu taraf, sınıf savaşı diye bir şey vardır. İnsanları ekmek ve gelecek derdine düşürüp, onların demokrat oolmasını bekleyemesiniz.

12 Temmuz 2016 Salı

TORPİLLİ EVLİYANIN ŞİZOFREN DÜŞLERİ

TORPİLLİ EVLİYANIN ŞİZOFREN DÜŞLERİ

         Siz hiçbir şizofren tanıdınız mı? Peki o şizofrenle aynı evi paylaştınız mı? Üstelik bu adam şizofrenliğinin farkında bile değil. Gördüğü halüsülasyonları da gerçek sanıyor.
         Onunla tanışmam, hayatımın en zor yıllarını geçirdiğim Yenişarbademli' de oldu. İlçede ilk tanıdığım, daha doğrusu tanımak zorunda kaldığım insanlardan birisiydi Kemal hoca. Ben konuya önce atanmam ile başlayayım.
         Atanmayı, Ankara Beşevler'deki Şura salonunun camına asılır asılmaz öğrenenlerden birisiydim. O zamanlar internet vardı ama e-devlet yoktu. Orada göreve başlamam apayrı bir hikâye ve bu hikayeyi gereksiz yere uzatır. Onunla tanışmam, göreve başladığım gündü. Bana lojman olduğunu söylediler. Lojman, ilköğretim okulunun bahçesindeydi ama liseye aitti. İki katlı güzelim bina, bir zamanlar liseymiş. Sekiz yıllık zorunlu eğitimden evvel yani. Öğretmenevi, halk eğitim merkezi ve ilçe milli eğitim müdürlüğü olarak kullanılan prefabrik bina (Ki yıkılmadıysa kaymakamlık inşaatının bahçesindeydi. Şimdi  bitmiş midir acaba?) ortaokulmuş. Lise olarak kullanılan kümse ise, ilkokulmuş. Sanal alemden takip ettiğim kadarıyla lise, Yenicami mahallesindeki ilkokula taşınmış Pınarbaşı ve Yenice mahallelerindeki ilk okullar da en nihayetinde kapanmış.  Sonra neler olmuş, bizim köhne bina ne olmuş, bilmiyorum, çok da bilmek istemiyorum.
         İşte ben lisenin lojmanında kalacaktım. Lojman, girişi de dahil üç katlıydı. Her katta sağda ve solda olmak üzere iki daire, toplamda altı daire vardı. Benim atandığım gün, lojmandakiler toplantı yapmışlar ve her dairede en fazla dört bekar (erkek) öğretmen kalmasına karar vermişler. Dördüncü bizim Kemal Melih. Giriş kattaki sol dairede kalıyorlar. Ben de gelip, beş olunca, ben ve o, sağdaki dairede kalacaktık. Sol dairede kalanlar, sınıf öğretmenliği yapan ama aslında ziraat mühendisi olan Kadir hoca, lisenin İngilizce öğretmeni Burhan hoca, ilköğretimin edebiyat öğretmeni Muammer hoca. Kadir hoca daha sonra ayrıca eve çıktı. Yani kendine ev kiraladı. Böylece lojmanın giriş katı, bekarlara ayrılmış oldu.
         Ben de bu garip bene eğitimi öğretmeniyle yaşamak zorunda kaldım. Üniversite biter bitmez atanmıştı ve halen biraz öğrenci havasındaydım ve o da biraz öyleydi. İlk konuşmamızı hayal meyal hatırlamaktayım. Ben, tabi halen öğrencilikten tam kurtulamadığım için, ona solcu olduğumdan bahsettim. Kabul ediyorum, gereksizce bir sohbetti. Hele Yenişarbademli'de. Oranın siyasi yapısı ayrı bir hikaye söz konusu. Benim oradaki işlerim biraz uzunca sürdü.
         Isparta merkezde, İl Milli Eğitim müdürlüğünde şube müdürü olan hocam, (Bize bir yıl pedagoji dersi verdi. Ertesi yıl Süleyman Demirel Üniversitesine öğretim görevlisi oldu. Sonra emekli olup, memleketi Mersin'e yerleşti) bana otuz eylülden önce başlamamı, yoksa öğretmenlerin kırtasiye yardımı dedikleri yeni yıla başlama paramı alamayacağımı söyledi. Bunu söylediğinde yirmi sekiz eylüldü. Ben o gün işlerimi elden takip edip, bu elden takip, valilik binası ile, milli eğitim binası arasındaki mesafeyi birkaç kez gezmek demekti, bitirip, saat on beşteki ilçe dolmuşuna yetiştim. Dolmuş, iki buçuk kadar saat sonra ilçeye vardığında, resmi dairelerin hepsi kapanmıştı. O yüzden ilk gecemi öğretmenevinde geçirdim. Ertesi günü benzer koşuşturmayı küçük ilçede yaşadım.  
         Müdürle anlaşamadım. Onunla anlaşabileceğimi de sanmıyordum. Orada olduğu sürece kimseyle anlaşmamıştı. Sonrada oradan tayinini çıkardı. Bu tayin bayağı gürültülü oldu. Buranın hikayesi değil bu konu.
         İki oda, bir salondu lojmanımız. Bir mutfağı, banyosu, banyodan ayrı tuvaleti vardı. Bunların hepside leş gibiydi. Önce Kemal'in ana-babası, sonra da benim annem ara ara temizledi buraları.
         İlk geldiğim günlerde Kemal'in ana babası ortalıkta yoktu. Antalya'da evde, Isparta'da torpil peşinde falandılar. İkisi de emekli idareciydi. Baba, il gençlik ve spor müdürlüğünde şube müdürlüğünden, annesi de aynı kurumda benzeri bir idarecilikten emekliydi. Kemal'de, Akdeniz Üniversitesinin, Beden Eğitimi bölümünden mezundu. Beden eğitimi, Resim ve Müzik bölümleri, normal merkezi seçme sınavıyla değil de, yetenek sınavıyla öğrenci alır. Bu kadar yıllık öğretmenliğimde, bu branştan arkadaşlarım, torpilsiz ve haklarıyla bu bölümleri kazandıklarını söyledilerse de, ben hep bu konuya şüpheyle baktım. Çünkü öğrenciliğim boyunca tanıdığım tüm Güzel Sanatlar fakültesi öğrencileri torpilleriyle öğündüler. Mezunlarıysa torpilsizliğiyle öğünür hep. Ben ona bir kere sordum bunu.
         -Babam dekanla konuşmuş. Dekan, 'Oğlunuzun sadece hakkının yenmeyeceğini garanti edebilirim demiş.
         Göreve başladığımın ilk haftasıydı. Bir gün evde oturuyoruz. Birden bana döndü ve dedi ki,
         -Alevi olduğunu biliyorum.
         -Solcuyum demiştim, oradan anlamışsındır dedim, ondan değilmiş. Biz Aleviler gusül abesti almıyormuşuz, yüzümüz nursuzmuş, oradan anlamış. Bu aşamadan sonra bizim arkadaşlığımız, didişme tarzı bir arkadaşlık oldu. Sebepli, sebepsiz benimle din tartışır oldu. Sürekli bana din öğretmeye kalkıyordu. Bu da beni sıkıyordu. Anlattığına göre, öğrencilere de bene eğitimi dersinde de din anlatıyormuş. Gerçektende beden derslerinde bağdaş kuruyor ve öğrencilerle sohbet ediyordu.
         Bir de sürekli dinlediği dini sohbet kasetleri ve ilahi kasetleri vardı. Hepsi de çekme kasetlerdi. Büyük çoğunluğu, Antalya'da, dini bir radyodan çekmişti. Bir tanesini net hatırlıyorum. Nasıl bir ortamsa, dinleyen insanlar ağlıyor. Sesinden yaşlı olduğunu tahmin ettiğim bir erkek konuşuyor.
         -Sahabenin sorusu yerindeydi deyip,duruyor. Şimdikiler gibi gerekli-gereksi şeyler sormamıştı. Sahabenin sorusu yerindeydi. Bayramda tatile gidelim mi diye sormamıştı, sahabenin sorusu haklıydı deyip duruyor. Kaseti mecburen yarım saat dinledim. Sahabenin sorusunun yerinde olduğunu belki eli yüz defa öğrendik. Sahabenin sorusu neydi, ona verdiği cevap neydi, öğrenemiyorduk. Bu süre içinde, dinleyenlerin ağlamaları devam ediyordu. Anlatan kişide, muhtemelen on beşinci dakikadan sonra kendisini kaybediyordu.sesi sayıklamaya dönüşüyordu.
         Bana ilahi kasetleri de verdi. Ben de ona sema kasetlerini verdim. Cem semaları olduğunu öğrenince, panikle, gerçekten panikle, bana geri verdi. Mevlevi semaları sanıyormuş. Wolkmenden ilahi ve Kuran kasetleri dinliyormuş. Köyde millet Wolkmenine sataşınca, bir gün birisine Kuran sesini dinletmiş.
         Bir akşam, çok korkunç bir böbrek ağrısı yaşadım. En yakınımda o vardı. Ev iki oda bir salon demiştim. Salon boştu. Benim taksitle aldığım üç koli kitaptan başka bir şey yoktu. Onun odası, salonun yanında, benim odam en dipteydi. Müthiş böbrek ağrımla, iki oda arasındaki azıcık mesafeyi güçlükle yürüdüm ve kapısını yumrukladım. Uzun süre kapıyı açmadı. Neden sonra kapıyı açtı da, Ülkübey hocanın arabasıyla sağlık ocağına yetiştik. Namaz kılıyormuş o sırada, namazını bölemezmiş.
         Hans von Ayberg denen adamın kitaplarını yutarcasına okuyordu. Bu adamın NASA'da uzman veya başka özellikleri olan birisi olmadığını, ilkokul mezunu bir Türk sahtekarı olduğunu, saçlarının sarılığının boya, gözlerinin maviliğinin lens olduğunu biliyordu. buna rağmen onun kitaplarını okuyup, bir de üstüne çıkardığı sonuçları bana söylüyordu. O dönemlerde ortadan kaybolan (Daha sonra Hizbullah'ın mezar evlerinin birinde cesedi bulunmuştu), tesettürlü feminist Konca Kuriş'e de düşmandı.
         -Şimdi ona müsait bir yerde İslam'ı anlatıyorlar hocam demişti. Son bir ayrıntı da, bu evliyamızın, birkaç yıl öncesine kadar yaşadığı hızlı Antalya hayatı. Kendilerine vurucu güç derlermiş. Üniversitenin ikinci yılından itibaren, hidayete ermeye başlamış. Ermesini de tesadüfen öğrendim.
         Bir sabah odama daldı. Çok ani bir dalmaydı. Çok önemli bir önemli bir olay sandım. Yüzü bembeyazdı.
         -Sinan hocam, sen cinlisin dedi. Uyanır uyanmaz, böyle acayip bir ithamla karşılaşan herkes gibi afalladım. O günlerde, oda arkadaşımın ne kadar tehlikeli olduğunu daha idrak edemediğim için, kapımı kilitlemiyordum.
         -Ya, nerden çıkardın diye sordum. Rüyasında görmüş. Ben kendimi yönetemiyormuşum, beni cinler yönetiyormuş. Bazı insanlar, özellikle sara (Epilepsi) hastaları cinlerce yönetiliyormuş. Rüyasında benim odama girmiş. Sonra bir ses, ona karışma demiş. (Bu sese hiç uymadı.) birden odam tuvalete dönmüş. Bu cin milleti tuvalette yaşarmış, falanmış, filanmış.
         Bir de bu cin hikayesine Atatürk'ü kattı. Atatürk, benim zıddımmış. O, cinlerini yönetir, gaipten ilim öğrenirmiş, düşmanların niyetinden haberdar olurmuş. Bir gün düşmanları toplantıdayken, toplantı salonundaki telefon çalmış. Arayan Atatürk'müş.
         -Bak bu işi yapmayın, kötü olur demiş.
         -İyi de hocam, dedim. o zamanlar telefonlar şimdiki gibi numaralı, doğrudan aranabilir değilmiş ki, santral varmış, Türkiye'den Avrupa'ya telefon saatler sürermiş, diye itiraz ettim.
         -O zaman Atatürk, saatler önce başlamış, telefon etmeye, diyerek kendisini savundu.
         Kemal'i benim gözümde asıl bitiren ise, onun sağda, solda gördüğü evliyalar oldu. Bir gün odasına girdim. Namaz durumunda, dizleri üzerinde duruyordu, ama namaz kılmıyordu. Trans hali gibi bir durumdaydı. Gözleri bazen açık, bazen kapalıydı. Sessizce bir kenara oturdum.
         -Hocam, şu an yanımdan sakallı, cüppeli birisi geçti, gördün mü? Dedi.
         -Yok hocam, ne görmesi dedim. o, görüyormuş. Sürekli böyle sakallı, cüppeli adamları etrafında dolaşırken görüyormuş. Üniversitenin ikinci yılında başlamış bu hayalleri görmeye. Önce yavaş yavaş, sonra süratle mbu hızlı dünyadan kopmuş. Bu garip olay neden sadece bana anlattı bilmiyorum. Ben, Kemal oradayken ve ben oradayken kimseye anlatmadım bunları. Tayinim başka bir ilçeye çıktıktan, o ilçeye yerleştikten aylar sonra birilerine anlattım bunları.
         Aramız gittikçe kötüleşti. Sürekli tartılır olduk. Beni Sünni yapmaya çalışıyordu. Bun u yüzüne söylediğinde,
         -Ben şimdiye kadar hiçbir Alevinin, Müslüman olduğunu görmedim dedi. Ohalık durumdu bu. Ben ortaokuldayken, yakınlarımızdaki Sokulu lisesinde bir din öğretmeni,
         -Alevilerin, Müslüman olması için, önce Hıristiyan olması gerekir diye bir laf savurmuşu. O laf, Dikmen'de, Alev'siyle,Sünni'siyle bir sürü ateist genç. Bu lafta, benle, Kemal arasındaki alakayı kopardı. Son bir ay hiç konuşmuyorduk. Aramızdaki tartışma ve kavgaları hiç yazmak istemiyorum.
         Yenişarbademli'de bunlar olurken, kemal'in ana babası da, oğullarını zorla ilçe yapılmış bu dağ köyünden kurtarmanın yollarını arıyordu. Dediğine göre bu teşebbüsler, il emrine atamada başlamış. Ancak baştan iş sıkı tutulmayınca, takipte edilmeyince, atama böyle olmuş. Karı koca, atama için il milli eğitim müdürlüğünde adam ararken, il milli eğitim müdür yardımcısını bulmuşlar. Kemal'in annesi gibi Yozgatlıymış. (Babası Afyonluydu) O da,
         -Siz gidin, ben ilk fırsatta sizin çocuğun işini halledeceğim, demiş. Halletti de.
         Ben oraya eylül ayında gelmiştim. Kemal mart ayında. Aralık ayında da, Kemal'in, Isparta il merkezine çıktı. Ailecek zaten Antalya'da oturuyor. Yerine de başka bir beden eğitimi öğretmeni gelmiş.
         Meğer ilçeye yeni bir beden eğitimi öğretmeninin atanmasını bekliyorlarmış. Çünkü ilçede 19 mayıs, 23 nisan, 29 ekim gibi kutlamalar için bir beden eğitimi öğretmeni gerekliymiş.
         Bizim evliya, o kadar insanın tayin hakkı varken, ben kayrılmayı kabullenmem, demedi. Zaten babasına yalvararak torpilini yaptırmıştı. Güle oynaya gitti Isparta merkeze.
         Isparta merkezde, bir ilk öğretime beden eğitimi öğretmeni, Isparta Süleyman Demirel Fen Lisesine de, belletmen atandı. Bu belletmenlik, yatılı okullara özgü bir kurumdur. Bu öğretmen, okulun yatakhanesinde, öğrencilerle beraber kalır. Öğrencilere kahvaltılarını ve akşam yemeklerini yedirir. Ders çalıştırır, göz kulak olur. Ek ders ücreti fazladır ama çok zordur; bu yüzden öğretmenlerin çoğu istemez. Genelde öğretmenler sırayla nöbetçi kalır yatakhanede.
         Bizim evliya, bu konuda da, kandırılmıştı. İki haftada bir cumartesi veya pazar günü, nöbetçi oluyordu. Bu yüzden Antalya'ya daha az gidebiliyordu.  Orada da evliyalığı  tutmuş. Öğrencilerin aşk-flört ilişkilerine karışınca, otuz kadar öğrenciden toplu dayak yemiş.
         Aylar sonra, Isparta'ya gittiğimiz bir gün, fen lisesinde onu ziyaret ettik. Bayağı uysallaşmıştı. Epey laf değdirdim inceden, espriyle ve alttan alarak karşıladı. Oysa hiç huyu değildi alttan almak.

         Sonra birkaç kere daha rastladım ona. Isparta'da işim olduğunda. O arada Körfez ve Düzce depremleri oldu. Kemal'inde, Yenişarbademli'de kalan kel kilimi, televizyon sehpası ve çok ucuz oyun makinesi vardı. Önce onları istedi, sonra depremzedelere göndermek istedi, tabi olmadı.