21 Mart 2025 Cuma

BAHÇELİ'NİN PİLAVI

 Bu olay benim başımdan geçmedi. Kısa süre bana müdürlük ve müdür yardımcılığı yapan arkadaşlarımın başından geçti, adlarını unuttum, beni affetsinler. Yaklaşık iki aydır kameralar agörünmeyen ama birilerine telefon eden, MHP'nin şu andaki başkanı Devlet Bahçeli'nin de bu olayla ilişkisi fazlasıyla dolaylı ve hikaye dikkat çeksin diye onun adını kullanıyorum. Öte yandan, o dönemde koalisyonun kilit partisinin başkanı ve devlet başkanı olmasaydı, olay bu duruma gelmeyebilirdi diye de düşünüyorum. 



Olay, benim iki yıl görev yaptığım, Kırıkkale'nin, Karakeçili ilçesinde, doksanların sonlarında, iki binlerin başlarında olmuş. Karakeçili,  Bala ilçesinin eski kasabasıyken, Kırıkkale'nin il olması ile ilçe olmuş. Kendi merkezi haricinde iki tane de köyü var. Bu küçük ilçenin her yıl yapılan şenlikleri vardır. Ben bu şenliklere hiç katılmadım. Katılan arkadaşlardan öğrenebildiğime göre, bu şenliklerin esas önemli kısmı, yağlı güreşler oluyormuş. Doksanlı yıllarda, belediye MHP'de ve MHP'de koalisyonda iken Devlet Bahçeli, her sene mutlaka katılır, partisinden ve koalisyon ortaklarından bir kaç bakanı falan da yanında getirirmiş. Arkadaşlar da o zamanlar, yaz tatiline gelen bu günlerde, ilçenin o zamanki kaymakamı tarafından bu şenliklerde, aldıkları cezaya göre yemek organizasyonunda görevlendirilmişler. Arkadaşların aşçılıkla alakaları yok. Hatırladığım kadarı ile biri biyoloji, diğeri de elektirik öğretmeniydi. Her türlü organizasyonda illa bir aksilik olur ya, bu sefer aksilik, yemekte sunulan pilavdaki pirincin pişmemesi ve diri kalması olmuş. Bahçeli'nin de bulunduğu protokolun hoşuna gitmemiş bu durum. Protokol valiyi, vali kaymakamı, kaymakam da çok programlı lisenin müdürünü azarlamış. Müdür de iki yardımcının sicil notunu düşürmüş.

Asıl olay bu değil. Ben bu olayı 2005'de, bu iki arkadaşla beraber öğrendim. O zamanlar milli eğitim bakanlığı, uzman öğretmenlik ve okul yöneticiliği için sınav açtı. İlk şartlardan biri de on yıllık öğretmen olmaktı ve ben o zamanlar bu şartları sağlayamıyordum ve başvuramamıştım. Diğer bir şartta, son beş yıl boyunca sicil notlarının doksan ve üzeri olmasıydı. Başvurunca önce acı gerçeği, sonra da sebebini öğrendiler. Dava açıp, notu düzelttiler ama o sene sınava giremediler. Uzun zamandır da yöneticilik sınavı yapılmıyor.

Uzun zamandır kameralara görünmeyen sayın Bahçeliye şifalar dileyerek, hikayeyi bitiriyorum.

19 Mart 2025 Çarşamba

SADDAM HİKAYESİNİN EKSİK BÖLÜMÜ



 Bu yazım, çok kısa olacak. Zaten bildiğiniz kısa bir hikayeyi, eksik kısmını da ekleyerek yazacağım. (Nasıl olsa eksik kısmıyla da hayali.) Saddam Hüseyin, saklandığı delikten bulunduktan sonra, yargılanmaya başlamış. Kendisi buna itiraz etmiş:

-Bu mahkeme adil değil, hukuki değil. Adil ve hukuki bir mahkemede, adil ve hukuki yasalarla yargılanmak istiyorum. Mahkeme başkanı cevap vermiş:

-Saddam bey, bu mahkemeyi siz kurdunuz, yasaları da siz yaptınız, lütfen yaptığınız yasalar ve kurduğunuz mahkemeye uyun.

Eksik kalan kısmı şu: Sonra da eklemiş;

-Ne sandın ya tarrağım.

MAKYAVEL YETMEZ, GİTMESİNİ BİLMELİ

 


İtalyan filozof Niccolo Machiavelli,  tarihin en eksik tanınmış filozoflarından birisidir. Aslında kendisini filozof olarak da tanımlamamıştır ve en meşhur ederi Prens'i yazarken de, öyle felsefe yapma çabasına girmemiştir. Amacı tekrar iktidara gelen Medici ailesine yağ çekmek, kendi çapında öğüt vermektir. Bu öğütleri verirken de sık sık Türkleri  örnek gösterir. Türk padişahı, kendisine uymayınca, şeyhülislam'ın kafasını kestiriyor, biz se kardinallerin, Papa'nın karşısında tir tir titriyoruz demiştir. (Osmanlı tarihi boyunca 55 sadrazam, 56 şeyhülislam, idam edilmişti. Avrupa'nın protestan krallıklarına (İsveç, Norveç, Damimarka, İngiltere) kilise, doğrudan krala bağlıdır.) Osmanlı'nın Balkanlara Türk yerleştirdiği gibi, fethetttiğiniz yörelere kendi halkınızı yerleştirin, demiştir. Makyavel, feodaliteyi teoride bitiren kişidir. Türkler gibi merkezileşin, merkezi ordu kurun, derebeylerinizden asker dilenmeyin,  bölgeleri kendi valilerinizle yönetin, demiştir.

Biz asıl konumuza gelelim, Makyavelizm denilince akla gelen ilk şeye, yani iktidar için her şeyin mübah olmasına. Makyavel, olması gerekeni değil, olanı yazmıştır. Garip bir şekilde Makyavel'i de bu yanlışlar. Ne kadar çok Makyavellik yaparsanız yapıni iktidarınız bir gün bitecektir. Tarih hep bunu göstermiştir. Sizden önceki iktidarların,  bütün bu makyavelci hileleri yapmadıklarını, kuzu kuzu iktidardan düşmeyi beklediklerini mi sanıyorsunuz? Tedbir üstüne tedbir almamışlar mıydı sanıyorsunuz. Abdülhamit, Makedonya'daki genç subayların, kendisine karşı darbe  yapacağını biliyordu ve kendisince tedbirler almıştı. Abdülhamit'e sadık paşaların ve ailelerin çocukları subay olsa da Makedonya'ya gitmek istemiyordu. O yıllarda Makedonya, komitacı denen çetelerle doluydu ve çetelerin birincil hedefi Türk subaylarıydı. Paşazade denen bu subaylar için subaylık sadece bir meslekti. Bu yüzden Edirne ve Ege orduları, her an Makedonya'da her an ölebilecekleri ortama gitmek istemiyordu. Abdülhamit'te buraya hafiyelerini, muhbirlerini sokamıyordu. Bu yüzden Edirne  ve Egedeki birlikler, her an Balkanlardaki bir isyanı bastırmak için hazırlıklıydı. İsyan başladıüında Egedeki birliklere sızan Doktor Nazım bey yüzünden bu birliklerin Balkanlara iüistasyonunda, herkesin ortasında öldürülüp, katili de kaçıp, saklanınca, Abdülhamit'in paşaları da savaşmaya isteksizleşti. Onlar, yıllardan beri savaşmamışlar, 1897 Türk-Yunan savaşında bile birliklerini telgrala yönetmişlerdi. Şimdi ise emirlerinin altındaki alt kademe subayların da pek çoğu İttihatçıydı ve onları da vurabilirlerdi. Abdülhamit paşalarına bu olmazdı. Onlar, boğaza nazır yalılarında kahvelerini içsinler, göğüslerini nişanlar ile doldursunlar, oğulları yirmi beş bile olmadan alay beyi olsun, ama böyle riske girmeselerdi. Sonuçta Abdülhamşt'in düşüşü, bu Osmanlı aristokratlarının da düşüşü oldu. Abdülhamit'ten sonra padişahlık yapanlar (Mehmet Reşat ve Vahdettin), fiilen padişahlık yapmadığı gibi; Abdülhamit'in beslemesi, bazıları okuma-yazma da bilmeyen paşalar ve aristokratlar da, yönetimden uzaklaştırıldı. Oysa Abdülhamit'in de beseleme basını vardı. Hatta vatan şairliği ile meşhur Namık Kemal bile, ömrünün son yıllarında bayağı Abdülhamitçi olmuştu. Eğer biraz daha uzun yaşasaydı, bu kadar çok sevilmeyecekti. En ateşli muhalifi Teodor Kasap'ı, şahsi kütüphanecisi yapmıştı. Bu tedbirlerin hiç biri, 33 yılın sonunda iktidardan devrilmesine ve tahttan indiriler 12 padişahtan biri ve sonuncusu olmasına engel olamadı.

Abdülhamit ve Osmanlı sevdalıları, yani devrildi de iyi mi oldu, İttihatçılar daha mı iyiydi falan diyecekler.  Kendisinden daha kötüsünün suçu da, gitmesini bilmeyen iktidardır. Kendisine karşı muhalefeti bastırırken, daha da radikalleştirmiş, aklı başında muhalifleri gözden düşürüp, ülkeyi yönetebilecek olanlara siyaset hakkı tanıamışsınızdır. İyi bir iktidar, kendisi iktidardan gittikten sonra, ülkeyi kimin yöneteceğini de düşünebilmelidir. Mevcut ekonomik ve toplumsal sistemi yönetebilecek insanların siyaset yapmasını engellerseniz, sistemi tamamen çökertirisiniz. 1917'de Rusya'da, 1979'da İran'da olan budur. Rusya ve İran'da monarşilerle beraber,  aristokrasiler de çöktü. Her iki ülkede de aristokratların çoğu, yurt dışına göç etti. 1980'lerde yüz binlerce İranlı, Türkiye'ye geldi. Hatta TÖMER'in ilk kurulma amacı, İranlılara Türkçe öğretmekti. Her iki monarşi de muhalefeti tüm hukuksuz ve vahşi yöntemlerle ezdi ama muhalefet, bir yerden patladı.

Türkçe'de bir deyim-atasözü vardır; ölüm geldiyse cihana, baş ağrısı bahane diye. Bazen de iktidar, en çok tedbir aldığı yerden vurulur. Demokrat parti  hükumeti, olası bir darbeye karşılık, kendi taraftarı subayları o kadar kollamıştı ki, Ankara'da karargahlar general ve albaylarla dolmuştu. Eminsu'lar, emekli milli mücadele subatları değildi. Kurtuluş savaşı, silahlı çatışma olarak 18 Eylül 1922'de Bandırma'da son kurşun ile bitmişti ve 1960'da,  aradan 38 yıl geçmişti. Yani Kurtuluş savaşında savaşmış asker-subay kuşağı,  27 Mayıs darbesi olduğunda kabaca altmışlı yaşlarındaydı. Menderes, ömür boyu  iktidarda kalmanın formülünü bulmuştu. Osman Bölükbaşı'da oy veren Kırşehir ilçe yapılmış, elektirikleri kesilmişti. Sonradan geri il yapılsa da, Bölükbaşı'nın köyü, Nevşehir'de kalmıştı. CHP'nin mallarına el konuluyor, milletvekillerinden oluşan tahkikat komisyonu, muhalifleri yargılamadan hapse atıyor, hatta idam ediyordu. En büyük rakibi CHP'yi, 1961'de yapılacak seçimlerden önce kapatacak ve beş parasız bırakacaktı. Sait-i Nursi'nin elini öpmüş, tarikatlara ayrıcalıklar vermiş, aşiret liderleri liste başı yapmıştı ve seçimleri de garanti kazanacaktı. Tüm generaller de kendisindne yana olduğuna göre darbe ihtimali de yoktu. Oysa yükselme yolları tıkanan alt rütbeli subayların örgütlenmesine sebep olmuştu.

Yavuz Sultan Selim'de, babasını tahttan indirmesi, dolayısı ile meşruluğunun tartışılmalı olması sebebi ile hep gergindi ve hep öfkeliydi. Tam da Makyavel'in öğütlediği gibi sevilen değil, korkulan bir padişah olmuştu, önüne geleni idam ediyordu. O kadar ki, yaşadığı dönemde, Yavuz'a vezir olasın diye beddua bile çıkmıştı. Ölümü de korkulan lider olmasından oldu. Sırtında çıkan sivilce, sinir üzerinde olmuştu ve canı çok yanıyordu. Aslanpençesi falan diye havalı isimler verilse de hastalığı sadece sırt bölgesinde çıkan bir sivilceydi ve yapılması gereken, bir kaç gün olgunlaşmasını bekleyip, sonra da sıkmaktı.  Öfkeli ve idam cezası kusan bir canavarla karşı karşıya gelen doktorları, sivilceyi erken sıktı, sivilce iltihap kaptı ve sekiz yılda devletim yüz ölçümünü iki kat arttırna padişah, tahtına doyamadan, günler süren iltihap ağrılarını çeke çeke öldü.

Bütün bu Makyavelist oyunlar, muhalefetinde Makyavelist olmasına, muhaliflerin de Makyavelist yapar. İktidarların düşme vaktini bazen muhalifleri de hesaplayamaz. Batista düştüğünde Fidel Castro ve adamları toplam 83 (seksen üç) kişiydi. O yıllarda sadece başketn Havana bile bir milyonun üzerinde nüfusu vardı. Havana'nın zenginleri, bir kaç güne dönecekleri umuduyla evlerinin anahtarlarını, hizmetçilere vererek ayrılmıştı. 1979'da Sandilistler, Nikaragua'da Somoza ailesinin diktatörlüğünü yıktıklarında üç yüz kişiydiler. İktidarlar ise çöktüklerini nadiren anlarlar. 1999'da Isparta'nın Yenişarbademli ilçesindeydi. 18 Nisan seçimleri sonucu ANAP, 4. parti, DYP 5. partiyidi ana ilçe bu partiler arasında ikiye bölünmüştü. (Pek çok kasaba böyleydi) 2002'de her iki partide baraj altında kaybolacaktı.

Doğru olan, demokrasiye geçmektir, bunu daha önce de yazdım. Fakat bu konuda düşünürken fark ettim ki, pek çok kere zorba iktidarlar, iktidarlarını bırakamayacakları kadar büyük suçler işlerler. Suriye, Baas yönetimin 1982 Hama katliamı ve Çin Halk Cumhuriyeti Kominist partisinin 1989 Tianenmen isyanını bastırması, böylesi suçlardandır. Ben buna iktidarların Rubicon'u e geçmesi adını verdim. Bu da başka bir yazının konusu.

14 Mart 2025 Cuma

BARIŞ AHLAK İŞİDİR


Hafıza tek başına zeka değildir ama hafızasız yada zayıf hafıza ile de zeka olmaz.   Bu terör meselesi kırk yıllık, nesiller bununla büyüdü. Bu bloga da defalarca yazdım. Önceden link atıp duruyordum, şimdi bununla pek uğraşmıyorum. En başta 2010 Yetmez Ama'yı hatırlayın derim. Şimdi de benzer bir süreç işliyor. O yıllarda da ülke tehdit edilmişti, şimdi de tehdit ediliyor. O zaman bu tehdit, güzel sözlerle süslenmişti, şimdi de böyle bir süsleme gayreti var. O zamandan bu zamana, iktidar çok güçlendi, muhalefet ama gerçek muhalefette yaşananlardan çok ders çıkardı (halen arada hatalar yapsa da). İktidarın ve muhalefete muhalefetin boyaları döküldü ve dökülmeye devam ediyor. O zamandan bu zamana niyet de değişmedi, amaç yağma iktidarının devamı. Bu yapılan da bir barış teklifi değil, savai tehditi. Bıu iktidar giderse, ortalık kan gölüne gider tehditi.  2010'da da benzer tehdit vardı. O zamanlar örgütün gücü bayağı azalmıştı.

Bu savaşta bazı kimselerin hiç şehit-kayıp vermemiş olması, sizin de dikkatinizi çekti mi, yada kimlerin dikkatini çekti? Villadan, lüks siteden şehit çıkmıyor edebiyatında değilim.  İktidar partisi ile Güneydoğu bölgesi partisi millet vekillerinden kaçı kardeş, kaçı kuzen hiç merak ettiniz mi? Çoğunlukla amca çocukları olduklarından, soy adları da aynı. Her seçim döneminde bu oyun tekrarlanıyor. Bu ailelerin bazı bireyleri de dağda oluyor genelde. Bu ailelerin de dağda, ne de askerde kayıp verdiğini de duymadım. Karayılan soy adlı şahs, Çaycı Hüseyin rolü ile bilinen oyuncu Alparslan Özmol gibi, ha bire öldüğü haberleri geliyordu. Daha doğrusu öldürüldüğü haberi geliyordu. Şu an (mart 2025) baktım, 70 yaşında ve halen yaşıyormuş.,

Savaşta önce gerçekler ölür. Kendini olduğundan büyük göstermek, düşmanı tuzağa düşürmek gibi sebeplerden sürekli yalan söylenir, düşmana tuzaklar kurulur. Ancak, her savaşın bir sonu olmalıdır. Barış için düşmanın, elini sana verebilmelidir. Bu yüzden de devlet olarak, esirlere iyi davranmalı, sivillerin canlarına-mallarına zarar vermemeli, evleri-köyleleri yakılmamalı, bombalanmamalıdır. Dağda gerillalık yapacaksan, asker olmayan, halka hizmet eden memurlara, öğretmene, doktora, postacıya, imama saldırmayacaksın; kadın ve çocuklara saldırmamaya, devlet kadar dikkat edmelidir. Diğer bir mneli hususta, ateşkeste gerçekten ateş kesmeli,  barış sürecinden de gerçekten barış çıkmalıdır. Her seferinde barışı, ateşkesi, çeşitli bahanelerle bozduktan sonra önerdiğiniz şey barış değil,  şantajdır. 

Barış, ahlak işidir.

11 Mart 2025 Salı

GÜNLÜK YAŞAMDAKİ SQUİDE GAME 3-UCUZ UYUŞTURUCU



Squide Game'de önemli roldeki karakterlerden Thanos'un boynundaki haçta uyuşturucu haplar vardı. Dizi evrenindeki mantıkla bakarsak, muhtemelen oyunları düzenleyenler bu uyuşturucunun varlığını biliyordu. Üstelik karakter öldüğü halde, uyuşturucular orada kaldı. Uyuşturucular da giderek çocuk oyuncağına dönmüş durumda, özellikle dizideki gibi sentetik olanlar, zannedildiğinden çok ucuz. Bu da onları daha tehlikeli yapıyor. İnsankar son yıllarca iyice yoksullaştığından, giderek ucuz şeylere daha çok yöneliyor. Oysa her şeyde olduğu gibi, uyuştrucuda da ucuz olan daha tehlikeldir. Beraking Bad dizisi, uyuşturucu üreticilerine yok gösterdi. Uyuştucu üreticileri, afyon, hint keneviri, tavşanmantarı yada kokain gibi yetiştirilmesi zahmetli bitkilerden edilen uyuşturucular yerine; basit kimyasalları kullanarak uyuşturucu yapmayı öğrendi. Bu uyuşturucular, uzun yıllardır bilinse de, hatta Adolf H.ler ölmeden evvel depresyonlar ve ağrıları yüzünden bunlara müptela olmuş olsa da ticari olarak tercih edilmiyordu, çünkü daha ölümcüldüler. Şimdi ise pek umursamıyorlar. Çünkü bu ucuz uyuşturucuların alıcıları her nesilde daha da çoğalıyor.

Bir ay öncesinde  çalıştığım okula gelen polisler, biz öğretmenlere birifing verdiler.  Onların anlattıklarına göre Ankara'da uyuşturucuya haşen yüzde doksan dokuz esrarla başlanıyormuş. Sloganı da, ottur, günahı yoktur. Oysa en masum ot olan maydanoz bile boğaza kaçar. Yalvaç'da deve kuşu çiftliği vardı ve orada hayvanlara maydanoz verilmesi yasaktı. Bize konuyu anlatan kadın polisin dediğine göre esrar yada diğer uyuşturuculara başlayanlar, en nihayetinde ölene yada eroin gibi daha güçlü diğer uyuşturuculara geçene kadar kabaca iki buçuk yıllık döngülere giriyorlarmış.  İlk önce merak, teşvik veya başka bir nedenden, esrar, ucuz haplar veya diğer ucuz uyuşturuculara bir kere başlıyorlarmış.  Sonra ayda bir, haftada bir derken uyuşturucu alımı sıklaşıyor ama uyuşturucu aldıklarını kabullenmiyorlarmış.  En sonunda bu yokseunluk, bireyi hırsızlığa iter ve bu hırsızlık fark edilirse ki bu kabaca iki yılın sonunda oluyormuş, kişi tövbe ediyormuş. Bu tövbe de altı ay kadar sürüyor, sonra gene ayda bir falan uyuşturucu kullanmaya başlıyormuş. Yeni nesil gençlere karşı ailelerin ilk şüphelenmesi gereken, ana-babanın cüzdanından banknotların eksilmesiymiş. Banknotları kolyeler, bilezikler, en sonunda evdeki eşyalar izliyormuş. 

Bu arada bize UYUMA diye bir uygulamadan bahsettiler. Telefonunuza yüklüyorsunuz, icabında gizli tanık olarak, etrafınızdaki müptelaları ve torbacıları, icabında gizli tanık olarak ihbar ediyorsunuz.

Yeni nesil sentetik uyuşturucular, pilastik kökenli maddeler ve beyine veya bedeninize tek kullanımla birle yerleşip, size yıllar sonra bile sorun çıkarabiliyor. Merak mı ediyorsunuz? Sosyolog ve Türkçülük ideologu Ziya Göklap, gençliğinde ağır bir depresyon sonucu intihar etmeye kalkmış. Ağzının içine tabancayla ateş etmiş. Mucizevi bir şekilde kurtulmuş. Belki de bunu yapan sağ kalan tek kişidir. Mermi, iki beyin yarısının ortasına sıkışmış ve Göklap ölünceye kadar kalmış. Muhtemelen bunu yapıp sağ kalani sakat bile kalmayan tek kişi. Siz de bir deneyin, yüzde doksandokuz ölürsünüz. Delisi olan bir gün ağlar, ölüsü olan her gün ağlar. Yüzde bir ihtimalle de sakat, tercihen yatalak kalırsınız ki, bu durumda bile toplum için daha az sorun olurusnuz. 

Uyuşturucular çocuk oyunu değildir. Bu hep aklınızda olsun.

9 Mart 2025 Pazar

SAATÇİ ÇIRAKLIĞIM



 1989 yılı, sınıfta kalmam sebebi ile benim için çok acı bir yıldır. Bir yılım ziyan olmuştur. Benim için anlatılması zor ve can sıkıcı bir konudur. Esnafların çok övündüğü, hasretle andıkları çıraklık kurumunun da gerçek yüzüdür bu. İşin ilginci bu dükkanda, iki yada üç sene kadar önce de bir hafta falan çalışmıştım. Mal gibi adamsın deyip, beni kovmuştu. Ne olduysa, orta üçün yaz tatilinde gene oraya çırak oldum. Orası ile ilgili bir kaç anım var. Bazılıarnı bu blogda yayınladım, bazılarını da aklıma gelirse yazarım. Orada kaldığım bir yıla yakın bir süre boyunca saatçilik üzerine bir şey öğrenmedim; sadece pil değiştirmesini ve pim denen, kayışları tutan minin çivimsi şeyleri değiştirmeyi öğrendim. Pilden kat ve kat fazla pim değiştirirdim.

Dükkanda iki ayrı işletme vardı. Biri Abbas'ın işlettiği saatçi-saat tamircisi, diğeri de kardeşi Ali askerde olduğu için yeğeni ve Abdülkadir diye birinin işltettiği televizyon-radyo tamircisiydi. Ne ne radyo-tv, ne de saat tamiri öğrenemedim, öğretme gibi kaygıları da olmadı. Aslında saatçinin çırağıydım ama televizyoncuların da getir-götürünü yapıyordum. O yıllarda genelde yeni alet alınmaz, çoğu kez tamir ettirilirdi. Buna rağmen dükkanın işleri genelde iyi sayılmazdı, çünkü verilen makineler, zamanında tamir edilmezdi. Hem televizyoncular, hem de Abbas, makineleri parçalıyor ve uzun süre tamir etmiyorlardı. Abbas, daha çok kaçak emlakçılık yapıyordu. Bana da dükkanı açık tutmak kalıyordu. Bir kere üç gün boyunca tek başına dükkanı açıp, kapattığımı hatırlıyorum. Bir kaç kere akşam karanlığında (saat sekiz buçukta kapatırdık) televizyoncular, yan tarafta kahvede bekler, biri gelince tv yada radyoyu söker, geri dönerlerdi.

Dükkan, yol kenarında değil, pasaj içindeydi. İtimat pasajının  garip bir mimaris vardı. İki girişli, iki katlı ama her iki girişi arasında yaım kat vatdı. Dikmen Caddesi ile Mimar Sokağın kesiştiği köşedeydi.  Alt katının diğer yukarı merdiveni, pasajın tam dibindeydi. Karanlık ve dik bir şekilde, üst kata çıkıyordu. Çalıştığım dükkan, üst katta,  Dikmen caddesine bakan cephede, diğer kapıya da yüz metreden daha kısa bir mesafedeydi. Abbas, pasaj içindeki dükkanının her iki girişi de görmesiyle övünürdü. Dükkanın kirası pek yüksek değildi diye hatırlıyorum. Dükkan halen binanın sahibi ve soy adı Koçyiğit olan (o zamanlar filmleri sık sık televizyonda gösterilirdi) müteahidine aitti ve adam kirasını elden alırdı. Yap-satçı denen küçük müteahitlerdendi. Dükkanda  anlamda saat tamiri yapılırdı, satış işi azdı. Bunlar çok eski cep ve kol saatleriydi. Çoğunlukla kurmalı ve kol hareketleri ile şarj olan otomatik saatlerdi. Kurmalıları, saati ayarlamak için bulunan kolu biraz daha çekip, saatin içindeki mekanizmada bulunan, zemberek denen sarmal yayı büzerek kuruyordunuz. Yay, mekanizmadaki diğer çarkların ve pandül denen başka bir yayın engellemesi ile yavaş yavaş açılıp, saati çalıştırıyordu. Otomatik saatin içindeki mekanizma, kol hareketlerini, türbin hareketine çevirip, elektirik üretiyordu. Sonra bu elektiriği kendi pilinde saklıyordu. Kolunuz hareket etmiyorken, saati öyle çalıştırıyordu. (Acaba bu şekilde günümüz akıllı saatleri çalışamaz mı?) Bir de arada bir gelen kurmalı masa saatleriyle, duvar saatleri vardı. Bunları anlatıyorum çünkü Z kuşağı denen son nesil, saat kavramına da çok uzak. Cep telefonu, el telefonu olmuş durumda, her ihtiyacı karşılıyor. Kol saati ve diğer saatler artık sadece bir aksesuar.

Abbas bu süre boyunca bana hiç saat tamiri ile ilgili bir şey öğretmedi, bunun için de uğraşmadı. Daha sonra işe aldığı kalfası (adını hatırlamıyorum), Abbas enayi mi sana iş öğretsin, yoksa buraları kim süpürecek, ayak işlerini yapacak demişti. Zaten bana iş öğretmendiği için onu işe almıştı. Adını hatırlamıyorum ama yüzü ne aklımda. Gür siyah sakallı ve zayıfçaydı, Karslı olduğunu söylüyordu ama bariz Karadeniz şivesi vardı. Abbas, emlakçılık yapmaktan, saatleri tamir edemiği için onu işe almıştı. Dükkanın işleri de anlaşılacağı üzere iyi değildi. Dükkana tamire nadiren kaliteli saat geliyor, genelde fi tarihinden kalma Serkisof  cep saatleri (neredeyse hepsinin kapağında Devlet Demiryolları arması bulunurdu. D.D.Y, zamanında emekli olanlara yada otuz yılını dolduranlara veriyormuş.) Hislon gibi eski marka saatler gelirdi. Dükkanda işlerin iyi olmamasının tek sebebi, Abbas'ın dükkanda pek durmaması değildi. Abbas, dükkanda olduğunda, dükkan bir çeşit kahvehaneye dönüyor,  pasaj ve yakınlarındaki esnaf, toplanıp çeşit çeşit muhabbet ediyorlardı. Bu sohbetlerin pek çoğu da belden aşağıyaydı ve yer yer de yüksek sesle yapılıyordu. Çevredeki esnaf, Abbas'ı, belden aşağı konuşuyor diye onu dükkanlarına almıyor, Abbas'ın dükkanına da muahbbete geliyordu. Bu yüzden dükkana pek kadın gelmiyordu. Gelenlerin ardında da dedikodusu yapılıyordu. 

Dükkanda en can sıkıcı işlerimin ilk para bozdurmaktı. Bu genelde pim taktırmaya gelenler için oluyordu. Pim iki yüz liraydı ve gelenler genelde beş yüz lira getiriyordu. Ben de saf biri olarak bazen ço uzak yerlere, bozuk para sormaya gidiyordum. Bozuk bulamayınca da pim, beleşe geliyordu. Uzun süre bu bozuk para meselesi sürdü. Oradan ayrılmama yakın bu pimi beş yüz lira yaptı. Sonra pim kırılma olayları da azaldı. Diğeri de Abbas'a her akşam iki şişe Tekel birası almaktı. O dönemde Tekel halen devletin bir iktisadi teşebbüsüydü. Şarap, kanyak, köpüklü şarap (şampanya) gibi değişik türde alkollü içki üretiyordu. Ürettiği bira, dönemin en ucuz ve muhtemelen en kalitesiz birasıydı. Abbas şişeyi açtığında, kokusunu pasajın dışından bile alabiliyordum bazen.Akşam saat altı gibi bana, pasajın Dikmen caddesindeki kapısının yanında olan bakkaldan iki Tekel birası alır, şişeyi ayağının dibine koyarak içerdi. Dükkan bu yüzden hep bira ve benzin kokardı. Abbas, mekanik saatleri, uçak benzini dediği ve benzin kokan, şişe içinde satılan, renksiz bir sıvı ile yıkar, dükkanın esas kokusunu bu benzin kokusu oluştururdu. 

Dükkanda yok denecek kadar a para alırdım. En kötü çırak kırk bin lira alırken,  benimki en son beş bin lira olmuştu. Bolca dayak yiyor, hakaret  dinliyordum. O zamanlar dükkanlar genelde pazar günleri kapalı olur, açık olanların duvarında da hafta tatili izin formu bulunurdu. Abbas ve pasajın esnafları  genelde hafta sonları dükkanlarını kapatırlardı. Bu dükkanda geçirdiğim bir yılda bana bir sürü travma, kötü anı, saatlerle ilgili pek çoğunu unutuacağım bilgi kaldı. Orada en fazla erkek argosu öğrendim. Bir sürü belfen aşağı fıkra ve hikaye öğrendim.

Ailemin olanlardan haber vardı ama yokmuş gibi davranıyordu. Pazar günleri evdeydim ve beni halen annem yıkıyordu ve bedenimdeki morlukları görüyordu. Beni asıl yıkan babam oldu. Ben tüm bu olanları babama anlatmak istiyordum. Zaten bana yapılanları tüm mahalle biliyordu. Oysa tam tersi oldu. Abbas, beni mal ve aptal olmakla suçladı. Abbas ve televizyoncular, beni aptallıkla suçlar ama dükkanı bazen üç gün aralıksız bana teslim ederlerdi. Babam da, para da istemiyorum, Sinan, tüm gün dükkanda oyalansın, dedi. Bu beni daha da yıktı.

Bu olaydan sonra Abbas ve dükkandakiler bana küfretmeye de başladılar. Bir kere biri babana diye küfrettiği için ona çok kuvvetli vudrum. Sonra babama küfrettiler, babam beni kollamadığı için bunu duymazdan geldim. Babamsa bana edilen küfür edildiğini duydu ve bir akşam nedense beni dükkandan almaya geldi. Kendine edilen küfürleri duydu ve yarın artık gitmiyorsun dedi.

Ertesi gün anahtarı teslim etmeye gittim. Kapıyı açmadım, Karslı dediğim kalfanın gelmesini bekledim. Beni görünce nerde kaldın diye çıkıştı, hiç bir şey demeden anahtarı eline verdim. Sonraki zamanalarda oraya nadiren uğradım. Şimdilerde Abbas ve eşi çoktan ölmüş ve mezarı Didim'deymiş. Dükkanı şimdilerde oğlu işletiyor ve dükkan pasajın daha da dibinde bir yerde. Babamsa demans hastası, iyice bunadı.

7 Mart 2025 Cuma

SEN HİÇ DIŞARI ÇIKMIYOR MUSUN?

 


SEN HİÇ DIŞARI ÇIKMIYOR MUSUN?

 

         Bu saatçi dükkânından, daha doğrusu yarısı saatçi, yarısı televizyon-elektronik eşya tamircisi dükkândan aklımda kalan simalardan biri de kahveci Mehmet’ti. Aptallar İnansın Diye gibi tuhaf hikâyelerin ve çok belden aşağı fıkraların rahatça anlatıldığı bu garip dükkâna kadınlar pek uğramazdı. İçerisi nedense ustamın işi gücü olmayan, çoğunlukla hemşerisi ve emekli erkelerle doluydu. Bir de bunlara, arada vaktini geçirmeye gelmiş pasaj ve çevre esnafı ekleyin. Tam cümbüş. Kahvehaneden iyi. Çaylar da beleş, dağıtan benim.

         Benim çıraklığımın bitmesine yakın askerden gelen, ustamın kardeşi Ali de en çok bunlardan şikâyetçiydi. Ben çıraklığa devam ettiğim sırada bu sorunu çözememişti. Bununla ilgili garip bir olay hatırlıyorum.

         O vakitler çarşamba günü, şimdi belediyeye ait bazı yazıhanelerin ve bir parkın olduğu yerde bir Pazar kurulurdu. Pazar, Mimar sokağının yarısını, Dikmen caddesinin büyük bir kısmı, Sinan sokağının bayağı bir kısmı, Name sokak ve çevredeki sokaklar hep pazarın çevresini oluştururdu. Bazı çarşambalar, bu pazar inanılmaz o kadar yayılırdı ki, Dikmen Lisesi önüne kadar Pazar olurdu. Rıfat Börekçi Cami önünde kurulan cumartesi pazarı ve Hatça Ana Lokantasının oralarda bir yerde kurulan Cuma pazarına ilgi yoktu. Sonra Çankaya belediyesi, semt pazarlarının hepsini betonarme yapıldı. Çarşamba pazarı da, Sokulu Mehmet Paşa Caddesinde, postanenin karşısında bir yere taşınınca Çarşamba pazarına ilgi düştü. Pazar da, saatçi dükkânının olduğu İtimat pasajından uzağında oldu zaten. Ama o zamanlarda Çarşamba günü o bölge kalabalık olur, dükkânlar daha fazla iş yapardı.

         İyi hatırlıyorum da, gene böyle bir Çarşamba günü ve dükkan gene kahvehaneyi geçmiş. En bayağı argo laflar gırla. Kadınlar pencereden bakıp, bakıp gidiyorlar. Ali buna sinirleniyor ve kadınlardan birine soruyor,

         -İçeri mi girecektiniz? Kadın gariban,

         -O kadar erkeğin içine ben nasıl gireyim oğlum?

         Sonra bu olay içerde anlattı ama çözüm bulamadı. Tabi Ali için tek sorun Abbas’ın dükkanı kahvehaneye çeviren arkadaşları değildi. Akşamları ustamın içtiği tekel birası ve içki arkadaşları da vardı. Bir de dükkânı kendisinden önce işleten kalfa ve yeğeninin işleri yapmaması.  Yeğeni askere gitti. Abdülkadir ise, bonservisini alıp, ayrılmıştı ve hatırladığım kadarıyla, bir Almancının kızıyla evlenmeye çalışıyordu. İşler, onlar yapmadığı için birikiyordu. Hatta adamın biri uzun süre tamir görmeyen radyo ya da kasetçalarını almaya gelmişti (VCD-DVD, MP-3 yoktu, kasetçalarlar kıymetliydi). Abdülkadir utanmazca, esnaf odasının tarifesinden arıza tespit ücreti almıştı.  Geldiğinden işlerin çok birikmişti. Sonra birden azaldı. Zira dükkâna çok gelen yoktu.

Ali şikâyet ediyordu ama o da çok düzgün değildi. Zira o da alkolü seviyordu ve insanlar ondan da şikâyetçiydi.

         O erkek güruhunun en dengesiz adamı kahveci Mehmet’ti. Babam ve arkadaş çevresi onu iyi tanıyordu.  Bizimkilerim, yani kamyoncuların uğrak yeri, bu dükkanın çaprazında, Mimar Sokak ile Dikmen Caddesinin kesiştiği köşede bulunan Köşem Kıraathanesiydi. Bizim akraba grubu ve hemşerilerin halen ağırlıklı bayağı bir grubu hafriyat kamyonculuğu yapmaktadır. O zamanlara neredeyse tamamı hafriyatçılık işindeydi. Bizimkiler ilk önceleri bu kahvehanede toplanırlarmış. O’nun anlattığına göre, bizimkiler tüm gün oturup, çok fazla masraf yapmayınca, bizimkileri kovmuş, bizimkiler de Köşem Kıraathanesine yerleşmiş.

         -Babana sorsan beni bilir dedi. Ben de babama sordum. Doğruymuş.

         -Oğlum, o adamı biliyorum. Adı Mehmet. Bir gün siz kırolar tüm gün oturup çay içmiyorsunuz diye bizi kovdu.

         Bu adam sadece kahveci değildi. Aynı zamanda müteahhitti. Zaten daha ben oradayken, kahveyi bozdu, kendine emlak bürosu yaptı. Alt kat bilardo salonuydu. Bir süre kahve kapalı, bilardo salonu açık kaldı. Sonra oraya da Noter yerleşti.

         Bu adamın hikâyelik özelliğiyse. Sanki hiç kadın görmemiş gibi davranmasıydı. İçeriye kadın girince, ardından o da damlıyordu.

         -Sinan gördün mü? Kadını gördün mü?

         Özellikle uzun öğle sonralarında çekilmez oluyordu. Ustalarım ortadan çok sık ortadan yok olurlardı. Özellikle yaz aylarında daha çok oluyordu. Gerçi orada bir tam yıl dolmadan ayrıldım. Haziran da başladım. Okullar bitince yani. Hesapta yaz çoraklığıydı. Bütünleme sınavlarını kaybedince, bu senelik oldu. Ayrıldığımda nisan ya da mayıs ayıydı. Gene de sıcak günlerde dükkânda durmazlardı. Sabah dükkânı açarlardı, akşam hasılatı alırlardı. Gün boyunca dükkân bana bakardı. Ortaokul üçüncü sınıfta bütünlemeye kalmış çocuktum. O yıllarda, sınıf tekrarı gibi, beklemeye kalma vardı. Ben ertesi yıl, lise birde de beklemeye kaldım.

         Epey vaktim bu adamın, içeri her kadın geldiğinde, kadın ayrılır ayrılmaz içeri dalmasını çektim. O yan dükkândan ya da dışarıdan kadına nasıl yiyecek gibi bakıyordu bu adam ki, kadın daha pasajdan çıkmadan içeri dalıyordu.

         Gene böyle bir öğleden sonrasıydı. İçeri yaşlı, sıcak havaya rağmen üzerinde ağır ve kalın bir pardösü taşıyan ( O ince uzun paltolar daha sonraları moda oldu, tesettürlüler arasında.), sıkmabaş tesettürlü bir kadın girdi. Biraz da yaşlılığından olacak, çok da çirkin diye hatırlıyorum. Kadın basit bir iş için gelmişti. Ya saatine pil taktırmıştı, ya da kordon, ya da kordonu bağlamaya pim. Çok kalmadın, işi biter bitmez çıktı. O da arkasından içeri daldı.

         -Sinan, karıyı gördün mü karıyı?

         Bu canımı sıktı. Bu ne biçim adamdı? Kendisi rahatsızdı ve beni de rahatsız ediyordu. En nihayetinde kahveciyi yerin yedi kat dibine yollayacak sorumu sordum.

         -Sen hiç dışarı çıkmıyor musun?

         O an dükkân kahkahalara boğuldu. Alel acele dışarı kaçtı. Dükkâna arada bir gelecek oldu, bu söz hatırlatılarak, dalga geçildi. O da birkaç gün ortalıkta gözükmedi. Derken bir sabah, ben dükkanı açmaya gelmiştim. Birden karşıma çıktı.

         -Sinan, sen bana dışarı çıkmıyorsun dedin, zoruma gitti. (Tabi zoruna gidecek, gelen giden dalga geçiyor) ben de Pazar günü Kızılay'a indim. (Ankara'nın çarşısı sayılan merkez. Dikmen'e dolmuşla on beş dakika uzaklıkta.)

Ya kızlar ne biçim giyinmiş. Ne dar pantolonlar, iki adam asılsa kızın üzerinden çıkaramaz. Biz buraya tıkılmış kalmışız.