SEN HİÇ DIŞARI ÇIKMIYOR MUSUN?
Bu saatçi dükkânından, daha doğrusu
yarısı saatçi, yarısı televizyon-elektronik eşya tamircisi dükkândan aklımda
kalan simalardan biri de kahveci Mehmet’ti. Aptallar İnansın Diye gibi tuhaf hikâyelerin
ve çok belden aşağı fıkraların rahatça anlatıldığı bu garip dükkâna kadınlar
pek uğramazdı. İçerisi nedense ustamın işi gücü olmayan, çoğunlukla hemşerisi ve
emekli erkelerle doluydu. Bir de bunlara, arada vaktini geçirmeye gelmiş pasaj
ve çevre esnafı ekleyin. Tam cümbüş. Kahvehaneden iyi. Çaylar da beleş, dağıtan
benim.
Benim çıraklığımın bitmesine yakın
askerden gelen, ustamın kardeşi Ali de en çok bunlardan şikâyetçiydi. Ben
çıraklığa devam ettiğim sırada bu sorunu çözememişti. Bununla ilgili garip bir
olay hatırlıyorum.
O vakitler çarşamba günü, şimdi
belediyeye ait bazı yazıhanelerin ve bir parkın olduğu yerde bir Pazar
kurulurdu. Pazar, Mimar sokağının yarısını, Dikmen caddesinin büyük bir kısmı,
Sinan sokağının bayağı bir kısmı, Name sokak ve çevredeki sokaklar hep pazarın
çevresini oluştururdu. Bazı çarşambalar, bu pazar inanılmaz o kadar yayılırdı
ki, Dikmen Lisesi önüne kadar Pazar olurdu. Rıfat Börekçi Cami önünde kurulan
cumartesi pazarı ve Hatça Ana Lokantasının oralarda bir yerde kurulan Cuma
pazarına ilgi yoktu. Sonra Çankaya belediyesi, semt pazarlarının hepsini
betonarme yapıldı. Çarşamba pazarı da, Sokulu Mehmet Paşa Caddesinde,
postanenin karşısında bir yere taşınınca Çarşamba pazarına ilgi düştü. Pazar
da, saatçi dükkânının olduğu İtimat pasajından uzağında oldu zaten. Ama o
zamanlarda Çarşamba günü o bölge kalabalık olur, dükkânlar daha fazla iş
yapardı.
İyi hatırlıyorum da, gene böyle bir
Çarşamba günü ve dükkan gene kahvehaneyi geçmiş. En bayağı argo laflar gırla.
Kadınlar pencereden bakıp, bakıp gidiyorlar. Ali buna sinirleniyor ve
kadınlardan birine soruyor,
-İçeri mi girecektiniz? Kadın gariban,
-O kadar erkeğin içine ben nasıl
gireyim oğlum?
Sonra bu olay içerde anlattı ama çözüm
bulamadı. Tabi Ali için tek sorun Abbas’ın dükkanı kahvehaneye çeviren
arkadaşları değildi. Akşamları ustamın içtiği tekel birası ve içki arkadaşları
da vardı. Bir de dükkânı kendisinden önce işleten kalfa ve yeğeninin işleri
yapmaması. Yeğeni askere gitti.
Abdülkadir ise, bonservisini alıp, ayrılmıştı ve hatırladığım kadarıyla, bir
Almancının kızıyla evlenmeye çalışıyordu. İşler, onlar yapmadığı için
birikiyordu. Hatta adamın biri uzun süre tamir görmeyen radyo ya da
kasetçalarını almaya gelmişti (VCD-DVD, MP-3 yoktu, kasetçalarlar kıymetliydi).
Abdülkadir utanmazca, esnaf odasının tarifesinden arıza tespit ücreti
almıştı. Geldiğinden işlerin çok
birikmişti. Sonra birden azaldı. Zira dükkâna çok gelen yoktu.
Ali
şikâyet ediyordu ama o da çok düzgün değildi. Zira o da alkolü seviyordu ve
insanlar ondan da şikâyetçiydi.
O erkek güruhunun en dengesiz adamı
kahveci Mehmet’ti. Babam ve arkadaş çevresi onu iyi tanıyordu. Bizimkilerim, yani kamyoncuların uğrak yeri,
bu dükkanın çaprazında, Mimar Sokak ile Dikmen Caddesinin kesiştiği köşede
bulunan Köşem Kıraathanesiydi. Bizim akraba grubu ve hemşerilerin halen
ağırlıklı bayağı bir grubu hafriyat kamyonculuğu yapmaktadır. O zamanlara
neredeyse tamamı hafriyatçılık işindeydi. Bizimkiler ilk önceleri bu
kahvehanede toplanırlarmış. O’nun anlattığına göre, bizimkiler tüm gün oturup,
çok fazla masraf yapmayınca, bizimkileri kovmuş, bizimkiler de Köşem
Kıraathanesine yerleşmiş.
-Babana sorsan beni bilir dedi. Ben de
babama sordum. Doğruymuş.
-Oğlum, o adamı biliyorum. Adı Mehmet.
Bir gün siz kırolar tüm gün oturup çay içmiyorsunuz diye bizi kovdu.
Bu adam sadece kahveci değildi. Aynı
zamanda müteahhitti. Zaten daha ben oradayken, kahveyi bozdu, kendine emlak
bürosu yaptı. Alt kat bilardo salonuydu. Bir süre kahve kapalı, bilardo salonu
açık kaldı. Sonra oraya da Noter yerleşti.
Bu adamın hikâyelik özelliğiyse. Sanki
hiç kadın görmemiş gibi davranmasıydı. İçeriye kadın girince, ardından o da
damlıyordu.
-Sinan gördün mü? Kadını gördün mü?
Özellikle uzun öğle sonralarında
çekilmez oluyordu. Ustalarım ortadan çok sık ortadan yok olurlardı. Özellikle
yaz aylarında daha çok oluyordu. Gerçi orada bir tam yıl dolmadan ayrıldım.
Haziran da başladım. Okullar bitince yani. Hesapta yaz çoraklığıydı. Bütünleme
sınavlarını kaybedince, bu senelik oldu. Ayrıldığımda nisan ya da mayıs ayıydı.
Gene de sıcak günlerde dükkânda durmazlardı. Sabah dükkânı açarlardı, akşam
hasılatı alırlardı. Gün boyunca dükkân bana bakardı. Ortaokul üçüncü sınıfta
bütünlemeye kalmış çocuktum. O yıllarda, sınıf tekrarı gibi, beklemeye kalma
vardı. Ben ertesi yıl, lise birde de beklemeye kaldım.
Epey vaktim bu adamın, içeri her kadın
geldiğinde, kadın ayrılır ayrılmaz içeri dalmasını çektim. O yan dükkândan ya
da dışarıdan kadına nasıl yiyecek gibi bakıyordu bu adam ki, kadın daha
pasajdan çıkmadan içeri dalıyordu.
Gene böyle bir öğleden sonrasıydı.
İçeri yaşlı, sıcak havaya rağmen üzerinde ağır ve kalın bir pardösü taşıyan ( O
ince uzun paltolar daha sonraları moda oldu, tesettürlüler arasında.), sıkmabaş
tesettürlü bir kadın girdi. Biraz da yaşlılığından olacak, çok da çirkin diye
hatırlıyorum. Kadın basit bir iş için gelmişti. Ya saatine pil taktırmıştı, ya
da kordon, ya da kordonu bağlamaya pim. Çok kalmadın, işi biter bitmez çıktı. O
da arkasından içeri daldı.
-Sinan, karıyı gördün mü karıyı?
Bu canımı sıktı. Bu ne biçim adamdı?
Kendisi rahatsızdı ve beni de rahatsız ediyordu. En nihayetinde kahveciyi yerin
yedi kat dibine yollayacak sorumu sordum.
-Sen hiç dışarı çıkmıyor musun?
O an dükkân kahkahalara boğuldu. Alel
acele dışarı kaçtı. Dükkâna arada bir gelecek oldu, bu söz hatırlatılarak,
dalga geçildi. O da birkaç gün ortalıkta gözükmedi. Derken bir sabah, ben
dükkanı açmaya gelmiştim. Birden karşıma çıktı.
-Sinan, sen bana dışarı çıkmıyorsun
dedin, zoruma gitti. (Tabi zoruna gidecek, gelen giden dalga geçiyor) ben de
Pazar günü Kızılay'a indim. (Ankara'nın çarşısı sayılan merkez. Dikmen'e
dolmuşla on beş dakika uzaklıkta.)
Ya
kızlar ne biçim giyinmiş. Ne dar pantolonlar, iki adam asılsa kızın üzerinden
çıkaramaz. Biz buraya tıkılmış kalmışız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder