İtalyan filozof Niccolo Machiavelli, tarihin en eksik tanınmış filozoflarından birisidir. Aslında kendisini filozof olarak da tanımlamamıştır ve en meşhur ederi Prens'i yazarken de, öyle felsefe yapma çabasına girmemiştir. Amacı tekrar iktidara gelen Medici ailesine yağ çekmek, kendi çapında öğüt vermektir. Bu öğütleri verirken de sık sık Türkleri örnek gösterir. Türk padişahı, kendisine uymayınca, şeyhülislam'ın kafasını kestiriyor, biz se kardinallerin, Papa'nın karşısında tir tir titriyoruz demiştir. (Osmanlı tarihi boyunca 55 sadrazam, 56 şeyhülislam, idam edilmişti. Avrupa'nın protestan krallıklarına (İsveç, Norveç, Damimarka, İngiltere) kilise, doğrudan krala bağlıdır.) Osmanlı'nın Balkanlara Türk yerleştirdiği gibi, fethetttiğiniz yörelere kendi halkınızı yerleştirin, demiştir. Makyavel, feodaliteyi teoride bitiren kişidir. Türkler gibi merkezileşin, merkezi ordu kurun, derebeylerinizden asker dilenmeyin, bölgeleri kendi valilerinizle yönetin, demiştir.
Biz asıl konumuza gelelim, Makyavelizm denilince akla gelen ilk şeye, yani iktidar için her şeyin mübah olmasına. Makyavel, olması gerekeni değil, olanı yazmıştır. Garip bir şekilde Makyavel'i de bu yanlışlar. Ne kadar çok Makyavellik yaparsanız yapıni iktidarınız bir gün bitecektir. Tarih hep bunu göstermiştir. Sizden önceki iktidarların, bütün bu makyavelci hileleri yapmadıklarını, kuzu kuzu iktidardan düşmeyi beklediklerini mi sanıyorsunuz? Tedbir üstüne tedbir almamışlar mıydı sanıyorsunuz. Abdülhamit, Makedonya'daki genç subayların, kendisine karşı darbe yapacağını biliyordu ve kendisince tedbirler almıştı. Abdülhamit'e sadık paşaların ve ailelerin çocukları subay olsa da Makedonya'ya gitmek istemiyordu. O yıllarda Makedonya, komitacı denen çetelerle doluydu ve çetelerin birincil hedefi Türk subaylarıydı. Paşazade denen bu subaylar için subaylık sadece bir meslekti. Bu yüzden Edirne ve Ege orduları, her an Makedonya'da her an ölebilecekleri ortama gitmek istemiyordu. Abdülhamit'te buraya hafiyelerini, muhbirlerini sokamıyordu. Bu yüzden Edirne ve Egedeki birlikler, her an Balkanlardaki bir isyanı bastırmak için hazırlıklıydı. İsyan başladıüında Egedeki birliklere sızan Doktor Nazım bey yüzünden bu birliklerin Balkanlara iüistasyonunda, herkesin ortasında öldürülüp, katili de kaçıp, saklanınca, Abdülhamit'in paşaları da savaşmaya isteksizleşti. Onlar, yıllardan beri savaşmamışlar, 1897 Türk-Yunan savaşında bile birliklerini telgrala yönetmişlerdi. Şimdi ise emirlerinin altındaki alt kademe subayların da pek çoğu İttihatçıydı ve onları da vurabilirlerdi. Abdülhamit paşalarına bu olmazdı. Onlar, boğaza nazır yalılarında kahvelerini içsinler, göğüslerini nişanlar ile doldursunlar, oğulları yirmi beş bile olmadan alay beyi olsun, ama böyle riske girmeselerdi. Sonuçta Abdülhamşt'in düşüşü, bu Osmanlı aristokratlarının da düşüşü oldu. Abdülhamit'ten sonra padişahlık yapanlar (Mehmet Reşat ve Vahdettin), fiilen padişahlık yapmadığı gibi; Abdülhamit'in beslemesi, bazıları okuma-yazma da bilmeyen paşalar ve aristokratlar da, yönetimden uzaklaştırıldı. Oysa Abdülhamit'in de beseleme basını vardı. Hatta vatan şairliği ile meşhur Namık Kemal bile, ömrünün son yıllarında bayağı Abdülhamitçi olmuştu. Eğer biraz daha uzun yaşasaydı, bu kadar çok sevilmeyecekti. En ateşli muhalifi Teodor Kasap'ı, şahsi kütüphanecisi yapmıştı. Bu tedbirlerin hiç biri, 33 yılın sonunda iktidardan devrilmesine ve tahttan indiriler 12 padişahtan biri ve sonuncusu olmasına engel olamadı.
Abdülhamit ve Osmanlı sevdalıları, yani devrildi de iyi mi oldu, İttihatçılar daha mı iyiydi falan diyecekler. Kendisinden daha kötüsünün suçu da, gitmesini bilmeyen iktidardır. Kendisine karşı muhalefeti bastırırken, daha da radikalleştirmiş, aklı başında muhalifleri gözden düşürüp, ülkeyi yönetebilecek olanlara siyaset hakkı tanıamışsınızdır. İyi bir iktidar, kendisi iktidardan gittikten sonra, ülkeyi kimin yöneteceğini de düşünebilmelidir. Mevcut ekonomik ve toplumsal sistemi yönetebilecek insanların siyaset yapmasını engellerseniz, sistemi tamamen çökertirisiniz. 1917'de Rusya'da, 1979'da İran'da olan budur. Rusya ve İran'da monarşilerle beraber, aristokrasiler de çöktü. Her iki ülkede de aristokratların çoğu, yurt dışına göç etti. 1980'lerde yüz binlerce İranlı, Türkiye'ye geldi. Hatta TÖMER'in ilk kurulma amacı, İranlılara Türkçe öğretmekti. Her iki monarşi de muhalefeti tüm hukuksuz ve vahşi yöntemlerle ezdi ama muhalefet, bir yerden patladı.
Türkçe'de bir deyim-atasözü vardır; ölüm geldiyse cihana, baş ağrısı bahane diye. Bazen de iktidar, en çok tedbir aldığı yerden vurulur. Demokrat parti hükumeti, olası bir darbeye karşılık, kendi taraftarı subayları o kadar kollamıştı ki, Ankara'da karargahlar general ve albaylarla dolmuştu. Eminsu'lar, emekli milli mücadele subatları değildi. Kurtuluş savaşı, silahlı çatışma olarak 18 Eylül 1922'de Bandırma'da son kurşun ile bitmişti ve 1960'da, aradan 38 yıl geçmişti. Yani Kurtuluş savaşında savaşmış asker-subay kuşağı, 27 Mayıs darbesi olduğunda kabaca altmışlı yaşlarındaydı. Menderes, ömür boyu iktidarda kalmanın formülünü bulmuştu. Osman Bölükbaşı'da oy veren Kırşehir ilçe yapılmış, elektirikleri kesilmişti. Sonradan geri il yapılsa da, Bölükbaşı'nın köyü, Nevşehir'de kalmıştı. CHP'nin mallarına el konuluyor, milletvekillerinden oluşan tahkikat komisyonu, muhalifleri yargılamadan hapse atıyor, hatta idam ediyordu. En büyük rakibi CHP'yi, 1961'de yapılacak seçimlerden önce kapatacak ve beş parasız bırakacaktı. Sait-i Nursi'nin elini öpmüş, tarikatlara ayrıcalıklar vermiş, aşiret liderleri liste başı yapmıştı ve seçimleri de garanti kazanacaktı. Tüm generaller de kendisindne yana olduğuna göre darbe ihtimali de yoktu. Oysa yükselme yolları tıkanan alt rütbeli subayların örgütlenmesine sebep olmuştu.
Yavuz Sultan Selim'de, babasını tahttan indirmesi, dolayısı ile meşruluğunun tartışılmalı olması sebebi ile hep gergindi ve hep öfkeliydi. Tam da Makyavel'in öğütlediği gibi sevilen değil, korkulan bir padişah olmuştu, önüne geleni idam ediyordu. O kadar ki, yaşadığı dönemde, Yavuz'a vezir olasın diye beddua bile çıkmıştı. Ölümü de korkulan lider olmasından oldu. Sırtında çıkan sivilce, sinir üzerinde olmuştu ve canı çok yanıyordu. Aslanpençesi falan diye havalı isimler verilse de hastalığı sadece sırt bölgesinde çıkan bir sivilceydi ve yapılması gereken, bir kaç gün olgunlaşmasını bekleyip, sonra da sıkmaktı. Öfkeli ve idam cezası kusan bir canavarla karşı karşıya gelen doktorları, sivilceyi erken sıktı, sivilce iltihap kaptı ve sekiz yılda devletim yüz ölçümünü iki kat arttırna padişah, tahtına doyamadan, günler süren iltihap ağrılarını çeke çeke öldü.
Bütün bu Makyavelist oyunlar, muhalefetinde Makyavelist olmasına, muhaliflerin de Makyavelist yapar. İktidarların düşme vaktini bazen muhalifleri de hesaplayamaz. Batista düştüğünde Fidel Castro ve adamları toplam 83 (seksen üç) kişiydi. O yıllarda sadece başketn Havana bile bir milyonun üzerinde nüfusu vardı. Havana'nın zenginleri, bir kaç güne dönecekleri umuduyla evlerinin anahtarlarını, hizmetçilere vererek ayrılmıştı. 1979'da Sandilistler, Nikaragua'da Somoza ailesinin diktatörlüğünü yıktıklarında üç yüz kişiydiler. İktidarlar ise çöktüklerini nadiren anlarlar. 1999'da Isparta'nın Yenişarbademli ilçesindeydi. 18 Nisan seçimleri sonucu ANAP, 4. parti, DYP 5. partiyidi ana ilçe bu partiler arasında ikiye bölünmüştü. (Pek çok kasaba böyleydi) 2002'de her iki partide baraj altında kaybolacaktı.
Doğru olan, demokrasiye geçmektir, bunu daha önce de yazdım. Fakat bu konuda düşünürken fark ettim ki, pek çok kere zorba iktidarlar, iktidarlarını bırakamayacakları kadar büyük suçler işlerler. Suriye, Baas yönetimin 1982 Hama katliamı ve Çin Halk Cumhuriyeti Kominist partisinin 1989 Tianenmen isyanını bastırması, böylesi suçlardandır. Ben buna iktidarların Rubicon'u e geçmesi adını verdim. Bu da başka bir yazının konusu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder