1989 yılı, sınıfta kalmam sebebi ile benim için çok acı bir yıldır. Bir yılım ziyan olmuştur. Benim için anlatılması zor ve can sıkıcı bir konudur. Esnafların çok övündüğü, hasretle andıkları çıraklık kurumunun da gerçek yüzüdür bu. İşin ilginci bu dükkanda, iki yada üç sene kadar önce de bir hafta falan çalışmıştım. Mal gibi adamsın deyip, beni kovmuştu. Ne olduysa, orta üçün yaz tatilinde gene oraya çırak oldum. Orası ile ilgili bir kaç anım var. Bazılıarnı bu blogda yayınladım, bazılarını da aklıma gelirse yazarım. Orada kaldığım bir yıla yakın bir süre boyunca saatçilik üzerine bir şey öğrenmedim; sadece pil değiştirmesini ve pim denen, kayışları tutan minin çivimsi şeyleri değiştirmeyi öğrendim. Pilden kat ve kat fazla pim değiştirirdim.
Dükkanda iki ayrı işletme vardı. Biri Abbas'ın işlettiği saatçi-saat tamircisi, diğeri de kardeşi Ali askerde olduğu için yeğeni ve Abdülkadir diye birinin işltettiği televizyon-radyo tamircisiydi. Ne ne radyo-tv, ne de saat tamiri öğrenemedim, öğretme gibi kaygıları da olmadı. Aslında saatçinin çırağıydım ama televizyoncuların da getir-götürünü yapıyordum. O yıllarda genelde yeni alet alınmaz, çoğu kez tamir ettirilirdi. Buna rağmen dükkanın işleri genelde iyi sayılmazdı, çünkü verilen makineler, zamanında tamir edilmezdi. Hem televizyoncular, hem de Abbas, makineleri parçalıyor ve uzun süre tamir etmiyorlardı. Abbas, daha çok kaçak emlakçılık yapıyordu. Bana da dükkanı açık tutmak kalıyordu. Bir kere üç gün boyunca tek başına dükkanı açıp, kapattığımı hatırlıyorum. Bir kaç kere akşam karanlığında (saat sekiz buçukta kapatırdık) televizyoncular, yan tarafta kahvede bekler, biri gelince tv yada radyoyu söker, geri dönerlerdi.
Dükkan, yol kenarında değil, pasaj içindeydi. İtimat pasajının garip bir mimaris vardı. İki girişli, iki katlı ama her iki girişi arasında yaım kat vatdı. Dikmen Caddesi ile Mimar Sokağın kesiştiği köşedeydi. Alt katının diğer yukarı merdiveni, pasajın tam dibindeydi. Karanlık ve dik bir şekilde, üst kata çıkıyordu. Çalıştığım dükkan, üst katta, Dikmen caddesine bakan cephede, diğer kapıya da yüz metreden daha kısa bir mesafedeydi. Abbas, pasaj içindeki dükkanının her iki girişi de görmesiyle övünürdü. Dükkanın kirası pek yüksek değildi diye hatırlıyorum. Dükkan halen binanın sahibi ve soy adı Koçyiğit olan (o zamanlar filmleri sık sık televizyonda gösterilirdi) müteahidine aitti ve adam kirasını elden alırdı. Yap-satçı denen küçük müteahitlerdendi. Dükkanda anlamda saat tamiri yapılırdı, satış işi azdı. Bunlar çok eski cep ve kol saatleriydi. Çoğunlukla kurmalı ve kol hareketleri ile şarj olan otomatik saatlerdi. Kurmalıları, saati ayarlamak için bulunan kolu biraz daha çekip, saatin içindeki mekanizmada bulunan, zemberek denen sarmal yayı büzerek kuruyordunuz. Yay, mekanizmadaki diğer çarkların ve pandül denen başka bir yayın engellemesi ile yavaş yavaş açılıp, saati çalıştırıyordu. Otomatik saatin içindeki mekanizma, kol hareketlerini, türbin hareketine çevirip, elektirik üretiyordu. Sonra bu elektiriği kendi pilinde saklıyordu. Kolunuz hareket etmiyorken, saati öyle çalıştırıyordu. (Acaba bu şekilde günümüz akıllı saatleri çalışamaz mı?) Bir de arada bir gelen kurmalı masa saatleriyle, duvar saatleri vardı. Bunları anlatıyorum çünkü Z kuşağı denen son nesil, saat kavramına da çok uzak. Cep telefonu, el telefonu olmuş durumda, her ihtiyacı karşılıyor. Kol saati ve diğer saatler artık sadece bir aksesuar.
Abbas bu süre boyunca bana hiç saat tamiri ile ilgili bir şey öğretmedi, bunun için de uğraşmadı. Daha sonra işe aldığı kalfası (adını hatırlamıyorum), Abbas enayi mi sana iş öğretsin, yoksa buraları kim süpürecek, ayak işlerini yapacak demişti. Zaten bana iş öğretmendiği için onu işe almıştı. Adını hatırlamıyorum ama yüzü ne aklımda. Gür siyah sakallı ve zayıfçaydı, Karslı olduğunu söylüyordu ama bariz Karadeniz şivesi vardı. Abbas, emlakçılık yapmaktan, saatleri tamir edemiği için onu işe almıştı. Dükkanın işleri de anlaşılacağı üzere iyi değildi. Dükkana tamire nadiren kaliteli saat geliyor, genelde fi tarihinden kalma Serkisof cep saatleri (neredeyse hepsinin kapağında Devlet Demiryolları arması bulunurdu. D.D.Y, zamanında emekli olanlara yada otuz yılını dolduranlara veriyormuş.) Hislon gibi eski marka saatler gelirdi. Dükkanda işlerin iyi olmamasının tek sebebi, Abbas'ın dükkanda pek durmaması değildi. Abbas, dükkanda olduğunda, dükkan bir çeşit kahvehaneye dönüyor, pasaj ve yakınlarındaki esnaf, toplanıp çeşit çeşit muhabbet ediyorlardı. Bu sohbetlerin pek çoğu da belden aşağıyaydı ve yer yer de yüksek sesle yapılıyordu. Çevredeki esnaf, Abbas'ı, belden aşağı konuşuyor diye onu dükkanlarına almıyor, Abbas'ın dükkanına da muahbbete geliyordu. Bu yüzden dükkana pek kadın gelmiyordu. Gelenlerin ardında da dedikodusu yapılıyordu.
Dükkanda en can sıkıcı işlerimin ilk para bozdurmaktı. Bu genelde pim taktırmaya gelenler için oluyordu. Pim iki yüz liraydı ve gelenler genelde beş yüz lira getiriyordu. Ben de saf biri olarak bazen ço uzak yerlere, bozuk para sormaya gidiyordum. Bozuk bulamayınca da pim, beleşe geliyordu. Uzun süre bu bozuk para meselesi sürdü. Oradan ayrılmama yakın bu pimi beş yüz lira yaptı. Sonra pim kırılma olayları da azaldı. Diğeri de Abbas'a her akşam iki şişe Tekel birası almaktı. O dönemde Tekel halen devletin bir iktisadi teşebbüsüydü. Şarap, kanyak, köpüklü şarap (şampanya) gibi değişik türde alkollü içki üretiyordu. Ürettiği bira, dönemin en ucuz ve muhtemelen en kalitesiz birasıydı. Abbas şişeyi açtığında, kokusunu pasajın dışından bile alabiliyordum bazen.Akşam saat altı gibi bana, pasajın Dikmen caddesindeki kapısının yanında olan bakkaldan iki Tekel birası alır, şişeyi ayağının dibine koyarak içerdi. Dükkan bu yüzden hep bira ve benzin kokardı. Abbas, mekanik saatleri, uçak benzini dediği ve benzin kokan, şişe içinde satılan, renksiz bir sıvı ile yıkar, dükkanın esas kokusunu bu benzin kokusu oluştururdu.
Dükkanda yok denecek kadar a para alırdım. En kötü çırak kırk bin lira alırken, benimki en son beş bin lira olmuştu. Bolca dayak yiyor, hakaret dinliyordum. O zamanlar dükkanlar genelde pazar günleri kapalı olur, açık olanların duvarında da hafta tatili izin formu bulunurdu. Abbas ve pasajın esnafları genelde hafta sonları dükkanlarını kapatırlardı. Bu dükkanda geçirdiğim bir yılda bana bir sürü travma, kötü anı, saatlerle ilgili pek çoğunu unutuacağım bilgi kaldı. Orada en fazla erkek argosu öğrendim. Bir sürü belfen aşağı fıkra ve hikaye öğrendim.
Ailemin olanlardan haber vardı ama yokmuş gibi davranıyordu. Pazar günleri evdeydim ve beni halen annem yıkıyordu ve bedenimdeki morlukları görüyordu. Beni asıl yıkan babam oldu. Ben tüm bu olanları babama anlatmak istiyordum. Zaten bana yapılanları tüm mahalle biliyordu. Oysa tam tersi oldu. Abbas, beni mal ve aptal olmakla suçladı. Abbas ve televizyoncular, beni aptallıkla suçlar ama dükkanı bazen üç gün aralıksız bana teslim ederlerdi. Babam da, para da istemiyorum, Sinan, tüm gün dükkanda oyalansın, dedi. Bu beni daha da yıktı.
Bu olaydan sonra Abbas ve dükkandakiler bana küfretmeye de başladılar. Bir kere biri babana diye küfrettiği için ona çok kuvvetli vudrum. Sonra babama küfrettiler, babam beni kollamadığı için bunu duymazdan geldim. Babamsa bana edilen küfür edildiğini duydu ve bir akşam nedense beni dükkandan almaya geldi. Kendine edilen küfürleri duydu ve yarın artık gitmiyorsun dedi.
Ertesi gün anahtarı teslim etmeye gittim. Kapıyı açmadım, Karslı dediğim kalfanın gelmesini bekledim. Beni görünce nerde kaldın diye çıkıştı, hiç bir şey demeden anahtarı eline verdim. Sonraki zamanalarda oraya nadiren uğradım. Şimdilerde Abbas ve eşi çoktan ölmüş ve mezarı Didim'deymiş. Dükkanı şimdilerde oğlu işletiyor ve dükkan pasajın daha da dibinde bir yerde. Babamsa demans hastası, iyice bunadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder