saatçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
saatçilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2025 Pazar

SAATÇİ ÇIRAKLIĞIM



 1989 yılı, sınıfta kalmam sebebi ile benim için çok acı bir yıldır. Bir yılım ziyan olmuştur. Benim için anlatılması zor ve can sıkıcı bir konudur. Esnafların çok övündüğü, hasretle andıkları çıraklık kurumunun da gerçek yüzüdür bu. İşin ilginci bu dükkanda, iki yada üç sene kadar önce de bir hafta falan çalışmıştım. Mal gibi adamsın deyip, beni kovmuştu. Ne olduysa, orta üçün yaz tatilinde gene oraya çırak oldum. Orası ile ilgili bir kaç anım var. Bazılıarnı bu blogda yayınladım, bazılarını da aklıma gelirse yazarım. Orada kaldığım bir yıla yakın bir süre boyunca saatçilik üzerine bir şey öğrenmedim; sadece pil değiştirmesini ve pim denen, kayışları tutan minin çivimsi şeyleri değiştirmeyi öğrendim. Pilden kat ve kat fazla pim değiştirirdim.

Dükkanda iki ayrı işletme vardı. Biri Abbas'ın işlettiği saatçi-saat tamircisi, diğeri de kardeşi Ali askerde olduğu için yeğeni ve Abdülkadir diye birinin işltettiği televizyon-radyo tamircisiydi. Ne ne radyo-tv, ne de saat tamiri öğrenemedim, öğretme gibi kaygıları da olmadı. Aslında saatçinin çırağıydım ama televizyoncuların da getir-götürünü yapıyordum. O yıllarda genelde yeni alet alınmaz, çoğu kez tamir ettirilirdi. Buna rağmen dükkanın işleri genelde iyi sayılmazdı, çünkü verilen makineler, zamanında tamir edilmezdi. Hem televizyoncular, hem de Abbas, makineleri parçalıyor ve uzun süre tamir etmiyorlardı. Abbas, daha çok kaçak emlakçılık yapıyordu. Bana da dükkanı açık tutmak kalıyordu. Bir kere üç gün boyunca tek başına dükkanı açıp, kapattığımı hatırlıyorum. Bir kaç kere akşam karanlığında (saat sekiz buçukta kapatırdık) televizyoncular, yan tarafta kahvede bekler, biri gelince tv yada radyoyu söker, geri dönerlerdi.

Dükkan, yol kenarında değil, pasaj içindeydi. İtimat pasajının  garip bir mimaris vardı. İki girişli, iki katlı ama her iki girişi arasında yaım kat vatdı. Dikmen Caddesi ile Mimar Sokağın kesiştiği köşedeydi.  Alt katının diğer yukarı merdiveni, pasajın tam dibindeydi. Karanlık ve dik bir şekilde, üst kata çıkıyordu. Çalıştığım dükkan, üst katta,  Dikmen caddesine bakan cephede, diğer kapıya da yüz metreden daha kısa bir mesafedeydi. Abbas, pasaj içindeki dükkanının her iki girişi de görmesiyle övünürdü. Dükkanın kirası pek yüksek değildi diye hatırlıyorum. Dükkan halen binanın sahibi ve soy adı Koçyiğit olan (o zamanlar filmleri sık sık televizyonda gösterilirdi) müteahidine aitti ve adam kirasını elden alırdı. Yap-satçı denen küçük müteahitlerdendi. Dükkanda  anlamda saat tamiri yapılırdı, satış işi azdı. Bunlar çok eski cep ve kol saatleriydi. Çoğunlukla kurmalı ve kol hareketleri ile şarj olan otomatik saatlerdi. Kurmalıları, saati ayarlamak için bulunan kolu biraz daha çekip, saatin içindeki mekanizmada bulunan, zemberek denen sarmal yayı büzerek kuruyordunuz. Yay, mekanizmadaki diğer çarkların ve pandül denen başka bir yayın engellemesi ile yavaş yavaş açılıp, saati çalıştırıyordu. Otomatik saatin içindeki mekanizma, kol hareketlerini, türbin hareketine çevirip, elektirik üretiyordu. Sonra bu elektiriği kendi pilinde saklıyordu. Kolunuz hareket etmiyorken, saati öyle çalıştırıyordu. (Acaba bu şekilde günümüz akıllı saatleri çalışamaz mı?) Bir de arada bir gelen kurmalı masa saatleriyle, duvar saatleri vardı. Bunları anlatıyorum çünkü Z kuşağı denen son nesil, saat kavramına da çok uzak. Cep telefonu, el telefonu olmuş durumda, her ihtiyacı karşılıyor. Kol saati ve diğer saatler artık sadece bir aksesuar.

Abbas bu süre boyunca bana hiç saat tamiri ile ilgili bir şey öğretmedi, bunun için de uğraşmadı. Daha sonra işe aldığı kalfası (adını hatırlamıyorum), Abbas enayi mi sana iş öğretsin, yoksa buraları kim süpürecek, ayak işlerini yapacak demişti. Zaten bana iş öğretmendiği için onu işe almıştı. Adını hatırlamıyorum ama yüzü ne aklımda. Gür siyah sakallı ve zayıfçaydı, Karslı olduğunu söylüyordu ama bariz Karadeniz şivesi vardı. Abbas, emlakçılık yapmaktan, saatleri tamir edemiği için onu işe almıştı. Dükkanın işleri de anlaşılacağı üzere iyi değildi. Dükkana tamire nadiren kaliteli saat geliyor, genelde fi tarihinden kalma Serkisof  cep saatleri (neredeyse hepsinin kapağında Devlet Demiryolları arması bulunurdu. D.D.Y, zamanında emekli olanlara yada otuz yılını dolduranlara veriyormuş.) Hislon gibi eski marka saatler gelirdi. Dükkanda işlerin iyi olmamasının tek sebebi, Abbas'ın dükkanda pek durmaması değildi. Abbas, dükkanda olduğunda, dükkan bir çeşit kahvehaneye dönüyor,  pasaj ve yakınlarındaki esnaf, toplanıp çeşit çeşit muhabbet ediyorlardı. Bu sohbetlerin pek çoğu da belden aşağıyaydı ve yer yer de yüksek sesle yapılıyordu. Çevredeki esnaf, Abbas'ı, belden aşağı konuşuyor diye onu dükkanlarına almıyor, Abbas'ın dükkanına da muahbbete geliyordu. Bu yüzden dükkana pek kadın gelmiyordu. Gelenlerin ardında da dedikodusu yapılıyordu. 

Dükkanda en can sıkıcı işlerimin ilk para bozdurmaktı. Bu genelde pim taktırmaya gelenler için oluyordu. Pim iki yüz liraydı ve gelenler genelde beş yüz lira getiriyordu. Ben de saf biri olarak bazen ço uzak yerlere, bozuk para sormaya gidiyordum. Bozuk bulamayınca da pim, beleşe geliyordu. Uzun süre bu bozuk para meselesi sürdü. Oradan ayrılmama yakın bu pimi beş yüz lira yaptı. Sonra pim kırılma olayları da azaldı. Diğeri de Abbas'a her akşam iki şişe Tekel birası almaktı. O dönemde Tekel halen devletin bir iktisadi teşebbüsüydü. Şarap, kanyak, köpüklü şarap (şampanya) gibi değişik türde alkollü içki üretiyordu. Ürettiği bira, dönemin en ucuz ve muhtemelen en kalitesiz birasıydı. Abbas şişeyi açtığında, kokusunu pasajın dışından bile alabiliyordum bazen.Akşam saat altı gibi bana, pasajın Dikmen caddesindeki kapısının yanında olan bakkaldan iki Tekel birası alır, şişeyi ayağının dibine koyarak içerdi. Dükkan bu yüzden hep bira ve benzin kokardı. Abbas, mekanik saatleri, uçak benzini dediği ve benzin kokan, şişe içinde satılan, renksiz bir sıvı ile yıkar, dükkanın esas kokusunu bu benzin kokusu oluştururdu. 

Dükkanda yok denecek kadar a para alırdım. En kötü çırak kırk bin lira alırken,  benimki en son beş bin lira olmuştu. Bolca dayak yiyor, hakaret  dinliyordum. O zamanlar dükkanlar genelde pazar günleri kapalı olur, açık olanların duvarında da hafta tatili izin formu bulunurdu. Abbas ve pasajın esnafları  genelde hafta sonları dükkanlarını kapatırlardı. Bu dükkanda geçirdiğim bir yılda bana bir sürü travma, kötü anı, saatlerle ilgili pek çoğunu unutuacağım bilgi kaldı. Orada en fazla erkek argosu öğrendim. Bir sürü belfen aşağı fıkra ve hikaye öğrendim.

Ailemin olanlardan haber vardı ama yokmuş gibi davranıyordu. Pazar günleri evdeydim ve beni halen annem yıkıyordu ve bedenimdeki morlukları görüyordu. Beni asıl yıkan babam oldu. Ben tüm bu olanları babama anlatmak istiyordum. Zaten bana yapılanları tüm mahalle biliyordu. Oysa tam tersi oldu. Abbas, beni mal ve aptal olmakla suçladı. Abbas ve televizyoncular, beni aptallıkla suçlar ama dükkanı bazen üç gün aralıksız bana teslim ederlerdi. Babam da, para da istemiyorum, Sinan, tüm gün dükkanda oyalansın, dedi. Bu beni daha da yıktı.

Bu olaydan sonra Abbas ve dükkandakiler bana küfretmeye de başladılar. Bir kere biri babana diye küfrettiği için ona çok kuvvetli vudrum. Sonra babama küfrettiler, babam beni kollamadığı için bunu duymazdan geldim. Babamsa bana edilen küfür edildiğini duydu ve bir akşam nedense beni dükkandan almaya geldi. Kendine edilen küfürleri duydu ve yarın artık gitmiyorsun dedi.

Ertesi gün anahtarı teslim etmeye gittim. Kapıyı açmadım, Karslı dediğim kalfanın gelmesini bekledim. Beni görünce nerde kaldın diye çıkıştı, hiç bir şey demeden anahtarı eline verdim. Sonraki zamanalarda oraya nadiren uğradım. Şimdilerde Abbas ve eşi çoktan ölmüş ve mezarı Didim'deymiş. Dükkanı şimdilerde oğlu işletiyor ve dükkan pasajın daha da dibinde bir yerde. Babamsa demans hastası, iyice bunadı.

27 Ağustos 2024 Salı

BAAM (YADA BİR TABANCA HİKAYESİ)

 


BAAM

 

         O Saatçi dükkânından hatırladığım bir kişi de Ahmet amcaydı. Öldü ise Allah rahmet eylesin, yaşıyorsa kulakları çınlasın. O yıllarda bile çok yaşlıydı. Yetmiş üç ya da yetmiş beş filandı. Gayet dinç ve kuvvetliydi. Hemen her işten anlardı. Berberlik, ilk yardım, araba, televizyon, saat ve aklınıza gelecek her şeyin tamiri, marangozluk. Kısaca her türlü el becerisine sahipti. Babama bu adamdan bahsettiğimde, bana şöyle dedi.

         —Bırak be oğlum. O tür adamlar hiçbir işe yaramazlar. Her işten birazcık anladıklarından, bir işi tam bilemezler. Bir meslekleri olmaz.

         Gerçekten de bu amcanın kesin bir mesleği yoktu. Yirmi yıldan fazla bir zamandan beri emekliydi. Gözleri iyi görmezdi. Bu yüzden masa ve duvar saatlerini tamir ederdi.  Cep telefonu ve telefonların alarmları, masa saatleri ve onların alarmlarını gözden düşürdü. Duvar saatleri de evin süs mobilyalarındandı. Dükkanda para için çalışmazdı. Oyalanmak için dükkana ara da bir gelirdi.

         Geçmişinde bir hapis yatmışlığı vardı. Bülent Ecevit'in 1974 affında serbest kalmıştı. Hapis cezasının sebebi de cinayetti. Sıkıcı bir öğleden sonraydı. Abbas ustanın arkadaş takımının ortalıkta olmadığı nadir günlerdendi. Ustam bir kol saatiyle uğraşıyordu. Ahmet amca ise bir duvar saati üzerinde çalışıyordu. Abbas usta, bu Ahmet amcaya laf attı.

         —Ahmet emmi, sen adamı hasımları vur deyince vurmuşun öyle mi?

         —De get lan.

         —Adamı vurman için beş bin lira almışsın öyle mi?

         —O garip kazayla vuruldu.

         —Adam mermiyle vurulmuş ne kazası?

         —Dinle o zaman.

         O zamanlar Çorum'un içinde saraççı dükkânım vardı. Milletin at arabasını falan yapıyordum. Yaptığım daha çok, tekerlerin kırılan çemberlerini yapmaktı. (Burada belirtmeliyim. Türkiye'de at arabası iyice azaldı. Kalanlarda lastik teker takıyor.) oraktı, tırpandı, ben yapıyordum. Arada ince işlerde elime geliyordu.  Bir de o devirlerde silah da yaygındı. Silah tamirine gelen çok oluyordu da, ben çoğunu yapmıyordum. Bazılarını da mecbur kalıyordum. Adam her vakit müşterim, yapmayacak mıyım?

         O adamda böyle birisiydi. Köyünün de zenginlerindendi. Bir de ona sebep o köyden de çok kişi işini bana yaptırırdı. Bir gün gene geldi. Merhabalaştık, bana tabancayı uzattı. Bir altı patlar.

         —Yapamam dedim. Ortalık karışmaya başlamıştı. Çorum'da sağ-sol, Alevi-Sünni kavgası yeni yeni başlamıştı.

         —Benim işimi yapmayacaksın da, kimin işini yapacaksın? Dedi. Doğruydu, en çok o bana para kazandırıyordu. Çaresiz boyun büktüm. Almak için elimi uzattım.

—Ver de bir bakalım, neyi var? Diye sordum.

         —Kurşun, yuvasına sıkışmış dedi.

         —Namluyla oynamayı sevmem, dedim.

         —Namluda değil yuvada dedi.

         —Ne yuvasıymış, dedim. Altıpatların topuzunu gösterdi. Elime aldım, baktım, mermilerden birisi, oraya küçük gelmiş. Silahı masaya yatırdım. Tornavidayla, topuzu gövdeden ayırdım. Topuza baktım. Mermi penseyle çıkacak değildi. Arla tarafından kavrayıp, kovanı mermiden ayırdım.  İçindeki barutu boşalttım. Kovan ayrılmıştı da, çekirdek içindeydi. Topuzu mengeneye sıkıştırdım. O da tam karşımda durdu. Masaya yaslandı, bana bakıyor. Elinde çekiç ve demir çivi var. Vurarak çekirdeği çıkaracağım. Barut boşaldı ama patlama olabilir.

         —Çekil oradan dedim.

         —Bir şey olmaz dedi.

         —Sen gene de çekil, dedim.

         —Ne çekileceğim dedi. Bende,

         —İnşallah bir şey olmaz dedim. çiviyi, çekirdeğin içine koydum. Çekiçle bir vurduydum, baam etti.bir de baktım adam vurulmuş. Taksi tuttuk, hastaneye yetiştik ama geçti. Hastanede ben kaçtım. Bir süre köyümde, yakın köylerde kaldım. Sonra yakalandım. Adamında hasımları çokmuş meğer. Mahkeme felan, inanmadılar, hapse attılar. Sonra 1974'de Ecevit'in affı ile dışarı çıktım. Sonra adamın akrabaları, dostları beni vurmaya aradı. Kaçtım Çorum'dan. Sonra kani oldular kaza olduğuna da, peşimi bıraktılar.

         Bu sözden sonra ustam, bir daha bu olayın konusunu açmadı.

(Bu hikayeyi, yıllar önce yazmıştım. Bir tabanca mermisi, bu anlatıldığı  gibi patlayabilir mi, merak ediyorum. Şimdi bana mantıksız göründü. O saatçi ustası çoktan öldü, dükkana oğlu bakıyor. Ahmet amca dediğim şahıs, otuz yıl önce yetmiş küsur yaşındaydı, şimdiye muhtemelen o da ölmüştür.)