29 Ağustos 2025 Cuma

ANILARLA 17-25'İ YORUMLAMAK

 


17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarından (ya da adli darbe girişiminin ardından yaklaşık 12 yıl geçti bu yıl itibarıyla. Bence 15 Temmuz'dan daha sarsıcıydı. Malum tarikat, en güçlü çağındaydı. 12 Eylülden beri yice güçlenmiş, ekonomi ve topluma iyice egemen olmuştu. Şimdi uzun uzun anlatmayayım, bir sürü kumpasla Atatürkçü-Alevi-Kürt-Solcu subay, hatta astsubaylar bile oyun dışı bırakılmıştı. Hemen hemen her apartmanda en az bir tane cemaat evi denen öğrenci evi vardı. Dershane sektörünün dörtte biri doğrudan, dolaylı olarak da yarı yarıya bu tarikatın elindeydi. 17 Aralık 2013 sabahına kadar Türkiye'nin en az dörtte biri bu tarikatın üyesi, sempatizanı yada işbirlikçisiydi, yemin edebilirim ama kanıtlayamam.

Bütün bu gücüne rağmen, neden başarısız oldu, bu sorunun cevabını arayacağım. 15 Temmuzla ilgili bir dolu yazı yazmışm bloga, fark ettim ki 17-25'i de sorgulamalıyım (ya da sorgulamalıyız). 17 Aralık sabahına kadar o zamanalardı cemaat yada hizmet hareketi olan FÖCÖ ile iktidar partimiz ve reisi arasında gözle görülür bir gerilim yoktu. İktidarda ilerlemenin ilk şartı, cemaatten olmaktı. Gerilim diyebileceğimiz şey, Föcö'nün o zamanlar MİT müsteşarı olan Hakan Fidan'a kafayı takması, basın-yayın organlarından aleyhine  yayın yapması; iktidarın da deshaneleri kapatmaya kalkması, cemaat yayınlarındna dershanelerin ne kadar ihtiyaç olduğunun propagandasının yapılmasıydı.

Bu dershane konusuna biraz daha değinmek istiyorum. Son beş yılda dershaneler bitme noktasına geldi. Bunun asıl sebebi internetten bilgiye daha kolay ulaşım olması (sırf youtube'da bile sayamayacağınız kadar çok ders anlatım-soru çözüm videosu var), Raund-Doping Hafıza gibi sistemler ve pek çok işsiz öğretmenin özel ders yada öğrenci koçluğuyla geçinmeye çalışmasıdır. 2013'de dershaneler altın çağındaydı. 1993-94 gibi öğreniler 8. (orta son) ve 12. sınıfta, ya da mezunda dershaneye giderken, artık her sene deshaneye gidiliyordu. Okulda haftada 35-40 saat ders gören öğrenciler, bir de dershanede 15-20 saat ders görüyorlardı. Okuldan daha okul olmuşlardı. Hele de lise son sınıflar için, arık okulu asıp, dershaneye gidiyorlardı.

Fecö-Reis kavgasını ilk yazan, o zamanlar Leman yazarı olan Nihat Genç oldu ama doğrudan değil. MİT ile Polis teşkilatı arasında kavga olduğunu yazmıştı. Sonradan çıkan belgelere göre Reis, yetmez ama referandumundan sonra cemaati ve yaecileri yavaş yavaş kendisinden uzaklaştırmaya başlamıştı. Kamuoyu bunu bilmiyordu ve 17 Aralık sabahı herkese, özellikle cemaatcilere şok oldu. Pek çok kişi, anası-babası kavga eden çocuklar gibi kaldı. Sabahleyin, okyanus ötesindeki şeyhin delirmişcesine bağırış, çağırışları, kıyametin habercisiydi. Yolsuzluk operasyonunun, iktidarının en güçlü yıllarını yaşayan reis ve partisini yıkmayacağı belliydi, yaklaşık altı ay önce olup-biten Gezi isyanı bile, sol gelecek korkusunu kalplerine yerleşen sağin, reisi etrafında birleşmesini sağlamıştı. Okyanus ötesi ve ekibinin istediği 2-3 yıl sonrası yapacağı darbe için zemin ve bahane hazırlamak ve cemaat üyelerinin iktidarla karşı karşıya gelmesini sağlamaktı.  Cemaatse, büyük çoğunluk olarak, hiç tepki vermedi. Ardında  25 Aralık operasyonları başladı, cemaat bir hafta daha bekledi. Cemaati ilk esnaf terk etti. Beypazarı esnafının tamamının (Zaman gazetesi zaten uzun zamandır tüm esnafa ve belli makamdaki kimselere ücretsiz dağıtılıyordu. (Okulların müdür ve müdür yardımcılarına mesela) Gene de pek çok kişi, hem gazeteye abone oluyor, hem de bayiden alıyordu. 2014 Ocak ayını  ilk günlerinde, Zaman gazetesi dağıtıcıları kovulmaya başlandı. Esnaf, tarikat öğrencisi evlere yardımı kesti, bu evlerde kalan öğrenciler ilk defa yokluk hissetmeye başladı. Ocak ayının ortasında memurlar da tarikatı terk etmeye başladı.

Bu arada yolsuzluk dosyaları, belgeler, kasetler, tapeler, internete yağmaya başladı (Bunları halen internttette bulabilirsiniz. Silinse de birileri ekliyor.) Bunlar iktidar tabanını zerre kadar rahatsız etmedi. Çalıyor, ama çalışıyor; iktidar yanlıların sloganı oldu. O zamanlar, ekonominin iyi günlerinin sonu, kötü günlerinin başlangıcıydı. 2013'ün sonu, 2014'ün başı diye ele alırsan on bir yıl öncesi bu olanlar. Çalıyorsa, bizim paramızı çalıyor diyordu iktidar seçmeni. İktidar seçmeni sanıyordu ki laik-seküler, Atatürkçü-Alevi ve Kürtlerden alınıp, onlara verilecek; kendileri de Sünni-sağcı kitle olarak sınıf atlayacaklardı. Oysa bu on yıl içinde büyük ölçüde tersi oldu. Mesela ben reisin, dolar alan yaya kalır sözünü dikkate alıp, Türk lirası yerine Amerikan doları biriktirmeye başladım ve zarar etmedim. İktidar partisinin oy vereni olarak kendisine adam torpil arayanlar, kredi arayanlar, hüsrana uğradı. Ayakkabı kutularındaki dolar yığınlarının görüntüsü bile iktidar yanlılarını yandaşlarından ayırmadı. Diğer yandan be ta o zamandan anladım ki yapmamız gereken, karşıdevrime karşıdevrimdir. O günlerde hem cemaat, hem iktidar, birbirlerinin pisliklerini kısmen ortaya dökmeye başladı. Ortaya çıkan yolsuzluk rakamları, iktidar yanlısı olmayanları dehşete düşürmüştü ama bugüne göre küçük rakamlardı. O zamanlar sorular çalındı diye telaşlanıyorduk oysa komple diplomalar sahteymiş.

Ardından iktidar-tarikat savaşı başladı, 2014 Ocak ayında tarikat pek çok üyesini ve ortağını kaybetmeye başladı. Diğer tarikatlar ve diğer Nurcular bir yana, tarikat sayesinde memur olanlar, tarikat sayesinde sınav kazananlar, mücadele ciddileşince, tarikatı terk etti. Pek çok kişi, tarikatın özel okullarından (taşradaki özel okulların çoğu bu tarikata bağlıydı)çocuğunu aldı, tarikata yapılan yardımları kesti. O günlerde himmet kavramının yeni anlamını öğrendik. Himmet, Allah'ın yada başka bir kişi yada şeyin (devlet-peygamber) himayesine girmek, ondan af yada yardım istemektir ve dinde, Allahtan başkasından himmet istenmez. Meğer cemaat marifetiyle toplanan haraç paralarına da himmet deniliyormuş. Cemaat sayesinde iş sahibi olanlar, özellikle memur olanlar, maaşlarından bir payı, bekarlarsa %15, evlilerse %10'unu veriyormuş. Esnaftan alınanlar da cabası. İktidar da cemaatin öncelikle basın organlarına baskı yapmaya başladı. Cemaatte, Yumurca tv, Can Erzincan tv'ye varana kadar tüm medyasıyla saldırdı.

Asıl büyük kavga, Bankasya üzerinde koptu. Onbinlerce kişi bu bankadan parasını çekerken, halen bağlı kalanlaar, tüm birikimini, nakite çevirip, bu bankaya yatırdı. İktidarın ilk fişlediği de bu bankada parasını ısrarla tutanlar oldu. Fecömetrenin ilk ölçütü buydu. İkincisi okullarına öğrenci götürmek, üçüncüsü de o mesajlaşma uygulaması oldu. Ben bu bankanın bu kadar önemli olacağını ummamıştım çünkü bu banka, her yerde şubesi olan yada şubeleri devasa bankalardan biri değildi. Biz dar gelirli kullar için bankanın büyüklüğü şube ve çalışan sayısıyla orantılıdır. Şubelerde büyük ve gösterişli olmalıdır. Oysa bu bankanın şube sayısı az olduğu gibi, dış cephe itibarıyla ( Herhangi birininiçini hiç görmedim) öyle gösterişli yerler de değildi. Demek ki çok para dönüyordu. Aklımda kalan görüntü, televizyonlarda gördüğüm,  banka şubelerinde Kuran okuyan insanlar oldu. Hani tasavvuf, hani malı,canı, cenneti terk, hatta terki terk? Bu tarikat, banka şubelerinde dua ederek öldü.

Diğer tarikatlar da aynısı olacak. İngiltere'deki, Fransa'daki mülklerinde, İngilizce isim verdikleri özel hastanelerinde, her yaz bol bol Atatürk'lü reklam yaptıkları özel okullarında,  holdinglerinin hisse senedi tahtalarında, İsrail'e çelkik, kablo, iç çamaşırı ve bilumum ihtiyaç malzemesi sattıkları fabrikalarında,  mini etekli kızları çalıştırdıkları zincir lokantalarında dua ederek öleceksiniz.

17-25'in başarısızlığını ve 15 Temmuz'ub yenilgisini, Arka Sokaklar isimli uzun süreli diziden anlamıştım, çünkü Aydın Doğan yaş tahtaya basmazdı. Örgüt, devletten ve kendisinden yararlananlarla dolmuştu, iktidarı devirmek isteyenlerle değil. Birebir örnek değil zira Fecö, iktidarın doğrudan ortağıydı; 12 Eylül darbesi sırasında Dev-Yol'da benzeri durumdaydı, 1980'de kırk milyonluk ülkede, yarım milyon kadar üye ve sempatizanı vardıİ toplamda asker ve polisten kalabalıktı. Darbeden az önce içinden Dev-Sol'u çıkarmıştı. Dev-Sol'da önce Dayıcı-Bedrici diye bölündü ve Parti-Cephe ortaya çıktı. Cephe'de arada Savcı, Selim Kiraz cinayeti gibi sansasyon çıkarıyorsa da halk tarafından sevilmekten uzak. Gezi'den sonra solun merkezine Marksizm değil, yetme amacı-liboş-cemaatin toptan düşman olduğu Kemalizm oturdu.

Oysa Lenin, yüz milyonluk Rusya'dai on altı bin üyeli Bolşevik partisi ile devrim yapmıştı; Küba'da devrim yapanlar seksen üç  (Fidel, Raul ve Che dahil), Nikaragua'da Sandilistler, üç yüz kişiydi. Çünkü siyasette, ya devlet başa, ya kuzgun leşedir. Yani devletin başına geçemezseniz, cesedinizi gömmezler, kuzgunlar yer. Semih Terzi'yi gömecek mezar bulamadılar da, üzüm bağına defnettiler. Bu tarihin her döneminde ve her ülkede böyleydi. Baader Meinhof çetesi, sahinden de aniden, Almanya'nın dört bir köşesindeki hapishanelerinde, aynı gece, intihar ettiğine mi inanıyorsunuz? Olay sadece idam, infaz, hapis değil; sürgünleri dışlanmışlık ve iktidar nimeti tatlı gelen dostların sizi terk etmesidir. Bu yüzden gerçek devrimlerin öncüsü küçük bir azınlıktır ve gene bu yüzden Rosa Luxenburg'un dediği gibi, devrimler olmadan önce imkansız, olduktan sonra kaçınılmaz görünürler.

Cemaat, 17-25'e kadar hep gölgelerde, satın aldığı cellatlarla, iktidarlarla işbirlikleriyle çalışmıştı ve hep kaçak döğüşüp, vur kaç yapmıştı. Oysa gerçek savaş, en sonunda bir süngü savaşıdır. Ne kadar savaş uçağınız, SİHA'nız, keskin nişancınız olursa olsun, ölümü, sürgünü, dışlanmayıi hor görülmeyi göze almalısınız. Yetmez amacılar, sizin uğrunuza ölmez. Cemaat o kadar korkaktı ki, darbe için yaz tatilinin ortasını seçti ve pek çoğu da o meşum gecede tatildeydi. Sosyal  medyada millete sokağa çıkmayı demekle vakit geçirdiler; yapmaları gereken sokağa çıkıp, askerlerin koluna girmekti.

Böylesi sisteme örgütler, iktidar olamazsa da, tam yok olmazlar yada yok olmaları çok uzun zaman alır; pek çok kişi hayata bu örgütler sayesinde katılır. Bir kardeş örgüte girer, dağa çıkar; ailenin kalanı Avrupa ülkelerine iltica eder (amaç odur zaten) yada örgütün çatışmadan uzak birimlerinde geçinir, gider. 2016'dan bu yana bu tarikattan kurtulamadık, ara ara halen operasyonları yapılıyor; parti cephe yada pcc'den de öyle çabuk kurtulamayacağız.

Öte yandan 17-25'i tekrar tekrar hatırlamalı ve incelemeliyiz.

26 Ağustos 2025 Salı

RAUF DENKTAŞ'IN BÜLENT ECEVİT'İN ANI DEFTERİNE YAZDIKLARI

 


Rauf Denktaş Bülent Ecevit'i ziyaret etti
Güncelleme Tarihi: Temmuz 03, 2006 13:56
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, GATA'da bir süredir tedavi gören eski Başbakan Bülent Ecevit'i ziyaret etti.
Barış Harekatının, Kıbrıs'ı 13. Yunan adası olmaktan kurtardığını ifade eden Denktaş, “Bu ada, 13. Yunan adası olarak, Yunanistan'ın Türkiye'yi müsadere altına almasını sağlayacaktı. Bu vesileyle Ecevit'e müteşekkir olduğumu bir kez daha ifade etmek istiyorum. Gece gündüz onun sağlığı için duacıyız. İnşallah dualarımız kabul edilecektir” dedi.
Ecevit'in sağlık durumuyla ilgili doktorlarından bilgi aldığını kaydeden Denktaş, “Doktorlarıyla görüştüm. Bana 'Zaman meselesidir. Sabretmek lazım” dediler. Son günlerde gözlerini açması, sese tepki vermesi bizim için umut kaynağıdır' dediler” diye konuştu. Bu arada, Denktaş, hastanede açılan anı defterine de şunları kaydetti:
“Sen olmasaydın, 1974'te Kıbrıs, Yunanistan'a ilhak edilmiş, Kıbrıs Türkleri Ada'dan yok edilmiş, anavatanın güvenliği ile yakından ilgili olan bu Türk adası 13'üncü Yunan adası olarak Türkiye'yi muhasara altına almış olacaktı.
Bugün hür ve güven içinde yaşayan Kıbrıs Türkleri sana minnettardır. Ada, Yunan olmasın diye şehitler veren Anadolu halkı da bizimle beraber sana her gün dua etmektedir. Seni bekliyoruz, sana ihtiyacımız vardır. Kalk artık, kalk ve bu güzel vatanın yüzünü güldür. Aziz Ecevit, değerli Başbakan, Atatürk ilkelerinin yılmaz savunucusu, Kıbrıs'ın kurtarıcısı seni çok seviyor, çok özlüyoruz.”
3 Temmuz 2006 Hürriyet Gazetesi haberi

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/rauf-denktas-bulent-eceviti-ziyaret-etti-4690283

24 Ağustos 2025 Pazar

KOÇGİRİ'DE ÇAPANOĞLU PARMAĞIVE BAYTAR NURİ'NİN PALAVRALARI

 


Umuyorum ki bu yazı, Koçgiri isyanıyla, en azından uzun bir süre için, son yazım olacak. Dedemin babasımın öldüğü ve dedemin yetim kaldığı bu tarihsel olayla ilgili ne kadar yazı yazmadan durabilirim, bilemiyorum. Bu yazı için Nuri Dersimin diğer kitabını (Kürdistan Tarihinde Dersim ) ve Koçğiri İsyanı ile ilgili iki araştırma kitabı daha okudum (Dilek Kızıldağ Soileau, Koçgiri İsyanı ve Mahmut Akyürekli, Koçkiri Kırımı). Mahmut Akyürekli, temel kaynak olarak Çağanoğlu Mehmet Beyin, şimdilerde hiç bir şekilde bulunmayan anılarını almış. Bu yazıda ana kaynağım o olacak.  Daha önceki yazılarımda bahsettiğim diğer kitaplara, Dersimi'nin Anıları, Hüseyin Aygün'ün Dersim 1938 Resmiyet ve Hakikat ve Baki Öz'ün, Belgelerle Koçgiri Ayaklanması kitaplarından da arada bahsedeceğim.

Koçgiri isyanıyla ilgili, kimsenin kabul etmediği gerçek, isyanda Osmanlı parmağıdır. Koçgiri ağaları Alişan ve Haydar beyim dedeleri Hüseyin ağaya padişar Abdülmecid paşalık ünvanı vermiş, ona bir kılıç, karısına da bir elbise hediye etmiştir. Koçgiriler yada en azından Koçgiri ağaları, uzunca bir süredir İstanbul'un adamıdır. İçinde Kürdistan adı geçen ilk isyan olması, Kürt Teali Cemiyetinin İstanbul'dan desteklediği isyan olması, bu gerçeği değiştirmez. Dilek Kızıldağ Soileau, 1516'dan yerleşmelerinden itibaren uzun bir tarih araştırması yapmasına rağmen, Koçgirilerin önemli bir isyanını yada Celalilere desteğini bulamamıştır. Nuri Dersimi, Koçgirileri savaşçılığıyla, asiliğiyle över ama tarih böyle demez. O meşhur isyanın da sebebi, Osmanlı padişah ailesine yakınlıktır. Akyürekli'nin yazdığına göre Alişan ağa, Mustafa Kemal'in görüşme talebine, İttiatçının Teki diyerek olumsuz yanıt verir.  O zamanlar Erzurum-Sivas yoluna, Alişan ağa tarafından pusu olacağı endişesiyle, Atatürk'ün geçişi öncesi yerel milislerce önlem alınır.  Dersimi, Alişan ağanın Atatürkle konuştuğunu ve Alişan ağanın ters cevaplar verdiğini yazar ama Atatürk'ün, o zamanlarıadı Ümraniye Nahiyesi olan İmranlı ilçesine hiç gitmediğini biliyoruz. Dersimi, padişah Vahdettin'in, Alişer ağaya, Kızılırmak'a, yani bu günkü Ankara il sınırına kadar özerk bir Kürdistan vaad ettiğini yazar ki, Zara (Eski adıyla Koçgiri)'nın ötesinde önemli bir Kürt varlığı olmaması, Koçgiri bölgesinin de zaten o yıllarda bile önemli bir Sünni Türk varlığı olması, bu iddianın da temelsizliğini ortaya koyar. Kaldı ki Yozgat civarında Çapanoğulları, isyanları bastırılana kadar egemendirler. 

Bize hep denir ya, Osmanlı tarihi ecnebiler tarafından yazılmıştır, Osmanlı hep kötülenir denir ya, yalandır. Çapanoğlu Mehmet beyin, Meclisin açılışı ile 1.İnönü zaferi arasındaki isyanların hepsinin organizatörü olduğu, Vahdettin ve Damat Ferit Paşanın, Kürt Teali Cemiyetinin de koruyucu ve hata kurucusu olduğu gerçeğidir. Kumpaslı, entirikalı işler için  söylenen, işin altından Çapanoğlu çıkması deyimi de boşuna değildir. Ankara'nın Elmadağ ilçesinin eski adı Asiyozgat'tır ve yöre köylülerinin isyanı da Çapaonoğlu ailesinedir. Çapanoğullarına isyan eden köylüler, bu bölgeye yerleştirilmiş, büyüyen köy, önce nahiye, sonra ilçe omuş, Atatürk'e bağlılık telgrafı çektiği için ilçenin adı da değişmiştir. Akyürekli'nin değindiği diğer bir konu da dört sayfalık Jin dergisinin İmranlı'da basılmasına imkan olmadığı, çünkü o yıllarda İmranlı (O zamanlarki adı Ümraniye) 'da bir matbaa yoktu. Sivas ilinde tek matbaa, vilayet matbaasıydı.O matbaada da, uzun süre çoğu yazısının Mustafa Kemal'in yazdığı, Hakimiyet-i Milliye gazetesi basılıyordu. Jin adlı ilk Kürtçe süreli yayın, muhtemelen sadece İstanbul'da basılmış. Koçgiri isyanının, Konya, Delibaş Mehmet isyanıyla aynı gün çıkması da Çapanoğullarının gayretiyle olmuştur.

Nuri Dersimi,  Alişan ağanın sır katibi olduğunu iddia etse de, her iki kitabında da (Anılarım ve Kürdsitan Tarihinde Dersim) , isyan sırasındaki çatışmalar ve Alişir ağanın Pülümür'e kaçışı ile ilgili hiç bir şey yazmıyor ama kitapta Alişir ağanın Pülümür'de bir mağarada kesilmiş kafasının fotoğrafı var. Fotoğraf 1961'de bir Türk dergisinde basılmış. Dergide Alişir ağanın dedesi Hüseyin paşaya verile kıçıçla, karısına Abdülmecid'in şahsi hediyesi olarak verilen elbisen,n resmi de var. Dersimi'nin Kürdistan Tarihinde Dersim kitabı,  ilk baskısını 1962'de, Suriye'nin Halep şehrinde basılmış. Bir bölümü, burası okunmamış diye yazılmış.  K. D. T diye kodlayacağım bu kitabı Anılarından önce yazmış. KDT içinde bir sürü fotoğraf ve dizayn var. Böylesi kitaplar, tıpkı basımı ile karşılıklı beraber basılmalı. Kitabın Türkçe baskısının yapıldığı 1992 yılında böylesi sayfa mizanpajları için Macintosh bilgisayar gerekiyordu. 1996 yada 1997'de bile Word-Exel'de yapılanlar beğenilmiyor, Macintosh gerekiyordu. 1962 yılında ise bir grafikerin haftalarca çizim masajında uğraşması falan gerekiyordu muhtemelen.  Anıları ise KDT'den sonra yazılmış. Bu konuları KDT kitabımda yazmıştım diyor. 1962 yılında kitabı Kürtçe, (Zaza yada Kırmanci) basmış olması zor, zira yeni iktidar olan BAAS rejimi, Arapça dışında dillere karşı hoş görülü değildi, yıllar geçtikçe bu baskı giderek artacaktır. 

Dersimi'nin palavralarndan bazı gerçeklere daha doğrusu gerçek olabilecek bilgilere ulaşabiliyoruz. Alişan (yada Alişir) ağanın, Çapanoğlu Mehmet beyle arkadaşlığından bahsetmiyor  ama Erzincan mebusu Şeyh Feyzi Efendi'yle arkadaşı olduğundan bahsediyor. Bu gayet inandırcı çünkü Baki Öz, isyanın bastırılmasından sonra Fevzi efendinin Koçgirilerin tehcirine karşı çıktığı ve neredeyse tek başına engellediğini yazıyor. Fevzi efendini doğrusunu yapmıştır. Sonuçta Koçgiri coğrafyası, Dersim olmamış, Dersim gibi envai çeşit terör örgütünün yuvası haline gelmemiştir. Türkiye'de illegal sol örgütlerin hepsinde önemli miktarda Tuncelili eleman vardır. Devletin demir eli, Tunceli'yi problem il olmaktan kurtaramamış, nifus yoğunluğu en az olan il olarak,  ekonomik kaynaklarını yeterince kullanamaktadır.

Dersimi, Dersim'de daha önce olmuş ve Osmanlı ordularının başarısız olduğu beş altı askeri harekattan bahsediyor. Direnişlerin lideri de, meclisin Kayseri'ye taşınmasına karşı çıkan konuşmasıyla tanınan, meşhur Diyab Yıldırım'mış. Hüseyin Aygün'ün kitabında bu olaylara değinilmiyor, Aygün, Osmanlı'nın Dersim'den asker ve vergi alımını düzenli olarak yapıldığını belgeleriyle gösteriyor. Bir  de birinci Dünya savaşında,  Erzincan'a kadar gelen Rus ordusunun, Dersim'e girememesi olayı vardır, bundan Hüseyin Aygün'de bahsediyor, Tuncelili başka bir çok kişiden de duydum. Devletin,  Dersim harekatı için 1925'den itibaren neden hazırlık yaptığını açıklıyor. Diğer yandan Koçgiri isyanına neden Dersim'den destek gelmediğini de açıklıyor; Osmanlı ile defalarca savaşmış Dersim, Osmanlı'ya bu kadar bağlı Alişan ve Haydar ağalara güvenmiyor. Koçgiriler isyan bastırıldıktan sonra güçsüzleşiyor. Dersimi, Koçgiri isyanı başlamadan evvel Divriği'de yapılan bir toplantıdan bahsediyor. Divriği Alevilerinin önemli çoğunluğu Türk.  Dersimi aynı zamanda Alevilik milliyetçisi ve Alevilerin tamamının Kürt kökenli olduğunu iddia ediyor.

Dersimi'nin, Dersim isyanıyla ilgili anlattıkları da tutarsız, eksik ve şüpheli. Seyit Rıza'nın, amcasının ve kardeşinin ihanetine uğradığını anlatıyor, bu inandırcı. Devlet size karşı operasyon yapacaksa, içinizden ve yakınınızdan pek çok kişiyi satın almış, ayarlamış ve sizin içinizde bazı bölünmeler yaratmış olur. Akrabalar en büyük tehlikedir. Bu yüzden liyakate dayalı bir örgütlenme kurmalı ve iç istihbarata önem verilmelidir. Hüseyin Aygün, isyan sırasında temel işbirlikçi olarak Rıza Kaliç diye birinden ve aşiretinden bahsediyor.  Dersimi de Kaliç'den bahsetmiyor.  Dersimi, kızlar tertelesi dahil pek çok şeyden bahsetmiyor.

Kızlar tertelesi, küçük kız çocuklarının, ailelerinden koparılıp,  sözde evlatlık verilmesi, aslında ev işleri, hasta, yaşlı ve kendi gibi çocuk diğer kardeşlerinin bakımı için köle yapılması olgusu. Nezahat-Kazım Gündoğan'ınyazdığı, Dersim'in Kayıp Kızları adlı kitaba göre kızlar tertelesi, genel askeri harekattan önce başlamış. Gündoğan çiftinin yazdıkları beni Sıdıka Avar'ın anı kitabı olan Dağ Çiçeklerim adlı kitaba götürdü. Kendisi gazeteci Banu Avar'ın üvey annesi ve Banu Avar'ın babasının ilk eşi, bu da böyle bir ayrıntıdır. Sıdıka Avar, Dersimlileri Türkleştirme görevi ile, Elazığı kız meslek lisesine müdür oluyor, okulun pansiyonu-yatakhanesi de var. Pansiyonun görevi, Tunceli bölgesinden kızları okutmak ve böylece bölgeyi Türkleştirmek. Bizim nesil Sıdıka Avar'ı, ilkokul üçüncü sınıf kitaplarında yayımlanan, kızımı da götür Avar bölümüyle tanır. Köylüler, kızlarını kollarından tutup, Sıdıka Avar'a teslim ederler, okuması için. Bunun sebebi ise, Sıdıka Avar'ın, Dersimlilerin kızlar tertelesi dediği, beslemeliğe karşı çıkması. Bugün Tunceli'de Türkçe bilmeyen kimse yoksa ve ilk olarak Türkiye'nin, Artvin'le beraber en yüksek okuma yazma oranlı iliyse, başarı en çok Sıdıka Avarîndır. Bu tip görev sahipleri, genelde sömürgeci ruhlu ve yerel halka sempati duymayan kişilerdir ve yerel halka sempati duyduklarında ise, görevi bırakırlar. Sıdıka hanımsa, bölge insanına ayrıca sempatik duyuyor, bölgedeki Zazaca ve Kırmanc dillerini de öğreniyor. Sürgünden dönenlerin kışlık yiyeceği olmadığını öğrenince, bizzat validen yardım istiyor. Bölge halkı tarafından o kadar biliniyor ve seviliyor ki, en ücra köylere bile tek başında katır sırtında gidiyor. Besleme kız almak isteyenler, Sıdıka Avar'ı Şstanbu yada Ankara'ya geri yolluyor, o da dava çıp, Elazığ'a geri geliyor. Çok partili hayata geçişle beraber, bölge halkı oy tehdidi ile memurların besleme kız alımını azaltarak bitiriyor.

Burada araya not düşeyim, ağustos  itibarıyla. Ekrem İmamoğlu, Kürtçe öğrenmek istediğini beyan edince, klasik Türkçü hezeyanlar başladı. Kürtçe kaba hesapla Türkiye'de yüzde yirmi Kırmanci, yüzde on da Zaza olmak üzere ülkenin yüzde otuzunun ana dilidir. Ülkemizde Lazca, Çerkezce (Adige ve Abaza), Hemşince ve diğer dillerde konuşupta, Türkçe bilmeyen yoktur. Oysa çoğunluğu kadın, yüzbinlerce insan, Kürtçe'den başka dil bilmemektedir. Zorunlu 12 yıllık eğitim, internet, sosyal medya vesaire derken, böyle insanlar azaldı. Hatta son nesilde Diyarbakır, Siirt, Hakkari, Bitlis ve diğer yöre illerinde bile  Kürtçe bilmeden yada az bilerek büyüyen çocuklar çoğalıyor. Buna rağmen Kürtçe halen yaygın ve popüler, üstelik sadece Türkiye'de değil, Irak, Suriye ve İran gibi komşu ülkeler ile Almanya, İsveç gibi Avrupa ülkelerinde  de popüler; Orta Asya ülkelerinde de ciddi bir Kürt azınlık var (sebebini bir kaç satır sonra anlatacağım).  İran'ı eski cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad ve Rusya'nın devlet başkanı Vilademir Putin, Türkçe ve pek çok lehçesini iyi biliyor.

Dersimi'nin anılarına ve K.D.T kitaplarına geri dönelim. Kensidi Koçgiri isyanı kanla bastırılırken, nasıl Dersim'e gçö ettiğini veya Dersim isyanı bastırılırken, nasıl kaçtığını anlatmıyor. Ağrı isyanı sürerken, Dersim ile Ağrı isyancıları arasında kuryelik yaptığını ve bu süreç içinde bir ara Sivas Palas otelinde (Herhalde bugünkü Büyük Sivas Otelinden bahsediyor) kalırken bir ara tutuklandığından bahsediyor. Ağrı istanıyla, Dersim arasında bir bağa başka bir kaynakta göremiyoruz. Koçgiri köylüleri 1938'de, Refahiye'nin Karataş köyünde bir toplantı yapmış, ben bu olayı rahmetli İsmail amcamdan bir kere duydum ve başka kaynakta bulamadım, Dersimi de bahsetmiyor. Bu toplantı ile ilgili tek bildiğim olmuş olması, kalabalık Türk ordusunu görünce sessizce dağılmış olması.

Ağrı dağı isyanı, devleti çok daha fazla zorlamıştır. Ağrılılar üç büyük isyan etmiş, üç büyük askeri harekat yapılmıştır. Asilere sadece Türk ordusu değil, Sovyet ve İran ordusu da saldırmıştır. İsyan sırasında Türkiye ile İran, sınır düzenlemesi yapmış, Kürtlerin yaşadığı bazı köy ve kasabalar İran'a bırakılıp, Küçük Ağrı dağını ve Nahçıvan'a sınır olunmasını sağlayan toprakları aldı. İlin eski adı Doğubeyazıd'dı ve il merkezi de burasıydı. Karaköse köyü etrafında yeni bir il merkezi kurulmuştur.  Barzani, isyana açıkça destek vermiş, Türk uçakları Barzani'n,n bölgesimi bombalamıştır.  (Barzani ile ilgili olarak Muzaffer İlhan Erdost'un, Şemdinli Röportajı kitabını okuyabilirsiniz) Stalin, bu isyandan sonra, Ezidiler hariç Kafkasya Kürtlerini Orta Asya'ya, özellikle de Kazakistan ve Kırgızistan'a sürgüne göndermiştir. Ağrılılar ise herhangi bir sürgün yaşamamış, Ağrılı kız çocukları, memur ailelerine besleme yapılmamıştır. Ne Ağrı, ne de diğer Kürt isyanlarında benzer tedbirler alınmamış, kimse sürgün yada kızlarını besleme yapma tehdidi yaşamamıştır.Bence  Atatürçü rejim, ilk kuruluşı itibarı ile düşünüldüğü kadar laik değildir, Aleviliği kendisine bir tehlike olarak görmüştür. 

Nuri bey anılarında ve K.D.T dersim kitabında, bol bol propaganda yapmış, pek çok şeyi de boşlukta bırakmış. 1914'de ağitimini yarıda bırakıp, askere alınıyor, 1916'da İstanbul'a dönüp, askerliğini tamamlıyor. Yer yer devletle de iş yapıyor, hatta Nuri'nin bana hizmetlerime karşılık vaat edildiği dediği manastırın harabe halini Hüseyin Aygün kitabında gösteriyor. 1920'de Koçgiri kıyımından da kurtulup, Dersim'de çiftçilik yapıyor. 1938'e kadar pek .çok isyanda aktif oluyor (dediğine göre), 1938 kıyımından da kurtulup, Yunanistan'a geçmeye hazırlanıp, Edirne'ye gidiyor. Edirne'de bunu tanuyan birisi, Yunanistan'ın Türkiye ile çok sıkı bir iade antlaşması yaptığını, Suriye'ye (o zamanlar halen Fransa mandasında olan) gitmesi gerektiğini söylüyor. Mersin'e gidiyor, derken Osmanlı saltanak ailesinin avukatı ile tesadüfen görüşüp, Suriye'ye geçiyor. Suriye'de Türk istihbaratının ( o zamanlar MAH, Milli Amele Hizmetleri) takibinden bunalıyor. Ankattığına göre Türk istihbaratının Suriye'de, özellikle Ermeniler arasında bolca işbirlikçisi var. Ürdün'e geçip, bir süre orada veteriner olarak çalışıyor, sonra Suriye'ye geri dönüyor. Orada çiftlik alıp, çiftçilikle geçiniyor. Kendi gibi Zaza ve Alevi Kürtlerle yaşıyor. Çiftlik satın almak için parayı nereden bulduğu veya bu kadar kaçak yaşamında nasıl sakladığı meçhul. Türkiye'deki ailesini terk edip, bir daha evleniyor. Sonraki yıllarda, BAAS partisinin, özellikle de Esad ailesinin Kürtlere karşı baskıyı arttırdığı, hatta vatandaşlık haklarını elinden aldığında ne yaptığıysa meçhul.  Wikipedia'ya göre 1973'de ölüyor. İsmail Beşikçi'nin mutlak doğru gibi sunması ile 1990'lı yıllarda ünleniyor.

Ben şüpheli ve hatta düppedüz yanlış bilgiler içerse de, en azından dönemin psikolojisini anlamak için Dersimi'nin okunmasını tavsiye ediyorum; kitapların yeni baskıları, orijinallerinin tıpkıbasımıyla beraber yapılmalıdır, çünkü çeviriler de şüphelidir. Baskı demişken; Mahmut Akyürekli'nin bahsettiği Çapanoğlu Mehmet Beyin anılarının yayımlanması da toplum için faydalıdır.

20 Ağustos 2025 Çarşamba

BEYŞEHİR GÖLÜ-ZARARIN NERESİNDEN DÖNELİM ÖYLEYSE ACELE EDELİM

 


Uzun zamandır Akdeniz bölgesine gitmiyordum. Beyşehir gölünde 1998'de bile çekilme vardı. Şimdi ise düpedüz kuruma var. Beyşehir gölü, Aral gölünün sonuna doğru gidiyor. Ne kadar geç kaldık bilmiyorum ama acele etsek iyi olur. Bir an önce Torosları kaplayan mermer ve taş ocaklarını kapatmalıyız. Sütçüler'e açılan taş ocakları, Göller yörsininin, çöller yöresine dönmesinin ilk adımı oldu. Ege ve Akdeniz boyunca yapılan mermer sondajları da bu gölleri besleyen yer altı sularına zarar veriyor. Ben bu sözde mermer sondajlarına çöp gömüldüğünden de şüpheleniyorum.

Sorun sadece göller ve çöller değil, inadına ormansızlaştırma, siyanürleştirme gayretleri var.  Bütün kamu kuruluşlarında yağma ve hırsızlık var. Sadece maddi varlığımızı değil, manevi varlığımızı, tarihimizi de yağmalıyorlar. Bir an önce bu zarardan dönmemiz lazım.

Ülkemizde yıkılan sadece devlet değil, din de kaybediyor. Bu iktidar sonsuza kadar sürmeyecek, eninse sonunda yıkılacak. Yıkıldığında ne diyeceksiniz?Bazıların, demokrasiyi araç olarak gördüğünü bağıra bağıra ilan edenlere, hayır onlar demokrattır, yetmez ama evet mi dedik diyeceksiniz; bazılarınız çalıyor ama çalışıyordu diyeceksiniz; bazılarınız burnu pudra şekerinde de olsa, alnı secdede olan iktidarımız vardı diyeceksiniz; bazıarınız milletin .. koduk diyeceksiniz; bazılarınız eften püften sebeplerle muhalefete muhalefet yaptık diyeceksiniz; ülke süratle yıkılırken, ana muhalefet liderinde kusur, zayıflık aradık diyeceksiniz; aslında bunları da diyemeyeceksiniz. Pek çoğunuz iktidar değiştiğinde foyanız ortaya çıkmasın diye ; bir kısmınız da sanki o yıllarda muhalifmişsiniz gibi yalancı anılar anlatacak; sonuçta Norveçlilerin, Nazi işbirlikçisi Hemric İbsen'i tarihe gömdüğü gibi, tarihe gömüleceksiniz. 

Bizimse acelemiz var. Sovyetler Birliği geride dünya haritasında kocaman bir Aral gölü lekesi bıraktı, biz sadece Türkiye'yi değil, dünyayı da kurtarmalıyız.

19 Ağustos 2025 Salı

FÖCÖ KARİKATÜRÜ MEVLÜT YALÇIN ve TİPİK NURCU ŞAHİN ÖZBUDAK

 


Mevlit Yalçın, benim ilk müdürümdü. Malum darbeci tarikatın en tipik elemanıydı, hatta karikatürüydü.

Önce bu karikatürü konusunu açayım. Kafamızda kavramların imgeleri vardır ama bu imgeler, kavramların yani ideaların kendisi değildir. Mesela bir kişiye armut çiz derseniz, evrensel bir armut çizer ve bu çizim, kaba şekil olarak avokadoya çok benzer. Oysa Ankara armudu, tad ve koku olarak armuda benzer ama şekil olarak armuda benzemez. Bu insanlar ve ait oldukları gruplar için de böyledir. Mesela kafamızda bir Alman imajı vardır, sarışın, bira düşkünü, teknolojiden anlayan. Bir de bu ırk-millet-kültür tiplemelerinin karikatürü vardır. Örneğin popüler dizi Kurtlar Vadisi'nde Samuel Vanunu karakteri, tipik Yahudi'dir, sinsi, kumpas kuran, sır tutan bir tiptir. Aynı dizideki İplikçi Nedim, Yahudi karikatürüdür. Sadece aksanıyla değil, cimriliği, korkaklığı ve her önüne gelene yaltaklanmasıyla, Yahudi tipinden öte, Yahudi karikatürüdür.

Yenişarbademlideki ilk iki müdürümğn biri tipikti, diğeri de karikatür. Tipik Föcöcü diyeceğim ama değildi, yazıcı Nurcu'ydu. Nurcular, daha o yıllarda bile bir sürü gruba ayrılmıştı ve o zaman bile en büyükkeri FÖCÖ'tdü. Nurculuk da köken olarak Nakşibendi'ydi, çünkü Said-i Nursi, Nakşi olarak yetişmişti. Sonra ilahi ilhamla ve Kur'anla pek çok yerde çelişen risalelerini (kitapçık) yazmış ve yazdırmıştır (katibi Enver'e). Bir sürü gruba ayrılan Nurcular, bu kitabın yazılması ve okuması ile ilgili olarak da ikiye bölünmüştü.  FÖCÖ'nünde içinde olduğu grup, okuyucuydu, bunlar risale denen ikinci Kuranlarını durmadan okuyorlardı. Bazı gruplar ölülerin arkasından bile kuran değil, risale okuyordu; ara ara risale okuma geceleri yapıyordu. Yazıcılarsa bu risaleleri elleriyle yazıyorlardı. Şahin Özbudak'da üç ablasının çeyizi için üç kopya risaleyi elleriyle yazmıştı. Şahin hoca, Föcöcüleri sevmiyordu. Zaman gazetesine abone olmuş, bir hafta sonra da iptal etmişti. Föcyü zerre kadar sevmiyordu ama colormatic camlı gözlüğü, badem bıyıkları, süveter denilen, kilim desenli kolsuz kazağı , ses tonu ve konuşma tarzıya, Föcülerden daha föcöcü gibi görünüyordu.

Tabi bütün bunlar olduğunda 1998 Eylül-2001 Eylül arasındaki dönemdi. FÖCÖ gene çok güçlüydü ama dokunan yanar konumuna gelmemişti henüz. DSP-MHP-ANAP koalisyonu vardı ve 1950'den beri Türkiye'yi fiilen yöneten merkez sağ, son nefesini vermek üzereydi. 2002'de Devlet Bahçeli, birdenbire koalisyona son verip, şu anki parti iktidarını başlatınca, föcö çok kuvvetlendi. Yıllar sonra sosyal medyadan,  internetten, tanıdklardan, Föcö'den nefret eden pek çok kişimnin, örgüte katıldığını öğrendim. Bazıları 15 temmuz'dan sonra KHK'lı bile oldu. Buaraları uzun uzun anlatıyorum çünkü arama motorları ve yapay zekayla bile kolay kolay öğrenemeyeceğiniz ayrıntılar. Bunlar olmadan hikaye eksik kalıyor.

29 Eylül 1998'de, Isparta'nın Yenişarbademli ilçesinin lisesine felsefe öğretmeni olarak atandığımda Mevlüt Yalçın müdürdü. Ailemde hiç devlet memuru yoktu ve usul-erkan, hiç bilmiyordum. Kimliğimle Isparta'ya gittim. O yıl yedi yüz felsefe öğretmeni atanmıştı. O yıl mezun olanlardan aldığım bilgiyle, Isparta il milli eğitim müdürlüğüne gittim. Orara Yenişarbademli lisesi adını öğrendiğimde ilk tepkim>:

-Orası neresi ya? demek olmuştu. İl milli eğitimde çalışa Bademlili bir memur, beni daha önce sadece bir kaç kere Eğirdir'e (göle) gitmek için uğradığım ilçe otogarına götürdü. İlçenin tek toplu taşıma aracı, ilçe merkezi ile il merkezi arasında gelip-giden bu dolmuştu. O dolmuşla Bademli'ye geldiğimde akşam beş gibiydi ve resmi kurumlar kapanmış yada kacpanmak üzereydi. Tek katlı, gecekonduya benzeyen binada, Mevlüt Yalçın ve memuru Selahattin beyi buldum. Bir kaç kağıda imza attırdıysa da, pek çok iş yarına kaldı. Sonra evinde gitmiştik. Klasik Föcöcülerin aksine soğuk, birilerini kazanma gayreti olmayan birisiydi. Evi, üç katlı lojmanın en üst katındaydı. Çay içitiğimizi, konuşkan olmadığını, evin günümüz iktidar zenginlerinin evine benzediğini, duvarda, sürgündeki hoca efendisinin iki çelenk arasındaki fotoğrafını anımsıyorum. Onunla konuştuklarım arasında da, konu bir şekilde dine gelmişti galiba, namaz-oruç derken, şu sözleri aklımda kalmıştı:

-İbadet yeterli değil, hizmet etmeli, hizmer, Gazete (Zaman gazetesi) satıyoruz biz burda.

Sonra prefabriklerden kurulu öğretmenevine gittik, orada diğer öğretmenler ve devlet memurlarıyla tanıştım. Beni gece misafir etmek istemedi, Ülkübey Özsoy isimli edebiyat öğretmeni arkadaşın evinde kaldım. Ertesi gün köyümsü ilçede, okul-ilçe milli eğitim- mal müdürlüğü- banka arasında gelip, gittiğimi hatırlıyorum. İlçedeki ikinci gecemi öğretmenevinde geçirmiş, sabah sekiz gibi de köy dolmuşuyla ilk merkezi üzerinden Ankara'ya dönmüştüm. Haftanın hangi günüydü hatırlamıyorum ama pazartesi, eşyaları alıp, geleceğimi söyleyip gitmiştim. İlk ev ortağım olacak olan beden eğitimi öğretmeni Kemal Melih İzci'ye, buzdolabı müjdesini vermiştim. Hatam şuydu ki izin dilekçesi vermemiş, resmi izin almamıştım. Geldikten sonra bu çok konuşuldu.

Biz önce Mevlüt Yalçın'a odaklanalım. Kendisi o kadar problemdi ki öğretmenlerin büyünleme parasını vermiyordu. O zamanlar lise öğrencileri, yıl sonunda, kaldıkları derslerden sınav olurlar ve bu sınavlara bütünleme sınavları denilirdi. Bu sınavlarda da öğretmenlere ek ders ücreti verilirdi. O yıllada bir öğretmen, tek görevi alsanız bile, o eğitim yılının en çok iş günü olan ayı (çoğunlukla Mart) süresince alabileceğiniz ful ek ders kadar, ek ders ücreti alıyordunuz, yani öyle imiş. Benim atandığım 1998 yılında, önce ek ders ücretleri arttırıldı (sonra 2005'de gene arttırıldı), sonra sınav başı ücret (her göreve 3 ek ders saati) olarak değiştirildi.2011 yılında da bütünleme sınavları tamamen kalktı. Bu sınavlarda o zamanlar idareciler (müdür ve müdür yardımcıları) bu parayı, sınavda görev alsalar da alamıyorlardı. Sonra girdikleri sınav kadar da olsa alma hakkı kazandılar. Mevlüt Yalçın'da, idareciler almıyor diye, bu parayı öğretmenlere vermiyor, daha doğrusu verilmesine engel oluyor, bunun için de bu ek derslerin bodrosunu yapmıyordu. O yıllarda bu ek dersler, öğretmen maaşını  yüzde beşi-onu kadardı ama bodroyu yapmamakta inat ediyordu. Gene o yıllarda henüz edevlet-eokul falan yoktu. 

Bu tür mobbing hareketleri, Yenişarbademli'de yaygındı ve oraya atanan herkes,  oradan ayrılmanın yoluna bakardı. Ben ve ikinci ev arkadaşım Ahmet Salih Kutlu'nun ilk atama yollukları, kasten duyuna bırakıldı ve biz yolluğumuzu 1999 Mart ayı gibi aldık. 29 Eylül ve öncesinde başlayanların, kırtasiye yardımı dene  sene başı destek ücretini ( o zamanlar bayağı bir paraydı, o parayla iki ton, torbalanmış ve yerli  kömür aldığımı hatırlıyorum) alma hakkım vardı ve bana verilmeyeceğini söylediler. Ben de, üniversitede derslerimize de girmiş olan, sonradan sosyoloji bölümüne öğretim görevlisi olan, ilçe milli eğitim, şube müdürü Bilal Duman'ı aradım. (Beni Bademli'den kurtarması için yanına çok gitmiştim, en büyük pişmanlıklarımdandır.) Benle biraz konuştu ve Sinan, ben Bademli'ye bir telefon edeyim dedi ve bir hafta sonra beni mal müdürlüğünden aradılar ve çekimi takdim ettiler. İlçe zaten mahrumiyet bölgesi, mesela berber yoktu ve ben ilçe dışına bir kaç kere sırf traş olmak için çıktım. Henüz üç harfli marketler yoktu ( ilk defa 2001 yada 2002'de Yalvaç'da BİM'den alış-veriş yapmıştım.), alış veriş için Halil Altınışık'ın bakkalından başka bir yer yoktu. Bu şartlara rağmen böyle şeylere maruz kaldığımız gibi bir de herkesin illa her partiden tanıdığı olduğu yerde, bol bol sürgün tehdidi alıyorduk (en azından ben alıyordum) Suyunu Şırnak da içen (içersin), Kars'a gidersin falan. Isparta ilinde ise buradan kötü olarak lise olan yer, Sütçüler ilçesinin Kesme kasabasıydı. O sene seçilen belediye başkanı, seçimi kaybedince, oraya atanmış, iki sene sonra da geçici görevle Isparta merkeze gelmiş ve oradn emekli olmuştu.

Bütün bu şartlara Mevlüt Yalçın'ın abartılı ve saçma icraatleri ekleniyordu. Mesela okul gündüzlüydü ve öğlen bir buçuk saat kapanıyordu.Nöbetçi öğretmenleri bu süre içinde okulda kalmasına karar verdi Mevlüt müdür. Üstelik nöbetler sıraylaydı, yani haftanın belli bir günü değildi ve bazı günler, bazı öğretmenlerin, karşımızdaki ilköğretim (ortaokul ve lise, 28 şubat uygulaması) okulunda da dersleri vardı.Ben ve Kemal Melih, biz iki stajyeri, illa pazartesi ve cuma günü İstiklal marşına, dersi olmasa da çağırdı. Kemal Melih'le işi kan davasına vardırmıştı. Benin 12 saatli dersimi, haftanın beş günü ve tam öğle saatlerine güzelce yerleştirmişti. Sık sık toplantı yapıyor, toplantıda da herkesi hor görüp, hakaret ediyordu. Bir toplantıda Ankara Üniversitesi, Dil Tarih Coğrafya fakültesinden mezun oluşundan, bu fakültenin Atatürk'ün emri ile kurulmasından, kendisinin hafife alınmaması gerektiğinden bahsetti. Okuldaki diğer öğretmenler, yeni kurulan üniversitelerden mezunduk. Ben, Süleyman Demirel üniversitesi, Ülkübey ve Mustafa Korkmaz, Selçuk üniversitesi, Şahin Özbudak, Samsun 19 Mayıs, Veli Kitiş, Atatürk Üniversitesi, Burhan Gündüz'de, Sivas, Cumhuriyet üniversitesi mezunuydu. Allah korumuş ya ODTÜ-Boğaziçi-Hacettepe mezunu olsaydı, demek o zaman tanrısallığını falan ilan edecekti. Sonraki yıllarda, bu üniversitelerden mezun öğretmen arkadaşlarım oldu. Boğaziçi, ilköğretim matematik mezunu bir arkadaşım, sonradan Süleyman Demirel'e araştırma görevlisi oldu. Son çalıştığım fen lisesinde, Hacettepe'li arkadaşım oldu. En fazla ODTÜ'lü arkadaşım oldu, hemen hemen hepsi de İngilizce öğretmeniydi. Dil Tarih Coğrafya mezunu felsefe zümre arkadaşım da çok oldu, hiç böyle kibire rastlamadım. İşin kötüsü, bir  de öğrencileri bize karşı kışkırttıi öğrencşler derste Kemal Melih'e, biz Mevlüt Yalçın'ı çok seviyoruz diye diklendiler falan.

Atatürk'ün emri ile kurulan Dil Tarih Coğrafya'dan mezun olması ile övünen müdürümüz, onun eseri olan cumhuriyetin 75. yıl dönümünü kutlamaya hevesli olmadı. İki yada üç hafta kala sağlık raporu aldı, hiç kimseye haber vermeden. Okul müdürlüğü Ülkübey hocaya kaldı, üstelik bazı çekmeceler kilitliyken.  Biz hem okulun işleri, hem de cumhuriyetin 75. yılı kutlamaları için uğraşırken, Mevlüt Yalçık elleri arkada okulun etrafında dolaştı durdu. Hatta bir kere okula, önceden sipariş edilen bando takımları geldi. Bu küçücük okulun bando takımı da vardı. Davulları, boruları, kostümleri tek tek çıkardı, öğrencilere dağııtı, gösterisini de yaptı. Otuz ekimde geri geldi ve terör estirmeye devam etti. Fecöcü kaymakam da ona desteğini gizlemiyordu. Benim olmadığım bir saatte okula gelmiş, öğretmenler odasına bir girmiş, dumanı görünce, burası köfteci dükkanı mı deyip gitmiş. O zamanlar henüz sigara yasağı yoktu., hatta sigara odaları da yoktu. Ülkübey ve Veli hoca, termik santral bacası gibi tütüyordu durmadan.

Mevlüt Yalçın'ın konumu, bir tenefüsle ve kaymakamın, ilçe milli eğitim müdürüyle gelmesiyle bozuldu. Nçnetçi öğretmenler dahil, tüm öğretmenler, öğretmenler odasındaydık, okulda öğrenciler ciyak ciyak bağırıyor, Mevlüt Yalçın'da odasında,  memuruyla uyuyordu. Uyandı, kaymakama okulu gezdirdi (o tek katlı gecekondumsu yerin ney,ni gezdirecekse) ve öğretmenleri suçlamaya devam etti. Fakar ipi çekilmişti artık. Sonuçta istifa etti zira görevden alınırsa, bir daha idareci-yönetici olamayacaktı, hakkında soruşturma açılacak, pek çok göreve (mesela yurt dışı görevlendirme) gidemeyecekti. İlköğretim okulunda sosyal bilgiler öğretmeniydi, görevine geri döndü. Onun yerine tahmin edersiniz ki Şahin Özbudak geldi.

Şahin Özbudak'ın müdürlüğü beklenen bir şeydi, Föcöcü kaymakam için başka aday yoktu. Diğer yandan bizim yazıcı-Nurcu'da kendi kulisini yapmıştı. Mevlüt Yalçın'ın asıl öfkesi galiba bunaydı. Bir kere apartman girişinde tartıştıklarını duymuştu. Yalçın, Özbudak'a altı buçuk yıllık düzenimi bozdun diye bağırıyordu.

Şahin Özbudak'ın da tarikat abileri vardı ve imam hatip lisesi bittikten sonra, artk dini konular istemiyorum, iktisat, işletme istiyorum demiş ama tarikat abileri ona zorla 19 Mayıs İlahiyat fakültesini birinci tercih olarak yazdırmış. Onların tarikat da Föcö'ye bayağı benziyormuş. 

Mevlü Yalçın gibi kibirli bir adam, müdürlükten alındıktan sonra artık Yenişarbademli'de kalamazdı. O da il merkezine yakın bir yere gitmeli, il merkezi diye inaat etmemeliydi. Bunun için de müftülükte kuran hocası olan karısını il merkezine gönderdi. Ertesi yıl da önce bir kaç hafta üst üste rapor aldı, sonra Atabey ilçesine tayini çıktı, onun dersleri, lisenin coğrafya öğretmeni olan Mustafa Korkmaz'a verildi. O da, vatandaşlık bilgisi dersi de Sinan hocanın maaş karşılığı, ona verin dedi. Bense zaten Kasım ayında askere gidecekti. ama üç haftalığına vatandaşlık bilgisi derslerine girdim.

Mevlüt Yalçın'la, Şahin Özbudak kavgası daha sonra, Isparta Merkezdeki IYAŞ alış veriş merkezinde (halen var mı bilmiyorum, belki de adı değişmiştir), Mevlüt Yalçın'ın saldırısı ve yaka-paça birbirlerine girmeleri ile devam etmiş ve galiba son kavgaları olmuş.

GAZİ DİYOR Kİ: 'Kadınlarımız da yüzlerini cihana göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görsünler'



Kadınlarımız da yüzlerini cihana göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görsünler.

Arkadaşlar içtimai hayatın mebdesi, ukdesi aile hayatıdır. Aileyi izaha hacet yoktur ki kadın ve erkeğin heyeti umumisidir. Kadınlarımız hakında da erkekler hakkında da söylediğim kadar açık izahatta bulunacağım. Bu mevcudiyet-i ulviyeyi müsade buyrulursa bir iki kelime ile söyleyeyeceğim. Seyahatim esnasında köylerde değil bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini gözlerini kapamakta olduklarını gördüm. Bu belki çok afif (namuslu) çok dikkatli olduğumuzun icabıdır. Fakat muhterem arkadaşlar nisvanımız da bizim gibimüdrik ve mütefekkir insanlardır. Onlara icabat-ı ahireyi telkin etmek ve milli ahlakımızı anlatmak ve onların dimağını nur ile nüzhetle techiz ettikten sonra fazla hodbinliğe lüzüm kalmaz. Onlar da yüzlerini cihana göstersinler ve cihanı dikkatle görsünler. Bunda korkulacak bir şey yoktur. Arkadaşlar kormayınız, bu gisiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve mühim bir neticeye isal ediyor. İsterseniz bildireyim ki bu kadar yüksek ve mühim neticeye vusul için lazım gelirse bazı kurbanlar da verelim, bunun pek bir ziyanı yoktur. Mühim olarak şunu ihtar edelim ki bu halin muhafazasında taannüz (direnme) ve taassup, hepimizi her an kurbanlık koyun olmaktan kurtarmaz.

Mukavemet beyhudedir; Hanım ve bey arkadaşlarım! Size malumunuz olan bu hakikati kısa bir cümle ile tekrar arz edeceğim. Beni mazur görünüz. Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir. O, gafil itaatsızlar hakkında çok bi-amandır.Dağları delen, semada pervaz eden (uçan) gözle görünmeyen yıldızlara kadar her şeyi gören, tenvir eden, tetkik eden medeniyetin muvacehet-i kudret ve ulviyetinden korkan, ibtidai hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahfolmaya  veya hiç olmazsa esir ve zincirli olmaya mahkumdur. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı mütekamil bir halkı olarak ilelebet yaşamaya karar vermiş , esaret zincirini parçalamıştır.

Gayet ve sürekli alkışlar

29 Ağustos 1929 İkdam gazetesi..

(Toplumsal Tarih dergisi Ağustos 2025 sayısı. 380. sayı)


17 Ağustos 2025 Pazar

NİHAT ZİYALAN -KOCASINA GÖZ OLAN KADIN



 Osman Kavala yedi yıldır

ağaç görmeden tek kişilik koğuşunda
karısı
onun yerine de
ağaç seyrediyor

on beş günde bir
belleğine istiflediği ağaç cümbüşünü
yaprak yaprak çalıyor
konuşmaya fırsat kalmıyor
dallara konan kuşlardan
ötüşlerinden

yapraklar on beşte bire yetecek güneş taşıyor
görenler şaşıyor Kavala’nın tenine
yüzünde Boğaz turundan dönmüş bir gülüş
dipçiğin kıskandığı bir yürüyüş

Paris doğumlu Fransızcasıyla değil
Türkçe
karısının kulağına üflüyor
yanık et kokan on beşlik güncesini

ezberinde tekrarlayarak karısı
eve varıp temize çekiyor
gidip gömüyor
kocası için seyrettiği ağaçların altına

adam el konulan özgürlüğünü
kadın kocasını bekliyor
nasıl bir beklemek
sorsan
anlatamazlar