18 Ocak 2017 Çarşamba


ERKEKLİĞE TAPMAK (ERKEKTİR YAPAR) VE KADIN KURBANLAR
       İlk önce bu satırları okumak, kadın okuyucularımız için can sıkıcı v tiksindirici gelebilir. Bu tip sohbetleri genelde erkekler kendi aralarında konuşur ve ortamda kadın olduğunda bu konuyu keser. Erkek şiddetinin anlaşılması için, bunların bilinmesi şart.
          Aslında başlığa penise tapmak yazacaktım, çok uygun olamayacağı ve pek çok okuru uzaklaştıracağı için vazgeçtim. Yazdığım ve yayımlayamadığım ŞAMAN adlı kitabımda da kısa olarak belirtmiştim. Bu sefer daha uzun uzadıya yazmaya karar verdim. Açıkçası pek çok insanın taptığı yada inandığı şey, Allah’dan başka her şey. Bunlardan biri de penisleri. Bir şeye tapmak için onun idolüne,  yani putuna ihtiyacımız yoktur. Onun adını besmelesiz anmamamıza, ona sürekli törenler yapıp, adaklar adamıza, kurbanlar kesmemize gerek yoktur.  Mesele onu ne kadar önemsediğimiz ve dokunulmaz ilan ettiğimizdir.
           Penis şeklinde put yapmış kavimlerde vardır. Anadolu’da bereket tanrısı, daha doğrusu bahçeler ve bağlar tanrısı Piriapos, daima komana penisi ile heykelleştirilirdi.  Doksanlı yıllarda turistlik hediyelik eşya dükkânlarında bolca satılırdı. Nisan, Mayıs aylarında havalar ısınınca kartpostalları ortaya çıkardı. Arap diplomat ve seyyah İbni Fadlan’a göre Başkırtlar, Müslüman olmadan evvel tahtadan penis heykellerine taparlarmış.  Bir de Japonların Kanamara Matsuri festivali vardır ki, günümüzde halen devam etmekte. Çoğu kez bunu yapmak için heykeline ihtiyaç yoktur.
       Bu düşünceye, yani erkekliğe tapınıldığı duygusuna ilk defa üniversite üçüncü sınıfta, garip bir sohbetten sonra, kapıldım. Bir arkadaş, Tokat’tan gelen öğrencilerin neden Sivaslı olduğunu, Tokat’ın, neden Sivas’tan çok göç aldığını sordu. Arkadaş da, Sivas’ta GENELEV mi var, yıllar önce kapattık, şimdi her hafta sonu Tokat’a gidiyoruz dedi. Sonra başka birisi de vaktiyle Samsun’dakini kapattırıp, Çorum’a gittiklerini söyledi. Türk erkeği ile fuhuş arasında ilginç bir ilişki var.  Fuhşun müşterisi olmak övünülecek, ballandırılarak anlatılacak bir şey. Erkeklik, yücelmenin yolunu kadını aşağılamakta buluyor.  Sebebi de bunu yapmanın en kolay yolunun böyle yapmak olması. Erkek olduğunuzu ispat bir yana, yüceltmenizin en kolay yolu, kadını, yani vajinayı aşağılamanızdır. Türkçe’nin kullanımı bile bunu gösterir. Millet olarak sözel şiddeti, yani küfrü çok seviyoruz. Mesela İngilizlerin en ağır küfrü Şit, yani b.k, Almanların kirli çuval, Japonlarında aptal anlamına gelen bir kelime. Bizde çok fazla hakaret kelimesi var ve çoğu da cinsel saldırı içeriyor.  Cinsel ilişki, Türkçeye göre erkeğin, daha doğrusu erkeğin cinsel organının tek yanlı yaptığı bir iş, daha doğrusu bir saldır. Sanki İbni Fadlan iddiasında haklı gibi. Erkekliğimizi hangi kadına göstereceğiz? Bu kadın bizimle ortak bir sıfatı taşımamalı. Bizimle aynı dinden, mezhepten, yöreden olmamalı. Bu yüzden bu işi yapacağımız yer, kendi mahallemiz, semtimiz, şehrimiz olmamalı, bu yer bizim evimize, iş yerimize yakın olmamalı. Rus, daha doğrusu doğu Avrupa ve yabancı kadınlara ilgimizin sebebi de bu. Onlarla bir bağımız olma olasılığı zayıf. Onların üzerinden erkekliğimizi doya doya yüceltebiliriz.
           Yüceltebiliriz diyorum çünkü fuhuş ya da tecavüzün tek sebebi cinse zevk değildir. Pavyonlar ve konsomasyon işi bunun en iyi örneğidir. Malik Aksel’in İstanbul’un ortası kitabında yazıldığına göre bu pavyon ya da konsomasyon ülkemize Beyaz Ruslarla gelmiş. Ekim devrimi ardından iç savaşı kaybeden Beyaz Ruslar, işgal altındaki İstanbul’da, kendi kadınlarının çalıştığı böyle yerler açmışlar. İlk olarak Fransa’da görülmüş bu mekânlar. Dünyaya da yayılmış çünkü erkekliğe tapmak neredeyse evrensel. Buralara hiç gitmediğim halde gitmiş kadar bilirim. Çocukluğum ve ergenliğim, çıraklık ettiğim dükkânlarda, esnafların pavyon-gazino sohbetlerini dinlemekle geçti. Isıtılmış antep fıstığı gibi ayrıntıları da, ekşisözlük gibi sitelerden öğrendim. Tanıdığım pek çok esnaf, pavyonlara dadanarak iflas etti.  Pavyonlarda olan şey genelde müşterinin erkekliğinin yüceltilmesidir. Ok az pavyon müşterisi, pavyon kadını ile ilişkiye girer. Çoğu kez hiç biri de bunu yapamaz. Orada müşteriye asıl zevk veren, siz kadınla eğlenirken, bir sürü kişinin size hizmet etmesi, kral muamelesi yapmasıdır. Bunun sebebi ödeyeceğiniz hesaptır. Hesaba en ufak itiraz edin, yeniçerilerin linç ettiği sultan Genç Osman konumuna düşersiniz.
         Bir de ben garip bir tespit yaptım dostlar. Ülkenin pek çok şehrinde genelevleri kapatmak için uğraşan ve bunu başara muhafazakârlar,  bu pavyonlarla ilgili hiçbir şey demez. Buralar kapatılsın diye sadece bir ara Tunceli’de yürüyüş falan olmuştu. Orada da kapandığını sanmıyorum. Türkiye’de gazino, bar, pavyon ve meyhaneler, kitapçılardan daha çok.  Meyhaneler karşı çıkılıyor ama pavyonlara asla.  Çoğu ilçe ya da il merkezine uzak ve genelde de göl kıyısında bulunur. İl ya da ilçenin pek çok önemli kişisi (belediye başkanı, vali, ünlü iş adamları), bu gazinodan dönüşte kaza yapar ve ölür. Bu açıdan meşhur Susurluk kazası da olağan bir şeydir. Hatta BAKARA romanımda (internette bulabilirsiniz) böylesi bir olaya yer veriştim, reklam vermek gibi olsun.) Orası zengin erkeklerin, erkekliklerini yücelttikleri yerlerdir. Genelevlerse, gariban erkeklerin milli oldukları yerdir.
        Buraya kadar yazdıklarım özellikle kadın okuyuculara iğrenç gelecektir. Kültürümüzde böyle konulardan, yanınızda kadın varken konuşamazsınız. Çünkü konuşursanız, o kadına cinsellik tekli etmiş ya da sözel olarak taciz etmiş olursunuz. Benimse sizinle olan ilişkim bu yazıyı ya da diğer yazılarımı okumanızdan ibaret olacak. Sizi temin ederim, erkek şiddetini anlamanız için kışkırtılan erkek cinselliğini anlamanız gerekir. Muhafazakârlık ve dindarlık denen şeyin aslında erkekliğe tapınma olduğunu anlamamız gerekir.
            Bunun için din adamlarını biraz dinlememiz yeterli. Cennet tasvirlerinden bahsedelim. Burada bekâr ölen kadına cinsellik yoktur. Bekâr erkeğe ise huri kızları vardır. Bu kızlar yüksek köşklerde mümin erkekleri bekler.  Evli erkeklere ise huriler ve karısı vardır. Kadınların sinirleri alınacak, cübbeli Ahmet hocamız öyle diyor. Olay sadece huri kızlarının varlığı da değil. Hepsi de 12-14, en fazla 16 yaşlarında olacak, bakire olacak ve her ilişkiden sonra tekrar bakire olacak. Bakire kız arayışının sebebinin, çocuğun babasının belli olması için gerekli olduğu söylenir, başka gen karışmasın diyeymiş. Cennette bunun ne gereği var? Cennette de çocuklarımız mı olacak? O sonsuz ömürde, sonsuz çocuğumuz mu olacak? Bir de neden ergen kızlara olan bu ilgi? Bu sübyancılığın sebebi nedir? Yetişkin bir kadınla karşılaşma korkusu olmasın sakın? Bakire bile olsa, erkekleri tanımamış olsa bile, erkeğin ne mal olduğunu anlar. Tek övüncü erkek olmak olan şahıs, kendisinin en muhteşem erkek olduğunu zannedecek bir kıza ihtiyaç duyar. Kadın zaten kötüdür ve yaşadıkça daha da kötüleşir. Kötülük, kadının cinselliğindedir çünkü erkeğin, çok da erkek olmadığını bilmektedir.
        Muhtemelen kadınlar cennette cinselliği hiç yaşamayacaktır. Hatta cennete gitmesi bile çok zordur. Erkekliğe tapanlara göre kadın şeytan, cinselliği bilen ve tanıyan kadın daha büyük bir şeytandır. Eski Türk filmlerine bir bakın, iyi kızlar erkeklerden duygusal zevk alırlar, cinsel zevk alanlar, kötü kadınlardır.  Bunu erkekliğe daha yoğun tapan uluslara bakarsak daha iyi anlarız. Bir ara Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un kitaplarını okuyordum seri olarak. Bir ayrıntı ilgimi çekmişti, Mahfuz’un romanlarında hiç iyi kadın yoktu. Adı geçen tüm kadın karakterler kötüydü. Arap dili edebiyatında doktora yapan bir arkadaş, Arap edebiyatının genelinde böyle olduğunu söyledi.
           Bu toplumlarda tecavüz de suç değildir. Kadın, evden, daha doğrusu erkeğinden uzaklaştığı anda suçludur. Doğu ülkelerinden gelen mültecilerin, ilticacı bile olsalar, kadınlara tacize neden bu kadar meyilli olduklarını anlamıyorlar. Afganistan, Pakistan, Mısır gibi pek çok ülkede tecavüz suç değil, tecavüze uğramak suç. Ülkemizde de 2002’de kaldırılan tecavüzcü ile evlenme yasası pek çok Müslüman ülkede yürürlükte. Kaldı ki pek çok defa tecavüze uğrayan kadın, zina ya da fuhuş bahanesi ile idam ediliyor.

           Kadınlar, en başta kendileri için laikliğe sahip çıkmalı, direnmeli. Din adamlarına bir kere kendilerini kaptırdılar mı sadece özgürlüklerini ya da haklarını değil, canlarını bile kaptırırlar. Kadınlar demeli ki, erkekler, penisleri var diye yüce ve yüksek değildirler. Nasıl ki çok zengin olmak ve gösteriş yapmak, hırsızlar için hafifletici sebep değilse,  güzel olmak ve bu güzelliği göstermek de tacizciler için hafifletici sebep değildir.
PROPAGANDA DEVRİ- ZAFER TWEETİN UCINDADIR

      Zafer namlunun ucundadır.  Hem İsmet İnönü, hem de Mao’ya atfedilen bu kelime, bu gün bu şekilde okunabilir. Buna tweet demeyelim de mesaj, ileti diyelim. Onur Öymen, Bir Propaganda Silahı Olarak Basın adlı kitabında, savaş bitince, propagandanın esas güç olduğunu, savaştaki çatışmalarını yerini aldığını yazar.  Savaş sürerken, propaganda ne derse desin, silahların dediği olur. Propaganda yardımcı güçtür.
        Bu da propagandanın sıcak çatışmadaki gücünü küçümsememize sebep olmamalıdır. Atatürk’te İstanbul’daki pek çok gazetecinin (mesela Falih Rıfkı Atay’ın) Anadolu’ya geçişini yasaklamıştı. Anadolu Ajansının, Türkiye Büyük Millet Meclisinden bir gün önce kurulmuştur. Napolyon, eğer gazeteleri kontrol edemezsem, altı aydan fazla iktidardan kalamam demiştir. NAZİ devletinin propaganda için bakanlığı vardı. İlk çağ filozoflarından Protogoras, Georgias ve Hippias gibi sofistlerin esas para kaynağı, hitabet dersleriydi. Cengiz han, ordularının önünden, halkı Moğollara karşı korkutucu propaganda yapan casuslarını yolluyordu. Senegal yerlileri ile ilgili bir kitap okumuştum kabile şefleri savaştan sonra yenilenleri kılıçtan geçse de üç sınıfa dokunmuyordu. Din adamlarına, demirci (silah) ustalarına ve ozanlarına. Çünkü bir ozan öldürüldüğünde diğer tüm ozanlar, o şef aleyhine destanlar yazıyordu. Sözün özü, propaganda her çağda önemliydi. Kitle iletişimin yaygınlaştığı çağımızda ise daha da önemli oldu.
        Ekim devriminden sonra Lenin, komünist ihtilallerin önce tüm Avrupa’yı, sonra tüm dünyayı saracağından emindi. Hatta Polonya savaşı sonrası toprak kaybı için, zamana karşı toprak veriyorum demişti. Ona göre nasıl olsa ardı ardına ihtilaller patlayacak ve Polonya dâhil tüm Avrupa, Sovyetlere dâhil olacaktı. Ama olmadı, Lenin 1924’de İngilizlerle ticaret antlaşması yaptı. Antlaşmaya göre İngiliz sömürgelerinde Sosyalizm ve Komünizm propagandası yapmayacaktı. İlk işte Hindistanlı komünistleri ihbar etmek oldu. Ben şahsen komünist devrimlerin yayılmama sebebi olarak radyoyu ve caz müziği görürüm. Lenin ve yoldaşları devrimi, Almanlardan aldıkları para ile kurdukları matbaa sayesinde propaganda yapmışlardı. Rus iç savaşı sürer, kızıllarla beyazlar savaşırken, dünyada radyo yaygınlaştı. Diğer ülkelerdeki komünistler, radyodan mahrumdular. Gene o yıllarda, yıllarca sürecek caz müzik modası başladı. Komünistler ise halen marş söylüyor.
        Marksist felsefecilerden Althause, devletin idolojik aygıtları adlı eserinde, milli bayram ve törenlerin, sinema filmleri ve şarkıların bile özünde propaganda amacı olduğunu söyler. Sadece derslerin içerikleri değil, okulun, hatta tüm şehrin mimarisi bile bu propagandanın bir parçasıdır. Kapitalizmin zaferini bu propagandaya bağlar. Günümüzde ise sıradan bir birey en az üç bin kadar reklam ve benzeri mesaja maruz kalıyor.
          Şu anki AKP iktidarının da gücü, propaganda gücüne dayanıyor.  Bu propaganda gücü de televizyona dayanıyor.  Türk insanı, Amerika’dan sonra en fazla televizyon izleyen halkı.  Amerika ve diğer pek çok ülkeden farkı,  ülkemizde hemen her sınıftan insanın televizyon izliyor olması. Bunu da özellikle 12 eylül öncesi dönemde, gerek sıkıyönetimler, gerek sokak çatışmaları yüzünden akşam bir yere gitme alışkanlığının gelişmemesi, iş çıkışında insanların doğrudan evine gitmesi, kadınların çoğunun ev kadını olması ve genelde evden çıkmaması olarak görülebilir. Sebep ne olursa olsun, ülkemizde popüler kültürün merkezi televizyon, özellikle de televizyon dizileridir. Türk sineması, 1976-81 arasında furya filmleri denen seks filmleri ile kredisini harcamıştır ve iki binli yıllarda AVM’ lerde sinemalar yaygınlaşana kadar sinemaya gitmez olmuştur.  Amerika’da popüler kültürün merkezinde sinema vardır. Japonya’da manga denen çizgi roman kitapları.  Hatta Türk turizmciler, kulis yapıp, para verip, konusu Türkiye’de geçen hikâyeler çizdiriyorlarmış.  Bizde ise, çizgi romancılık uzun süre tu-kaka edildi. Öğrencilerin derslerde geri kalma sebebi olarak gösterildi. İki binlerde televizyon yaygınlaşınca, unutuldu ve silindi. Oysa Gezi zamanı çizgi romanı çok güzel kullanabilirdik. Benzer bir şekilde Şehriban Coşkunfırat cinayetinden sonra tün metal-rack müzik dinleyen gruba ve fanzin denen, yeraltı edebiyatı yapan, fotokopi-teksi ile üretilen dergilerin de sonunu getirdi. Gene gezi de çok işe yarardı.  Türkiye’de gazetecilikte kendi kendisin harcadı.  Erol Simavi’ye kadar İstanbul’dan başka illerde matbaa kurup, dağıtımı hızlandırmayı akıl eden olmadı. Bu sebeple Ankara gazeteleri Ankara’ya öğleden sonra gelmeye başlardı. Uzan ailesi, Star gazetesini kurana kadar da gazetelerin bayi katı %4’dü. Uzan holding %10’a çıkardı, çünkü YAYSAT ve YAYDAĞ, bu yeni gazeteyi dağıtmak istemiyordu. O da kendi dağıtım şirketini kurdu, bakkallar ve bayiler, Yaydağ ve Yaysat’ın baskısına rağmen satsın diye de bayi karını yükseltti.  Günlük gazete dağıtımı bu sayede yaygınlaştıysa da, dergi dağılımı halen istenildiği gibi değil. Kırıkkale gibi koca bir şehirde bile pek çok dergiyi bulmaz, almaya Ankara’ya giderdim. Çalıştığım ilçede de halen aynı sıkıntıyı çekiyorum. Dergilerimi almaya Kızılay’a gidiyorum.
          Sonuçta halkımızın ana haber alma kaynağı televizyon. Radyo ise sadece arabada gidenlerce dinleniyor. Artık yeni nesil cep telefonları FM (kısa dalga) radyo olmadan üretiliyor. Radyolar, son altın çağını doksanlarda, RTÜK kurulmadan evvel, biraz da illegal olarak yaşadı. Afrika’da halen popüler kültürün merkezinden radyolar var. Pilli radyoların en uzak köylere bile haber getirmesi yüzünden popülerliğini sürdürmekte. Ülkemizde ise elektriğin her yere yayılması ve uydu antenlerin ucuzlaması sayesinde televizyon yaygınlaştı.  Gene doksanlarda 24 saat yayın yapılmaya başlanması ve özel televizyonları yaygınlaşması, televizyonları iyice yaygınlaştırdı. Şimdi ülkemiz halkı, televizyon merkezli düşünüyor ve bu yıllardır böyle.
        Üniversite yıllarım pop müziğin doksanlar fırtınasında geçti. Yurt odasında radyomuz olur, oradan, şehrimizin yerel radyolarını dinlerdik. O sıralarda bir şey dikkatimi çekmişti. Radyolar, klipi yayımlanmayan şarkıyı çalmıyordu. O zamanlar yerel radyolar, genelde uzun uzun istek programları yayımlardı. Pek az dinleyici klipi olmayan şarkıları istiyordu. Youtube’da da dizi müzikleri çok dinleniyor. Tutmadıkları için yayından kaldırılan dizilerin müzikleri bile nette çok tıklanan oluyor.
          Akp iktidarı da bunu biliyor. Bu yüzden ilk yıllarından itibaren BDDK (Bankacılık devlet devlet denetleme) kurulunu kullanarak, pek çok özel televizyonun, ardından da gazete ve radyonun yandaşların eline geçmesini sağladı. Yandaş iş adamlarına, özellikle yeni televizyon kanalları kurması için teşvik etti ve zorladı. Televizyon kanallarını, radyo, gazete ve internet siteleri ile besledi. Sonuçta elinde yoğun propaganda ile hipnotize edilmiş bir seçmen kitlesi var. İşin kötüsü bu kitlenin, en azından çekirdek kitlesinin hipnotizasyonu çok eskilere dayanıyor.  En yakın tarih olarak 12 Eylül dönemini alabiliriz. Kenan Evren’in, boğacaksan solu, yetiştireceksin sofu dediği çokça rivayet edilir. 12 Eyül Atatürkçülüğü, ikiyüzlü Atatürkçülüktür. Her odaya Atatürk resmi, her bahçeye Atatürk büstü, her derse Atatürkçülük anlatılacak emredilirken;  zorunlu din dersleri, her ilçeye, semte imam hatip lisesi, Alevi köylerine cami yapımı, Atatürk’ün kurumlarını (dil kurumu, tarih kurumu, THK vb) bozmak gibi işlere giriştiler. Daha evvelinde ise tarikatlar ve cemaatler, birebir ev sohbetleri ile Atatürkçülük ve sola düşmanlık propagandası yaptı. Bu topluluklar, seksenlerde televizyon ve radyo kurmak devlet tekelinde iken, televizyon izlemek, radyo dinlemek günah diyordu. Türkiye Gazetesi takviminde, televizyon izlemek beyni durdurur diye yazardı. Şimdi hepsinin üç, beş televizyon kanalı var.
            Bütün bu propaganda silahları ile donanmış rakiplerimize karşı mücadelede hepimize iş düşüyor. Onlarca maaşlı trollerine rağmen halen internette, özellikle de sosyal medyada zayıflar.  Televizyonları artık kaliteli içerik üretmiyor. Yerli diziler yersiz uzun ve sıkıcı.  Adil kullanım kotası olmasa, televizyonculuk çöker diyen gençler var. İnternetten yabancı dizileri alt yazılı izliyorlar. Televizyon, modası giderek daha çok geçmeye başlayan bir alet.  İnternet, iktidarın ve tüm otokratların çabalarına rağmen geleceği açık.
       Propaganda alanında her Atatürkçünün yapacağı görevler vardır. Dev gibi bir orduyla, propaganda ordusu ile savaşıyoruz. Parti ya da kanaat önderleri kadar, sıradan bireylerin de bu mücadelede rolü var. Cephede tek bir tüfeğin, süngünün yeri olduğu gibi.  Yer yer propaganda mücadelesi, cephe mücadelesi kadar tehlikelidir. Türkiye’de suikasta uğrayan gazeteci sayısı, politikacıdan fazladır. İktidar partisinin sosyal medyada muhalefet edenleri nasıl sıkı takip ettiği de ortadadır. Propaganda ordusuna katılmak veya propaganda için çalışmak kolay veya tehlikesiz bir şey değildir. Akp, propaganda savaşında son derece gayretlidir. Sosyal medyayı bırakın, sosyal ortamlarda bile aleyhine konuşulanlara karşı dikkatli.  Bu durumda sıradan Atatürkçülerin yapması gerekenleri kendimce maddeler halinde sıraladım:
1)      Bol bol Tweet ya da gönderi yazmak, yapamıyorsa rtweet, paylaş düğmesine basmak. Sosyal medyada icabında sahte ya da takma isimli hesaplarla paylaşım yapmak.
2)      Paylaşım yapmaktan çekiniyorsak, aktrolleri spamlamak.
3)      Özellikle yurt dışında yaşayanlar, youtube kapatıldığında, videoları vimjo, dalymation, izlesene.com gibi sitelere ekleyebilir. Bunların yayılmasını sağlayabilir.
4)      Propaganda çabalarımızı internetle sınırlı tutmayalım. Muhalif gazete ve dergileri, internetten okusak bile bayiden satın alalım. Otobüs, metro, kahvehane, lokanta, uçak ve benzeri yerlerde masumca unutalım.
5)      Tüketici olarak gücümüzü kullanalım. MADO pastaneleri, muhafazakâr sayılabilecek yerlerde bile kapanmaya başladı.  Akp tabanı, pek gazete-dergi almayan, gezmeye pek çıkmayan bir kitle. MADO gibi bir mekânı bile yaşatamıyorlar. Doksanlı yıllarda Fetullah Gülen cemaati bir sürü film çekmişti. Daha geriye, Milli Görüş muhalifken, Minyeli Abdullah gibi filmler ciddi gişe yapmıştı. Sonra o furya,  meşhur Eşkıya filmi ile dindi.
Aslında bunu demokrat ve Atatürkçü tüm insanlar yapıyor. Mesela Metro başta olmak üzere pek çok seyahat firması bürolarında Atatürk portresi asmaya başladı. (En azından bazı şubelerinde) Demek ki ciddi bir müşteri azalması yaşamışlar. SÜTAŞ’ın, grev yapan işçilerin toplanma alanına gübre dökmesi olayından sonra bireysel olarak boykot ettim, halen de ediyorum.  Bir süre sonra sadece SÜTAŞ satan bazı bakkal ve marketlerin başka markalar da getirdiğini gördüm. Oysa yaşadığım ilçe iktidar partisinin belediyeyi aldığı bir yer.  Demek ki işe yarıyor. Atatürk resmi olmayan, o sevmediğimiz kişilerin resmi asılı yerlere girmeyelim.
6)       Kitap, dergi okumayan kişiler,   sağcı ve muhafazakâr olmaya daha meyilli. Savaşacaksak, paramız ve malımızı da feda edelim. Özellikle genç insanlara kitap, dergi hediye etmekte cimdi olmayalım. 
7)      Televizyon ve radyo konusunda iktidar ile rekabet edemeyiz. Muhalif bir kanal, biraz güçlense RTÜK’ün dikkatini çekiyor. Halkın şikâyete boğduğu evlenme programlarına karşı duyarsız olan mahkemeler, en ufak muhaliflikte kanalları kapatıyor ya da  TÜRKSAT uydusundan çıkarıyor. Kürtler haricinde de kimsenin 2. çanağı almıyor. Öyle bile olsa televizyonların ana ürünü diziler ve dizilerle rekabet edemeyiz. Bu durumda televizyonlardan uzaklaşıp, etrafımızdaki kişileri televizyon yerine internete çekmeye çalışalım.

8)      Asla umutsuzluğa düşmeyelim. Mücadeleye devam edelim. Propagandayı da küçümsemeyelim.

10 Aralık 2016 Cumartesi

PATLAYACAK ÇÖPLÜĞÜN GAZ KOKULARI- GÜLEN CEMAATİ
             Ümraniye çöp patlaması, 28 Nisan 1993 tarihinde İstanbul'un Ümraniye ilçesi Hekimbaşı çöplüğünde biriken metan gazının patlaması sonucu meydana gelen facia. Olayda 27 kişi öldü, 12 kişi kayboldu.[2][3] Kaybolan 12 kişinin cesedi ise bulunamamıştır. Wikipedia sitesinde oaly böyle anlatılıyor. Dört buçuk yıl boyunca kontrolsüzce biriktirilen çöplerin ürettiği metan gazları, tarihimize utanç sayfası olacak olayı hazırlamıştır.  Bazı olaylar böyledir, sanki birdenbire, hesap edilemez gibi olmuştur, aslında kokular ayyuka çıkmıştır. Koku, birazdan anlatacağım olaylara en iyi örnektir. İnsanın en zayıf yanıdır koku duyusu. Konuşmayı da koku duyusunun zayıflığı yüzünden icat etmek zorunda kalmıştır. Diğer tüm hayvanlar, kokularından karşısındakinin ya da etrafındakilerin duygularından haberdar olabiliyor. Oysa insanlarda koku o kadar zayıf ki, doğalgaz ya da LPG gazında, sarımsak yağı özlü ağır kokular eklemek gerekiyor, insanlar tehlikeye dalmasın diye.  Hanefi Avcı, FETÖ tehlikesini yazdığı kitaba, Haliçte Yaşayan Simonlar adını vermişti ve bunun ilhamını da, Haliç kıyısında yaşayıp, alışmaktan dolayı kokuyu almayan halktan almıştı.  Burnumuzun eksik bir yanı da kokuya çabuk alışması ve ortalığı kaplayan yoğun kokuyu bir zaman sonra hissetmemesidir.  Kırmızıya boyanmış, kırmızı mobilyalarla dolu bir odada, kırmızı kazağı bulamamak gibi bir şey bu. Askerlerin, düşmanın gözünden kısmen de olsa saklanabilmek adına kamuflaj giymesi de bu yüzden. Gel gelelim burnumuz, yaygın olan kokuyu bir zaman sonra hiç algılamıyor. Konumuz da aynen buna benziyor ve konumuz da Avcı’nın kitabının konusu gibi fetö ve diğer tarikatlar.
               Aslında Fettullah Gülen cemaati (ya da tarikatı, ne derseniz deyin) ile AKP arasındaki çekişme, 17-25 operasyonlarından, hatta dershaneler, Hakan Fidan krizinden çok önce kokmaya başlamıştı.  Bütün bunlardan çok önce, 2010 yıllarında başlamıştı çekişme. Sol çevreler bunun kokusunu almaya başladı ama AKP’liler ve cemaat mensupları, Haliç’de balık olduklarından, bu çekişmeye inanmak istemedi. Nasıl ki 15 Temmuzda cumhurbaşkanımızın haberi eniştesinden öğrenmiş olduğu inandırıcı değilse, 17 aralıkta ameliyatı on beş dakika geciktiği için tutuklanmadığı efsanesi de yanlıştır. Fuat Avni’lerin sadece cemaat adına çalıştığını, Fettullahçılar içinde Erdoğancı casuslar olmadığını mı sanıyorsunuz yoksa?
          15 temmuz halen yeni ve sıcak.  Pek çok kişi Gülen cemaatinin bittiğini ve sindiğini düşünüyor. Tutuklamalar, işten atmalar, açığa almalar gırla gidiyor. Herkes fetö edebiyatı yapıyor, fetöcüler kahır ediyor. 17-25 Aralıkta da benzeri olmuştu. Özellikle esnaf ve yüksek bürokratlar cemaati terk etmişti ya da biz öyle sanıyorduk. Sonrasında gördük ki pek çoğu aslında terk etmemiş. 15  temmuzdan sonra adını duyduğum baylok diye okunan ve muhtemlen bylock denen şifreleme programını ülkede iki yüz elli binden fazla insan nasıl telefonuna yükler, kimselerin haberi olmadan? Gerçi MİT’in olmuş, hatta bazı şifreleri de kırmışlar. Baylok dedikleri de anladığım kadarı ile bir çeşit şifreli haberleşme programı. Öyle android marketten ya da appel marketten indiremiyorsunuz. Size mesaj geliyor, öyle yüklüyorsunuz. Bir gazete haberinde yazdığına göre tutuklu bir polis böyle demiş. Ancak ekşisözlük’de öyle demiyor. Google play ve appstore’da 2014’de bir Amerikalı piyasaya sürüyor. Üye sayısı 1 milyonu geçince projeden vazgeçiyor. 2015’de MİT tarafından şifreleri kırıyor.
             Böyle böyle yüzbinlerce Türk, baylok yüklüyor ve cemaatle alakası olmayan benim gibi kişilerin ruhu bile duymuyor. Aslında 15 temmuz gecesi bu üç yüz bin kişi eline bir av tüfeği alıp, sokağa çıksa, askerlerin sokağa çıkmasından daha etkili olurdu. Lakin cemaatin kitabında yiğitçe savaşmak yok. Hep hile, yalan, dolan, kumpas vb. 15 temmuzdan epey öncesine ait bir video yayımlandı. Cemaate ait kanalın birinde biri haykırıyor, ‘YARIN SIKI YÖNETİM VAR, SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI GELDİ DENİLDİĞİNDE GÖRÜRSÜNÜZ’ Bu da cemaatin, herkesi kendisi gibi gördüğünü gösteriyor.  Darbe yapmaya kalkan askerlerde muhtemelen aynı şeyi düşünüyordu. TRT’den bildiri okununca herkes evine kapanacak, dışarı çıkmayacaktı. 12 eylülde öyle olmuştu ya. Oysa toplum Gezi Parkı, Kobane olaylarını yaşamış, sokağa alışkın. Üstelik bu gösterileri ile kısmen de olsa başarı kazanmış. Sonuçta cemaat, daha doğrusu Fettullah  Gülen, geceyi mağlup bitiriyor, tabii taraftarları da öyle.
         Olanlar da onlara oluyor. Binlerce tutuklanma, on binlerde işten atılma. Şirketlere, dev holdinglerden, küçük esnafa varıncaya kadar kayyum atamalar. En güzelleri de Ahmet ve Mehmet Altan kardeşlerle, Nazlı Ilıcak.  Güce tapan bu şahıslar, elbette Tayyip Erdoğan’ın devrilmesini mutlak görüyordu. Hele Nazlı Ilıcak’ın, mevcut iktidara mutlak muhalif olması çok mantıksızdır. Polis raporlarını, sorgu tutanaklarını ele geçirip, yüzsüzce ekranlarda okuyup, nereden buldunuz cevabına da yüzsüzce sırıtan Nazlı hanımın, muhalifliği kaldıramazdı. Liberal Mehmet Altan’ın bu gün tarih olan, NTV’nin yorum farkı programında Profesör Emre Kongar’a ettiği hakaretlerini ve Kongar’ın çileden çıkmasını hatırlıyorum. 12 Eylül rejimine sakalını bile bırakmayıp, istifa eden Kongar’ı darbecilikle suçladı, şimdi kendisi darbeci ve onları arayan, soran yok. Sanki çöpe atıldılar.
       İşte cemaatçilerin çoğunun başına gelen bu oldu, çöpe atıldılar. Hükumet, olağan üstü hali kullanarak bolca solcu, Alevi, Kürt’te işten attı, tutukladı. Sonra işe geri dönenler, beraat edenlerin çoğu da bu gruptandı. Çünkü onların sendikaları, partileri, arkadaşları mücadele ediyor. Hapiste de olsalar, gelip ziyaret ediliyorlar. B yüzden Cumhuriyet gazetesi yazarları, tutuklanmak için yurt dışından geliyorlar. Nazlı hanım ve Altan kardeşler başta olmak üzere cemaatin işten atılanlarını, hapse atılanlarını fazla umursayan yok. Oysa onlar, hep güçlüden yana olmuşlar, desteklenmişler, torpil yapılmışlardı. Dayak yememek için Ülkücü, sokakta kalmamak için Süleymancı ve memuriyette ilerlemek için Fettullahçı olmuşlardı. Şimdi ya işsiz, ya hapisteler. Üstelik onlara abilik eden, cemaate katan, hatta torpil yapanlar iktidarda. Mesela bir üniversite öğrencisi, Kayseri Erciyes üniversitesine bizzat Binali Yıldırım’ın torpili ile atanmış, şimdi bylock’dan içeride.
          Bunların durumu, Aleviler, Solcular ve Kürtlerden beter. Adam (ya da kadın) zaten devletle, sistemle problemli! Memuriyete dönmese bile başka iş yapar, hatta memuriyetten daha çok kazanır. İşinden olur ama arkadaşından, yoldaşından olmaz. Hatta belki de daha çok para kazanır, on sene sonra daha zengin bir adam olarak karşınıza çıkar. Bunların ise umursayanı pek yok ve nasıl örgütlenip, mücadele edileceğinden de bihaber görünüyorlar. Buna bir de yıllarca korunup, yüceltilmekten, aşağılanıp, süründürülmeyi yaşamalarını ekleyin. Pek çoğu hapiste ve cidden kötü muamele görüyor. Onlara eziyet edenler de birkaç gün sonra FETÖ’den tutuklanıyor. Cumhuriyet gazetesini FETÖ’den soruşturan hâkim, FETÖ’cü çıkıyor. FETÖ’cü şirkete atanan kayyum da FETÖ’den tutuklanıyor. Üstelik tutuklanmalar ve işten atılmalar ara ara devam ediyor. En son on beş bin civarında asker-polis ile iki bin altı yüz civarı belediye işçisi atıldı.  İşe arkadaşın arabası ile gidiyorum. Her sabah TRT FM’den haberleri dinliyorum. İstisnasız her gün FETÖ-PYD operasyonundan tutuklananları anlatıyor. Bazıları da işten atılıyor. Çöpe atılanlar giderek artıyor.
          Hapiste olanların bazılarının yenilgiyi henüz kabullenmediklerini, henüz depresyonun inkâr aşamasında olduklarını, ara ara yakalanan yazışmalarından anlıyoruz.  Bazıları ise intihar etti.  Bazı ölenler gerçekten yatacak yer bulamıyor. Böyle bir tanesi, mezar bulunamayınca, Samsun’da fındık bahçesine gömülmüş. Operasyonlar devam ediyor, yani çöpe atılanlar artıyor. Biz kokusunu almasak da metan gazı da artıyor. Bir de her an tutuklanma ve işten atılma tehlikesi olanlar var. Özellikle 2002-2010 arası cemaatçi olmak çok havalıydı. Türkiye’nin hemen her yerinde icabında otel aramamak, yatacak bir cemaat evinin mutlaka olması demekti. Yönetici sınavlarını, KPSS’yi ve bilumum sınavları kazanmak, kolayca yükselmek demekti. Esnaf içinse yer yer ilçenin yarısını mecburi müşterin yapmak demekti. Şimdi hepsi suçlu ve şüpheli, işten atılanlar en azından 17-25 Aralıktan sonra ilişkilerini kestiklerini ispat etmek derdinde. İşinde ve halen AKP’de olanlarda #fetöcüyuvasıchp gibi başlıklarla üste çıkma çabasında.  Burada çöplerdeki, yani çöpe atılan insanlardaki gazın çıkacağı bir yer olmadığını görüyoruz.
      Solcular enerjilerini, öfkelerini, yani gazlarını bir şekilde dışarı atıyor. Özellikle Gezi’den sonra bundan hiç çekinmiyor. Yeni bir gezi olmaması da bence bu yüzden! Gezi,  biriken bir enerjinin dışavurumudur. Herkes patlama diyor, lakin patlama değil, siboptan gaz kaçışıdır. Belik pıst diye değil, şöyle zaaaart diye. Uzn adam bu basınçlı kabı gevşetmesi gerekirken sıkıştırdı, lakin sosyal medya sayesinde bu enerji sürekli dışa vuruluyor. Gene de biriken bir öfke-enerji var. Cemaatçilerin, yeni adları ile fetöcülerin böyle bir şansları ya da imkânları da pek yok artık. İşin bir de AKP içinde parsel parsel satanların, damatları ve neredeyse 7 sülalesi tutuklu olduğu halde büyükşehir belediye başkanlığı yapanlar,  kardeşi darbe cuntasına albayken, milletvekilliği yapanların olması da bu işin başka tarafı. Bunları pek çoğunun bir şekilde Pennsylvania’ya bir şekilde bağlı olduklarını da tahmin etmek zor değil dostlarım. Bunlar istedikleri kadar FETÖ’ye küfretsin, bir şekilde ona bazı tavizlerle bağlandıkları gerçek.
        Şimdi dostlarım, bunlar birbirini yiyecek, aradan da biz sıyrılacağız demek isterdim. Bu kitle unutuldukça, bu metan kokusuna burnumuz alıştıkça bizim için tehlikeli oluyor. Hem bizim, hem de iktidar için tehlikeli olmakta, çünkü tamamen belirsiz ve kontrolsüzler, ne olacakları ya da ne yapacakları belli değil. 17-25 Aralığı tahmin etmediğimiz gibi, 15 Temmuzu da tahmin etmemiştik.  Ben şahsen nisan-mayıs gibi bu cemaatin bir şeyler yapacağını tahmin ediyordum ama askeri darbe yapacaklarını tahmin etmiyordum. Akp içinde bir yarılma, çatışma olacağını tahmin etmiştim. Sanki cemaatin, akp’yi devirememe sebebi, iktidarı sol bırakmama çabası gibi. Her iki tarafta sanki,15 temmuzdan sonra birbirleri ile değil de solla çatışmış gibi açıklamalar yaptı. Cumhurbaşkanı ezanların susturulmayacağından bahsetti, Fettulah Gülen ise, son videolarından birinde, BUNLARIN YAPTIĞINI LENİN YAPMADI, dedi. Bu sözleri, sakın ha darboğazdayız diye sola oy vermeyin mesajıydı. Cemaatin elinde halen yüklü miktarda para, şirket, okul ve siyasi güç var.  Bunlar sayıları yüzbinleri bulan, işsiz, tutuklu, hapiste ve gözden düşmüş cemaatçilerin sorunlarını, özellikle maddi sorunlarını çözemez. Bu da cemaatin Türkiye’de ki üye ve taraftarlarının kontrolünü büyük ölçüde kaybettiği ve kaybedeceği anlamına gelir.
          Bu yazıları yazarken Suriye’de yenilgi üzerine yenilgi alan ve Türkiye’nin desteklediği çok belli cihatçıların çöpe atılmışlığı ve bu çöpün, patlayacağı metan gazı ile başımıza kaldığı gerçeği de ayrı konu. Yazı çok uzayacak. Böyle şeyler depreme benziyor biraz. Deprem olduğu zaman, deprem tehlikesi hep aklımızdadır. Aradan zaman geçtikçe deprem tehlikesi daha da artarken,  zihnimizden silinir. Örneğin 1755 Lizbon depremi, Avrupa tarihinin en büyük depremiydi. Deprem, Lizbon ve Portekiz’i yıkmakla kalmamış, tsunamiler, Fas ve İspanya kıyılarında da yıkımlara yol açmıştır.  Portekiz gibi koyu Katolik ve Papa’nın övgüsünü alan bir şehrin, böyle bir felakete uğraması, laikliğin ve Ateizmin yayılmasına yol açmıştır. Çünkü Papa, kuzey ülkelerindeki felaketlerin sebebi olarak Protestanlık ve Ateizmi gösteriyordu.  Benzer bir şekilde 1509’da kıyamet-i suğra denen büyük deprem de çoktan unutuldu. İstanbul’un yazılı tarihinin en şiddetli depremiydi, tsunamiler, şehir surlarının bu günkü yıkıntı haline getirdi. Biz bu depremi unuttuk. Deprem sadece İstanbul’u değil, Edirne’den Bolu’ya Marmara’yı yıkmıştı. Bundan kaçınmak için sadece depreme dayanıklı yapılar yapmamız yetmez. Bütün sanayi ve ticareti de bu bölgeye yığmaktan vazgeçmemiz,  ülkenin her yanına dağıtmamız gerekir. 1509 depremindeki tsunamiler, Bursa, Uludağ eteklerine ulaşmıştı. Şimdi nasıl 1509 İstanbul ya da 1755 Lizbon depremleri bize uzak geliyorsa, bu çöp dağı patlamaları da bize uzak geliyor.

        Lakin düşündüğümüz kadar da uzak olmayabilir. Bu çöp patlaması sadece eski dostları olan iktidar partisine değil, herkese zarar verebilir. Bu patlamaya iktidar partisinde evvel biz dikkat etmeliyiz.

6 Aralık 2016 Salı

Çöp şöhretler

ÇÖP ŞÖHRETLER
                Bu kelimeyi çöp video (trash video )kelimesinden türettim. İşe yaramaz ve artık izlemez olan filmler için deniliyor. Yetmişler, seks filmleri furyası dönemi filmleri gibi filmler ya da bazı üstün körü yapılmış diziler (shop opera- sabun köpüğü operası) ya da ucuz romanlar ( pulp fiction) gibi kalitesiz ürünlere doğrudan çöp demeli aslında. Bazı çöpleri geri dönüşüme gönderemiyoruz, sürekli hayamızda. Birileri onları zorla hayatımıza sokuyor, daha dorusu hayatımızdan çıkarmıyor. Sürekli onları ekranlarda görüyoruz. Üstelik varlıkları reytingleri, gişeleri düşürdüğü halde, illa ekranlara çıkıyorlar?
         Örnek olarak Hülya Avşar’ı ele alalım. Son on yıldır ne iş yapıyor bu kadın? Televizyon yarışmalarının jürisi, başka? En son Orhan Kemal’in 72. Koğuş’unun sinema filmi, sırf o var diye, gişede gümledi. Onun olduğu filmi, diziyi izlemiyor insanlar. Bu sefer de yarışmalara jüri oldu. Aslında izlenen yarışma, başka biri olsa daha fazla izlenecek belki.  Kendisi de pek sevilmediğinin farkında, bu yüzden şirin gözükmek için evet, yıldızlı evet falan diyor. Aslında bu da Acun Ilıcalı’nın bir oyunu. Çünkü çok aşırı kötü ya da iyi olmadıkça, her yarışmacının jüri ile ilişkisi şöyle gelişiyor. Bir aday ne kadar kötü olursa olsun, mutlaka seveni ya da eşi, dostu oluyor. Bir adayı üç hayırla uğurlamak, programı riske atmak demek olabilir.  Öbür jüri de (Sergen Yalçın ya da Ali Taran v b) genelde hayır deyip, kararı kanalın sahibi Acun’a bırakıyor. 
        Aslında Hülya Avşar gibi çok çöp ünlü var.  Bir dönemin ünlülerinin şöhreti devam etsin diye medya kuruluşları çırpınıp, duruyor. Prime Time denen akşamüstü saatlerindeki müzik, magazin programlarını artık yapmıyor bu zoraki ünlüler. O saatler riske atılmayacak kadar kıymetli, dev bütçeli dizilerin, reyting savaşı meydanı. Türk halkı aşırı televizyon izleyen bir millet. Gündüz kuşağında çalışıyorlar. Bir ara il il gezen gezi programları yaptılar. Sonra Gezi ve Yemek programları geldi. Minicik yaka mikrofonu ve televizyon kameraları var diye milletin yemeğine tebelleş oldular. Şimdi de ya evlilik programları ya da uyduruk programlara konukluk falan. İlla bu çöpler gözümüzün önünde olacak.
        Mesela ilk müzik yetenek yarışmasının o kadar da iyi müzik yapamayan birincisi vardı, adı Bayhan. Bu şahıs birden bire, evlilik programlarına katılan, akıl hastası olduğu belli bir kadına talip oldu. Evlenmedi tabi, meğer bu şahıs Youtube kanalı açmış, reklamını yapacakmış. Sonra aynı kadını, yeni albüm yapmış, türünü seçemeyeceğim kadar kötü başka bir şarkıcı istedi. Kadın hiç biriyle evlenmedi tabi. Hanife gibilerine çoktan ad takıldı, medya maymunu.
           Aslında medya maymunları, çöğ şöhretlerin bir kısmı. Her çöp şöhret medya maymunu değil. Çöp şöhretlerin hemen hepsi maymunluk ya da soytarılık dediğimiz absürt davranışları kamuoyu önünde gerçekleştirmekte.  Biz bu kelimeyi, daha çok akıl hastası, ne yaptığını çok da bilmeyen kişiler ya da böyle absürt işler haricinde medyaya sunacak bir şeyi olmayan kişileri kast ediyoruz. Mesela tüm kariyeri evlenememek olan, evlenme programı yarışmacısı Caner’de, Hanife kadar akıl hastası olmasa da bu sınıfa girer. Ben saksı değilim çıkışı ile hatırlanan Erol Büyükburç’ta ne yazık ki yaşamının sonunda medya maymunu olmuştur.
       Buraya kadar yazdıklarıma bakarak çöp ünlülerin çıkış yaptığı dört  kaynak görüyorum:
1)      Dandik olanları başta olmak üzere yarışmalar.  Gerçi ciddi denilen yarışmalar bile gereksiz kişilerin şöhreti için kullanılabiliyor. Mesela Hülya Avşar, Türkiye güzeli seçildiğinde tüm jüri üyeleri onun şahsen tanıyormuş ve boşanmış dul olduğunu biliyormuş. Muhtemelen boşanmış oluşunun kamuoyuna çıkması ve ardından çıkarılan çalınan taç yaygarası da önceden hazırlanmıştı.
Doksanların Biri Bizi Gözetliyor ile başlayan yarışmaları, çöp şöhret fabrikası gibi çalıştı, halen de çalışıyor. Evlilik programlarını da bu grup programlardan sayabiliriz.
2)      Televizyonda ya da sosyal medyada çok gereksiz hareketleri ya da açıklamaları ile şöhret olanlar. Bu tür çöp şöhretlerin ilki, tiyatrocu Levent Oran’dır. Oyunları yada rol aldığı işleri ile bulamadığı şiddeti, kadına karşı şiddeti överek bulmuştur. Bunun için önce o zamanlar moda olan Talk Show programlarına sıra ile katılmış, sonra da turneye çıkmıştır. Turnede sahnede neler yaptığını bilmiyorum. En sonunda pavyonda çalışmaya başladı ve Show tv her akşam pavyonda olanları yada onunla ilgili bir kurguyu yayımladı. İki dizinden kurşunlanınca o da bitti. Hatta hatırlıyorum,  o zamanlar Uzan holdinge ait olan Star gazetesi, DİZİ ÇEKİLDİ diye manşetten vermişti bu olayı. Bu şöhretlerin sosyal medyada belli dönemde, belli ortamlarda şöhret olup, sonra çabucak unutulanlarını saymak imkânsız gibidir. Mesela bir dönem, bir video altına Filiz isimli bir kız, Türkün gücünü gösterelim gibisinden bir şeyler yazmış,  bir erkekte, Filiz Sevişelim mi diye yorum yapmıştır. Bir ara sosyal medyada filiz sevişelim mi sözü bir espri, deyim olmuştur. İşin ilginç yanı bu genç adam da, bu tuhaf şöhretinden uzun süre habersiz olmuş, en nihayetinde niye herkes bana sevişelim mi diye soruyor diye serzenişte bulunmuştur.
3)      Eski şöhretlerin, tekrar ortaya çıkma çabası ile çöp olması.  Buna Erol Büyükburç’laşma diyorum. Ben saksı değilim diye bağırıp, kendisini çöp şöhret yapmıştı. Üç Hürel,  Ali Rıza Binboğa gibi doksanlarda tekrar hatırlanmanın rüzgârı ile bir iki yeni ya da tekrar albüm yapıp, sonra köşelerine çekilen eski şöhretler olmuştur. Bir de Erol Köse, Banu Alkan gibi kaybettiği şöhreti tekrar yakalamak için magazin medyasının oyuncağı olanlar vardır.
4)      Bir de iktidar yandaşı medya tarafından kullanılıp, atılan ve böylece gerçekten çöpe atılanlar var.  Bunlar cidden sonradan unutuluyor. Mesela Yağmur Atsız! Irkçı yazar Hüseyin Nihal Atsız’ın solcu oğlu olarak ünlenmişti. Hrant Dink’in ölümünden sonra ben de Ermeni’yim diye nefis bir yazı yazan demokrattan, Kobane (Ayn el Arab)’da İŞİD kuşatmasında kalan sivillere hakaret eden bir faşiste dönüştü kısa zamanda. Yazıları, babasını andırıyordu. Sonra günlerimiz şiirini besteleyen Zülfü Livaneli ile kavga etti, ardından tüm sosyal demokrat âlemle. Derken Star gazetesi birden Yağmur beyle yollarını ayırdı.  Salih Memecan gibi son bir protestosunu bile edemedi.
Bu tür çöp şöhretlerin ilk olarak Sezen Aksu olarak görebiliriz. 1990’lı yıllarda genç popçuların ilk sözü idolüm Sezen Aksu olurdu. Onun dokunması ile üçüncü sınıf bar şarkıcıları, şöhretlerinin doruğuna ulaşıyordu. Tarkan ile Sezen Aksu’nun arası bozulduğu zamanlarda, Tarkan’ın şöhretinin sonu geldiğini söylüyordu. Sezen Aksu söz yazmazsa, beste vermezse megastar biter diyorlardı. Derken AKP’nin referandumlarından birinde yetmez ama evetçi oluverdi. Geniş bir hayran kitlesini kaybetti. Ardından da yüz felci geçirdi, sahnelerden,  stüdyolardan uzak kaldı. Bu sürede internet yaygınlaştı, müzik sektörünün kalbi Kral tv başta olmak üzere klip yayınlayan kanallardan, Youtube başta olmak üzere dijital alanlara taşındı. Yepyeni sesler geldi. Gezi olaylarında da sol dünya onu ret etti. Uyan Alim şarkısını, gezi şehitlerinden Ali İsmail Korkmaz’a adamak istedi, kitlenin tepkisini görünce de zaten onu kast etmemiştim dedi.  17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra öğretmen olan babasının, Fettullah Gülen cemaatinin Yamanlar kolejinde çalıştığı hatırlandı ve kendisine cemaatçi dendi. Sonrasında tekrar sahnelere dönemediği gibi, veda konserleri de çok ilgi görmedi.
Pek çok şöhretli ya da eskiden şöhretli kişiler, bir şeyler elde etmek umuduyla iktidara yanaşıyor ve kullanım süresi dolunca çöpe atılıyor. 
        Aslında her şöhret gibi, çöp şöhrette geçici, hatta gerçek şöhretten daha geçicidir.  En uzun süre şöhreti yaşamış çöp şöhret, Öztürk Serengil ve Aydemir Akbaş gibi Yeşilçam yıldızlardır. Serengil, en son televizyonlarda domates-salatalık, bamya, cin biber içerikli berbat bir parodi yayımlandıktan sonra medyadan men oldu ve ortadan kayboldu.
        Bu yazıyı yazmamdaki sebep, özellikle yandaş medya bu çöp şöhretleri el üstünde tutuyor ve koruyor. Hatta iktidar yanlısı aktrol ordusu, evlilik ya da TV8’in programlarına sosyal medyada destek oluyor. Bu programları yapanlar, en başından AKP’yi destekleyenlerdi.  Televizyondaki her şeyden öfke kusan muhafazakâr milleti, televizyonları ele geçirince, bu konuda konuşmaz oldu.  Televizyonlarda doksanlı yıllardan daha az meme, çıplaklık, daha çok çöp şöhret var. Çıplaklıkta artık seyircinin aramadığı bir şey! Sebebi de internette kolayca bulması. Yoksa ekranlarda çıplaklığın olmaması muhafazakârlaşmaktan değil, seyirci cepten, kendi bilgisayarından çıplaklığı izlemek istemesi. Yoksa televizyonlar gene çıplaklığı yaldır yaldır kullanır. Sinemada RTÜK yok, sinemada da çıplaklık bayağı azaldı. Oysa absürtlük alabildiğine coştu.

         Bu iktidar popüler kültüre, dolayısı ile te televizyona doğrudan bağlı. Gündüz kuşağı da böyle absürt programlara bağlı. Bunun bence iki sebebi var. Birincisi halkı ciddi ciddi aptallaştırma çabası. İkincisi de gündüz kuşağında, neredeyse tamamı yandaş olan kanalların izlenmesini sağlamak. İktidarın en büyük gücü, propaganda gücüdür ve propaganda gücünü yıkmak için bu çöp şöhretlere saldırmalıyız. En zayıf yanları da bu. 

22 Kasım 2016 Salı

KAPİTALİZM İLE İLGİLİ YANLIŞ BİLGİLER

        Şu an, yaklaşık dört yüz yıldır dünyanın ekonomik sistemi kapitalist sistem. Bu sistemle ilgili doğru bilinen ve bence yanlış olan şeyleri bir derledim.
1)Kapitalizm, serbest piyasa rejimidir, serbest piyasa rejimi ile çalışır.
      Komünistlerin bile inandığı çok baba bir yalandır. Piyasanın gizli eli kuralını ortaya atan Adam Smith bile, İskoçya’nın maliye ve gümrük bakanı iken, İngiliz kumaşlarına ağır gümrük koymuştur. Üstelik bu olay Ulusların Zenginliği kitabının Türkiye İş Bankası yayımlarından çıkan baskısının önsözünde yer alır. Kapitalist, güçlü iken, güçsüzler korunasın diye bunu uydurmuştur. Yoksa canı yanınca gümrük duvarları ördürmeyi, devletten yardım almayı çok iyi bilir.  Güçlü rakiplerine karşı piyasayı korumaya almayı bilirler.
         Nihat Genç yıllar önce Türk burjuvazisinin Çinlilere düşmanlığından bahsetmişti.  Özellikle Özal ekonomilerinden sonra,  her yabancıya kucak açan, rekabet kaliteyi arttırır diyen Türk üreticileri, Çinliler gelince çıldırdı.  Gerçi gene de engel olamadılar. Çin malları her sektörü ve her ürün türünü ele geçirdi.  Kırıkkale’de bunun sebebini öğrendim. Çinli firmalar bir ülkeye açılmak için büyük bir distribütör firma aramıyor. Çoğu üründe de gerek yokmuş zaten.  Sıradan esnaf, alibaba.com adlı  siteden sipariş veriyor. (not, girmeyin, bir çeşit çerez program atıyor, virüs gibi zor siliyorsun. İnternet kafelerden deneyin) mesela bir saatçi, seçimlere yakın, 6 oklu, Atatürk resimli, bozkurtlu ve benzeri resimleri kadrana basılı saatler istiyor. Kargo ile doğrudan Kırıkkale’ye kargo ile gönderiyor. Çin mallarının ucuzluğu biraz da bu yüzden.  Bu yüzden de kapitalist basın, Çin’e damping cezası diye ağlıyor.
2)Kapitalizmde piyasayı ihtiyaçlar belirler, ihtiyaçlar piyasayı.  Bu çağda ihtiyacını reklamlar belirler, önce bunu belirtelim. İhtiyacımız sandığımız pek çok şeyi, reklamlar yüzünden alıyoruz. En temel ihtiyaçlarda da fiyatları çoğunlukla vurguncular, istifçiler belirler. Dünyada 13 milyar insanı doyuracak kadar gıda üretiliyor , 2 milyar insan aç, 1 milyar insan obez. Piyasayı ihtiyaçlar belirlerse bu olmazdı.
3)Kapitalizm, özgürlük ve demokrasi ister.  En komik yalandır bu. Misal 12 Eylülü ele alalım. Generallerin ilk işi DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve MİSK (milliyetçi işçi sendikaları konfederasyonu) gibi sendikaları kapatıp, kapatmadıklarını da etkisi hale getirdi.  TÜSİAD’I MÜSİAD’I kapatmadı.  Gerçi MÜSİAD, 1990’da kuruldu ama eminim olsaydı da kapatılmazdı. Nitekim 28 Şubatta MÜSİAD’a dokunmak kimsenin aklına gelmedi. 12 Eylül komutanları da haklarını arayan işçilerin suçlu olduğuna hükmetti de, işçisine zam yapmayan, işçine sabunu, suyu bir kalıp sabunu çok gören sanayici suçlu değil miydi? İşçilere grev yasağı gelince, iş dünyası ilk iş, ücretleri düşürdü.  O generallerin de pek çoğu, ücret düşüren holdinglere yönetim kurulu üyesi oldu. Kapitalizm, büyük sermaye sahiplerine özgürlük ve demokrasi ister.
          Mesela hayranı da olduğun Karl Popper bile,  otokrat Marksizm’i eleştireceğim diye Hegel’i, Hegle’i eleştireceğim diye de Platon’u eleştirmiştir. Oysa kendisi Yahudi atalarından dolayı (kendisi Yahudi olmasa bile) Nazizm korkusu ile ülkesini terk etmiş, terk etmek bir yana, o korku ile Yeni Zelanda’ya kadar kaçmıştır. Gene de milliyetçi, ırkçı ideolojiler üzerine kalem oynatmamıştır. Marksizm’in diyalektiğini eleştireceğim diye, Tarihselciliğin Sefaleti diye kitap yazmış, tarihselci olarak bir tek Sosyalizmi anlamıştır. Altın çağa dönmeci, eski büyük devlete özlem duyan faşizan ideoloji üzerine tek söz söylememiştir.
4)Kapitalizm, huzur ve güven (istikrar( ister. Antidemokratik rejimleri destekleme bahanesidir bu. Sermaye istikrar olmayan yerden kaçar, istikrarsızlık ekonomik kriz ister diye insanları korkutup, dururlar. Oysa pek çok krizi bizzat kendileri, zorla çıkarırlar. Bunun ilk sebebi, maaş ve ucuzluk isteyen halkı baskılayacak bir dikta rejimini çağırmak için bahanedir. Öte yandan savaş, iç savaş, siyasi istikrarsızlık, büyük vurgunlar yapma fırsatıdır. Fiyatı aşırı düşen mal ve mülkleri alıp, aşırı artanları da satmaktır. Savaşsa yüksek fiyatla silah ve cephane satma zamandır.  İspanya iç savaşının üç sene sürme sebebi, Basil Zaharoff’un, Türk-Yunan savaşında kaybettiği parayı, kazanma çabasıdır. Her iki dünya savaşında Almanya’ya savaşı genişletmesini Alman sanayicileri istemişti.
         Bir ülkede büyük burjuvalar, büyük sermaye sahipleri, istikrar, istikrar diye ağlıyorsa muhtemelen bir diktatör iktidara hazırlanıyordur.
5)Kapitalizm küreselleşme ister, evrenselleşme ister, açık toplum ister, içe kapanma istemez. İşte başka bir büyük yalan. Doksanlardan beri o kadar çok tekrar ediliyor ki, insanlar cidden böyle sanıyor. Bu yalan, serbest piyasa rejimi bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler ilkesinin yan sonucu ya da gelişmiş sonucu gibi gelir. Oysa küreselleşmemiş ülkeler, çoğunlukla yerli ya da yerliymiş görünen ve komprador olan yabancı sermayenin oyuncağıdır. Afrika ve Latin Amerika ülkeleri, askeri diktatörlüklerin ve ülkeyi sömüren büyük ticari kartellerin kontrolü alında yıllarca içe kapandı. Bazı büyük Amerikan holdingleri, içe kapanma sayesinde gücümü koruyan diktatörler sayesinde ülkelerin yerüstü ve yeraltı madenlerini sömürdü. Türk sanayicisi, içe kapanma sayesinde kötü ürünlerini halka pahalıya sattı.

        Sonuç:  Kapitalizmde tek hedef, ilke ve ideoloji, büyük sermaye sahiplerinin ihtiyaçlarıdır. Geri kalanı yalandır.

12 Kasım 2016 Cumartesi

Sublimineral: Açtığın Yolda, Gösterdiğin Hedefe!

Sublimineral: Açtığın Yolda, Gösterdiğin Hedefe!: Mustafa hiç doğmamış olabilirdi. Asker olamayabilirdi. Türkiye'nin dört bir yanındaki cephelerde savaşıyordu, her an ölümle burun buruna...

8 Kasım 2016 Salı

NÜFUS İSTATİSLİĞİNİN ÇOCUK KAYDIRAĞI
      Yıllar önce lisede okurken, öğretmenimizin biri, hangisi hatırlamıyorum, nerede doğduğumuzu bir de kaç kardeş olduğumuzu sormuştu. Kırktan fazla öğrenciydik, kırk beş ya da kırk altı.  İki ilginç sonuç çıkmıştı. Sınıfta tek İstanbul doğumlu bendim (Ankara’da bir liseydik), diğerlerinin hepsi memleketlerinde (Sivas, Yozgat, Kars vb) doğmuştu. Diğeri de ası konumuz, üç kardeşi olan, yani ailece dört kardeş olan bir tek bendim. Diğer arkadaşlarım beş ve daha fazla kardeşti. Benzer bir yoklamayı üniversitede istatistik hocamız, konu gereği yağmıştı. Otuz arkadaştan bir çan eğrisi çıkmıştı, çan eğrisini tek bozan 7 kardeş olanlardı.  Sınıfça ortalama 5 ya da 6 kardeştik. Muhtemelen ikinci öğretimde de durum farklı değildi. Çünkü oradaki arkadaşlarımla konuştuğumda da, genelde beş ve daha fazla kardeştiler.  Sonra sosyal medya sayesinde pek çoğuyla arada görüştüm, bazılarıyla halen görüşür, bazılarından da haber alırım. Aralarında en fazla üç çocuğu olan var bildiğim kadarı ile.  Biz Süleyman Demirel Sosyolojinin 1998 mezunları, birinci ve ikinci öğretim olarak toplam altmış iki kişiydik. Şimdi bizim çocuklarımızı toplasak toplan kırk beş çocuk çıkmaz. Pek çoğumuz bekar, ikiden fazla çocuğu olan benim bildiğim üç çocuklu bir arkadaş var.
        Garip bir alışkanlıkla gittiğim hemen her okulda arada öğrencilere sorarım kaç kardeşsiniz diye. Dört ve daha fazla kardeşi olanlar her yıl azalıyor. Olanların da çoğu doğu ve güneydoğu, hatta düz söyleyeyim, Kürt kökenli. Onlarda da her sene kardeş ortalaması azalıyor. Bir tek Kırıkkale’nin Karakeçili ilçesindeyken neredeyse tüm çocuklar yedi kardeşti.
        İşin doğrusu doğum oranlarındaki azalma artık dünya çapında bir nüfus ve yaşlanma sorununa döndü, Türkiye dâhil.  Türkiye halen nüfusun arttığı ülkeler arasında ya da öyle gözüküyor. Sebebi de bir önceki neslin halen yaşaması, nüfusa dâhil olması, bir de ortalama ömrün yükselmesi.  Cumhurbaşkanımız üç, beş çocuk isteyip duruyor ama seçmenleri bir tek bu konuda liderlerini pek dinlemiyor. İşin ilginci dört çocuk babası cumhurbaşkanımızın,  hiçbir çocuğundan üç torununun olmaması, hiç ir kızının ya da gelininin iki den fazla doğurmamış olması.  Pek çok muhafazakâr arkadaştan aynı sitemleri duyuyorum. Neslimizin azalmasından, Kürtlerin çoğunluk olmasından, nüfus artışının fazla olmasının İslam’ın gücü olmasından bahsedip duruyorlar, lakin çocuk yapmıyorlar.
         Seksenli yıllar, nüfus artışının dorukta olduğu yıllardı. Devlet, aile planlamasına özendirir, bunun için programlar yapardı. Hatta ’Serçeler Göç Etmez’ diye dizi bile çekilmişti. O zaman nüfusu azalma meylinde ve çocuksuz Avrupalı ailelere hayret ederdik. Şimdi ne oldu da doğumlar azaldı ve azalmaya devam ediyor. Üstelik bu sadece Türkiye’nin meselesi de değil. Dünyanın üçte biri, nüfusun azaldığı ülkelerde yaşıyor.  Eskiden daha çok kuzey ve batı Avrupa’nın derdi olan bu durumu, neredeyse Sahra Altı Afrika hariç tüm dünya yaşıyor. Üstelik bu bölge kısmen doğru düzgün göç politikaları, kısmen de doğum teşvikleri ile bu sorunu çözememişlerse bile hafifletmişken, diğer pek çok ülke, daha ağır yaşıyor, mesela Japonya’da hasta-yaşlı bezi satışı, çocuk bezi satışından fazla. Durumun en kötü olduğu yer, doğu Avrupa ve Balkan yarımadası. Balkanlarda doğum oranının nüfusu korumaya yeterli olduğu tek ülke Arnavutluk, yeterince göçmen alabilen tek ülke Yunanistan. İran bile her türlü nüfus planlamasını askıya aldığı gibi, kalıcı doğum kontrolünü (kısırlaştırma) yasaklamış durumda.
          Ne oldu da dünya çocuk yapmaz oldu, bu soruyu felsefi bir soru olarak sormak gerekir. İnsanlar neden artık çocuk yapmıyor, daha doğrusu çocuk yapmak istemiyor? Bence insanlar o kadar bencilleşti, o kadar tüketici oldu ki, bencillik ve tüketicilikten çocuk yapmıyor. O kadar bencil ki, kendi çocuklarını doğmadan imha ediyor. Hayatın zevklerini tatmak ya da şu geçici dünyada, her gün boğulduğu işlerde kariyer yapmak adına neslinin devamını getiremiyor. Reklamlar bizi o kadar tüketici yaptı ki,  her şey ihtiyacımız oldu, bu ihtiyaçları karşılamaya kazandığımız para yetmiyor ki, bir de çocuk yapalım. Paramız arttıkça,  ihtiyacımız artıyor.
         Evlenmekte zorlaştı. Gerçi eski tantanalı düğünler yok. Pek çok kişi sade bir nikâh merasimi ile evleniyor. Mesele çoğu kez nikâha kadar gelebilmek oluyor. Önceden bir işiniz olsa yeterliydi.  En başta iş bulmak giderek zorlaşıyor. Önceden sadece erkeğin iş bulması yeterliydi. Şimdi işsiz kızlarda evlenemez oldu.  Tek maaşla ev zor geçiniyor. Sonra iş bulmak bir yana, iyi bir iş bulmazsanız evlenmeniz zor. Kızlar da ereklerde kariyer arıyorlar. Erkek egemenliği pek çok alanda olduğu gibi, kadınlar arasında da devam ediyor. Albay olamayıp, albay karısı olmak, müdür olamayıp, müdür karısı olma hırsları devam ediyor.  Pek çoğu da kendilerini dünya güzeli sandıklarından, erkek beğenmiyor. Benzer bir dert, erkeklerde de var. Çapkınlık ve zamparalık, bir değer olarak erkeklere pazarlanıyor. Erkekler de sanki bekâr kaldıkları sürece bir Don Juan, Kazanova olacaklarmış gibi evliliği erteliyor.
           Çocukların da ihtiyacı artıyor. Bizim nesil elinde ekmek arası bir şeylerle sokaklarda oynaya oynaya büyüdü. Lüks oyuncağı olan arkadaşlar, arada bize de oynatırdı. Şimdilerde sokaklarda oynayamıyorsun, sokaklar motorlu araç ve bir süre tehlikeyle dolu.  Hem anne, hem de baba çalışıyorken, evde çocuğa kim bakacak, meçhul.  Türkiye’de şimdilik bu işi büyük anneler üstleniyor.  Bazen de üstlenmiyor, çocuk isteyen kadın uzun süre iş hayatından uzaklaşmak zoruna kalıyor. Çocuğa bakan biri olsa bile, sırf çocuk, başka çocuklarla sosyalleşsin diye kreş ve anaokulu gerekiyor. Çocukların oyun alanı çok az ve koca apartmanlarda çoğu kez toplasan on çocuk çıkmıyor. Çoğunun da annesi gün boyu işte. Çocukların sosyalleşmek için bile kreşe ihtiyacı var.  Okullar deseni artık daha masraflı.  Ders kitapları bedava, kırtasiye eskisinden daha ucuz. Bu sefer de servisler pahalı. Önceden öğrenciler çok uzun mesafeleri yürürken, şimdikilerden yüz metre öteye servisle gideni biliyorum. Sonra çocuk büyüdükçe, ihtiyaçları da büyüyor.  Eskiden çocuk kıyafetlerinde marka olmazdı, şimdi anaokulu çocukları marka giyiyor. Büyüdükçe bilinçleniyor ve daha iyi markaları istiyor. Sadece giyim kuşamları değil, cep telefonları ve tablet bilgisayarları da marka olmak zorunda oluyor.  Çocuklar modası geçmiş elbiseyi, dolayısı ile büyüklerin eskilerini de giymiyor.
         Bütün bunlara evli ve çocuklu olmanın eskisi kadar sosyal itibar kazandırmadığını da eklemeli.  Rahmetli dedem birisiyle sohbete başladığında önce kaç çocuk sorusunu sorardı. Beşi erkek, altı çocuk babası olmakla övünürdü hep.  Eşi olan babaannen on sekiz hamilik yaşamış, bunlardan altısı düşükle sonuçlanmış, altısı çocukken ölmüş ve altısı yaşamıştı. Hayatta kayda değer bir başarısı olmayan, yetim büyümüş, okuma yazma bilmeyen dedem için tek başarı çocuk ve torun sahibi olmaktı.  Şimdi çocuğu, kişinin yükü gibi görüyorlar. Önceden bekâra iş ve kiralık ev vermezlerdi, şimdi çocuklulara vermiyorlar. Özellikle kadınsanız, seyahat engeliniz var mı gibisinden sorularla sizi sınıyorlar.  Hamile kaldığınızda da işten çıkarıyorlar.
        Bu olanların en fazla olduğu yerler, en kapitalist ya da en modernize ülkeler. Bu yüzden buralarda doğum oranları düşük.  Bu nüfus azalması önce Fransa’da başladı. Emil Zola, nüfus azalmasına dur demek için Döl Bereketi romanını yazdı. Asıl düşüş olayın ikinci dünya savaşından sonra kuzey Avrupa ülkelerinde başladı. Sebebi ise en kapitalist ülkelerin onlar olması, geleneksel değerleri yitirmeleriydi. Onlarda artık çocuk demek, yük demekti. Buna karşın gelişen sanayi için işçiye ihtiyaç vardı. Çoğu eski sömürgelerinden gelen göçmenlerle bu işi çözdü. Sömürgelerini 1914’de yitirmiş Almanya ise, kırmızı dipli mumla, Türk işçisi aldı ülkesine.  İlk doğum teşvikleri de bu zaman başladı. İskandinav ülkeleri teşvikte kısmen başarılı oldu. Bol keseden çocuk yardımları, tam maaşlı doğum izinleri, evlenme ve evlilerin çocuk yapma oranlarını arttırdı.  Sonra bu nüfus azalması hastalığı, güney Avrupa ülkelerine sıçradı. Üstelik kuzey kadar cömert çocuk yardımları veremedikleri için, doğum oranları daha da düştü. En son izlediğim televizyon haberine göre İtalya, Avrupa birliğinde en düşük orana sahipmiş.  Sovyetlerin yıkılmasından sonra nüfus azalması problemi Balkan yarımadası ve Doğu Avrupa’ya yayıldı. Hatta bu ülkelerin çoğu azalan nüfus yüzünden asla kalkınamayabilirler. Avrupa birliği üyesi olduktan sonra da göç vermeye başladılar.
         Şimdi bu nüfus azalması pek çok ülkeye sıçradı ve onlarda durum daha vahim. Mesela Japonya’da evcil hayvan sayısı, çocuk sayısından daha fazla ve hasta (yaşlı) bezi satışı, bebek bezi satışından daha fazla.  Güney ve kuzey Kore, Tayvan, Küba gibi ülkelerde nüfusu yaşlanan ülkeler arasında.  Bunların bazılarında doğum teşviki pek işe yaramıyor. Avrupa ülkelerinde sırf çocuk parası ile geçinmek için çocuk yapanlar var. Diğer ülkelerin ya bu teşvikleri verecek parası yok, ya da ülkedeki kültür, çocuk parası ile geçinen çiftleri üretmiyor. Mesela erkek egemen Japon toplumunda kızlar evlenmek istemiyor.
         Nüfustan bahsetmişken, Matheus  teoreminden bahsetmezsek olmaz. Herkesin bildiği  çok kısa özeti geçeyim. Nüfusun geometrik, gıdanın, daha doğrusu tarım ürünlerinin de aritmetik artışı sonucu, gıda ve diğer ürünlerin ihtiyaçları sonucu felaket olacaktır. Tarımda makineleşme ve suni gübrelerin kullanımı, bu felakete engel olmuştur, tabi kısmen.  Tıptaki gelişmeler, özellikle aşı teknolojisindeki gelişmeler, 20. Yüzyılda, iki dünya savaşına rağmen nüfus patlamasına yol açmış,  gene de böylesi felaketler olmamış, ya da biz öyle sanıyoruz. Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok yerindeki açlıktan ölümleri görmezden geliyoruz.
         Nüfusla ilgili felaketin Matheus yada benzeri karamsar kuramcıların ve disütopyacıların düşündüğünden daha az olmasının sebebi, özellikle zengin kuzey yarım küre ülkelerinde nüfus artışının az olması, hatta azalma olmasıdır. Bunun üç türlü faydası olmuştur fakir güney ülkelerine.  İlk olarak bu ülkelerin tüketimi artmamıştır. Bu ülkeler aynı zamanda lüks gıda dediğimiz, çok su tüketen ve temel gıda olmayan besinlerinde en büyük tüketicileridir. Nedir bu lüks gıdalar? Mesela çikolata, alkollü içecekler,  tütün vb. geniş tarım alanları, buğday, patates, pirinç gibi temel tüketim bitkileri yerine, para uğruna kakao, tütün, gül ve kesme çiçek gibi ürünlerin ekimine ayrılmıştır. Üstelik bu ülkelerin insanları çok fazla enerji harcarlar.  Bir Bangladeşli kilometrelerce yürürken, bir İsviçreli merdiven bile çok nadiren çıkar. Bütün merdivenleri, yürüyen merdivendir.  Daha fazla kömür, petrol, nükleer madde tüketir. Bu ülkelerde nüfus artması, yoksul ülkelerdeki nüfus artışından daha fazla küresel ısınma ve küresel kirlenmeye sebep olur. İkinci olarak işçilik gerektiren ağır sanayinin yoksul ülkelere kayması, böylece bu ülkelerde yoksulluğun azalmasıdır. Üçüncü olarak da her sanayi başka ülkelere taşınmayacağından,  bu ülkelerin yoksul ülkelerden işçi ve göçmen ithal etmesidir. Bu faydayı en iyi yaşayan ülke Türkiye’dir. İkinci dünya savaşından sonra kendisini toparlayan ve süratle sanayileşen batı Almanya (o zamanlar doğu ve batı olmak üzere 2 Almanya vardı), aynı süratle nüfus arttıramadığından, Türkiye’den işçi almak zorunda kalmıştı. Sonrasında Türkiye, Almanya’ya gönderdiği işçilerle, işsizlik oranını azalttığı gibi, o işçilerden ülkeye de bolca döviz girişi sağladı. Bu işçiler, birikimleri ile yatırım yaptılar.  Ailelerine, akrabalarına, hatta köylerine, kasabalarına yardım yaptılar.
        Şimdi ise bu nüfus azalması güneye, yoksul ülkelere doğru hızla yayılıyor. Küçük ve taşra sayılacak bir ilçedeyim ve müdürüm genç nüfusun ilçede azaldığını ve okul öğrencilerinden azaldığını söyledi. Nüfus görünüşte artıyor. Sebebi bir önceki nesillerdeki nüfus patlaması sonucu doğurgan kadın sayısının artmış olması ve bunun da doğumları arttırması. Kadın başına çocuk sayısı ise azalıyor. Bazı taşra bölgelerinde ve özellikle doğuda doğum oranları nispeten daha yüksek. Türk milliyetçileri, Kürtlere kızıyor, çok çocuk doğuruyorlar diye, bir de Suriyeli mültecilere. Onlar henüz modernleşmeyi ve şehirleşmeyi yeterince özümsememişler.  Bulgaristan ya da Almanya’da Türklerin doğum oranlarının daha fazla olması gibi. Ha, pardon. Almanya’da Türklerin doğum oranlarının, Almanlardan daha düşük olduğunu okumuştum. Almanya’da yaşayan, şimdi rahmetli olan amcama sorduğumda, bizimkiler de evli kalamıyorlar demişti. Bu tip topluluklarda doğum oranları  (Natinonal Geografic dergisinin Brezilya doğum oranları için dediği gibi) çocuk kaydırağı gibi düşmekte. Vahşi kapitalizm doğmamış çocuklarını yemekte.  Buna uyan kitleler ile henüz uymamış kitleler arasında çekişme var. Birbirlerini anlamıyorlar. Türk halkı, sürekli doğuran Suriyelileri anlamıyor.  Doğum oranı yüksek oan doğuluları, özellikle Kürtleri de anlamıyor.  İşin doğrusu onların da bir sonraki nesli daha, hatta Türklerden daha düşük olacak. Onların doğum istatistik grafiği de çocuk kaydırağına dönecek. Bu kaçınılmaz bir durum. Çünkü çocuk sahibi olmanın kazancı yok.
        Kazancı yok, çünkü çok çocuk sahibi ya da kardeş sahibi olmak sosyal ya da ekonomik bir güç değil.  Önceleri kızlar on beşine gelmeden evlenir, erkekler on yaşında çalışır, eve para getirirlerdi.  Şimdi yirmsinden evvel, o da iş bulursa, pek para kazanabilen yok. O da iş bulabilirse. Çalışmayan, işi olmayan kızların evlenme şansı giderek düşüyor.  Eskiden erkekler eşim çalışmıyor derdi, şimdi eşim işsiz demeye başladı.  Zengin olmayan, çocuk için yardım da vermeyen ülkeleri çok büyük düşüşler bekliyor, doğu Avrupa bunun başlangıcı.
       Buna karşın ülkelerin devlet başkanları, devlet görevlileri ne yapıyor? Pek çoğu nüfus azalması tehlikesini görmüş. Sahra altı Afrika haricinde ciddi nüfus artışı olan bölge yok gibi. Modern yaşam, kapitalizm oralara ulaştığında da durum farklı olmayacak. Aziz Nesin bir kitabında anlatmıştı. Hindistan’da bir yerde halka doğum takvimi vermişler, tehlikeli günlerde ilişkiye girilmesin ve çocuk yapılmasın diye. Sonra o bölgede doğum patlaması olmuş.  Geçen gün internette, gene Hindistan’da kadınların çalışmak için rahimleri aldırdığını öğrenince aklıma geldi. İran Ayetullahları, Türk cumhurbaşkanları, sürekli çok çocuk isteklerini tekrar ediyorlar. Reisler, Ayetullahlar, beş çocuk, on çocuk diye isteklerini söylüyorlar.
        Hiç birinin de teşvik vermeye niyetleri yok. İlk çabaları gaz vermek dediğimiz, övücü özlerle kışkırtmak.  Allah rızkını verir diye laflar ediyorlar, sonra iş güvencesini, sendikalaşmayı yok ediyorlar. Masraflar atarken, maaşlar eriyor.  Doğum oranları bir türlü artmıyor.  En son olarak doğum kontrolüne karışıyorlar.  İran, kalıcı doğum kontrolü, yani kısırlaştırmayı yasakladı. Zamanında Romanya diktatörü Çavuşesku, her türlü doğum kontrolünü yasaklamıştı. Sonuç, çocuk düşürme ve merdivenaltı kürtajlarda patlama. Prezervatif, doğum kontrol hapı ve diğer doğum kontrol yöntemlerinin kullanılması halen pek bilinmemesi sebebi ile bu ülke halen Avrupa’nın kürtaj birincisi. Bizim cumhurbaşkanımız da kürtaj düşmanı. Polonya, Katolikliğini bahane ederek temelli yasaklamak istedi, kadınların toplu grev tehdidiyle geri çekti yasa tasarısını.
         Gerçek şu ki kapitalizmin istenmeyen çocuklara ihtiyacı var.  Bu çocuklar çabucak büyümeli ilk fırsatta maaşı ne olursa olsun işe girmeli.  Ailesi onu ilk fırsatta bir işe girmeye zorlamalı.  Batıda kapitalizm bu yüzden zorda. Ucuz işçilik yok ve bu yüzden yatırımlar fakir ülkelere kayıyor. Amerikalılar pizza siparişi için Hindistan’ı arıyor.  Oradaki çağrı merkezlerinde ücretler daha ucuz.  Tekstil atölyeleri Bangladeş’e doluşmuş. Uruguay’dan daha küçük yüzölçümü olan bu ülkenin,  Rusya’dan daha fazla nüfusu var. Pakistan, Mısır ve Endonezya, hazır giyim sanayinin yayıldığı diğer yerler.  Konfeksiyonun tek ihtiyacı, ucuz enerji ev ucuz iş gücü.
          Kapitalizm için gerçek tehlike Bangladeş’in ve benzeri ülkelerin de ucuz işçilik ülkesi olmaktan çıkmasıdır. Bu güney doğu Asya, özellikle Çin Hindi altkıtası için gerçek oldu. Tayvan, Tayland, artık ucuz işçilik ülkesi değil.  Pek çok ucuz işçilik ülkesinde de ne olacağı belli değil.  Pakistan gibi El Kaide canlı bombaları patlayabilir, Mısır gibi ihtilaller olabilir, Suriye gibi uzun süreli iç savaşlar çıkabilir. İç savaşlar, sanayileşmiş ülkelere mülteci üretiyor, bu da ucuz işçilik demek.  Her ne kadar sosyal yardımlardan, nüfus değişmelerine varıncaya kadar, şikâyetçi de olsalar, ucuz mülteci emeğine hayır denmiyor.  Türkiye’de şu satırları yazdığım zaman her yerde bolca bulunan Suriyeliler gibi.  Fuhuştan, tarıma her iş kolu ucuz Suriyeli çalıştırıyor, sorsan herkes Suriyelilerden şikâyetçi.  Bu biraz istemem yan cebime koy durumu.  Bazen başka ülkelerdeki iç savaşları biraz da kendilerine mülteci üretmesi için çıkardıklarını düşünüyorum. En başta o ülkenin çok az yetişmiş dahi beyinleri, gelişmiş batı ülkelerine göç ediyor.  Onu, ülkenin sayılı zenginleri takip ediyor. Bu zenginler, fakir ülkenin çok az olan maddi birikimini de götürüyor.  Sonra en adi işleri en ucuza yapmaya mülteciler geliyor. Üstelik bu insanları istediğiniz işte çalışma ya da çalıştırmama ya da icabında kovma hakkını var.
        Göçmenler ve mülteciler, işçi ve nüfus meselesinin geçici probleminin geçici çözümleridir. Bu insanlar ülke kültürüne ve çalışma hayatına yabancıdır. Çoğu kez göç ettikleri ülkenin çalışma kültürüne de yabancıdır. Benzer bir durum Beypazarı’nda oldu. İlçe halkı, yıllar önce Doğru Yol partili belediye başkan aracılığı ile davet edip, ilçeye yerleştirdikleri Kürtlerin, o düşük ücretlere rağmen para biriktirip, ilçede, ev, dükkân ve tarla sahibi olmasından rahatsız oldu. Güneydoğuda, sınırda çokça şehit verilen bir karakol baskınından sonra bir gece içinde binlerce Kürt aile ilçeden kovuldu. Yerlerine Türkmen kökenli olduğu iddia edilen Suriyeli aileler yerleştirildi. Fakat bir problem vardı, Suriyeliler, Beypazarı’nın temel tarım maddesi havucun hasadına alışık değildi. Bostancılar şikayet etmeye başladı, on Suriyeli, üç Kürdün işini yapamıyor diye.
           Göçmenlerin, özellikle mültecilerin işçi olarak kalitesizliğine, böylesi topluluklarda başlayan ani nüfus düşmesi, yani nüfus istatistiğinde çocuk kaydırağı görüntüsü problemidir.  Bunun bir sebebi özellikle 2. Ve 3.  Nesillerde görülen ani doğum oranı düşmesi, diğer ve asıl sebebi bu mültecilerin başka yerlere ani göçleridir. Geleneksel akrabalık değerlerinin ani kaybı, yabancı ülkede yalnızlık gibi sebepler, 2. Ve 3. Nesil göçmenlerde evlenme ve doğum oranlarını düşürür.  İkinci sebep olarak, bu göçmenlerin, tekrar başka yerlere göçmeleri ya da memleketlerine geri dönmeleridir. Beypazarı’nda olanlardan biri de budur. Ucuz emek umudu yerleştirilen pek çok aile,  Avrupa’ya gitmek umuduyla Ege kıyılarına gitti.
        Sonuçta görüyoruz ki, göçmenler, nüfusu korumda etkin bir yöntem değil. Yunanistan,  sosyalist düzenin yıkılmasından sonra Kafkasya’dan getirttiği yüz binlerce göçmene rağmen, yukarıda saydığımız sebeplerden ötürü nüfusunu yeterince arttıramadı.  Doğum teşvikleri çare mi sorusunu soracak olursak, neredeyse kırk yıldan fazladır teşvik uygulayan ve şu anki nüfusunun dörtte biri altmış beş yaşın üzerinde olan Almanya, buna cevaptır. İskandinav ülkelerinde, özellikle İsveç’te işe yaramış gibidir.. Nüfus en azından kendisini korumuş gibi gözükmektedir.  Halkın dörtte birinin altmış beş yaş ve üzeri olduğu bir ülkede, doğurgan kadın başına çocuk sayısı 2,6 falan değil, 4-5-6 falan olmalıdır.
         Bu yöntemin gelişmekte olan (inatla da gelişmeyen) ülkelerde uygulana bilmesi imkânsız gibi bir şeydir. Devletlerin buna ayıracak bütçesi olmaması bir yana, böyle doğacak çocuk, kapitalist sisteme, hele ki gelişme devresinde uymaz. Bir çocuğun ucuz işçi olabilmesi için işsiz olması yetmez. Ucuz işçi olarak çekirdekten yetiştirilmesi gerekir. Bebeklik biter bitmez, çocukluğu ile beraber şımarmamasını, itaat etmesini ve çalışmasını öğrenmelidir. Aslına yoksulluk sadece parasızlık değil, çocukluktan itibaren öğrenilen bir şeydir.  Şımartılarak büyümüş çocuk, düşük ücretle çalışsa bile çok kalmz, ilk fırsatta başka işe kaçar, sürekli iş arar. Kapitalistin istediği işçi türü örgütlenmek veya sendikalaşmaktan mahrum olduğu kadar, işten ayrılmak ve yeni işe başlamaktan da korkmalıdır. Kişi bunu aileden öğrenmelidir. Bunun içinde aile, çocuğa yeterince bakamamalı, destek olmamalıdır. Bu yüzden ciddi teşvikler sonucu yapılan çocuk, ucuz işçi olmaz.
         En iyi çocuk, mutsuz çocuktur, istenmeyen çocuktur. Korunmasız olacağı için bulduğu işe, düşük de olsa sımsıkı sarılacak, cemaatlere bağlanacaktır. Yoksul büyüdüğü, pek çok istediği olmadığı için fakirlikten rahatsız olmayacaktır. Kürtaja karşı olmalarının temelinde de bu var. İstenmeyen çocuk doğsun, mutsuz bir çocukluk geçirsin, sonra da ucuz işçilik olsun istiyorlar. Garip bir belgesel izlemiştim. Belgeselci, Amerika’da tüm eyaletlerde kürtajı serbest olasından yaklaşık yirmi yıl sonra suç oranlarının ani düşmesini, kürtajın serbestliğine bağlıyordu. Bunu da kürtaj özgürlüğünü daha önce vermiş eyaletlerle kıyaslayarak yapıyordu. Ona göre kürtajla istenmeyen çocuklar azalınca, 15-20 sonra suç oranları azalıyordu. Ülkemizde de politikacılar, tecavüz çocuklarına devlet bakar diyor. Tecavüz ya a iğfalden doğmuş gayrı meşru, babası belirsiz çocuklar, mafya başta olmak üzere harcanacak insan isteyenler için ne bulunmaz nimettir?  Bu sebeple bazı politikacılar, tecavüz çocukları doğsun, devlet bakar demekte. Bunu on sene önce kimse demezdi. Nüfus artsın diye tecavüz çocuklarından umut edilmekte.
       Amaç ucuz işçilik. Bunu ben değil, Türkiye’nin devlet televizyonu TRT söylüyor. TRT belgeseli izliyorum, konu nüfus. Metin yazarı kim, bilmiyorum, sunucu kadın, ucuz işçilik deyip, duruyor.  Kim çocuğu ucuz işçi olsun ister? Devlet, yaslandığı büyük sermaye sahipleri için istiyor. Aileler ne istiyor, çocuklar nasıl büyüyecek, umursamıyorlar. Tek dertleri nüfus azalmasın, işçilik ucuzlamasın.
         Bence artık çok geç.  Dünya nüfusu her ne kadar şu anda artıyor gibi olsa da, bunu sebebi geçmiş yıllarda doğmuş olan nüfusun, kendini idare edecek kadar doğurması, ömrün uzaması. Nüfus belirgin bir şekilde yaşlanıyor. Şu yıllarda doğum oranları halen yüksek olan tek bölge, Sahra Güneyi Afrika’sı.  Orası kapitalist yaşam tarzının, kapitalist zevklerin her yere girmediği tek bölge. Kariyer arzusu, lüks tatil yok, kakao ekmelerine rağmen çikolatayı bilmiyorlar.   Bu bölge de doğan çocukların yaşama şansı az. Ortalama ömür de düşük.  AIDS başta olmak üzere salgın hastalıklar, iç savaşlar ve fakirlik, doğan yavruların yaşam şansını azaltıyor. İç savaşların son bulunduğu, aşılamanın ve karantinanın uygulandığı ülkelerde nüfus patlaması bekleniyor.  Bence oralarda da nüfus istatistikleri her an bir çocuk kaydırağı görüntüsü çıkarabilir.  Bu sadece zaman meselesi.

         Sebebi de, kapitalizmin bize sunduğu onlarca zevkten, çocuk büyütmeye gelmiyor. Bize sunulan onlarca kariyer hedefinden, sıra ana-baba olmaya gelmiyor.