6 Eylül 2017 Çarşamba

DOKSANLI YILLAR 2 KATLİAMLAR VE TERÖR
Bir kere 90’lar ölümler, soykırımlar, cinayetler ve katliamlar dönemiydi. Hem ülke içinde, hem de dışında. Biri çok yakınımızda, biri de biraz uzakta iki katliam oluyordu. Yugoslavya iç savaşı, 1994’den itibaren Bosna iç savaşına ve Boşnak soykırımına dönmüştü. Dokuz yüzlü hatlardan bile Bosna’ya yardım parası toplanılıyordu. Bakın onu neredeyse unutuyordum. Uzakta olan da Ruanda katliamıydı. Dünya kamuoyu uzun süre ikisine de sessiz kaldı.  Gene bu dönemde Irak’ın devlet başkanı Saddam Hüseyin, minik ama petrol zengini komşusu Kuveyt’i işgal etti. Amerika hemen ardından önce bölgeye güç yığdı, sonra Kuveyt’i kurtardı.  Irak’ın geri kalanını işgali 2003’e kadar gerçekleşmedi. Kuveyt işgali sonrası, Irak ve Orta Doğunun bu gün bile devam eden büyük kâbusu başladı. Irak’ın güneyinde Şiiler, kuzeyinde Kürtler, Amerika’nın kışkırtması ve yardım vaadi ile defalarca isyan etti. İsyanlar çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Amerika ve NATO’nun yaptığı ise, yüz binlere Kürt, Türkiye’ye kaçtıktan ve ülkenin her tarafında on binlerce insan öldükten sonra, ülkede 36-34 paraleller arasını uçuşa yasak bölge ilan etmiş oldu. Ülkedeki hava kuvvetleri zaten bitmişti.  Sonrasında terör örgütü PKK’nın terör eylemleri arttı, çünkü örgütün Kuzey Irak’ta serbestçe dolaşabileceği bir alan oldu. 1993-94-95 gibi güney doğu resmen yanıyordu. Bu süreç boyunca bölgece olağan üstü hal ve olağan üstü hal, bölge valiliği vardı.
Sonrasında devlette sertleşti, hatta vahşileşti. Bu sefer sadece güney doğu değil, her taraf yanıyordu. Adapazarı, Hendek, Sapanca üçgeninde yüzlerde ölü bulundu. Sonrasında örgüt giderek güç kaybetti, iki binlerin başında bitmiş gibiydi ama bitmemişti.  1999’da örgütün başı Abdullah Öcalan, yakalanıp, Türkiye’ye getirildi. AKP’nin iktidara geldiği yıl terör sebepli şehit sayısı sıfıra inmişti. Kürtçe ile ilgili olarak, 12 Eylül askeri rejiminin getirdiği pek çok yasak kalkmıştı. Örgüt bir daha kendisini toparlayamaz sanıyorduk. Tabi birilerinin çözüm süreci diye, elinde silahla dağ gezenleri, üstelikte zayıfladıkları bir dönemde ve kendileri teklif götürerek masaya bir devlet gibi oturtacaklarını bilmiyorduk.

Pkk olmasa da ülke kan içindeydi. 12 Eylül darbesi ile sinmiş Alevi düşmanlığı, sağ parti ve gruplarca tekrar canlandırıldı. 1993 Sivas ve 1995 Gazi Mahallesi katliamları, 70’lerden bu yana pek çok şeyin değişmediğini gösterdi.
DOKSANLI YILLAR GÜZELLEMELERİNE İTİRAZ
İnternette çokça dolaşan doksanlı yıllar güzellemelerine itiraz olarak bir seri yazı yazacağım. Önce o döneme damga vuran radyo-tv ve pop müzik konularıyla başlayalım.
1.BÖLÜM RADYO-TV VE POP
Epeydir sosyal medya ortamlarında bir doksanlar güzellemesi var.  Doksanları hiç görmemiş çoluk çocuk bile, bunun muhabbetini yapıyor. Doksanları bizzat göbeğinden yaşamış, 1994-98 arasında üniversitede okumuş biri olarak bahsetmeye karar verdim.
Doksanlar denince ilk akla gelen pop müzik, daha doğrusu hareketli pop müziktir.  Yetmişler ve seksenler, özellikle seksenler büyük ölçüde arabesk-fantezi dönemidir. Bu döneme de hâkim olan radyo, polis radyosudur. Doksanlar ise artık Kral tv’nin devridir. Beraberinde bir sürü özel radyo ve televizyon kanalının açıldığı, iletişim fakültelerinin puanlarının tavan yapıp, ÖSS ve ÖYS sınavlarında bazı bazı ilk yüzde birden öğrenci aldığı dönemdi. Özel bir kanala stajyer giren iki sene geçmeden başka bir kanala yayın yönetmeni oluyordu. 1991’se Star1 kanalının açılması ile yaygınlaşan klip yayımı, 1994’le hız kazandı. Bu patlama 1990’da Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye albümünü ile başladı. Asıl patlama ise Yonca Evcimik’in 1991 tarihli Abone albümüdür. 1994’de kurulan Kral tv, uzun süre pop müzik piyasasını yönlendirmiştir. Seksenlere Polis radyosunda bir-iki kere çalan bir şarkı, kasetinin satışlarını patlatırken, doksanlarda aynı işi Kral tv görüyordu. Polis radyosuna bir şarkıyı çaldırmak için telefonla arayıp, istek yaptırmak yeterliydi. Zaten radyonun programları çoğunlukla istek saatlerinden oluşuyordu. Kral TV’de ise bu iş biraz paraya, biraz Uzan ailesinin keyfine ve hatta bazı dedikodulara göre Kemal Uzan’ın ve Uzan ailesi erkeklerinin cinsel arzuları rol oynuyordu. Bazı kadın popçuları, kendisi ile ilişkiye girmeyi ret ettikleri için kliplerini yayımlamadıkları gibi, kadını magazin programlarında rezil ediyorlardı.
Doksanlar popu bolca Sezen aksu demekti. Özellikle 95-97 arasında haftada bir, iki, bazen de dört-beş yeni popçu (abartmıyorum) piyasaya çıkardı. Çoğu da Sezen Aksu’dan feyz alır, onun tarafından müzik piyasasına sürülürdü. Uzanların, Aksu’ya Kral tv (ve kendilerine ait 5-6 kanalda) boykotu bile Sezen’in yıldızını söndürmedi. Onun yıldızını yıllar sonra 2010 Referandumunda Yetmez Ama Evet güruhuna katılması, akabinde yüz felci geçirip, birkaç yıl hiç görünmemesi söndürdü. O dönemim ve bu günlerin mega starı şüphesiz Tarkan’dı. Uzan ailesi bile onu boykot etmeye cesaret edemedi. Uzanlar Tarkan’ı televizyondan boykot edemedi, sadece uzun yıllar düzenledikleri Rumelihisarı konserlerinden boykot ettiler. Doksanlı yıllar Uzanlar ve Rumeli Holding demektir birazda.
Boykot edilenler sadece Sezen Aksu ya da Tarkan değildi, özellikle rak müzik, uzun yıllar Kral Tv ve Uzanlar boykotu ile karşılaştı. Mesela Mor ve Ötesi grubu, biraz da muhalif yapısından dolayı, uzun yıllar televizyon kanallarına çıkmadı ve çok fazla tanımadı. Kısa ömürlü Eko TV kanalına çıkıp, bir de kliplerini yayımlayınca patladı.
Pop patlaması boyunca çok aşırı kaset formatında albüm satıldı. C.D’nin ömrü kısa oldu. Çünkü hemen ardından mp3 ve ADSL interneti geldi. Artık kotalı ve belli saatlerde uygun internet yoktu, bol ve ucuz internet vardı ve pek çok kişi kaset almaktansa, bedava indiriyordu. İndiremeyenlerde, 100-150 şarkı barındıran ful albüm mp3 CD’leri alıyordu. 1997-98 gibi bir anda türkü tarzı pop patladı. Meğer sebebi, orijinal bestelerde yüksek telif maliyeti, düşen kaset satışları ve anonim türkülerin bedava olmasıymış. Kaset satışlarının düşmesi ile beraber pop fırtınası azaldı ise de şöyle 2008 civarına kadar sürdü.
Doksanların ışıltılı başka bir yüzü de yeni açılan özel televizyon ve kanallarıdır. 1990’da Star 1 ile başlayan furya, arka arkaya pek çok kanalın açılması ile sürdü.  Bu dönemde açılan radyo ve televizyonlar, yasaya, hatta anayasaya göre kanunsuzdu. Anayasaya göre radyo ve televizyon kanalı açmak yetkisi sadece devletteydi ama cumhurbaşkanının oğlu, ilk özel radyo televizyon şirketinin sahibiydi.  Star1 uzun bir süre tek televizyon kanalı olarak kaldı. Sonra Uzan ailesi, kardeş kanallar kurdu. Derken diğer pek çok şirket, özel televizyon kanalını kurdu. Ardından özel radyolar geldi.
Radyolara burada özel bir yer ayırmalıyım. Radyo doksanlı yıllar boyunca ikinci altın çağını yaşadı. Sadece Kral fm gibi büyük kanallar değil, bir sürü küçük ve yerel radyo kanalı da bu furyaya katıldı. Sermayesi düşüktü, basit bir telsiz vericisiyle kısa dalga, yani fm yayın yapmak yeterliydi. Genelde Kral tv başta olmak üzere, pop şarkıları çalınırdı. Bazıları da arabesk yayınlayıp, aradan sıyrılırdı. Arabeskin de halen önemli bir dinleyici kitlesi vardı. Viceylik denen radyo sunuculuğu, gözde bir meslektti. Benimde viceylik yapan arkadaşlarım oldu. Anlattıklarına göre o zamanlar radyolarda dijitall sistem ya da CD çalar yokmuş ve kasetle yayın yapıyorlarmış. Bir şarkı yayınlanırken, ötekinin kasetteki yerini ayarlıyorlarmış. Masrafı pek olmayan, geliri çok bir işti radyo yayımcılığı. Diceylerden bazıları iyi maaş alırdı, çünkü hangi radyoya giderse, onu dinleyen kitleleri olurdu. Viceylik denen Kral tv gibi video müzik kanallarının sunuculuğu da vardı. İki binli yılların başında bazı kanalların viceysiz yayımların bazı bazı daha çok izlendiğini fark edilince, bu meslek ölmeye başladı. Radyoculuk ise, iki binli yıllardan sonra toptan ölmeye başladı. Parlak olduğu doksanlarda bir de solcu radyolar furyası vardı. Bolca devrim şarkıları, protest müzik yayımlarlardı. O yıllara ait başka bir ayrıntı da her erkeğin sesine âşık olduğu bir kız vicey vardı. Bir de o yıllarda genç erkeklerin sesine aşık oldukları bir kız radyocu olurdu.
Parantezi kapatıp, televizyonlar konusuna geri dönelim. O dönem televizyonlarda bolca seks, çıplaklık ve küfür vardı. Bu yayımlar özellikle gece yarısından sonra. Gerçi pek çok gündüz yayımında da böylesi görüntüler, o yıllar boyunca normaldi. Küfür ve argo da gırlaydı. Şimdiki nesil o dönemin programlarını izlediğinde, bunlar nasıl yayımlanmış falan diyor. O zamanlar daha önce de söylediğim gibi bu kanallar yasal değildi bir de o zamanlar internet yok ve yeni başlamıştı. Gazete bayisinden utana sıkıla porno dergi ya da Tan, Bulvar gibi gazeteler alır, genelde bodrum katta ve pis kokak sinemalara giderdiniz. Olay yasaktan çok, ihtiyaç meselesi, şimdi internetten, üstelikte cepten her türlü görüntüye ulaşabiliyorken, çok da ihtiyaç değil. Televizyonlarda dönüşüm 1997’de Levent Kırca’ın Olacak O Kadar programındaki Jet Ski skeci ile başladı. Tansu Çiller’in ve merkez sağın siyasi yaşamının sonu olan bu skeçten sonra, uzaya TÜRKSAT uyduları fırlatıldı, Anayasa değişti, RTÜK kuruldu.
Teknolojik ve sosyal değişim olarak 1920’ler ile kıyaslanabilirdi. Bu yıllar elektrik,  otomobil ve radyo’nun günlük hayata girdiği yıllardır. Doksanlar da bilgisayar, internet, cep telefonu ve bankamatiklerin insan hayatına girdiği yıllardır. Cep telefonu ile internetin birleşmesi yaklaşık on beş yıl sürdü, 2010’ları buldu. Poşetli dergilerin, Üç film birden sinemalarının, VHS-BETAM videokasetlerin,  merkez sağın ve ev telefonlarının son yıllarıydı. Sabit telefon demişken, o yıllarda sabit telefonlardan dokuz yüz diye başlayan ve bu yüzden dokuzyüzlü hatlar olarak anılan telefon numaraları aranır, burç, fal, seks yorumları, maç, ganyan tahminleri falan dinlenir ve gayet kabarık telefon faturaları ödenirdi. Cep telefonları yeni çıkmıştı, sahip olmak ve konuşmak çok pahalıydı. Renkli kapaklar ve yılan oyunu bile iki binlerin başına doğru yeni yeni gözükmeye başlamıştı.

Doksanlar muhabbetine sebep olan bu pop ve eğlence furyasıdır, başka bir şey değil. Bu satırları yazdığım yıl 2017 ve halen bir müzik kanalını açsam, star ünvanlı popçuların çoğu o dönemden kalma. 90’ların asıl öteki ve karanlık yüzü vardı.

14 Temmuz 2017 Cuma

GALİP TEKİN

Bizim kuşağımıza işlemiş önemli çizeri Galip Tekin’i ardından bir şeyler yazmazsam eksik olurdu. Kendisini seksenli yıllardan itibaren kesintisiz değilse bile, sıkı bir şekilde takip ettim. O zamanların Gırgır’ı tüm zamanların en çok satan dergisiydi. Bir ara 750 bini aşan satışı, pek çok günlük gazetenin bile hayallerinin ötesindeydi. Oğuz Aral yönetimindeki dergide, en fazla alan ona aitti. Temelinde güldürü olan derginin bir buçuk sayfasını çizen Galip Tekin, hiç de komik şeyler çizmezdi. Çizdikleri genelde korku hikâyeleriydi.
Bunlar bir korku hikâyesinin çok ötesinde, aynı zamanda bilim kurgu hikâyeleriydi. Diz üstü bilgisayarların ve genetik kopya insanları da ilk olarak Galip Tekin çizmişti. Uzaylıların Dünyaya yerleşmesi, uzay yolculukları, tuhaf canavarlar, boyut kapıları, Galip Tekin’in bolca çizdiği şeylerdi. Buraya kadar Galip Tekin, Stephan King ile Jules Werne karışımı bir şeydir,  bu ikisini karıştırıp, çizgi romancı yaparsanız, ortaya çıkacak kişidir. Bence Galip Tekin, pek çok öyküsüyle bunları bile aşmıştır. Öykülerde kadın erkek ilişkileri, sınıflar arası ilişkiler, çocuk pedagojisi ve benzeri her şey, bırakın seksenli yıllar olan çağının, yazıyı yazdığım 2017 yılının, bu çağın bile ötesindedir. Kendi başına karar veren, uygulayan cesur kadınlar, hakkını atayan emekçiler vardır.,
Diğer taraftan Galip Tekin çizgi romanlarının, öykülerinin karanlık bir tarafı da vardır. Hikâye boyunca bolca uyuşturucu kullanımı ve cinsellik vardır. Öyle ki bir ara çizer Galip Tekin’in de uyuşturucu kullandığı ve çizdiği o garip yaratıkları halüsülasyon olarak gördüğü dedikoduları çıkmıştır.  Kendisinin bunları yalanlaması bir yana, bir müptelanın böyle kaliteli çizimleri, uzun süre ve istikrarlı yapması imkânsızdır. Kendisinin daha sonra Boğaziçi üniversitesinde ders verdiğini, hatta ölmeseydi bu derslere devam edecek olmasını da hatırlatmakta fayda var. 

Çizerliğinin ve hocalığının yanı sıra Kemancı barında ortaklarındandı. Eserlerinde türlü çeşit silah kullanmasına rağmen,  ilk kez silah aldığına dair bir şeyler çizmişti ölmeden kısa zaman önce.  İnsanı şoka soksa da, iğrendirse de Galip Tekin’in çizgi romanları, insanların ufkunu açan eserlerdir. Yeni nesillere tanıtılmalıdır. Her ne kadar çoğunlukla yetişkinler için olsa da.

6 Temmuz 2017 Perşembe


İFRİT AVI (Tarzie Vittachi ) ENDONEZYA SOLCU KATLİAMI
                Bu yazımda yeni baskısı olmayan ve az bilinen bir kitaptan bahsedeceğim. Kitabı sağcı bir yayınevi basmış, Atatürk ve sol düşmanlığı ile bilinen Mehmet Şevket Eygi’de önsöz yazmış.  Eygi, baskılardan dolayı Ramazan ayını Paris’te geçirdiğinden,  Paris’te de hiç Eyfel kulesine çıkmadığından, hep kitapçılarda, kütüphanelerde gezdiğinden bahsetmiş. Muhafazakârların genel özelliğidir, hep batıya gider, oralarda yaşar, paraları varsa oralarda okur, çocuklarını oralarda okutur, sonra da batı toplumlarını kötüler. Bunu bir de Cahit Zarifoğlu’nun düzyazılarından oluşmuş bir kitabında görmüştüm.  Zarifoğlu hep batıyı geziyor ve batıyı kötü, mutsuz insanlarla dolu bir ülkeymiş gibi gösteriyor.  Kendisi hiç Müslüman bir ülke gezmiyor, daha doğrusu gezemiyor ama Avrupa ülkelerini her gezisinden sonra, tü, kaka, mutsuz Avrupa yazıları yazıyor.  Müslüman ülkeleri, hacca ve umreye gitme ve son on-on beş yıldır tatil ve alışveriş cenneti olan Abu Dabi, Katar ve Bahreyn gibi yerler hariç gezmiyorlar. O ülkeler ile ilgili bilgileri batılı gazetecilerden öğreniyorlar.
 Bu kitabı yazan gazeteci batılı değilse bile Sri Lanka’lı ve muhtemelen yazarın Türkçeye çevirtilmiş tek kitabı. BBC, Newsweek, The Economist ve  The Sunday Times  gibi İngiliz yayın kuruluşları adına da çalışmış. Hakkında internetten yaptığım araştırmada, Birleşmiş Milletlerde, Nüfus fonu ve Çocuk Fonunda yöneticilik yapmış. Sri Lanka’da doğmuş ve İngiltere’de ölmüş.
Kitap, 1965-66 solcu katliamıyla ilgili olarak internette, Türkçe sitelerden yazılanlardan farklı olarak anlatıyor.  Endonezya komünist partisi, 19655-66 yıllarında, 3 milyonluk, bir iddiaya göre 5 milyonluk nüfusuyla, İslam dünyasının en büyük komünist partisi olan EKP, Sukharno öncülüğünde Endonezya’nın Hollanda ve bir ara Japonya’ya karşı bağımsızlık savaşını kazanmış ve ülkeyi yönetmekte olan NASACOM’un bir parçası. Nas, nasyonalist, a, İslamcı parti, Com’da EKP, yani komünist parti.  Bakanlıklar ve bürokrasi bu üç parti arasında paylaştırılmış olsa da,  gerçek güç ordu ve başkan Sukharno’nun elinde. Sukharno’nun tek başarısı, bin kadarı insansız, on üç bin adadan oluşan ve yüzden fazla dil konuşan ülkeyi, tek millet yapmak. Bunun içinde kendisinin de üye olduğu ve en büyük etnik grup olan Java dili yerine, küçük bir topluluğun dilini resmi dil yapmak. Ülke, Japonların çekilişinden hemen sonra bağımsızlığını ilan ediyorsa da, küçük Hollanda devleti, zenginliğinin en büyük kaynağı olan bu koca ülkeye (iç denizleri ile A.B.D büyüklüğüne, yani 5 milyon kilometrekareye ulaşıyor,  dünyanın 4, en kalabalık ve en kalabalık İslam ülkesi) özgürlüğünü kolay vermiyor. Fiilen ancak 1949’da bağımsız oluyor ve Hollanda’da ülkeyi 1950’de tanıyor ama İrian denen batı Papua Yeni Gine’den çıkmıyor. Endonezya’da burayı işgal ediyor.  Bölge, ülkenin en doğusunda ve belki de bu yüzden İslamiyet ve Hristiyanlık yok denecek kadar az. Hollandalılar, Endonezya başta olmak üzere sömürgelerine ne Portekizliler gibi dinlerini (Katolik Hristiyan), ne de İngilizler gibi dillerini bırakmışlar. Hatta orayı gezenlere göre, doğru dürüst koloni binaları ya da benzer imar eserleri bile yok. İlkel yaşam süren İrian halkı, Endonezya devletinin katliamlarına ve sömürüsüne karşı yıllardır direnmekte. Adanın madenlerini cömertçe batı şirketlerine açılması sebebi ile bunu umursayan batı medyası yok. Kitapta bu olay sadece İrian seferi diye, birkaç satırda geçiyor. Olay, solcu katliamını anlatıyor. Batı devletleri bu konuda gerçek anlamda ikiyüzlü. Kuveyt’in işgalinde yer, gök inlerken, eski Portekiz sömürgesi olan ve çoğunluğu Katolik olan Doğu Timor’un 1975’de işgalini be 2000 yılına kadar ada halkının üçte birinin katledilmesine bile ses çıkarmıyor. Ha, 2000 yılına doğru güney komşu Avusturalya’nın aklına, Timor denizindeki petrol rezervleri geliyor, o zaman aklına Endonezya’ya baskı yapıp, bu küçük ülkeyi bağımsızlaştırmak geliyor.
Ülke, bağımsızlık sonrasında ekonomik olarak sürekli krizde ve sürekli yoksul. Günümüzde de aynı.  Endonezya Rupi’si sürekli değer kaybediyor, halk sürekli yoksullaşıyor. Devlet ise sürekli inşaat yapıyor, özellikle başkent Jakarta’ya dev kamu binaları dikiyor. Dr. Lawrence Britt’in meşhur Faşizm’in 14 ortak noktasında eksik kalmış 2 şey var. Biri inşaatçılık, faşizan yönetimler ve genelde de tüm diktatörlükler inşaat heveslisidir.  Sukharno rejimi de devletin bütçesini inşaatlara harcanıyor, Sukharno, ben iktisatçı değilim diye övünüyor (meşhur 14 maddede vardır zekâ ve bilgiyi küçümsemek) ve iktisatçılara, inşaatlarıma karışmayın diyor. Diğer madde de başka ülkelere karışmak ve fırsat buldukça istilacılık. Endonezya, İranian’ın işgali ile yetinmeyip, sürekli Malezya ile uğraşıyor.  Amerikan şirketleri, Endonezya madenlerini yağmalarken, Sukharno, Bağlantısızlar paktının liderliğine oynuyor. Malezya ile ülke sürekli gergin ve muhtemelen bu komşusunu işgal etme hayalleri kuruyor. Ülkeyi oluşturan birleşmeye karşı, Filipinler ile beraber tehdit ediyor ülkeyi. (Ek bilgi, Malezya, 4 İngiliz sömürge eyaletinin, Malaya, Savarak, Sabah ve Singapur’un 1961’de birleşmesi ile oluşmuş, Çinlilerin çoğunlukta olduğu Singapıur, 1965’de birlikten ayrılmıştır.) Singapur birlikten ayrılınca da, Borneo adasındaki Savarak ve Sabah’ın da ayrılmasını ümit ediyor. Sukharno, madenleri Amerikan şirketlerine devrederken, diplomaside Bağlantısızlara oynuyor.
Bir parantez olarak da Bağlantısızlar Hareketi ile ilgili eleştiri yazayım. Günümüzde de devam etse bile, sesi çıkmayan bu oluşum, gerçek anlamda bir siyasi tavır almakta aciz kaldı ve fazlası ile
 etkisizdi. Tarihçesine baktığımızda Bağlantısızlarda Hareketinin üyeleri itibarı ile, Türk sinemasının meşhur Neşeli Günler filmindeki Ziya karakteri gibi, her iki taraftan (SSCB ve A.B.D) fayda sağlamak amacı güden ülkeler ile, Amerikan yanlısı olup, Rusya’da yedekte olsun fikrinde olan politikacıların oluşturduğu bir birlik.  En son doksanlarda bir tarihte, Kıbrıs Rum Kesimi lehinde, Türkiye ve KKTC’ni kınayınca, ülkemizde giderek gözden düştü.
Konumuza geri dönelim. Sukharno’nun yönetiminde ülke ve parti hızla kargaşalığa ve ayrışmaya gidiyor. Ülkenin para birimi olan Endonezya para birimi rupinin 3 ayrı kuru var, 3.de de hızla değeri düşüyor. Ülkede resmi ve karaborsanın yanı sıra, başkent Jakarta’da Otel Endonezya’nın da kendi kuru var. İşsizlik hızla artıyor ve halkın temel besini pirinç olmak üzere gıda fiyatları da hızla artıyor. Ülkede ticaretle uğraşan Çinli azınlığa karşı düşmanlıkta artıyor. Çinli azınlıkta, Çin devletinin de komünist olmasının da etkisiyle EKP’ye yakınlaşıyor. Çinli azınlık nüfusun %3’nü oluşturmalarına rağmen ekonomide çok daha büyük çok daha büyükler. EKP’ise ülkenin hâkim partisi NASACOM’daki diğer hiziplerden giderek ayrışıyor. Tüm hizipler, o sıralar çok hasta olduğu söylenen Sukharno’nun ölümünü bekliyor. EKP, üye sayısını arttırmaya ve kitleleşmeye çalışırken, Sukharno’ya, partiye ve dine bağlılığını sürekli tekrar ediyor. Ülkenin dincileşme sürecine katkıda bulunuyor, dini liderlerle arayı iyi tutmaya çalışıyorlar. Sonradan da anlatacağımız gibi bu çaba boşa çıkıyor.
Derken GESTAPU geliyor. Endonezya dilinde 30 Eylül akşamı kelimelerinin ilk hecelerinden türetilmiş. 30 Eylül 1965’de, sürekli hasta olduğu söylenen Sukharno, bir törende konuşurken aniden fenalaşıyor. Derken öldüğüne dair dedikodu çıkıyor ve dedikodu hızla yayılıyor. Oysa Sukharno olaydan, hatta görevden indirildikten çok sonra, 1970’ e kadar yaşıyor.  Onu öldü bilen Komünist Partisi, darbeye teşebbüs ediyor. Bazı birliklerde isyan çıkıyorsa da, isyan çabuk bastırılıyor, birkaç küçük topluluk Java adasının dağlarına çıkıyor. Asıl olay, 30 Eylül gecesi, altı generalin evlerinden kaçırılarak, Komünist partili kadınlarca, işkence edilerek öldürülmesi. Bu generaller aynı zamanda bağımsızlık savaşı kahramanları ve bir gecede neredeyse tüm Endonezya, Komünist partisine düşman oluyor. Generallerin saatler süren işkenceler ile öldürülmesi de bu nefreti körüklüyor. Merak ettiğim şey, aynı parti-devlet örgütü içinde, üstelik de ülkenin bağımsızlık savaşı generallere böylesi bir nefretin nedeni. Endonezya’da 1965-66 olanlarla ilgili internet siteleri de doğru dürüst bir bilgi vermiyor. Verilen bilgilerde bu kitapla çelişiyor.
Sonrasında seri cinayetler, insanlar geceleri fener ışığında boğazları kesilerek öldürülüyor. Katliam tüm ülkeye yayılsa da daha çok Cava adasında, özellikle batı ve orta Cava’da oluyor.  Pek çok insan soğukkanlılıkla ölümü bekliyor, katillerine direnmediği gibi, kaçmıyor da. İlk başlarda sessizce ölümü beklerken, parti genel merkezi kelime-i şahadet önerince,  ölmeden evvel kelime-işahadet getiriyorlar. Bu sefer din adamlarına soruyorlar, onlar da katliama onay veriyor. Katliamlar sürerken, aylar boyunca EKP, kapatılmıyor. Cava’yı aşan katliamlar, diğer adalara yayılıyor ama ölenlerin ezici çoğunluğu, en kalabalık ada olan Cava’dan.
Burada gene bazı konular için parantez açayım. Endonezya, bir mürekkep lekesi gibi darmadağın yayılmış ve pek çoğu eciş-bücüş şekilli pek çok adadan oluşuyor. Beş tanesi çok büyük, Sumatra, Cava, Borneo , Yeni Gine ve Selebes. Siyasette özellikle Cavalılar hâkim, Sumatralılarla az da olsa çekişme var. İkinci parantez konum da, bu katliamın olduğu aylar boyunca ülke dışına bir mülteci akınından kitap boyunca bahsetmemesi. Canı tehlikede olan insanın kaçması en doğal şeydir. Ne yazık ki Endonezya katliamları ile ilgili Türkçede kitap bütünlüğündeki tek kaynak bu.
Bu arada darbe girişimine karışan kaçaklarda var, bir tanesi aylar boyunca, bir evde asla iki kere kalmayarak kaçıyor. En sonunda saklandığı bir dolaba girerken terliklerini çıkardığı için ve o terliklerde bir askerin dikkatini çektiği için yakalanıyor. Bir komünist generalde Java dağlarında iki yüz kadar gerillasıyla birkaç ay direniyor. E sonunda Sukharno ve hükumet, EKP’yi illegal ilan ediyor. Bu sürede yüzbinlerce insan ölmüş, iki milyon civarı çocuk anasız, babasız kalmıştır.
Öfkenin tek hedefi Komünist parti değildir. Komünistlere yakın olduğu düşünülen ve hemen hepsi ticaretle uğraşan Çinli azınlıkta hedefe giriyor.
Bütün bunlar olurken halkın öfkesi hızla Sukharno üzerine yöneliyor. Özellikle eşlerinden Japon olanının müsrifliği daha çok göze batıyor. Duvarlara ‘Japonya’dan metres ithaline son’ yazıyorlar.  Sukharno’nun cinsel iştahı, Türk kamuoyunca da malumdur. 1959’da Türkiye’de, Adnan Menderes’ten kadın istemiş, Menderes’te İstanbul’da Lüks Nermin namı ile bilinen, asıl adı Şaziye Zeren Topçu adlı muhabbet tellalı aracılığı ile ilişkiye girdiği kadından frengi kapmıştır. Olay bir çeşit diplomasi skandalına yol açmış, Lüks Nermin’in görmezden gelinen illegal genelevi kapatılmış, kendisi de döviz kaçakçılığından hapse girmiştir. Kendisi de sokaklar karışır, katliamlar olur, ekonomi dibe çökerken, Japon eşine uğrar illa. Pek çok önemli kişi de işini bitirmesini bekler. Suharto bu süreçte her şeyin kendi aleyhine döndüğünü fark etmez. Bu arada asıl muhalefet silahlı kuvvetlerden yükselir. Ordu için Sukharno ve uçuk kararları artık bağ ağrısıdır. Derken Sukharno’nun ordunun başına geçirdiği Sukharto, askeri darbe yapıyor ve ülkeyi 1998’e kadar yönetiyor.  
Kitap, katliamları beş yüz bin civarı olarak tahmin ediyor. İnternette iki yüz elli bin ile beş milyona kadar çıkan rakamlar var. Kitap, darbeden sonrasını anlatmıyor. Ordu, daha doğrusu Suharto başa geçince, katliamları hapisler ve işten atılmalar izliyor. Yıllar sonra olayı araştıran Avrupalı bir gazeteci, sanki Hitler elli yıl sonra bile iktidardaydı diye özetliyor. Katliama uğrayanları ve hapse girenlerin soyundan gelenler, gazetecilik ve öğretmenlik başta olmak üzere, pek çok mesleğe giremiyor. Katliama katılanlar, birer kahraman, ülkenin kurtarıcısı gibi görülüyor. Bundan sonra en güçlü Müslüman ülke sol partisi olan EKP, belini bir daha doğrultamayacak şekilde bükülüyor.
Kitap, darbe sonrasını anlatmıyor ama internetten kısa bir araştırma bile tüm Müslüman ülkelerde darbeden sonra ne olmuşsa, kabaca aynı şeyler olduğunu gösteriyor. Askeri darbenin ardından eğitim hızla dincileşiyor ve devlet dairelerinde köşe başlarını tarikatlar tutuyor. Mesela 12 Eylül rejimi ve onunla gelen zorunlu din dersleri. Polis teşkilatı başta olmak üzere pek çok kurumda, Fetö ve diğer tarikatların kümelenmesine hoş görü.  Kitapta olan pek çok şeyi, Doğunun Kızı Butto kitabında okuduklarıma benziyordu. Buttoların partisi de, Pakistan’ın sol partisiymiş.   Benzer kargaşalıklarla Zülfikar Ali Butto devriliyor, hapsediliyor. Arkasından ardı ardına kuran kursları, devlet kurumlarını paylaşan tarikatlar, mollalar ve bildik hikâye üç aşağı, beş yukarı sürüyor.
Dincileşen toplumlar, yoksulluk kadar, yolsuzluk ve ahlaksızlığa da alışıyor. Giderek tepkisizleşiyor. Dincileşme aynı zamanda Amerikanlaşmayı da getiriyor. Dinci hükumetler, Amerika ve batı ülkeleri ne derse yapıyor. Batılı ülkeler, İslamcı hükumeti düşürmek istediğinde, yerine yeni bir İslamcı hükumet getirmeye çalışıyor. 11 Eylül katliamına ABD’nin tepkisi, Ilımlı İslam olmuştur. Ilımlı İslam da ne uyduruk ve mantıksız bir kavramdır, o da ayrı konu.  Ardından devletin politikaları ile küçük çiftçi ve esnaf bitiyor, ülke ulusal ve uluslararası holdinglerin cirit attığı bir arenaya dönüyor.
Müslüman toplumlardaki sol örgütlenmelerin ve partilerin, birbirlerinin tecrübelerine ihtiyacı var. Oysa bu konuda yeterli kaynak yok. Peru, Aydınlık Yol ile ilgili olarak bile piyasada bayağı bir kitap varken, bu konularda hemen hemen hiç kitap yok. Sol yayımlarda ağıza sakız olan bu olayla ilgili olarak bile sadece sağcı bir yayınevi, oh olsun, komünistler ahan da böyle ezilmelidir manasında bu kitabı yayımlamış. Cesur çevirmenler keşke başka kitaplar da yayımlasa.


23 Haziran 2017 Cuma

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ VE ESERLERİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ

                Türk sağının kült ismi ve çok satan yazarıdır Nihal Atsız. Onunla ilişkin ciddi bir eleştiri yazısı göremeyince, kendim yazmaya karar verdim.
                En başta ırkçılığın ahlaki bir olgu olmadığı gerçeğini hareketle başlayalım. İnsanları, kendi seçemediği ve değiştiremediği ırk ile ayırmak, hangi ahlaka uyar ya da Atsız’ın bir ahlakı var mıdır? Üstelik kendisi de saf ırk olduğunu bir türlü ispatlayamazken? Kendisi de sürekli Yahudi, Rum, Ermeni kökenli olmakla suçlanmış, savunma olarak da Türk ırkından değilsem, ırkçılık yapmam, ama bu ırkçılığı yanlışlamaz demiştir.
                Onun ırkçılığını savunurken, sadece fikir adamı olduğu, insanlara zarar vermediği söylenir. Bunu söyleyenler 1934 Trakya saldırılarından ya haberi yoktur ya da ırkçılığı sevimli gösterme çabasındadır. Yaşadığı sürece her türlü iç kargaşalığın baş kışkırtıcısıdır. Elli binden fazla (tam sayı asla bilinemeyecek)insanı evinden, yurdundan etmiştir. Ülkeyi terk eden bu insanlar, Avrupa’da Hitler zulmünü yaşamış, bir kısmını da büyükelçi Selahattin Ülkümen’in gayretleri ile kurtarılmıştır. Etkisi ölümünden sonra devam ettiği gibi, sadece ırksal değil, dinsel, mezhepsel kışkırtmalar da yapmıştır. Niğdeli Kadı Ahmet diye bir orta çağ yazarının Taptuk Emre ile ilgili yazdıklarını gerçek gibi sunup, Alevi-Sünni kavgasını kışkırtmıştır.
                Mezhepçiliğinin sebebi dindarlığı değildir, azınlıklardan hoşlanmaz. Kendisi İslam’ı da pek sevmez, bariz Şamanist’tir.  Mesela Bozkurtların Ölümü romanındaki Vang Yu karakteri aslında Müslümandır. Orada alay edilen şey, azla yetinme fikridir. Romanı yazdığı sıralarda fazlası ile NAZİ ideolojisinin etkisindedir.  Romandaki Türkler, azıcık aç kalsa güçten düşerler. At uşağı karakteri de, güreş şampiyonu iken bu Çinli sufiye aldanır ve güçten düşer. Domuz gibi tıkınınca kuvvete gelir.  Atsız’ın çok sonraki Deli Kurt romanında Türkler, açlığa dayanır hale gelmiştir.
              
  Atsız’ın Müslüman olmadığına ilişkin en belirdin delil, Ruh Adam romanıdır. Romanın sonunda Selim Pusat’ı yargılayan Tanrı’nın, İslam’ın her şeye kadir Allah’ı ile alakası yoktur. Çünkü bu tanrı, kulu Cengiz Pusat’a laf yetiştiremez, ben yaparım,  bunun haklılığı yoktur ya da bu manada bir şeyler der. Ayrıca tüm insanlık tanrı önünde secde ederken, Türk büyükleri sadece diz kırar. Sahne, hayali bir yargılanma sahnesidir. Kitabın sonuna değilse bile, sonlarına doğrudur. Romanı daha iyi anlamak için, Selim Pusat’ın, Atsız’ın kullandığı takma adlardan biri olduğunu hatırlayalım. Romanın başkahramanı bizzat Atsız’ın kendisidir. Böylece Atsız’ın, Türkçe ve Türk Edebiyatı olan ilk eşini (kimilerine göre soyadı kanunundan evvel evlendiği, sonra da boşandığı Mehpare hanımdan sonraki ikinci eşi) boşadıktan sonra, bizzat eşinin öğrencisi bir kızla evlendiğini öğreniyoruz. Roman, bir Uygur masalı ile başlar. Masal, romanın bölümlerine serpiştirilmiş bir haldedir. Romanda, Pusat’ın bolca gördüğü halüsinasyonlardan ve bu halüsinasyonların gerçekmiş gibi anlatılmasından dolayı, ben Atsız’ın aynı zamanda şizofren olduğu fikrini edindim. Evlendiği kız da sürekli hayaller görüyor. Kızın ailesi de, eski Türk yazıtları saklayan fantastik bir aile. Romanda Atsız’ın gerçek hayatı (1944 Irkçılık Turancılık yargılamalarından sonraki hayatı), sanrılar ve kurgu iç içe geçmiştir. Mesela Leyla Mutlak diye bir karakter vardır, öldürülen bir şehzadenin soyundan gelmektedir. Mutlak başa geçecek sloganı nesilden nesle geçmiş, soyadı kanunu ile de Mutlak soyadını almıştır. Romanın sonlarına doğru Selim Pusat’ın başka biri ile konuşmasında, kadının soyadının Mutlak değil, Mutlu olduğunu öğrenir. Benzeri, sanrılarında yek sandığı,  Osman Fişer adlı, Almanya kökenli bir Yahudi içinde olur. Roman boyunca gerçeklik sık sık değişir. Roman, Atsız denince akla ilk gelen eser değildir. Bu romanı önemli yapan, roman kahramanının bizzat kendisi olması, özel hayatını okuruna açması ve romanın yazarın ölümüne yakın bir tarih olan 1972’de yazılmasıdır.
                Atsız’ın dört romanında (Ruh Adam, Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor ve Deli Kurt) olan ve erkeğin yanlış kahramana âşık olmaktan dolayı suçlu olması, kendisini suçlu hissetmesinin kökeni de, eşinin öğrencisi ile evlenmiş olması olabilir. Ruh adamda gülün bulduğum bir diyaloğu buraya yazarsam, bu gülünçlüğü daha iyi anlarsınız. Selim Pusat, Leyla Mutlak’la dertleşmektedir.  Leyla Hanım, Selim Bey’e bir öneri, daha doğrusu bir izin verir. Leyla hanımın sözleri aynen şöyledir:
-          İzin veriyorum, bana âşık olabilirsiniz.
          Bu sözleri ilk okuduğumda kahkaha attığımı hatırlıyorum. Buraya gene Ruh Adam romanı ilgili bir parantez açayım. Romanda Selim Pusat’ın bazı arkadaşları üç, beş yerde savaşı över. Savaş olmasa insanlar millet olamaz, serseri, küçük topluluklar olurmuş. Atsız, hayatının sonuna kadar barış düşmanı ve savaş yanlısı olmuştur. Bu sözlerini de muhtemelen Alman Kayzeri Wilheim’in benzer sözlerinden almıştır. Zaten kendisi her şeyiyle Alman ve NAZİ hayranıdır. Kâkülleri ve Hitler’in meşhur pozunu taklit ettiği fotoğrafından ve pek çok görüşünden de bellidir.
                Bozkurtların Dirilişi romanında ilk otuz sayfa boyunca sık sık Türklerin kumral ve ela gözlü olduğunu söyler. Sonra bunan hiç bahsetmez. Absürt olansa bu kumral ve ela gözlü Göktürklerden bazılarının Çinlilerin arasına sızıp, casusluk yapmasıdır. Leman dergisinde Bahadır Baruter’indi yanılmıyorsam, bir karikatür vardı. Siyahinin biri Japon istihbaratına sızıyordu. Göktürkler ya da Orta Asya Türkleri sarışın ya da kumral ise, Anadolu’yu ve Orta Asya- Sibirya’yı kapsayan kara kaşlı, kara gözlü insanlar topluluğu neyin nesidir peki? Kendisinin de ne Orta Asyalıara, ne de kumral, ela gözlü insanlara benzememesi de olayın ayrı bir boyutu. Bozurtların Dirilişi’ni okurken pek çok kişi, uçsuz bucaksız Sibirya steplerinde birbiri ile karşılaşır. İçinizden bunlar birbirleri ile bir de çarpışıyorlarmış dersiniz ve gerçekten de çarpışırlar. 
                Dört ana romanında (Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor romanları pek çok kez aynı cilt içinde yayımlansa bile, ikisi arasında belirgin farklar vardır) ortak iki özellikten biri, erkeğin yanlış kadına aşkı ve pişmanlığıdır.  Ruh Adam’da belirttiğimiz, eşinin öğrencisi ile aşkı,  Deli Kurt’ta Murat Beyin Gökçen Kız’a aşkı,  Bozkurtların ölümünde Kür Şad’ın oğlunun sevilisi ile intiharı ve Bozkurtların Ölümünde de Çinli sevgilisinin kocasından son anda kurtularak, saray baskınına katılan Onbaşı Yağmur. (Yağmur, o günlerde doğan büyük oğlunun adıdır) Atsız’da baş roldeki erkek hep yanlış kadına aşından dolayı suçludur ve pişmandır.
                Bozkurtların Ölümü harici diğer üç romanında olan ilginç bir gizli soy olgusu vardır. Bozkurtlar Diriliyor da Kür Şad’ın gizli oğlu,  Deli Kurt’ta Yıldırım Beyazıt’ın Fetret savaşlarında kaybederek ölen İsa Çelebinin gizli oğlu ve Ruh Adam’da Leyla Mutlak örneğinde olduğu gibi.
              
  Atsız’ın din, daha doğrusu İslam düşüncelerini anlamak için Deli Kurt romanın incelemek gereklidir. Bu romanı da, ilk romanı ve başyapıtı olan Bozkurtların Ölümü başta olmak üzere, diğer eserleri ile karşılaştıracağız. Romanda ilk dikkatimi çeken, kimsenin namaz kılıp, oruç tutmamasıdır.  Sadece Murat Bey, o da çocukken, ölülerin ardından bildiği duaları etmesidir. Bozkurtların Ölümünde Çinli keşiş Wang Yu ile aşağılanan din kavramı, bu romanda şişko, tembel bir Rum dönmesi olan İlyas (İlya ya da babası belirsiz olduğunda Piç diye seslenilen İlyas) karakteri ile aşağılanmıştır. Bozkurtların Ölümünde Wang Yu Budisttir, azla yetinen, yarı aç yaşayan ve yaptığı iş daha çok dilencilik olan biridir. Orada asıl işi at uşaklığı olan, güreşçi bir eri kandırır. Azıcık aç kalıp, et yemeyince çabucak güçten düşer. Bozkurtların Ölümünde Türklerin genel özelliğidir azıcık aç kalsalar güçten düşerler. Yemek bulunca, doymazcasına hayvan gibi yerler. Az gülerler, güldüler mi zemberekten boşalmışçasına abartılı kahkahalar atarlar.  Tarım ya da zanaatkârlıkları yoktur, yağmacılık ve biraz da hayvancılıkla geçinirler. Ticaret ve zanaat ile geçinenlerle alay ederler. Onlar için gerçek iş, Çinlileri yağmalamaktır. Barış antlaşması yaptıklarında aç kalırlar. İki öğün yemeseler, açlıktan takatleri kesilir. Deli Kurt’ta ise açlığa gayet dayanıklı ve uzun süre aç kaldıktan sonra efendi gibi yemeğini yiyen Türkler görürüz. Tarımın, sanayini ve ticaretin küçümsenmesi, açıkça değilse bile bu romanda da vardır. Murat beye, bir şehzade olan babasının serveti verilir, ama yarısı. Çünkü tamamı verildiğinde bundan şüphelenebilir. Diğer yarısı başka bir bahane ile verilecektir ama bu bahane romanın sonunda bile gelmez. Murat, babasının parasının öbür yarısından mahrum kalacaktır, lakin o para bile çoktur. Murat, daha önce niye verilmediğini sorduğunda:
                -Ne yani, sanki tüccar mı olacaktın, cevabını alır. İşin ilginci romanda savaş, gaza, alperenlikle ilgili bir cümle yoktur.  Varna  savaşında Türklerin kuzeyde, Haçlı birliğinin güneyde olduğu ayrıntıs vardır ama savaştan önce namaz-dua ya da savaşta Allah’ın adını anarak savaşma ayrıntısı yoktur. Allah’ın adı savaşlarda hiç anılmaz. Sadece Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin isyanın bir parçası olan Börklüce isyanı bastırılırken kitler,
                -La ilahe illallah, Bedrettin Resulullah diye bağırır. Osmanlı kayıtlarında böyle bir şey yoktur ama Atsız için tarihsel gerçekliğin, romanda bir önemi yoktur. Mesela romanda savaş bölümlerinde yeniçerilere yer vermez. Oysa bu gün Osmanlı denince herkesin aklına ilk gelen yeniçerilerdir. Yeniçeriler o zaman da ordu içinde ciddi bir güçtü. Romanda sipahilerin hepsi saf ırk Türk’tür.  Oysa o yıllarda pek çok tımarlı sipahi devşirmedir, hatta bazılar din değiştirmeden Osmanlı ordusunda savaşmaktadır.
                Savaşmak demişken, Murat bey romanda iki defa esir düşer. İşin ilginci esirden çok misafir muamelesi görür. Birinde Macarlara, diğerinde de Varsaklara esir olur, her ikisinde de zaten serbesttir ve kaçar. Macarlara esir düşmeden evvel de Osmanlı ordusunda bolca Macar övgüsü vardır. Gâvurda bir yiğit varsa o da Macar’dır diye. Bu sözlerin de sebebi, o yıllarda Turancıların, Macarları, Türklerle aynı soydan sanmasıdır. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun, Gönül hanım adlı romanında bu net olarak anlatılır. Orada esir bir Osmanlı subayı, esir bir Macar subayı ile Rusya’da bir esir kampından kaçar ve Orhun yazıtlarını görüp, kopyasını çıkararak, Türkiye’ye geri dönerler. Onlara da Gönül Hanım diye bir Tatar kızı nezaret eder.  Oysa Rusya’da esir olan Türklerin yaşamı hiç de öyle değildir. Parası olsa bile esirler, kampın dışında yaşayamazdı ve ek çoğu uzun mesafeleri yürürken ölmüştü. Bir keresinde de Rus köylüleri, terk edilmiş bir vagonu, içinden yiyecek çıkar umudu ile açarlar. İçinde soğuktan ölmüş Türk esirleri görürler. Oysa Murat Bey, hem Varsaklarca, hem de Macarlarca misafir gibi ağırlanır. Esaretten dönünce de, neden diye sorgulanmaz. Romanda Varsaklar, kımız içerler. Ben o devirde Anadolu’da herhangi bir topluluğun kımız içtiğini sanmam. Kımız, daha ziyade Kırgızlara ve kısmen de Kazaklara ait bir içecektir. Deli Kurt romanı, devrin gerçekliğini anlatmaktan uzaktır.
                En esas romanı olan Bozkurtların Ölümü, ilk eseri ve en eli yüzü düzgün eseridir. Gerçek bir olaydan, daha doğrusu Çin belgelerinde geçen bir olaydan yola çıkılarak yazılmıştır.  Olaydan, Göktürk kitabeleri ya da başka bir Türk kaynağından bahsedilmez. Çinlilerin Si Çu Şuan diye bahsettiği bir Türk beyi, gerçekten de kendi kağanını başa geçirmek için kırk kadar adamı ile Çin sarayını basmaya kalkmıştır. Romandan farklı olarak, Si Çu Şuan, Göktürk devleti yıkılmadan evvel, efendisi ile Çinlilere teslim olmuş, Çin hassa ordusuna katılmıştır. Romanda savaşta esir olur ve esir Türkler boş oturmaktansa in ordusuna asker olsun der. Aslında olay, beklediğini bulamamış bir işbirlikçinin yeni efendilerine ihanet etmesidir. Benzer bir olay, Kür Şat’tan altı yüzyıl önce, M.S.6 yılında Almanya’da yaşanmıştır. Arminius adlı, Roma vatandaşlığını kazanmış bir Cermen, yirmi binden fazla Roma askeri barındıran üç alayı tuzağa düşürüp, yok etmiştir.  Romanlılar bu yenilginin intikamını almakla beraber, bu olaydan sonra Ren nehrinin batısında tutunamamışlardır. 25 binden fazla askerini ki o zamanlar Roma düzenli ve sabit ordusunun yüzde onudur, kaybeden Roma, başka bir Cermen’i Romalı yapamayacağını, buna cesaret edemeyeceği ortaya çıkmıştır. Atsız, muhtemelen bu olayla, Kür Şad olayını bağdaştırıp, onu gelmiş, geçmiş en büyük Türk ilan etmiştir.
                Romanı inceleyelim önce,  sonra Atsız, Alman hayranlığını sonrasında ayrıntılı anlatalım. Roman’da Kür Şad, güçlü kuvvetli, yakışıklı, ak budundan olmakla beraber, han soyundan olamayan bir Göktürk’tür. ( Ek bilgi, İslam önce Türk toplumları, ak budun, kara budun diye iki ana sınıfa ayrılır, her iki sınıf, kendi içinde evlenebilirdir. Ak budundan olanlar devlet üzerinde hâkimiyet iddia edebilirdi)  İkiye bölünmüş Göktürk imparatorluğunun doğu kısmı çökünce, Çin’e esir olur. Yani daha önce söylediğim gibi Çin kaynaklarında yazılanların tersi bir şekilde olayı anlatmıştır. Kür Şad, en başından Çin düşmanıdır. O sıralarda Göktürk ordusuna hizmet eden Çinli generallerden de hoşnut değildir, ülkeye gelip, giden Çinli tüccarlardan da. Bu ilk romanda, yani Bozkurtların Ölümündeki Türk toplumu da bir tuhaftır. Daha önce söylediğim gibi, kıtlıktan çıkmışçasına, tıka basa yerler, azıcık aç kalsalar, takatten düşerler.  El emeğini ve ticareti hor görür, yağma ile övünür. Çinli kadınlar, Türk erkeklerini yoldan çıkarır. Çinli erkekler ise, Türk kızlarının çadırına girer, sabaha kadar yalvarır ve hayır cevabı alır.  En başından Çin düşmanı olan Kür Şad ise, esir olur olmaz, adamları ile Çin imparatorunun hassa ordusuna yazılır. En baştan Çin düşmanı birisinin, böyle bir hizmete kabul edilmesi de, Çinlilerin mantıksızlığı olmalı. Her halde o yüzden kaynaklarında, beyi ile beraber, daha doğu Göktürk devleti yıkılmadan ülkeye iltica ettiğini yazmışlar. Çin’e ise uyum sağlayamıyorlar, bu yüzden uzun süre isyan etmiyorlar. Sonra da korumakla yükümlü oldukları Çin imparatoruna tekrar ihanet etmeye karar veriyorlar. Çin imparatorunu şehir gezisinde öldürecektir ama o geceki aşırı yağış, imparatoru sarayında kalamaya mecbur bırakır. O da kırk kadar yandaşı ile saraya saldırır.  Sonra da savaşa savaşa geri çekilir, bir nehrin kenarına kadar gelir ve o gece imparatorun dışarı çıkmamasına sebep olan yağmurun getirdiği selde arkadaşları ile ölür.
                Atsız, Kür Şad’ı en büyük Türk ilan eder. Ona göre bu hareketi ile, Çin Seddinin dibine yerleştirilmiş olan Türkler, korku ile kuzeye sürülmüştür. Türkler asimile olmaktan ve dolayısı ile yok olmaktan bu sayede kurtulmuştur. Böylesi büyük bir Türk sürgününden bahseden Çin kaynağı yoktur. Meşhur bilge Tonyukuk bile Çin’de doğmuş ve eğitim almıştır. Daha önce de söylediğim gibi Kür Şad’dan bahseden Türk kaynağı olmamasıdır. Diğer bir husus da, Göktürk fetretiyle Çin’e gelen Türklerin bir kısmı, Çin’de halen yaşamaktadır. Sarı Uygur ya da Salar (Salur?) denen bu topluluk, Sincan Uygur Özerk bölgesine yakın, Çin’in batısında özerk ilçelerinde yaşar ve Müslümandırlar.  Çinlilerin, Türklerin çoğunluğunu, özellikle savaşçılarını kuzeye sürdüğü doğru olabilir fakat kuzeyde, Kırgızlar (Sonradan Issık göle göç etmiş, orada bugünkü Kırgızistan’da yerleşmiştirler. Orada kalanlara bu gün Hakaslar deniliyor) ve Uygurlar ve pek çok boy, hiçbir zaman Çin seddi civarına yerleşmemişti.  Kür Şad’ı tüm zamanların en büyük Türk’ü ilan etmek de mantıksızlıktır.
                Bunu yapma sebebi, Atatürk’ü pek sevmemesidir.  Atsızcılar, onun Alparslan Türkeş’le beraber gittiği bir mevlitteki fotoğrafını dindarlığına delil gösterdiği gibi,  Atatürkçülüğüne dair de bazı yazı parçalarını gösterirler.  Atsız-Atatürk ilişkisini anlamak için, Dalkavuklar Gecesi adlı kısa romanı okunmalıdır. Romandaki isimleri özellikle tersten okumak ya da hecelerin yerlerini değiştirmek, romanı daha iyi anlamanızı sağlar. Roman, sembolizm gereği Hititler devrinde geçer. O yılların güneş dil teorisi ve Hititlerin Türk olduğu teorine karşı bir tepkidir bu yaptığı. Romandaki ulu kral subbiluliyuma, Atatürk’tür. (Umay, il, yüce önder). Yaver Sabba , yani Cevat Abbas Güler. Kadının biri Bodrum’da, Hatti devletini ilk kuran Panpa (Muhtemelen Selçuku devletinin kurucusu Tuğrul beydir) döneminden kalma zehirlerle ölmek ister ama onlar zehir değil, şaraptır ve sarhoş olur. Hititler o vakte kadar şarabın ya da alkollü içkinin tadını bilmemektedir. En sonunda krala varıncaya kadar herkes bu sarhoşluğun tadını alır.  Ardından da devlete, özellikle orduya, Hatti ırkından olmayan (Hititler, Hattiler üzerinde egemen olan toplumdur ama bu kurmaca hikâyede bunun bir önemi yoktur) Sonra doğuda Kanaklar isyan eder. Kanaklar, tahminen Kürtlere, Hititlerce verilen addır.  Urartuların, Kürtlerin atası olmadığını, Urartu yazısını okuyabildiğimiz bilebiliyoruz. Yazarın bahsettiği Kanak isyanı, tahminen Şeyh Sait isyanıdır. Hitit ordusu, ırksal bozulmasından dolayı başta bocalar, çok kayıp verir, sonra isyanı bastırır. Atsızcılar, yanlarına Atatürkçüleri çekebilmek için bu romanın İsmet İnönü’yü eleştirdiği yalanını yayarlar. Oysa Atsız’ın İsmet İnönü’yü sert bir şekilde eleştirdiği bir kitabı vardır, o da Z vitamidir.
                Atsız’da ki Alman hayranlığı ve etkisi aşırı bellidir. En başta fotolarındaki meşhur Hitler kâkülü ve sık sık Hitler gibi poz vermiş fotoları, buna örnektir. Bozkurtların Ölümünde ilk otuz sayfa boyunca Göktürkleri kumral, ela gözlü yapması (bununda romanın ilerleyen sayfalarda mantık hatasına sebep olması), Türk tarihindeki sarışın karakterleri öne çıkarması da Alman hayranlığındandır. Tarihi yorumlamasında da açıkça Alman örneğini verir. Örneğin ona göre Büyük Hun İmparatorluğundan itibaren Orta Asya-Sibirya devletleri, tek devlettir. Büyük Selçukludan itibaren orta doğu ve Anadolu’da kurulan Türk devletleri de tek bir devlettir. Buna da Alman örneği verir. Almanların, 1870’e kadar gerçek bir birlik kuramamalarını, savaşırken Fransa ve Polonya başta olmak üzere dış destek almalarına rağmen bunun değişmemesini örnek gösterir. Osmanlının kurulurken, diğer beyliklerle savaşına da, Prusya imparatorluğunun, yedi yıl savaşlarında İngiliz desteği alması gibi örnekler verir. Sıkıştıkça Ficte başta olmak üzere Alman filozoflardan örnekler verir.  Hatta şöyle bir söz öbeği vardır:
                Büyük Alman filozofu Ficte der ki, bir millet hedefine ulaşamıyorsa, hayatına bir kasıt vardır.  Bu cümle sadece Atsız’da değil, özellikle 12 Eylül öncesi Ülkücü yayımların hepsinde görülür. (Çoğunlukla paragrafa, hatta kitaba başlangıç cümlesi olarak) Hayalindeki ülke tasarımında, parti örgütlenmesinde hep NAZİ etkisi vardır. Ülkü ocakları bile NAZİ saldırı birlikleri S. A’ların taklididir. S.A’lar da, Mussolini’nin kara gömleklilerinin taklididir. İşin doğrusu tüm faşizan örgütler, pek çok açıdan birbirlerine benzerler. Atsız’ın NAZİ hayranlığı ise daha ileridir. Hayatının sonuna kadar devam etmiştir. Türkeş öncülüğündeki İslamlaşmayı da hiçbir zaman kabullenmez. Hitler ve NAZİ partisi, her ne kadar Ateistliğini ilan etse de, Hristiyanlık öncesi Pagan-Putperest kültüne bağlıydı. Atsız’da hiçbir zaman açıkça din tartışmasına girmediyse bile her zaman şaman kültürünü öne tuttu.
                Atsız’ı objektif bir bilim adamı, gerçek bir tarihi gösterme çabaları da vardır. Tarihçi olarak en büyük başarısı, Âşık Paşa tarihini gün yüzüne çıkarmasıdır. Tarih yazarken de kendi ırkçı görüşlerinden hareket eder. Türk ırkı olarak görmediği pek çok kişinin başarısını küçümseme ve başkalarının üzerine yıkma olarak gördüğü gibi, bazılarının da devşirme olduğunu ret etmiş, onları Türk yapmaya çalışmıştır. Mimar Sinan’ın Türk olduğunu iddia etmiş, bunun içinde kafatasının ölçülmesini istemiştir.  Oluşturduğu kamuoyu sayesinde (yaşarken de etkili birisiydi) Mimar Sinan’ın kafatasını mezardan ölçmek üzere çıkartmış, sonrasında da o kafatası kaybolmuştur. Makalelerinde milletleri sık sık kafatasları ile sınıflandırırken, şimdi bazıları onlara kafatasçı değildi diyor.

                Atsızcılar şimdilik internette dolaşan ergen sürüsü gibi görülebilirler. Nazilerde bir zamanlar Nümberg’de bir grup serseriydi. Kaldı ki Atsız, her zaman etkin ve tehlikeli olmuştur. 1934 Trakya olayları, Mimar Sinan’ın kayıp kafatası ve Niğdeli Kadı Ahmet divanını kullanarak, Ülkücüleri, Alevilere karşı kışkırtması gibi gerçeklikler, bize bu tehlikeyi hatırlatmalı. 

18 Mayıs 2017 Perşembe

DALGALARI AŞMAK YA DA İNANMAK VE FEDAKÂRLIK 
                Bu filmi yıllar önce Süleyman Demirel Üniversitesinde, tiyatro bölümünün başkanının yaptığı sinema günlerinde izlemiştim. Filmi çoktan unutmuştum.  Yirmi iki, yirmi üç yaşlarındaydım ve filmi pek beğenmemiştim. Üniversite sinemasında neden gösterildiğini anlamadığım bir seks filmi gibi gelmişti. Üstelik tiyatro bölüm başkanı, filmin sevişme sahnelerini bir güzel traşlamıştı. O zamalnar filmin mesajını anlamamıştım.
                Filmde, basitçe Kuzey İskoçya’nın dindar köylerinden bir kız, ailesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen, denizdeki bir petrol platformunda çalışan bir işçi ile evlenir. Başlangıçta her şey iyidir, kocanın bir kaza sonucu kötürüm kalması ile olaylar farklı yönde gelişir. Koca, karısı başka erkeklerle ve aykırı ilişkiye girer ve bunu kendisine anlatırsa düzeleceğine inanmaktadır.  Karısı ilk başta hikâyeler uydurur. Böyle bir şey yapmayı istememesi doğaldır. Kocası durumu fark eder, yalan der. Kadın, önce tanıdığı bir doktordan ister. Doktor böylesi sapıkça bir eylemi ret eder. Kadın bir süre daha direnir. Sonra kocasının isteğini yapar. Onun gücü inanmaktır, inandığı Hristiyanlığın yerini, kocasının garip inancı almıştı. Onun yeteneği, inanmaktır. Bunu kendisi de söyler.  Çoğu denizci ve petrol işçileri ile olmadık işler yapar. Sonrasında babası toplantılarda elini, elinin üstün koyamaz olmuştur.
                Filmin sonu da düğüm noktasıdır. Kadın, gördüğü işkenceler sonucu ölür ve ölümüne yakın şüpheye düşer. Ölüme yakın sözümden de anlayacağınız gibi, sonunda ölür, sonra koca düzelir, ayağa kalkar.
                Burada Zizek şu soruyu sorar.  Adamın ayağa kalkmasına değmiş midir? Bir kadının acıları bir yana, ailesinin de acı çekmesine sebep olmuştur bu. Tabi adamın iyileşmesine bu sebep olmuşsa! Devletler ve ideolojilerde bize inanmamızı bazı durumlarda cennete bile gidebileceğimizi söyler. Mesela intihar bombacılarının en büyük güdülenmesi budur. Cennete gitsen bile o kadar savunmasızı öldürmen değmiş midir cennet?

                İnanmak, şüphe etmemek, çabucak ve sonuna kadar inanmak, cahillerin yeteneğidir. Cahillik, sorgulamayı ret etmektir. Filmde kadın, sadece inancını değiştirmiştir. İnancı değiştirmek, çoğu kez de sorgulama sonucu değildir.
DİVAN EDEBİYATININ FOSLUĞU
Bir ara Yaşar Nezihe Hanım diye, Osmanlının son, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yaşamış kadın şairin birine takmıştım. Hatta bayağı da divan şiiri meraklısı olmuştum. Ondan bir dizeyi, karı-koca edebiyat öğretmeni arkadaşa, bu şairin güzel bir dizesini okudum. Bülent hoca da bana, Hababam Sınıfının meşhur dizesini okuyarak, alay etti.
Teyzesi defterdar olanın, faytonu damda dolanır.            
Bu olaydan sonra divan edebiyatı sevdamı sorgulamaya başladım. Sağcı, muhafazakâr ve Osmanlı heveslileri bile sevmiyor, hatta nefret ediyordu divan şiirinden. Divan şiirinde sizi çeken şah beyit denen ve çoğu kez şiirin anlaşılabilir tek dizesidir. Geri kalanı da 3 dilin karışımı bir çorbadır. Aslında bu günkü plaza Türkçesinin o devirdeki şeklidir Osmanlıca ya da Osmanlı Türkçesi. Osmanlıcada ki Arapça ve Farsça kelimelerin yerini bu gün İngilizce, Fransızca kelimeler almıştır. En büyük marifeti, Farsçanın ölçüsü olan aruzu Arapça-Farsça ve Türkçe kelimeler karışık olarak söylemektir. Amacı bir sultan, padişah, vali, vezir ya da öyle bir zengine yamanıp, şiir yazarak geçinmektir. Bu yüzden hiciv geleneği yoktur. Hicviye yerine kaside geleneği vardır, hicviyeler genelde kaside için verilen para az bulununca, cimrilik için yazılır. Tek ciddi hicivci Nef-i de vahşice idam edilmiştir. En büyük kasidecisi Baki ise, şeyhülislam olamadığı için öfkeden, sinir krizi geçirip, ölmüştür.
Okunabilir tek divan şairi, benim gözümde tabi, Fuzuli’dir. Onun dışında tüm şiirlerinde önemli konulara değinen ve büyük ölçüde Türkçede anlaşılır tek divan şairi de odur. Daha doğrusu anlaşılır dizeleri, anlaşılmazlardan daha çok olan şair odur. Fuzuli’nim şiirleri Osmanlıcadan çok, Azericedir. Şii-Alevi ideolojisine bağlıdır ve divan şairleri arasında bir ideolojisi olan bir tek odur.
Son önemli temsilcisi denen Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk adlı kitabını okudum. Şeyhin ciddi alkol problemleri olduğunu söyleyebilirim. İlham kaçtığında olmadık yerde ey saki diye uzun uzun alkol tahlilleri yapıyor. Bu dönemler muhtemelen alkol bulamadığı dönemler. Divan şiirinde alkol ve oğlancılığın sembolik olduğu yalanına da kanmayın. O dönemin envai çeşit alkolünü sınıflandırıp, tahlil etmişler. Mesela Ömer Hayam, Şiraz’ın şarabı olmasaydı,  şair olmazdım demiştir.  Gelibolulu Mustafa Ali, yazın oğlanlarla, kışın avratlarla yatın ki sıhhat bulasınız demiştir. Nedim, düpedüz servi revanım diye oğlanına seslenir. Oğlancılık yaygındır çünkü libido gerçektir, bir nehir gibi, bir yeri kapatırsanız, başka bir yerden akar.

Divan edebiyatı ile uğraşmak, Fuzuli, Nefi ve birkaç asi isim haricinde sadece vakit kaybıdır ve sadece edebiyat tarihçilerini ilgilendirir.