30 Temmuz 2019 Salı

Slumflasyon ve Eyşan diplomasisinin sonu

Slumpflasyon ile ilgili görsel sonucu
Türkiye'de sağ medyanın seksenli yıllardan beri hayalini kurduğu iki şey gerçekleşti, üçüncüsü de gerçekleşmek üzere.
Birincisi özelleştirme, maşallah özelleştirecek kamu işletmesi kalmadı, ikincisi başkanlık sistemi, üçüncüsü de kamu personelinin iş güvencesinin kaldırılması.
Gene de ekonomide işler giderek kötüye gidiyor. Her gün yeni yeni ekonomi bilimi deyimleri öğreniyoruz.
Son kelimemiz slumflasyon, batma ekonomisi durumu demek. Bir ülkede enflasyon olurken, gayrı safi milli hasıla daralıyorsa (enflasyon farkı ve %10 amortisman çıktıktan sonra), o ülke batıyor demektir diyor ekonomi bilimi. Çünkü bir ülkede enflasyon oluyorsa, yani mal ve hizmetlerin fiyatları artıyorsa, bu mal ve hizmetlere talep de olmalı. Stafigrasyon ayrı, mal ve hizmetlerin maliyetinden dolayı artış demek. 1972  petrol krizinden sonra üretilmiş, bir adı da maliyet enflasyonu.
Slumflasyon ise ekonomi büyümediği halde vurguncuların zam yapması, ülkeden sermaye, para (ikisi aynı şey değildir), beyin ve emek kaçması gibi şeyler.
Ben işin diğer tarafından bahsedeceğim.
EYÅžAN ile ilgili görsel sonucuSon günlerde sokaklardaki dedikodulardan bilmem haberdar mısınız? Mağazadaki tezgahtarlar bile aralarında bunu konuşuyor. Herkes seçimden sonra doların fırlayacağından, hükumetin zor tuttuğunu söylüyor.

İktidar kredi bulmakta zorlanıyor, çünkü Eyşan diplomasisinin sonuna geldi.
 Eyşan diplomasisi diye neyi anlattığımı  ilk defa okuyacaklar için tekrar edeyim.
Eyşan diye bir dönemin Ezel dizisinin kadın karakterinden ilham aldım. O karakterin sık sık taraf değiştirmesi gibi diplomaside sık sık taraf değiştirme veya değiştiriyormuş gibi yapma politikası.
Afganistan'da Nisan devrimi olduğunda, bunu duyan bir Moskovalı, sırtımıza bir asalak daha binecek demiş.
(Tabii Afganistan, Rusya ve Sovyetler Birliği için ciddi bir kan emen canavar çıkması da ayrı bir konu)
Kabataslak 1950 ile 1980  (bazı açılardan 90 da olabilir) arası hem sosyalizmin, hem de kapitalizmin altın çağıydı, çünkü iki ideoloji arasında rekabet vardı.
Bu yüzden özellikle Arap ve Afrika ülkeleri, büyük abileri Amerika ile bozuştukları zaman dümeni azıcık sola kırar ve Sovyetler Birliğinden para, teknik destek, silah falan koparırlardı.
Türkiye gibi sağlam Amerikancı ülkelerde bile, Jonson mektubu gibi krizlerden sonra, yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır diye tehditler söylenirdi.
Sovyetler Birliği de bir şekilde o ülkelere para, asker, teknik eleman falan gönderirdi. Mısır, Sovyetlere devasa Asuan barajını yaptırdı ( Atatürk barajı bile, bu barajın yanında yüzme havuzu kalır), sonra İsrail'i tanıyıp, tekrar Amerika yörüngesine girdi.asvan barajı ile ilgili görsel sonucu
Şimdi Sovyetlerin yerine Rusya var. Üzerine de Çin, bir ekonomik süper güç oldu.  Süper güç olmanın da bazı kuralları değişti. Artık her müttefik olanı paraya  ve yardıma boğmuyorlar.
Zira para kullanmasını bilmeyenlere para vermek, parayı çöpe atmak demek. Para verecekse, daha fazlasını kazanacağını bilmek istiyor.
Diğer bir unsur da biraz beli doğrultunca, bu yeni müttefiklerine de ihanet edilecek olması.
Çin gazeteleri, Türkiye'nin Uygurlarla ilgili gizli ajandası var demiş. Bir sır değil ki bu. AKP'nin Çeçenler dahil Rusya Müslümanları üzerine de hesapları var. Hatta bence Türk kökenli Hristiyan Çuvaşlar ve Yakutlar üzerine de planları yoksa bile hayalleri var.
Haliyle de,  Amerika'ya karşı da olsa Erdoğan hükumetine destek vermeye isteksizler.  Benzer şekilde Ateist ve Sosyalist Venezüella ile, Şii ve  İslamcı İran'a destek vermekte de isteksizler.
Osmanlı da, Eyşan diplomasisi bitince, bitmişti. Birinci Dünya Savaşına en başta İngiltere cephesinde girmek istemiş, İngilizler, Osmanlı'ya parası ödenmiş gemileri bile vermemişti.
Almanlar içinse  sadece  İngiliz-Fransız ve Rus askerlerini oyalayacak fazladan bir cepheydi.
Bu sebeple Kudüs'ün düşüşü Almanya'da bile şenliklerle kutlandı.
Sık taraf değiştirenlerin tarafı yoktur.

29 Temmuz 2019 Pazartesi

DEVLET TARİKATLARI NİYE İSTER VE BESLER

Devlet Tarikatları Niye İster ve Besler
Devlet tarikatları neden istemez ve ezer diye sormaya gerek yoktur zira bu soruya sadece bir tarih ile cevap verebilirsiniz:
15 Temmuz 201615 temmuz 2016 ile ilgili görsel sonucu
Buna göre devlet, tarikatlara nefes aldırmamalı, hepsini ezmeli dersiniz kendi kendinize.
Oysa devlet ve diyanet tarikatları tarikatları bazen el atından, bazen de açıkça destekler.
töton şövalyeleri ile ilgili görsel sonucuHatta dünyanın yek pare en büyük dini örgütü Roma Katolik kilisesi (ki bir milyarı aşan nüfusuyla, Sünni Müslümanlardan daha kalabalıktır. Bu devasa, yek pare örgüt, kardinallik denen devasa bir bürokratik örgütlenmeler aracılığı ile, ordulardan bile sıkı bir hiyerarşi ve emir komuta zinciri ile birbirine bağlıdır.) bile pek çok tarikatı kendi emri ile kurdurmuş ve Tapınak Şövalyeleri örneğinde olduğu gibi yıktırmıştır. 
Ä°lgili resimPapalık, pek çok tarikat kurdurmuş veya tarikatın kurulmasına izin vermiştir. Haçlı seferlerinde üç büyük askeri tarikat, bizzat Papalık tarafından kurulmuştur. Bunlar Alman Tötonlar, İtalyanSen Jan ve Fransız Tapınak şövalyeleridir. Haçlı seferleri bitince bu tarikatlardan Tötonlar, Baltık kıyılarında devlet kurmuş ve yöredeki  İskandinav, Slav ve Fin topluluklarını Hristiyan yapmak için savaşmıştır. (Lapon diye bildiğimiz Samee toplumu halen Hristiyan değil, putperesttir.) Sen Jan şövalyeleri, önce Rodos, sonra Kıbrıs, en son da Malta adasına yerleşmiş, Müslümanlara karşı korsanlık ve yağma seferleri yapmıştır. 
Tapınak  şövalyeleri ise Fransa merkezli olarak Avrupa'da bankacılık, ticaret, tarım ve esnaflık yaparak para kazanmışlardır. Bu büyük serveti Papalık ve Fransa kralı ile paylaşmayınca da halledilmişlerdir.tapınak şövalyeleri ile ilgili görsel sonucu
Devlet ya da Papalık gibi kurumlar, tarikatlar aracılığı ile insanları kullanır.
En başta insanlar, birincil, yani senli benli ve samimi ilişkilerle daha kolay ikna olur. Bürokratik resmiyet, bir şeyleri daha detaylı sorgulamamıza sebep olur. Samimi dost ortamlarında her şeye daha kolay inanırız.
Tarikatların emir-komuta zinciri içine girmiş birey, tıpkı eğitimli bir asker gibi, emredilen işleri sorgulamadan yapmaya hazırdır.
Bütün bu yapılanlar, kutsanmış ideoloji gereği olduğundan, her türlü vahşet ve saçmalık gayet mantıklı görülür.
mason ile ilgili görsel sonucu
En son olarak da tarikatın kutsal liderine yeterince hayransanız, her dediği size gerçek görünür.
Bu sebeplerden Papalık (Vatikan) dahil devletler ve bürokratik kurumlar,  özellikle istihbarat kurumları, illegal işleri için tarikatlar (daha önce dediğimiz gibi NAZİ ve Rus Kominist partisi gibi kurumlar da sosyolojik olarak tarikat kavramına girer) gibi kurumlar ile daha iyi yapar.
Lakin hem tarikatların 15 Temmuz 2016 gibi darbe girişimi, Tapınak Şövalyeleri gibi çok para kazanıp, paylaşmayabilir ve Mason locaları gibi tarikat üyelerini kollamakta ileri gidebilirler.
1980 yılına kadar Birleşik Krallık (İngiltere)'de yaklaşık her yirmi erkekten biri Mason'du ve bazı loca üyesi hakim ve savcıların biraderlerini koruduğu ortaya çıkınca önle İngiltere, sonra İtalya (özellikle meşhur P-2 Mason locası), ardından da dünya çapına bir Mason operasyonları yapıldı.
opus dei ile ilgili görsel sonucuArkasından da bir Masonluğu karalama kampanyası başladı (doğrusu her tarikat gibi pek temiz değillerdi) Arka arkaya gazeteler masonluğun iç yüzü yazı dizileri (o zamanlar gazetelerin günler, haftalar ve hatta bazen aylar süren yazı dizileri, fotoromanları ve hatta tefrika romanları olurdu.). Sözü ona dünyayı yöneten bu örgütlenme, kendisi aleyhine yayım furyasını durduramadı. Dan Brown'un roman dizisi de bu kampanyanın bir parçasıdır.
Bu seriden iki ya da üç romanı okumuştum. Dikkatimi çeken ise, Papalığa ve Katolik kilisesine toz kondurmaması idi.
Dikkat ederseniz çoluk-çocuk bile Masonlar, İlluminati ve Tapınak şövalyeleri ile ilgili bir sürü şey bilir ama Papalığın gizli örgütü Opus Dei (Tanrının İşleri)'nin adını duymamıştır bile.
Opus Dei gibi kullanılan pek çok tarikat vardır.

27 Temmuz 2019 Cumartesi

MISIR ADASI FİLMİ (2014)

Mısır Adası Filmi
2019'un ilk altı ayında sinemaya giden sayısı, geçen senenin aynı dönemine göre %45 azalmış.
Gayet normal. Hem sinema fiyatları yüksek,  üzerine bir de 45 dakika reklam izleyeceksiniz, üzerine de cips-mısır falan hem pahallı olacak, hem de onu katır-kutur yiyenlerle beraber film izlemeye çalışacaksınız... Bu internet çağında hiç akıllıca değil.
Üstelik o sinemada satıldığı için pahallı cipsleri 4-5 ayrı sosla ve  tepsi gibi plastik kapla ve sinemada satıldığı için pahallı kolalarla yiyorlar. Yanan cep telefonları da cabası.
Bu sene Mars ve Cinemaksimum denen ve Koreli milyardere satılan tekel oluşumları da her türlü indirimi kaldırdı. Bu tekelden uzun süredir faydalanmış Cem Yılmaz ve BKM ise fazla film üretmeyip, olanı da Netflix ve benzeri platformlara satarak, bu bitişe katkıda bulundu.
Geri toparlanabilir mi, ne zaman toparlanır, belli olmaz. Ben de uzun süredir sinemaya gitmeyerek bu azalışa katkıda bulunuyorum.
İzleyeli epey oldu ama 2014 yapımı Mısır adası filmini anlatmak istiyorum.
Baştan söyleyeyim, bolca sploier var. Gerçi film, çok ağır gidiyor. Film boyunca mısırların büyümesini bile görüyorsunuz.
Mısır adası filmi ile ilgili görsel sonucuFilmi, Umut Sarıkaya'nın deyimi ile hdfilmcehennemi sitelerinde bulabiliyorsunuz.
Film, bir Gürcü filmi, hatta Gürcistan'ın 2015 en iyi film oskar adayı. Oysa başrol oyuncusu çok tanıdık, İlyas Salman. Yardımcı rollerden birinde de Tamer Levent var.
İlyas Salman, iyice esmerleşmiş, kırışmış teni ve bembeyaz saçı-sakalı ile önceki filmlerdeki haline hiç benzemiyor. Hatta bilmeden izlerseniz, bu adam da sanki İlyas Salman'a benziyor diyebilirsiniz.
Filmde baş rolü oynayan Salman, hayatının oyunculuğunu ortaya koyuyor. Öyle ki bir ara Stendal sendromuna yakalandım sandım.
(Stendhal sendromu: Bir sanat eseri karşısında hayranlıktan histeri nöbeti geçirmek.Ünlü yazar Stendhal 'den adını almıştır.)
Film, Gürcistan ve Kafkasya'da yazın ortaya çıkan, sonbaharda da seller yüzünden kaybolan adalardan birinde geçiyor ve gerçekten de bu adalarda mısır tarımı yapılıyor. Filmde Salman, böyle bir adaya, kız torunuyla geliyor.
Sonra epey ağır işleyen bir süreç.Salman ve torunu adaya küçük bir ev yapıyor,  sonra toprağı çapalayıp, tek tek mısır tanelerini ekiyor. Mısırların büyümesini aşama aşama görüyorsunuz.
Burada filmi ne kadarlık sürede çektiklerini ve nasıl çektiklerini merak ettim. Aynı alanda sürekli yeni mısırılar mı getirdiler, yoksa mısırlar büyürken mi çektiler acaba?
Mısır adası filmi ile ilgili görsel sonucu
Olaya aksiyon katan savaş. Tahminen Gürcistan-Abhazya iç savaşı kast ediliyor ama filmdeki üniformalar, hiç bir ordu üniformasına benzemiyor.
Adamız, savaşan iki kesimin ortasında bulunuyor. Dede İlyas Salman,  nehrin bir kıyısının bir tarafa, diğerinin diğer tarafa ait olduğunu söylüyor torununa. Sonra adanın da burayı var edene ait olduğunu söylüyor.

Film, her anlamda sembolizmin dibine vuruyor. Filmde tek rahatsız edici sahne, torunun, arkadan da olsa çırılçıplak görülmesi.
Olayların sıradan akışına tek müdahale, bir esir ya da asker kaçağının yaralı bir halde adanın mısır çiftçilerine sığınması ve Taner Levent komutasında bazı askerlerin onu aramak için adaya uğramaları.
Yalnız Türkçe seslendirmede ses, İlyas Salman'ın sesi değil.
Filmin bir yerinde kızımız, sığıntı askerle şakalaşıyor, sonra dan da dedesinin öfkesini üzerine çekiyor. Bu sahnede kızın, arkadan da olsa neden çıplak gösterildiğini anlıyoruz.
Filmin finali ise, sembolizmin zirvesi gibi. Ada, bir fırtına ile sulara gömülürken,  İlyas Salman ve torunu, hasat ile uğraşıyor. Adanın son kara parçası da sulara gömülürken, son mısır demeti hasat ediliyor.
Son sahneyi de spolier vermeyip, izleyenlere bırakayım sadece gene sembolizmin zirvesidir deyip, bırakıyorum.
Şöyle çok sıkıcı olmayan felsefi film isteyenlere tavsiye ediyorum.
Mısır adası filmi ile ilgili görsel sonucu

23 Temmuz 2019 Salı

HAHAM VE PAPAZ FIKRASI

haham ile papaz ile ilgili görsel sonucu
Papazın biri, uzun süredir ahbaplık ettigi Haham'a “Bana Tevrat’ı öğretmenizi isterim” der.

Haham, olmaz der:
“Sen Yahudi doğmadın , kafan  Yahudi gibi çalışmaz. Tevrat’ın kelamını anlaman mümkün değil.”

Papaz ısrar eder, Haham razı olur, ama bir koşulu vardır:
“Soracagım soruya doğru yanıt verebilirsen, öğretirim” der.

Papaz, “Kabul” diye yanıtlar,  “Sor bakalım!”

“İki adam bir bacanın içine düşerler. Biri kirli, öteki tertemiz çıkar. Hangisi yıkanır?”

Papaz, “Bundan kolay ne var?” diye atılır. “Kirlenen yıkanır, temiz kalan yıkanmaz.”

Haham içini çeker, 
“Sana Tevrat’ın kelamını asla anlamayacağını söylemiştim! Doğrusu tam tersi: Temiz kalan adam ötekinin kirlendi ğini görünce, kendisinin de kirlendiğini sanıp yıkanır.  Kirlenen adam ise karşisındakini temiz görduğü için kendisini de temiz sanıp yıkanmaya gerek duymaz.”

Papaz, kafasını kaşır. 
“Bak bu aklıma gelmemişti. Bir soru daha sorar mısın?”

Haham aynı soruyu yeniden sorar:
“İki adam bir bacanın içine düşerler. Biri kirli, öteki temiz çıkar. Hangisi yıkanır?”

Papaz, doğru yanıtı artık bildiğinden emin, 
“Temiz kalan ötekinin kirlendiğini görünce kendisinin de kirlendiğini sanıp, yıkanır. Kirlenen, ötekini temiz gördüğünden kendisini de temiz sanıp yıkanmaz!” 
Haham, başını sallar. 
“Yine yanıldın! Sana söylemiştim, asla anlamayacağını. Temiz kalan adam aynaya bakar, temiz olduğunu görür, dolayısıyla yıkanmaz. Kirlenen aynaya bakıp kirlendiğini görünce, gider yıkanır.”

Papaz itiraz eder: 
“Ayna nereden çıktı?  Bana ayna var demedin ki…” 

Haham, parmağını sallar: 
“Seni uyardım, bu kafayla Tevrat’ın kelamını kavrayamazsın. Tevrat’ı anlamak için her olasılığı düşünmelisin.”

“Peki, peki” diye inler Papaz. 
“İzin ver, bir kez daha şansımı deneyeyim. Başka bir soru sor!”

“Son kez soruyorum” der, Haham:
“İki adam, bir bacadan içeri düşerler. Biri temiz, öteki kirli çıkar. Hangisi gidip yıkanır?”

Papaz, “Artık her olasılığı biliyorum” deyip, 
bir solukta sıralar: “Eğer ayna yoksa, temiz kalan ötekini kirli görüp kendisinin de kirlendiğini düşünerek gider yıkanır. Kirlenen temize bakıp kirlenmediğini düşünerek, yıkanmaz. Eğer ayna varsa, temiz kalan aynaya bakıp temiz olduğunu görür, dolayısıyla yıkanmaz. Kirlenen aynaya bakıp kirini gördüğü için yıkanır!” 

Haham başını sallayıp, cık cık yapar: 
“N’ayır, sana söylemiştim, kafan Yahudi kafası değil, Tevrat’a basmaz! Söyle bana, aynı bacadan içeri düşen iki adamdan birinin kirlenip, ötekinin temiz çıkması mümkün müdür? ...

17 Temmuz 2019 Çarşamba

DİNSİZLİK TÜRLERİ 2 AZINLIK DİNSİZLİĞİ (ŞOVEN DİNSİZLİK 1)

şoven ile ilgili görsel sonucu
Blogumda azınlık eksikliği duygusunu yazmıştım. Bu eksiklik, ne kadar dışlanır, ezilir iseniz o kadar sizde de o kadar çoğalıyor. Şoven duygular, siz ezildikçe çoğalıyor.
Bunu hem kendi öğrencilik hayatımdan, hem de öğretmen olarak gözlemlerimden edindim.
İlginç bir şekilde, şimdiki üniversite öğrencilerinin, Alevilik ve Kürtlük üzerine bizim kadar şoven duygulara sahip olmadıklarını fark ettim.
Sonra o zamanla, bu zaman arasındaki en büyük farkın, devlet yurdu ve Ülkücü egemenliği olduğunu fark ettim.
O meşhur doksanlı yıllarda tek güzel şey müzikti. Türkiye için bir çeşit müzik  rönesansında yaşamak gibiydi. O dönem müziğini sadece popla ve Kral TV ile sınırlamak haksızlık olur. Radyoların, hele de yerel radyoların altın çağı gibiyddi. Rock, metal, halk müziği, arabesk,özgün müzik ve hatta Türk sanat müziği alanında da muhteşem eserler verildi.
Öte yandan PKK'nın Güney Doğuyu yaktığı, göz altında kaybolmaların, beyaz Torosların, Yugostlavya iç savaşını  da dönemiydi.
Üniversitelerin çoğunda ise Ülkücülerin o sıkıcı egemenliği vardı. Sırf Kürt, Alevi veya Solcu olduğun için dövülebilir,  aşağılanabilir, gene de suçlu sen olabilirdin. Hatta öldürülüp, sakat bırakılman bile çok normaldi.
20. yüzyıl ateist filozoflar ile ilgili görsel sonucu
Kredi ve Yurtlar Kurumu yurdunda bambaşka bir güçleri ve egemenliği vardı. Mesela kıredi yurtların yurdunda kalanların yarısı, Ülkücülerin yurt toplantısına katılırdı. Bir sürü de reis olurdu. Yurt, fakülte, bölüm reislerinin yanında koridor reisliği gibi tuhaf reislik makamları da vardı.
Ben de üniversitenin üçüncü yılının nisan ayında dayanamayıp, eve çıkmıştım.
Derken hemen ertesi yıl, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ve Yüksek Öğretim Kurumu, Üniversitelerdeki Ülkücü egemenliğini kırdı ve Ülkücü egemenliği  yavaş yavaş azaldı.
O dönemde üniversite öğrencileri daha siyasi ve daha radikaldi. O zamanlar üniversiteyi terk edip PKK, DHKP-C gibi örgütlere katılım daha fazlaydı.
Son yıllarda sürekli yatılı okullarda çalışıyorum. Dört ayrı pansiyonlu okulda çalıştım. Üçüncü, yani geçen çalıştığım pansiyonda Kürt gençlerde şoven duygular daha güçlüydü çünkü o lisede bir kaç ihtiyar öğretmenin gayreti ile teşkilat kurmuştu ve kasabanın yerlisi (yirmi yıl kadar önce Kars'tan göçmüş) Kürtler ise, bu bir kaç öğretmene yalakalık olsun diye Ülkücü teşkilata çalışıyor; sonra daseçimlerde  HDP' ye oy veriyordu. Ayrıca o gençler arasında Ateizm de yaygındı.
Daha önceki çalıştığım yatılı okullarda ve bu okulda da Kürt öğrencilerim oldu ama onlarda bu kadar güçlü şoven duygu yok.
Şimdi ki üniversitelerin durumuna bakıyorum ve anlıyorum ki, bizim nesli radikal yapan o faşist egemenlikti. (Ayrıca o egemenlik faşistlerin kendi marifeti değil, devletin marifetiydi)
İşin ilginci, size bu baskıyı yapanlar, bir de bol bol dini kullandığında, şoven duygularınız güçlenirken, metafizik duygularınız zayıflıyor.
Avrupa'nın 19. ve 20. yüz yıl Yahudi filozoflarının pek çoğunun Ateist olduğunu görürsünüz. O dönemi anlatan pek çok yazar da, Yahudilerin Ateistliğinden bahseder. ( Türkçe'ye genelde serbest düşünce denir)
Dönem, Napolyon savaşları sonrası Yahudilerin getto (Orta çağ Avrupa'sında getto, şehirlere sadece Yahudilerin yaşaması için duvarlar örülerek ayrılmış bölümü) ve stellerinden (stel, Avrupa'da, özellikle Almanya ve Polonya'da genelde sadece Yahudilerin veya çoğunlukla Yahudilerin yaşadığı köy ve kasabalar) çıkmış ve genel kalabalığa karışmaya başladıkları dönemdir.
himyar krallığı ile ilgili görsel sonucuGünümüz Aleviliği de, pek çok açıdan o dönem Yahudiliğine benziyor. Biz de Cumhuriyet ve sanayileşme ile beraber köylerimizden çıkıp, genel kalabalığa karıştık.Biz de o dönemde progrom denen katliamlara (Maraş, Çorum, Sivas vs) uğradık ve bizden de pek çok kişi bu dönemde asimile oldu ve oluyor. Ayrıca karışık evlilikler de halen fazla ve sol sempatisi de Yahudilerle benzer.
Bizim ideolojimizde bir vaat edilmiş topraklar yok.
Yahudilik de başlangıçta öyle yekpare bir ırk ya da ırk iddiasında değilmiş. Zira bizzat Tevrat ve Zebur bile (Eski Ahit), Kenanlıların (Fenikeliler), Hititlerin ve diğer pek çok kavmin sonradan Yahudi olduğunu anlatır.
Yahudilerin, Filistin dışında kurduğu iki devlet vardır. Biri Kafkasya ve Rusya'da kurdukları Hazar devleti, diğeri de Yemen'de kurdukları Himyar krallığı.
Her iki devlet de, tebaalarını az da olsa asimile etmiştir. Hatta Hazarlar sonradan Yahudi  olmuştur. Hatta Himyar krallığı bölge halkına Yahudi olması için baskı yapmıştır.
Alevilik de, Yahudilik gibi bir ırk-millet olmaya doğru gidiyor. Baskılar ve dışlamalar, tüm Yahudilerin İsrailoğlu soyundan gelme efsanesini doğurmuş.
İsrail demişken, ülkeye son otuz yıldır gelen göçmenlerin neredeyse üçte biri Yahudi değil. Ülke ayrıca göç aldığı kadar da veriyor gibi. Ha bire ülkesindeki askerlik sorunu yaşayan ve ülkeyi terk eden İsrailli haberi düşüyor basına. Her ne kadar sanayileşmiş bir refah ülkesi gibi de görünse, ömür boyu, üstelikte sürekli çatışmanın ve askerliğin olduğu bir ülkede yaşamak da zor.
İsrail'in fikir olarak kurucusu Teodor Herzl'de, Yahudi ülkesi adlı kitabında dini referanslarla konuşmaz. Tahminim İsrail'i kuranlar da çoğunluk ateistti.
Bir de Kürtler başta olmak üzere başka dil konuşan, milliyet anlamında kendisini azınlık sayan topluluklarda gelişen dinsizlik var.
Bu Ateizm de aslında Alevi dinsizliğine paralel. Zira size zorbalık edenlerle aynı din ya da tanrıya inanmak istemiyorsunuz. Birileri size dini kullanarak nefret kustuğunda, din kavramı da size saçma geliyor.
Türkiye'de son on yıldır artan dinsizlik ise,  faşizan bir dinsizlik ve bunu daha sonra yazacağım.

FAŞİZMİN DEĞİŞİK DAVRANIŞ BİÇİMLERİ 4 MİKROASİMİLASYON

asimilasyon ile ilgili görsel sonucu
İnsanları asimile etme politikaları, devletlerin sık sık işledikleri insanlık suçlarıdır. En son Çin'in şu günlerde (Temmuz 2019) Uygurlar, Kazaklar ve Salarlar olmak üzere Müslüman Türk topluluklarına yapığı da bu tür faşizmin ilk örneği olmadığı gibi, ne yazık ki son örneği de olmayacaktır.
Geçmişte Bulgaristan Türklerine yapılan zoraki isim değiştirmeyi de unutmamalı. Bunlar açık ve net asimilasyon baskılardır.
Asimilasyon baskısı ve politikaları her zaman bu kadar açık değildir. Mesela Türkiye'de yasalar açıkça yasaklamadığı halde bazı Kürtçe isimler (Baran, Berfe,Dilşad, Keje vs) nüfus kayıtlarına yazılmamıştır. Bu görünmez yasak, 1996 yapımı Eşkıya filminden sonra aşılmaya başlanmıştır.
Devletin asimilasyon politikaları ve faşizmin asimile olma baskısı, faşizmin alışıldık davranışıdır. En basitinden Alevilere namaz kılma baskısı gibi.
Devletlerin asimilasyom politikaları, net ve görülebilen bir faşizan eylemdir.
mübeccel kıray ereÄŸli ile ilgili görsel sonucuBenim anlattığım ve pek anlaşılamayan, bireyi kendi toplumundan ayırma, böylece asimile etme sürecidir ki, bu da genelde sözüm ona hoş görü ortamında olur.
İslam ülkelerinde meşhur bir ilke vardır. Başka din ve mezhepten kız alınır ama kız verilmez. Bunun sebebi , erkek egemen kültürde, kadınların kültürlerini çocuklarına aktaramamasıdır.
Bunun ülkemizde az bilinen damat versiyonu vardır. Sosyolog Müübeccel Belik Kıray, Ereğli araştırmasında buna, kıza yönelik genişleyen aile der.
Özellikle ülkemiz kırsalında bazı yörelerde erkekler, başka şehirlere hatta ülkelere göç ettiğinden, erkek sıkıntısı vardır. Gel gelelim taşrada gelin almak kadar damat alma durumu da vardır.
Bu her zaman içgüvesiliği değildir, hanımköylülük de bu duruma girer.
Ülkemizde pek çok kızın, evlendiği  erkeği, kendi toplumundan uzaklaştırma çabası içinde.
Bu kendi toplumundan uzaklaştırma ya da mikroasimilasyon, sadece evlilik yoluyla olmaz. En geneli evliliktir.
kemalettin tuÄŸcu küçük besleme ile ilgili görsel sonucuÖte yandan evlatlık edinme, besleme de sizi toplumdan koparan bir yoldur. Osmanlıdan kalma beslemelik kurumu, cumhuriyetin ilk yıllarında da devam etmiştir. Adı da sadece gıda vermek, beslenmekten türetilmiştir. Osmanlıda zengin aileler, hem çocuklarına baksın, hem çocuklarına arkadaşlık etsin, hem de ev işleri yapsın diye öksüz, yetim ve kimsesiz çocukları, neredeyse de tamamen kız çocuklarını konaklarına alırlardı.
Erkek çocukların besleme alınmama sebebi, erkeklerin bir güç olarak tehlike sayılmasıydı. Kızlar ise özellikle ağır ev işlerinde eziliyor, pek çoğu ergenlik başlangıcında tacize uğruyordu. ( Meşhur tiyatro oyunu ve filmlere konu olan Kanlı Nigar ve Yedi Kocalı Hürmüz de, öykünün başlangıcında bir beslemedir.)
Heidi çizgi filmi, çizgi romanı ile tanıdığımız öykü kahramanı da, İsviçre usulü besleme çocuktur.
Besleme olmanın çilesini en çok çekenler, Dersimli kız çocukları olmuştur. Bu toplu besleme alma süreci, meşhur isyan ve tehcirden çok önce, isyan ve tehcirin uğramadığı bölgelerde de olmuştur. Dersimler 1938 isyanı ve sonrasına Tertele, daha önce kızların götürülmesinde de, kızlar tertelesi der.
Pek çok kız çocuğu, subay, astsubay ve çeşitli kademelerde devlet memurlarının evlerine, bazıları aileleri sağken, zorla koparılıp, besleme yapılmış Osmanlı beslemelerinin yaşadıklarının benzerlerini yaşamışlardır.
Ailenin ve akrabaların çocuklarının eskilerini giymişler, yeni kardeşlerinin ve ailenin yaşlıların bakımı yapmışlar, neredeyse tamamı ilkokul (5.sınıf) sonrası okutulmamış, erkenden de hiç tanımadıkları kişilerle evlendirilmişlerdir.
Elazığı Kız Meslek lisesinin meşhur kurucu müdürü Sıdıka Avar'a, kızımı da götür Avar diyenler, Tuncelilerdi.  Kazım Gündoğan , Nezahat Gündoğan' ın Dersim'in Kayıp Kızları ve Hüseyin Aygün'ün Mahsur kitaplarında Sıdıka Avar'ın adı geçer.
Bu iki kitabı okuduktan sonra Sıdıka Avar'ın Dağ Çiçeklerim kitabını da okudum. Tuncelilerin Avar'ı sevme sebebi, kızları besleme olarak vermemekte direnmesi (ki baskılara dayanarak verdiği de olmuş),  kızların ona teslim edilme sebi olmuş
o muhteÅŸem hayatınız ile ilgili görsel sonucuAvar ile Dersimliler arasındaki ilişki de ilginç. Kendisi Türk milliyetçiliğinden vazgeçmemesine rağmen, Tuncelilere özel bir sempati beslemiş, pek çok konuda onlara yardımcı olmuş, Dersimliler de onu sevmiş. Kendisi Zazaca da öğrenmiş. Bu sempatiler, genelde antropolojide ve sosyolojide yerlileşme denen duruma sebep olur. Araştırmacı ya da yönetici, kendisini yerli biri gibi hisseder ama Sıdıka Avar'da öyle olmamış. Yöre halkına sempati duysa, hatta onların ihtiyaçları için kariyerini riske atsa da, dünya görüşü değişmemiş.
Dersim ve tehcir ile ilgili çok şey yazılsa da tertele konusu hep gölgede kalmış. Yok yere kimsesiz kalan kızların çileleri pek az hikaye edilmiş.
sıdıka avar daÄŸ çiçeklerim ile ilgili görsel sonucuOya Baydar, O Muhteşem Hayatınız adlı kitapta, bu olayı romanlaştırmıştır.
Dinsel-mezhepsel asimilasyon çabaları hep bir dindarlık ile maskelenir. Oysa kırk yılı aşan hayatımda gördüm ki Alevi düşmanı olanların çoğu (özellikle Ülkücüler), pek namazda-niyazda gözü olmayan kimselerdir. Hatta bazıları benim Alevi olduğumu öğrendikten sonra, sırf beni de namaza çağırmak için namaza başlamıştı. Bir tanesinin de namazla zerre alakası yoktu. Hatta devlet yurdunda kalmamıza rağmen bayağı da alkol alırdı. Bunu yüzüne vurduğumda da;
-Bana daha erken demişti. Kendisi kırkından sonra namaza başlamayı düşünüyor, beni de anında asimile etmeyi ve bir softa yapmayı düşünüyordu.
Birey-küçük grup yani mikroasimilasyonun başka bir hedefi de, faşizan saldırı zamanındda işbirlikçiler bulmaktır. Bosna ve Kosova savaşlarında, Sırpların her mahallede bir işbirlikçi-yol gösterenleri olduğu anlatılır.

14 Temmuz 2019 Pazar

DİNSİZLİK TÜRLERİ-1 (MARKSİZM VE ZEKAT)


Ä°lgili resim
Dini inancımı şahsen iki yıl önce  yitirdim ve çevremde benim gibi dini inancını yitirmiş çok kişi var. Ben de kendi çapımda bu dinsizlikleri sınıflandırdım. Yalnız klasik, deizm, panteizm, panateizm, ateizm, agnostisizm gibi türlere ayırmayacağım.
Bence bir kere dinlere inanmayı bırakmışsanız, bir tanrıya inanıp, inanmadığınızın, emin olmamızın ya da şüphede olmamızın bir değeri yoktur. Sonuçta metafizik ile ilişkinizi kesmiş, din adamları sizin için önemsiz olmuştur.
Ben, insanlar neden metafizik ile bağını kopartıyor, bununla ilgili bir sınıflandırma yaptım.
Şimdi sınıflandırmaya geçeyim:
1)Marksist dinsizlik:Marks'ın meşhur sözünü hatırlayalım, din kitlelerin afyonudur. Hayatım boyunca Marks'ın bu sözünün doğruluğunu gördüm.
Aslında her din, hayatına kölelerin, fakirlerin ve kadınların dini olarak başlar. İktidara geldikçe ya da iktidarlar bu dini benimsedikçe zenginlerin, efendilerin ve erkeklerin dini olur.
Ben buna zekat ve sadaka örneğini vereceğim. Zekat, İslam'da sadece mal ile yapılan tek ibadettir. Bence de ibadetlerin en kolayı olmasına rağmen en az yapılanı ve en az sorgulananıdır.
Mal ve mülkünüzün sadece kırkta biri yani %2,5 'unu sizden daha fakir birilerine veya bazı kuruluşlara bağışlayarak bunu yapabilirsiniz.
zekat ile ilgili görsel sonucu
Hatta bu fakir kişi akrabanız olabilir ve dahası pek çok İslam alimi (o ne saçma bir sıfatsa), bu damga vergisini daha da azaltır. Evin ihtiyaçlarını, şirketin ana sermayesini bunun dışında tutar.
Oysa namazı, tüm sünnetleri ile beraber ister.
İşin doğrusu İslam'ın en başında zekat öyle damga vergisi kadar değildi. Öyle olsa,  Muhammed ölür ölmez müşrikler ilk iş zekat ödememek için isyan etmezdi.
Profesör Bahriye Üçok'un ve İlhan Arsel'in yazdıklarına göre aslında zekat, öyle kırkta bir değil, ihtiyaç fazlasıymış ki, kuranda da öyle yazar fakat Türkçe'de daima gönülden kopan diye yazılır.
Öte yandan Müslüman ülkelerde, hadi o kadar genellemeyelim,  Türkiye'de zenginler, bu damga vergisi kadar parayı, malı, mülkü (akrabası bile olsa) fakirlere verse, Türkiye'de bu kadar yoksulluk olmazdı. Zira Türkiye'nin dolar milyarderi sayısı, nüfusu Türkiye'nin 2 katı ve ekonomisi Türkiye'nin en az 100 küsur katı büyük olan Japonya'dan 3-5 kat daha fazladır.
Ülkenin zenginleri, servetlerinin %2,5'unu bile zekat olarak verse, Türkiye'de asgari ücret en az beş bin lira olurdu.bahriye üçok ile ilgili görsel sonucu
Ha bire namaz, her ramazan oruç sorgulayanlar, zenginlere hiç zekat sorgulamadığı gibi, pek çok din adamı da, zekat ya da cerre-icar vs denen yardımlarla gayet lüks bir yaşam sürer.
Diğer bir soruyu da geçenlerde izlediğim bir konuşmada sorulan soruyu ben de kendime sordum.
Muhammed'in meşhur bir sözü vardır, işçinin terini teri kurumadan veriniz.
Bu sözü din adamları, pek sık olmasa da bu sözü söylemeyi sever ama bir grup var ki ağzına almaz.
Bunlar sendikacılardır. Hadi sol sendikacılar, Marksistliklerinde bu sözü söylemiyor, ya sağcı sendikalar?
Hani kırklarda, ellilerde sendika kurmak dinsizliktik, doksanlarda memurların sendika kurması dinsizliktir diyen sendikalar ve sendikacılar.
Bu sendikalar ne peygamberlerinin işçinin emeği ile ilgili sözlerini, ne de kul hakkı yemek ile ilgili sözlerini dikkate alırlar.
Bu sendikalar işçiler hak arasın diye değil,  hak aramasın diye kurulmuştur.
Her din, önce zenginlere ver der, sonra fakirlere katlan, tahammül et.
Alevilik gibi bazı inançlar, belki bunun dışında sayılır. Bunun sebebi de Aleviliğin hep azınlık inancı olması, bir devlette egemen güç olmamasıdır. Esat ailesinin yönettiği Suriye'nin sadece %8 kadarı Alevi (Nusayri)'dir. Şu anki Baas yönetimi de geniş bir koalisyonun bir parçasıdır.
Dindar toplumlar, fakirliğe daha dayanıklı toplumlardır.
İnsanların pek dindar olmadığı batı toplumlarında şirketler ve varlıklı insanlar, fakirlere daha çok yardım yapmaktadır.
Sadakanın amacı da fakire yardım değil, fakiri yalvartmaktır.