8 Nisan 2020 Çarşamba

İNŞAATÇILIK VE İNSANCILIK

İnşaatçılık ve İnsancılık
Aslına niyetim emekli amiral Cem Gürdeniz'in Mavi Uygarlık kitabını biraz anlatıp, biraz da Türkiye'nin denizcileşmesinin gereğini anlatacaktım.
Ancak ş korona günlerinde, internetteki iktidar  yanlılarının hastane inşaatları ile övünmesi canımı sıktı ve anladım ki denizde de, karada da (muhtemelen havada da) sorunumuz insandan çok, inşaata önem vermek.
Libya ile ilgili yazımda, Kaddafi ve diğer diktatörlerin inşaat aşkından bahsetmiştim. Diktatörler savaşmadıkları zaman, inşaat yapmayı severler.
İnsanı bir değer olarak görmeyenler, maddi değerlere yönelir. Para, altın ve elmaslar yanında; güzel ve devasa binalar da bir övünme sebebidir.
Anadolu'da çok gezdim diyemem, gene de bayağı bir şehir gördüm. Anadolu da Osmanlı'dan kalma pek az yapı vardır. İstanbul ve Bursa haricinde Osmanlı tarafından imar edilmiş bir şehre gelmedim. Tarihi bir köprü, cam veya kervansaraya varsa genelde Osmanlı değildir.
Balıkesir'de bile Zağanos Paşa'nın yaptırdığı cami, hamam ve ona ait bir kaç yer haricinde Osmanlıya ait esere pek azdır. Çanakkale'de bile Osmanlı'dan kalma bolca sur ve tabya var. Meşhur Aynalı Çarşı, bir yangınla yok olmuş ve cumhuriyet devrinde yeniden yapılmış.
Enderûn - Vikipedi
Osmanlı, kendi başkenti dışındaki şehirlerin imarıyla da pek uğraşmadığını anlayabiliyoruz.. Osmanlı daha çok kendisi ve paşa denen yüksek rütbeli memurları (Osmanlı bürokrasisinde rütbeler hem askeri, hem de sivildi. Cumhuriyetin devrim yasaları le ayrıldı)için saray-yalı-köşk ve benzeri lüks konutlar ile, bir kaç cami filan kalmıştır mimari olarak. Son on yıldır ülke Selçuklu esintisi binalarla dolmaya başladı.

Peki neden Osmanlı değil diye hiç kendinize sordunuz mu?
Çünkü Osmanlı da Mimar Sinan ve Sedefkar Mehmet Ağa gibi efsane mimarları da olsa, bir Osmanlı mimari tarzı yoktur.
Osmanlıdan kalma pek çok eser, özellikle saray, yalı, köşk gibi lüks konutlar,sık sık çıkan isyanlarla yağmalanmış ve yıkılmıştır. Manisa ve Amasya gibi şehzadelerin valilik yaptığı yerlerdeki şehzade sarayları yakılıp, yıkılmıştır.
Osmanlı sürekli İstanbul'u, oda bu günkü İstanbul'a göre küçük bir alanı, Anadolu yakasında da Üsküdar'ı sürekli camilerle doldurmuştur. O kadar ki yapılan büyük camilere, yenisi yapılana kadar Yeni Cami denmiş. Sultan Ahmet'den sonra öyle büyük bir cami yapılmadığı için, Sultan Ahmet'in bir adı da Yeni Cami olarak kalmıştır.
Batılılar 446 yıldır İnebahtı'nı kutluyorOsmanlı ilk başlarda ciddi anlamda insan eğitimine önem veriyordu. Yeniçeri ocağı ve Enderun, bu amaçla kurulmuştu.

Ancak taht kavgaları kızıştıkça, tahttan indirilme korkusu yaşayan padişahlar ya da kardeşleri tarafından öldürülme korkusu yaşayan şehzadeler, sonra kellesi uçurulma korkusu yaşayan vezirler; liyakatten çok, sadakate  önem verdi.
Kanuni'nin oğlu 2. Selim, donanmanın başına bir kara paşası olan Müezzinzade Ali Paşayı,  Sokulu Mehmet Paşa da kara ordusu komutanı olan Pertev Nail Paşayı, haçlı donanmasını durdurmak üzere görevlendirdi.
Aslında Sokullu'nun devlete zararı da çok oldu. Akrabalarını devlet kadrolarına doldurdu. Yaşadığı dönemde özellikle Yeniçeri Ağalarının hemşehrileri ve akrabalarından olmasını sağladı.
1939-1940 Kış Savaşı Sırasında Finlandiya'nın Çamurluğu Arşa ...Sonuçta herkesin bildiği gibi ağır bir yenilgi oldu. Ancak  Sokulu, Kıbrıs adasının fethini kast ederek, biz onların kolunu kestik, onlar bizin sakalımızı kesti. Kesilen salak daha gür çıkar, kesilen kol bir daha çıkmaz, dedi.
Sokulu yanılıyordu, kesilen kol, Osmanlı'nın koluydu. Zira Osmanlı bir yıl içinde 150 kadırgayı denize indirse de, o kaybettiği denizci neslini geri getiremedi. Gemilere doldurduğu karacı askerlerle denizde aktif olamadı ve Osmanlı denizlerde savunmaya geçti.
İnebahtı'dan sonra Osmanlı'nın tek ciddi deniz fethi, Girit adası oldu.
Girit adasının alınması da verilemesi de birer askeri facia oldu.  Yirmi altı yıl süren savaş, çok kanlı geçti.

Hani bir hikaye vardır. 1940 Fin -Rus (Kış Savaşı) sonrası barış antlaşması imzalanırken, Fin diplomat, Rus diplomata: Umarım aldığınız topraklar, gömeceğiniz askerler için yeterli olur, demiş.
Kadırga - VikipediBu soruyu Kandiye (Adanın başkenti)'nin bayozu (Venedik beylerine Osmanlı böyle derdi) bunu demiş midir, bilmiyorum.  Demiş olsa, cuk otururdu.

Adanın fetih yılları, tam da Celali isyanlarının ortasında bir döneme denk gelmiş, devlet baş edemediği pek çok Celali liderine unvan verip, savaşmak üzere adaya taşıdı.
Cem Güventürk'ün yazdığına göre Osmanlı donanması, bu savaş sırasında kadırga düzeninden, kalyon düzenine geçmiş. Kalyonlar daha büyük, direkleri daha yüksek ve enerjisini rüzgardan alıyor. Kadırgalar ise kürekli ve daha küçük gemiler.
Kalyonu Venedikliler daha fazla yük taşımak için icat etmiş, sonra İspanyollar ve Portekizliler Atlas okyanusunda  kullanmıştı.
Osmanlı asla İnebahtı öncesi denizci neslini tekrar kazanamadı. Abdülmecid'in inşa ettiği devasa donanma pek işe yaramadı.
Kalyon - Wikiwand
Çünkü o gemileri yürütecek denizci personeli yoktu. Denizcilik sadece bir meslek değildir, bir yaşam biçimidir.  Pek çok kere denizcinin yaşam alanı,bir hapishane mahkumundan daha dardır. Zaten geminin alanı sınırlıyken, bir de diğer denizcilerin alanları ve yetkiniz olmadığı için giremediğiniz alanlar vardır. Aylarca da gemiden çıkamazsınız. Gemi limana demirler, günlerce yün indirmek-bindirmek için bekler ama liman sahibi ülkenin kanununa göre limana girebilir ya da giremezsin, falan filan.
Abdülmecid'de donanmayı yabancı subaylarla doldurdu. Bunlar da kendi ülkelerinin gemilerini ve silahlarını satmak için uğraştı. Sadece Hobart paşa isimli bir İngiliz, Yunanlıların Girit'li asilere yardım etmesine büyük ölçüde engel oldu ve adanın Osmanlı egemenliğinde kalması, Hobart paşa sayesine yirmi yıl kadar uzadı.
Osmanlı hizmetinde bir İngiliz denizci: Hobart Paşa - Timeturk ...Cumhuriyet döneminde dahi denizci nesil yetiştiremedik. Bu gün üç tarafı denizlerle çevrili ülkenin, denizcilik bakanlığı yok.

Arada not,  gemiye sadece yat gezintileri ve Heybeli adaya gitmek için binmiş de olsam, denizcilik konusuna takıntılıyım. Öğrencilerime denizciliği öneriyorum, ilk defa geçen senenin iki mezunu üzerinde başarılı oldum. İzmir de denizcilik okuluna gittiler.
En büyük silahım bu alanda işsizlik olmaması ve maaşların yüksekliği. Dünya gemi adamlarının beşte biri Filipinli. Ülkemizin işsiz gençleri, bu iyi maaşlı işe niye gitmesin.
Denizcilik, inşaatın değil, insanın önemli olduğunun en önemli göstergesi. İstediğiniz kadar büyük ve modern gemici yapın, denizciliği yaşam tarzı olarak benimsemiş denizcileriniz yoksa denizlerde yoksunuz.
İnşaatçı zihniyet farkında olmasa da her şeyde böyledir.
 Öğretmenliğe yeni başladığımda, meslekte ve memurlukta bayağı ilerlemiş, ilçe milli eğitimde şube müdürü bir büyüğüm anlatmıştı. 12 Eylül rejimi okullara bolca bilgisayar, video makinesi , fizik-kimya deney seti, matematik seti falan yollamış.
ÇOK TEMİZ VHS VİDEO OYNATICI - Video Kaset Oynatıcı İlanları Uygun ...Sonra da öğrencilerle çok güzel kullanmışlar, öyle mi?

Pek çok okulda gönderilenlerin hepsi, öğrenciler kırar, bozar da demirbaş sayımında müfettişlere hesap veremeyiz diye depoda çürümüş.
Hatta gene 12 Eylül dönemi, mille eğitim bakanlığı öğretmenlere izlemesi için bir video kaset gönderiyor, öğretmenlerin izlemesi için, Ancak video makinesi kutusundan çıkmamış ve o zamanlar için lüks bir ürün sayılan video, hiç bir öğretmenin evinde yok. Makinenin nasıl kurulacağını bilmiyorlar. İlçenin radyo-televizyon tamircisi çağrılarak, video kuruluyor, film izleniyor. Ardından da makine tekrar kutusuna konuyor.
O setlerin, bilgisayarların, videoların ve pek çok envanterin kaderi depolarda çürümek oluyor, tıpkı Abdülhamit'in koca donanmayı Haliç'te çürütmesi gibi.
Kamu oyunun, hatta öğretmenlerin pek az bildiği bir şey vardır ki, milli eğitimin bakanları gibi,  diğer üst düzey bürokratlarının da pek çoğu hayatı boyunca öğretmenlik yapmamıştır. Yapmışlarsa bile son yirmi küsur yıldır derse girmemişlerdir.
Pek çok bakanlık müfettişi, bayındırlık, maliye, iç işleri vesaire müfettişi iken kadro fazlası oldukları için milli eğitime kaydırılmıştır. Yani maarif (eğitim) müfettişi olsalar da, bu işten anlamayan müfettiş çoktur. Branşları sorulduğunda , düz lisede iseler maliye, torna, makine öğretmeni olduklarını  söylerler ama bu branşlarda bakanlık müfettiş yoktur.
Teftiş ve denetimde köklü değişiklik
Bir işten anlamıyorsanız, denetimde iki şeye dikkat edersiniz, temizlik ve evraklar. Bu yüzden olağan teftişlerde devlet daireleri ya da kurumlar, bal dök yala kıvamında temizlenir ve eksik evraklar tamamlanır.
Sonra demirbaş sayılır, yıllık sarf miktarından az bir şey fazlanın bile hesabı sorulmuş. En ufak kırık, hasar bile ciddi meselesi olmuş. Ama o eşyalar neden kutudan çıkarılıp, öğrenciler tarafından kullanılmamış diye sorulmamış, garip!
Sonuçta eşyalar bile onu kullanacak insanlar istiyor.
Kurtuluş Partisi Gençliği: Politeknik EğitimEkim devriminden sonra genç Sovyetler Birliğinin en büyük sorunu, yetişmiş eleman eksikliğiydi. Bütün yetişmiş insanlar, aristokrat sınıfındandı ve ülke bu açığı çok derin yaşadı.
Lenin, çok acele olarak politeknik okulları açtı. Sovyetler Birliğini süper güç yapan ve Rusya'nın halen süper güç olmasını sağlayan bu politeknik okullardır.

O okulları benzeri Türkiye'de de açıldı, adları köy enstitüleri idi, akıbetini hepimi yakından biliyoruz.
Aslında Sovyetler de bu okulları Finlilerden almıştı. Yüzlerce yıl önce İsveçlilerin, sonra da Çarlık Rusyasının sömürgesi olan Finliler 1917'nin  Şubat ve Ekim devrimlerinin kargaşalığından faydalanıp, Polonya ile beraber bağımsızlığını ilan etmişti.
Köy Enstitüleri kuruluş amacı nedir? Köy enstitüleri özellikleri
1940 kış savaşında beklenen, Rusya'nın, Moldova, Letonyaa, Litvanya ve Estonya'yı olduğu gibi bir kaç hafta içinde işgal etmesiydi. Türkiye'nin üçte biri kadar (Ekvator'a uzak olması sebebiyle haritalarda daha büyük gözüküyor) yüz ölçümlü, dört milyon kadar nüfusu olan ve neredeyse bin yıl sonra ilk defa bağımsız olan bu küçük ülkenin  ne askeri ne de silahı , böyle süper güce karşı koymaya yeterli değildi.

Ancak üç buçuk aylık savaş, özellikle korkunç bir Sovyet yenilgisi ile sonuçlandı. Sovyetler tüm gücü ile yüklendi ise de, o zamanlar adı Leningrad olan eski başken Sen Petersburg civarındaki topraklarla, çok az bir arazi ile yetinmek zorunda kaldı.
Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını üniversitenin ilk yılında okumuştum ve hiç bir şey anlamamıştım. Tamamen ütopik bir ülke tanıtımıydı.  Atatürk'ün de bu küçük kitabı neden tavsiye ettiğini, hatta her harbiyelinin okumasını neden tavsiye ettiğini hiç anlamamıştım.
Çünkü çok toydum. Bu güz az kullanılsa da Türkçe de bu durumun tam adı toyluk,  insanın bazı şeyleri yaşamaması ve bu yüzden de bilmemesi durumu.
Casa Olayı - Nezih TavlaşKitap yayımlandığında henüz kış savaşı olmamıştı. Finliler henüz yoksul ve yeni bağımsız bir ülkeydi.

Kitapta inşaat ya da bayındırlıkla ilgili hiç bir şey yoktu. Normalde yeni bağımsızlık kazanan ülkeler ve yeni iktidar olan ideolojiler, büyük bayındırılık ve inşaat işlerine girip, ülkeyi devasa bir şantiyeye çevirirler.
Oysa ülkenin önce insana ihtiyacı vardır. Yoksa devasa ve işe yaramayan bir donanma sahibi Osmanlı gibi kalakalırsınız. Bir ordunun donanmadan evvel gemiciye, tanktan evvel tankçıya, toptan evvel topcuya ihtiyacı vardır.
Sirte körfezi krizi sırasında Libya'nın elinde Rus yapımı Mig-29, Amerikalıların elinde F-16 uçakları vardı ve o zamanlar Mig-29'lar, teknolojik olarak F-16'lardan ileriydi. Oysa F-16'lar Libya hava kuvvetlerini çabucak yenmiş, perişan etmişti.
Sorun sadece pilotların eğitimi değildi, ülkenin kültürü de buna dahildi. Libyalı pilot ilk defa 22 yaşında otomobile binip, 24 yaşında pilot olurken; Amerikalı pilot, daha çocukken, oyun olarak uçak kullanıyordu. Bizim atari dediğimiz video oyunları. 1950'li yıllarda moda olmuştu.
Mikoyan MiG-29 - WikiwandBizde ise insan faktörü, Atatürk'ten her uzaklaşmada daha da önemsizleşti. Maaşlar bir yana, saygınlık da düştü.

O işe yaramaz Hababam Sınıfı ve öğretmeni aşağılama üzerine bir okul kültürü kuruldu ve yüceldi.
Biz hep 1978-79 yıllarında  42 günde ya da mektupla öğretmen yapılanlardan konuşuyor. Oysa daha 1995-96 yıllarında 60 binden fazla eğitim bilimlerinden bihaber, çoğu ziraat mühendisi öğretmenler nesli geldi. Pek çoğu tarım bakanlığına geçse de, büyük çoğunluğu duruyor ve yaş haddinden emekli olamıyorlar.
Pek çok ziraat mühendisi sınıf öğretmenliği yaparken, sınıf öğretmenleri atama bekliyor.
Bu uygulama uzun süre devam etti.  Mesela teyzem (benden 2 yaş büyüktür), bankası kapatılınca, iki bin bir yılında, altı senelik bankacılıktan sonra öğretmen atandı. Sebebi de İşletme bölümünü İngilizce okumasıydı.
Şimdi de İngilizce öğretmenleri atama bekliyor.
Öğrencilerime öğretmenliği tavsiye edemiyorum.
Eğitim sistemimiz üzerine de bir şey düşünemiyorum zira bence eğitim sistemimiz, sistemsizliğin sistemi, hakiki bir anarşi.
Bakanlığımız o kadar yönetimsizdir ki, süreli üst yazılarda bile bakan yerine bürokratın birinini imzası yer alır.
LİBYA TEZKERESİ - Adaleti Savunanlar Derneği - ASDERMesela bir zamanların tebliğler dergisinde çoğunlukla bakanın adı yer almazdı, bakan adına müsteşar Bener Cordan'ın adı yer alırdı.
(Laf aramızda adından dolayı gayrı müslüm sanırdım, kendisi Trabzonlu'ymuş. Müsteşar yardımcılığı ve Müsteşarlığı ziraat mühendislerinin, işletmecilerin kolayca öğretmen olduğu yıllardır.)
Sonra dönüp öğretmenleri suçluyorlar. Hayatı Hababam Sınıfı edebiyatı yaparak geçmiş serseriler, öğretmenleri 24 Kasımlarda bile aşağılayan bürokratlar, ziraat mühendislerini, işletmecileri öğretmen yapan politikacılar, öğretmenleri suçuyor.
İnsana yatırım yapmayanlar da beton ile övünüyor. Şu günlerde bazılarının dev şehir hastaneleri ile övünmeleri gibi.
Dev inşaatlar bir ulus inşa edebilseydi, bunu Libya yapardı.

5 Nisan 2020 Pazar

EVLİLİK AŞKI, İKTİDAR DA İDEOOJİYİ ÖLDÜRÜR

Evlilik Aşkı İktidar Da İdeolojiyi Öldürür
Okulların virüs sebebiyle kapanmasına az kala, okulun pansiyonunda belletmen arkadaşlar oturmuş, konuşuyorduk.
Konu bir yerde gençler arasında sürat le yayılan Deizm, Ateiz, Tengricilik gibi akımlara geldi. 15 Temmuzdan sonra türbanlı sayısında ki dramatik azalmadan, 11. sınıflar ile 9. sınıflar arasında bile fark edilen değişimlere geldi konu.
Öğretmen arkadaşlardan biri,  dönemden memnun olmadığını söyledi. Baş örtüsünü kazandık ama çok şeyi kaybettik, dedi. Özellikle 15 Temmuzdan sonra gençliğin muhafazakarlıktan kaçışından, her geçen gün camiye gidenlerin azalmasından, sıradan insanların din ve muhafazakarlıktan sıkılmasından bahsetti. İktidarın ekonomik  ve toplumsal uygulamalarından da rahatsızdı.
Sonra da muhafazakar, taşra da kalmış kitlenin iktidar özleminden bahsetti. Bu kitlenin memur olamama,  akademisyen olamama sorunları kullanılarak kandırıldığını söyledi.
Sonra, keşke hiç iktidar olmasaydık,  ben özel sektörde gene paramı kazanırdım, dedi.
Dönüşen bir dünyada solun sorgulanması: Elveda Alyoşa
Aklıma Oya Baydar'ın Elveda Alyoşa adlı hikaye kitabının sonunda, Berlin Duvarının yıkılmasından üzüntü duyan ve intihar eden bir Alman'ın öyküsünü anlatır. Yıllardır ayrılan toplumun birleşmesinden bile rahatsızdır.
Kendisi komünist bir ailenin çocuğudur ve Nazi rejiminden çok çekmiştir. Nazi gençliği onu, komünistin  oğlu diye çok aşağılamıştır. Kızıl orduyu sevinçle beklemiştir.
Sosyalist doğu bloku ülkeleri, sadece Rus-Sovyet zoru ile kurulmamıştı. Bayağı bir imanlı sosyalist-komünist kitle barındırıyordu. Ekim devriminden sonra orta ve doğu Avrupa büyük çalkalanmalar yaşamış,  komünist ihtilallerin uçlarından dönülmüştü. Sonra faşist-milliyetçi iktidarlar ve Nazi hakimiyeti gelmişti.
Gerilla Tanya - Nadiye R. Çobanoğlu | Nadir Kitapİşte bütün bunların sonunda, özellikle işçi sınıfı arasında Sovyet askerlerini coşkuyla karşılayanlar vardı. Yıllardır özlemini duydukları iktidara kavuşmuşlardı. Herkesin Gerilla Tanya olarak tanıdığı Haydee Tamara Bunke Bider, Arjantin'de doğmuş, Alman Demokratik Cumhuriyetinde yetişmiş, Che ile Doğu Almanya seyahati sırasında tanışmıştı. Babası Nazilerden kaçmış ve Sovyet rejimi kurulunca heyecanla  Doğu Almanya'ya dönmüştü. Kendisi de romantikçe devrim heyecanına kapılmıştı. Bolivya'da Che le beraber ölenler arasındaki tek kadındı.

Oysa yıllar içinde bütün bu sosyalist-komünist eğitime rağmen, pek çok politeknik okullara rağmen onlarca genç pek çok sağcı, kapitalist yetişiyordu. Gençler  yasak radyolardan batı radyoları çalıyor, Doğu Alman, Almanca yarışmalarının ödülü bile İngiliz grupların şarkıları oluyordu.
Bu kadar imam hatip,  din dersi ve benzeri propagandaya rağmen Ateist-Deist yetişen gençler,  sosyal medyayı saran Atatürkçü akımlar da bu durumun benzeridir.
Bazı gençlerin Atatürkçü olmadıkları halde Atatürk tişörtleri, hatta dövmeleriyle dolaştıklarını öğrendiğimde küçük çaplı bir şok yaşamıştım. Meğer sebebi kız  arkadaş edinmekmiş.
Gezi günlerinde bazı AKP trollerinin Atatürkçü görünüp, kız tavladığı ve yatağa attığı yalanları pek çok Akpli erkeğii böyle iki yüzlü yaşam tarzına itmiş. 
Benzeri iki yüzlülüğü Akp'li, sağcı-muhafazakar kızlarda da görüyoruz. Burada ise sebep biraz farklı. Kadın cinayeti işleyenlerin tamamına yakınında bir muhafazakarlık ve erkek egemen sağcı ideolojileri sahiplenmek var. 
Şimdi pek çok ebeveyn çocuklarına, Elveda Lenin filmindeki annenin oğluna baktığı gibi bakıyor. 
Stasi - Simple English Wikipedia, the free encyclopediaFilmde, inançlı bir sosyalist olan anne, oğlunu iktidar karşıtı bir gösteride görünce bayılıyor, ardından 
komaya giriyor ve komada olduğu 8 ay içinde Berlin duvarı yıkılıp, Doğu Almanya tarihe karışıyordu. 
Sonra annenin ömrünün az kaldığını öğrenen çocukları ondan Doğu Almanya'nın yıkılışını saklıyorlardı. Batı Alman ürünlerini doğunun kutularına koyuyor, sahte televizyon programları falan yapıyordu.
Almanya'da komünist ideallerin dışında bir yaşam vardı. 1945-50 arası doğan çocukların yaklaşık üçte birinin babası Rus askeriydi. (Ruslar bunu ta Çar Korkunç İvan'dan beri, bir çeşit cezalandırma olarak kullanıyormuş. En son Bosna savaşında Sırplar da böyle bir uygulama yapmıştı.)
Ülke, inanılmaz bir polis devletiydi. KGB'den sonra komünist Varşova paktının en büyük ikinci istihbarat örgütü de her ne kadar Batı Almanya'da yakalanan  ajanları ile ünlü de olsa, asıl işi halkı kontrol etmekti. Yüz binlerce insan hakkında  çok  ayrıntılı bilgiler toplanmış, o zamanın teknolojisi gereği metreler, hatta kilometrelerce film, milyonlarca kaset, rejim yıkılınca, imha çabalarına rağmen ortaya çıktı.
Elveda Lenin filminde olduğu gibi özellikle gençler, anne-babaları sıkı komünist ya da üst düzey olsa da sloganları dinlemiyor, ütopyalara kanmıyor, vaatlere inanmıyordu.
Vaatler muhalefetteyken işe yarar, benzeri şekilde de sevgili iken vaat edilir, hayal kurulur.
Evlenince ya da iktidara gelince icraat beklenir. Sevgiliniz artık parfüm-deodorant değil,  yağ-ter kokmaya. başlar. Muhalefet lideriyken şiir okumanız karizmatik bir şeydir. İktidardaysanız bu bir saçmalıktır.
Ütopya hiçbir yer olmayan o iyi yerİdeolojinin-partinin iktidar olacağı anlaşıldığı ve ilk iktidar yılları da, evliliğin ilk yıllarına benzer. Yeni evlilerin kurdeleli çay kaşıkları ve canım cicim aylarına benzeyen ilk yılları olur. Partinin giderek artan sempatizanları, devlet için fedakarca çalışır ve bir çok yeni projeye imza atar.
Sonra sıkıntılar başlar. O yakışıklı genç, alında asgari ücretli bir işçidir,  o taş gibi güzel kız, yemek yapmaktan bir haberdir vs vs..
Bir söz vardır; kavuşamazsan aşk olur,kavuşursan b.k olur diye. Gerçek ölümsüz aşklar, kavuşulamayan aşklardır.
İktidara gelince yapamadığınız icraatlar yüzünden romantizme sarılır, halen muhalefeti ve dış güçleri suçlarsanız, onca propagandaya rağmen gençliği kaybedersiniz.


29 Mart 2020 Pazar

REKLAM TİPİ SOSYAL YARDIM VE MESAJ İLE KORONAYLA MÜCADELE

Senaryo Yazmak — Film Çekmek Üzerine - Murat Çınar - Medium
Bir internet kullanıcısı olarak reklam engelleyici kullanmamakta ısrar ediyorum Sebebi de  genelde bilgisayarları yavaşlatması.
Gene de öyle bir çağdayız ki, reklamdan kaçamıyorsunuz. En azından yemek yediğiniz lokanta ya da şehirler arası, hatta şehir içi otobüslerde bile reklamlara denk geliyorsunuz.
Son bir kaç yıldır bankalar ile bazı yabancı markalar ve bazı bankalar, ürünlerini tanıtmak yerine sosyal sorumluluk projelerinin reklamını yapmakla meşguller.
Santa Klaus bears gifts stock illustration. Illustration of ...
Bu reklamlar, birbirlerine çok benziyorlar. Genelde bir güneş doğumu sahnesi ile başlıyor reklam. Sonra seyrek tuşa basılan bir piyano sesi ve Anadolu yollarında bir kamyon veya otobüs. Sonra genizden gelen Can Dündar belgesel seslendirmesine benzeyen buğulu ve hafif hırıltılı erkek sesi kampanyayı anlatıyor. Otobüs ya da kamyon,  köye ulaşıyor, neşeyle karşılaşıyorlar falan filan.
Bir kampanya yaklaşık bir buçuk yıl sürüyor ve beş bin civarı kişiye-aileye falan ulaşıyorlar.
Ben bu kampanyalara Sabancı tipi kampanyalar diyorum. Zira Sakıp Sabancı, böyle yarım kampanyaların, iyi reklamla ürünlerin satışını da arttırdığını. Türkiye'de ilk fark eden  sanayiciydi.
Sabancı, yardım kampanyasının tanıtımına, yardım kampanyasının dağıtacağı yardımlardan daha çok para harcardı.
Çağdaş Yaşamı Destekleme derneği ile AHBAP bile bu dev şirketlerin kampanyalarından çok daha fazla insana ulaşıyor.
Şu günlerde ise anlı şanlı pek çok vakfın sesini bie duymuyoruz.
Şu karantina günlerinde ise,

Bir de bu reklamlarda bir memleket duygusallığı, sen bu ülkeyi nasıl terk edersin, kal, bize ucuz işçi ol ağlaklığı var. Sen bu ülkenin beynine bir gelecek vermiyorsan, sadece duygusal sloganlarla bu işi sağlayamazsın. Türk işvereni her krizde işten işçi çıkarma, ücretsiz izne çıkarma,  hep daha ucuza çalıştırma alışkanlığını bırakmadıkça, bu ucuz duygusal reklamlara daha çok bel bağlayacaktır.
Hep söylenir ya birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan şu günlerde diye başlayan malum cümleler; tam da öyle günlerdeyiz. Pek çok insan işini kaybetmiş hastalık kime bulaşır, kimi öldürür belli değil.
İşin acısı işsiz ve yoksulluk çekenler, zenginlerimizin zerre umurunda değil. Bence Noel Babaya olan nefretin sebebi adının  Hristiyanlıkla alınması değil, yoksullara servetini dağıtmasıdır.
Türk halkının Noel Bana diye bildiği Santa Klaus, tarihsel belgelere göre aslında bir pagandı  ve kendisini kilise de pek sevmez.
Haluk Levent Yardım Vakfı iletişim numarası kaçtır? AHBAP Derneği ...
Bir başka sorunumuz da insanları evde tutmak. Çalışmak zorunda kalanları anlayabiliyorum.
Lakin halkımızda, hele de yaşlılarında ne biçim bir sosyalleşme arzusu varmış, eve zor zapt ediyoruz.
 Yapılması gereken sokağa çıkma yasağı ilan etmek. Bunu yapamıyor çünkü bunu yapması için halka ciddi yardımlar yapması gerek, Devletin yapması gereken ise, olağan üstü hal ilan edip, sokağa çıkma yasağı uygulamak. Oysa yapamıyor. Yaparsa elektrik, su, kira gibi giderlere yardım etmesi, pek çok özel sektör kurumunu, özellikle de hastaneleri, kamulaştırması gerek.  Devletimizin 30 mart
Onun yerine sürekli bir evde kal çağrısı. Bir de daha sinir bozucu olarak, bir sürü ünlü, lüks kelimesinin bile az kalacağı devasa evlerinden çekim yapıp, evde kal diyorlar.
Hayat eve sığarmış. O eve iki tane okul bile sığar. Evin salonu, çalıştığım devlet lisesinin spor salonundan büyük. Evindeki spor ekipmanları çoğu spor lisesinde yoktur.
Şimdi bir zamanlar devletin kamu spotlarında bile görünmemiş tiplerden evde kal videoları;  zorla anlı yayın açıp, bitmeden bıkkınlık emareleri göstermeleri falan filan.
Zaten Umut Sarıkaya'nın meşhur karikatüründeki gibi insanlara mesaj veren ünlüleri hiç sevmem. Karantinadaki doktorların maaşının kesildiği ortamda, zenginliklerini  bağışlarla falan göstersinler. 

27 Mart 2020 Cuma

BÜYÜK BÖLÜNMÜŞLÜĞÜMÜZ VE HASAN AL TOPTAŞ

Büyük Bölünmüşlüğümüz ve Hasan Ali Toptaş
Geçenlerde kendim gibi bir bloger arkadaşın (Taylan Kara)  facebook paylaşımında bloguna (https://www.taylankara.com )rast gelince bu yazıyı yazmaya karar verdim.
O yazıya kadar dikkatimi çekmemişti ama gerçekten de şu günlerde yasak olan bir şey var, Hasan Al Toptaş'ı yermek, hatta eleştirmek. En radikal sağ, en radikal sol, en orta yolcular, en ateistler, en dindarlar bile edebiyat yorumlarında Hasan Ali Toptaş'ı övüyor.
Kendisi emekli bir memur olarak, güzel kitaplar yazıyor. Forbes dergisine göre Türkiye'nin en çok kazanan 12. yazarı.
Kendisinin beğenmediğim tek tarafı, ben emekli memur değil, bir entelim havasında çok tuhaf cümleler kurması. Mesela şu cümleler onun kitaplarından çıkma:
“Boyunlarında lastik sapan taşıyan düşsel çocukların ıslıklarına yakalanmış ölü bir kuşluk vakti, balkonda oturuyorduk.”
“Belki de, atış menzilinin ötesinde düşler kuran ve arkadaşlarıyla değil de düşleriyle birlikte yürüyen trompetçi bir askerin kirpik kırpımıydı zaman.”
Attila İlhan kimdir? Aramızdan ayrılalı 13 yıl oldu... - YAŞAM ...
“Evimiz tıpkı bir şarkı gibi, içindeki eşyalarla birlikte püfür püfür dalgalanıyordu o böyle yapınca. Hatta, çeşitli zangırtılardan oluşan, her yanı rengârenk halılarla kaplı acayip bir kuş suretine bürünerek hızla havalanıyordu da, çok uzaklara gidip bir an için bilinmeyen âlemlerde geziniyordu sanki.
Bunlar gibi pek çok cümle, özellikle yeni kitaplarını anlaşılmaz kılıyor.
Asıl konumuz Hasan Ali Toptaş değil.
Eskiden Hasan Ali Toptaş gibi pek çok ortak değerimiz vardı. Kamuoyunda herkes tarafından bilinir, izlenir ve takip edilirdi.

Atilla İlhan, Türkiye'de Troçkizm'in tek neferi gibiydi. Siyasi görüşleri hem sağda, hem de solda hafiften alay konusuydu.
Gene de en sağdan en sola şiirleri beğenilir, kitapları kapışılırdı.
Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu gibi şairlere solcular da övgü düzerdi.  Bazı değerler o kadar ortaktı ki, kimse pek aleyhinekonuşmazdı.
Edebiyatta sadece Hasan Ali Totaş kaldı. Siyasi bir tavrı yok ya da belli değil. Emekli memur, oturmuş romanlarını, hikayelerini yazıyor.
Oysa müzik ve sinema sektöründe hiç kalmadı böyle kişiler. En son Müslüm Gürses vardı, 2013 de o da aramızdan ayrıldı.
Müslüm Gürses 7. ölüm yıl dönümünde anılıyor! Müslüm Gürses'in ...
Çünkü müzik dünyasında belediye ve üniversite konserleri taraf olup olmadığınızı çabucak belli ediyor. İktidar lehine beyanat vermeyene bu konserler büyük ölçüde kapalı. Televizyon dizileri ise sinema ve televizyon dünyasının tarafını göstermeye yarıyor. Kanalların çoğunun tarafı belli ve taraf değilsen bertarafsın. Pek çok ünlüyü  bu yüzden uzun zamandır dizilerde göremiyoruz.
Oysa eskiden müzik ve film zevkine tarafgirlik o kadar girmezdi.
Oysa şimdi neredeyse ölülerle kavga edeceğiz. Rahmetli Barış Manço ile Cem Karaca'nın ölmeye yakın zamanlarında Fetö grubuna yakınlıkları çok konuşuluyor.
Pek çok kişi de yeniden taraf olma arayışında. Orhan Pamuk Ot dergisinde yazmaya başlamış. Malum, kendisi yetmez amacılardandı. Sonra o ama, vaktiyle telefonda tebrik ettiğini unutum, teröriste ödül verdiler dedi.

Pamuk'da bir ara ulusal ortak değerdi. Ama o Nobel aldı sözleri ortalıkta dolaşıyordu. Aziz Sancar'ın Nobel ödülünden sonra gözden düştü.
ÖKÜZ - AYLIK KÜLTÜR-FİZİK DERGİSİ / MART 1997 - SAYI: 34 - Can ...
Benim Ot'da yazmasına şaşırmamın nedeni Pamuk'un Ot, Kafa, Bavul ve benzeri dergilerin ilk öncüsü Öküz dergisini zamanında küçümsemesi ve Öküz gibi pek çok dergiyi çıkaran Lemancılarla arası çok da iyi değildi yanılmıyorsam. Gerçi muhafazakarlar üstünü çizdikten sonra, Atatürkçüleri ve Sosyal Demokratları da küstürmüş iken, Nobel'in havası da sönmüşken, bir şeyler yapması gerekti. Yurt dışı satışları da. Türk halkını etkileme gücüne bağlı.
Benzer bir durum Amerika'da yaşayan iki iktisat profesörümüz içinde geçerli. Daron Acemoğlu ve Arman Kırım;  A.B.D'deki akademik koltuklarından Türkiye'ye öğütler verir, özelleştirme ve liberalleşmeyi savunup, durulardı. Makaleleri ve kitapları çok okunur ve çok satılırdı. O zamanlar televizyon kanallarında iktisat profesörleri krizden nasıl çıkarız öğütleri şovu yapardı. Şimdi ise kriz var demek bir terör suçu ve ekranlar ilahiyatçı olmayan profesörler çıkamıyor.
Bu ikili sosyal medyada sık sık Nobel Ekonomi ödülüne adaylarıymış gibi tanıtılır. Ancak dediğim gibi Sancar sayesinde Nobel'in de havası söndü.
Onlar da bir zamanlar hor gördükleri laik, kemalist rejime yönelmişler. Cumhuriyet ve Birgün gazetesinde  Acemoğlu'nun reklamı vardı ve köşe yazarları Acemoğlu'nun tanıtımını yapıyordu. Oha dedim, Cumhuriyet gazetesi bari eski yazı işleri müdürü Hasan Cemal'in kitaplarını tanıtsın. (Kimse kızmasın, Kendimi Yazdım ne kadar çok satmıştı. Oysa gençler arasında adını bilen yok.
Acemoğlu'nun Platin denen ve doksanlı ve iki binli yılların onlarca borsa-ekonomi dergilerinden biri için yazdığı Türkiye Nasıl Zenginleşir kitabını okumuştum.  İki binlerin ortalarındaki bir borsa spekülasyonu operasyonunda bazı dergilerin, küçük yatırımcı denen borsa meraklılarını yönlendirmek için bu dergilerin kullanıldığı ortaya çıkmış, zamanla da birer-ikişer kapanmışlardı.
Bu kitapta da Türkiye'nin fason imalat merkezi olmasını öğütlüyordu. Kitap, sürekli aynı şeyleri tekrar ediyor, Türkiye'nin fason imalat merkezi olması gerekliliğini anlatıp, yeni nesil tedarikçiler olalım diyordu sürekli. Bir de Milton Freidman'ın Dünya Düzdür kitabını okumamızı öğütlüyor.
Merak ediyorum, hadi Orhan Pamuk yazar ve para kazanmasının yolu kitaplarını satmak. Peki bu profesörlere ne oluyor? O meşhur üniversitelerinden yeterince maaş almıyorlar mı?
Yoksa tüm dertleri ilgi mi?
Sözcü yazarı: Aziz Sancar Şehir Üniversitesi'nden istifa etti ...
Yoksa Amerika'daki tüm bu iktisat, siyaset bilimi, sosyoloji ve benzeri branştaki profesörlerin asıl görevi,  çalıştıkları üniversitelerin adını kullanıp, Türk toplumunu etkilemek  mi? Yoksa Arman Kırım'ın, Daron Acemoğlu'nun ne işi olur, ulusalcı Cumhuriyet ve solcu Birgün gazeteleriyle?
Sonuç ne olursa olsun bu kamplaşmış ve bölünmüşlüğümüzde bir tek Hasan Ali Toptaş ulusal bir değer olarak öylece duruyor.


23 Mart 2020 Pazartesi

AIDS HASTALIĞININ YAYILMASININ TOPLUMSAL TARİHÇESİ

Aids Hastalığının Yayılmasının Toplumsal Tarihçesi
Hazır gündemde salgın hastalıklar var, ben de salgınlarla ilgili bir yazı yazayım dedim.
Herkes pandemik denilince, epidemiyolji ya da salgın denilince SARS, MERS, İspanyol gribi, veba gibi.
Bence AIDS 'in yayılışını incelemek de bize bir şeyler öğretebilir. Hastalık ilk defa 1978'de San Fransisko'da dört homoseksüelin vücudunda görülmüş. Ben 1974 doğumlu biri olarak seksenli yıllardan itibaren yayılımını kendi anılarımdan anlatacağım.
Bu sebeple yanılmalarım için özür dilerim. Her ne kadar Google amcadan ve internetten yardım alacaksam da, bu yazı çok da kronojik doğruluğu olan bir yazı olmayacak.
murti aıds ile ilgili görsel sonucuSeksenlerde bu hastalığa yakalananların çoğu homoseksüel erkeklerdi ve hatta yanılmıyorsam ilk çıktığında da adı homoseksüel kanseriydi.Hatta
Arkadan
İlişkinin
Doğurduğu
Sonuç
diye aptal aptal şakalar yapılıyordu. Hastalık hakkında pek az şey biliniyordu. Pek çok kişi virüsün sadece homoseksüelleri öldürdüğünü, bazıları da kuluçka süresinin 15 yıl olduğunu falan söylüyordu. Dört yılda da öldürüyor, 19-20 daha yaşarız falan deniliyordu.
Sonra işin öyle olmadığı, hastalığın sadece homoseksüelleri değil, tüm insanları etkilediği, kuluçka süresinin yalnızca iki hafta olduğu anlaşıldı.

Gene de uzun süre San Fransisko'dan Türkiye'ye kolay kolay gelmez dendi. Sonra da geldi. Bilinen ilk AIDS'li Türk, medyanın Murti dediği Murtaza Engin'di. Bir süre medyanın ilgisiyle boğuldu. Tek özelliği hastalığı olarak medyada sürekli konu edildi.
Kendisi Türkiye'nin ilk medya maymunlarından biri oldu. İlk önce hemen her habere konu edildi, ardından da tecrit ve dışlanmışlık yaşandı.
1992'de kimsesizce gömüldü. Tıbbi tulum giymiş gassal tarafından yıkanıp, kireç dolu bir mezara kondu.
rock hudson ile ilgili görsel sonucuBu arada Amerika'dan başlayıp,  bu hastalığa yakalanan ünlülerin haberi de geliyordu. İlk AIDS'den ölen  ünlü, Holivud oyuncusu Rock Hudson'dı. Bu yıllarda Hudson dahil ünlüler, hastalıkları ile beraber, homoseksüel olmaları da belli oluyordu.

Sonra daha fazla homoseksüle olmayan ve erkek olmayan AIDS hastasına rastlandı. Derken bu hastalığın sadece cinsel ilişkiyle veya öpüşmeyle yayılmadığı anlaşıldı. Kan nakli ve eroin müptelalarını ortak enjektör kullanımı, cinsel ilişkiden sonra en yaygın AIDS yayılma yollarıydı.
AIDS'in yayılmasından sonra, 10'ar dakika kaynatılarak, tekrar tekrar kullanılan cam enjektörler kullanımdan kalktı, tek kullanımlık enjektörler yaygınlaştı. Sonra hastaneler ve sağlık kuruluşları, bu enjektörleri ve iğnelerin (özellikle iğnelerini) güvenle çöpe atacak sistemler geliştirdiler.
Sonra AIDS ile ilgili başka hijyen sorunları da belirdi. Dişçilik, manikür-pedikür  ve dövme aletlerinden de yayıldığı anlaşıldı. Bu işlerde hijyen daha ciddiye alındı. Mesela dövmecilikte sadece iğne değil, dövme mürekkebinin tüpünün de değiştirilmesi gerektiği anlaşıldı.
Bu yüzden halen Kızılay ve diğer kan alım merkezleri, dövme yapalı 1 yıldan uzun zaman geçmemişse, kanınızı almaz. Ben 2000 yılında askerken, üzerinde dövme olan askerler, karargaha, komandoya ve jandarmaya alınmazdı. Şu zamanda bunu yaparlar mı bilemiyorum, zira artık pek çok kimsede dövme var. O zamanlar Türkiye'de dövmeli insan azdı.
Gene de bu hastalığa karşı en etkili yöntem olan prezervatif, uzun süre kabul görmedi. Et ete değecek esprileri bir ara gırla gitti. Oysa AIDS, Frengi ve Hepatit C, giderek daha fazla can alıyor ve hayat karartıyordu.
Derken bir reklamdaki slogan, prezervatif kullanmanın sloganı haline geldi: Şapkasız çıkmam abi!
AIDS'in bazı beklendik ve beklenmedik sonuçları oldu. Afrika'da nüfus artışının azalmasına, hatta yer yer nüfusun azalmasına sebep olurken; Avrupa'da nüfusun artmasına sebep oldu.
Çünkü Avrupa gençliği arasında 1960'larda başlayan özgür seks ve bekar yaşama modası, yerini tek eşliliğe ve evliliğe bıraktı
aıds aşısı ile ilgili görsel sonucu
Öte yandan homoseksüel hakları, LGBT onur yürüyüşleri ve elliden fazla ülkenin homoseksüel evliliği onaylaması gibi gelişmelerde de AIDS'in etkisi oldu. Zira artık homoseksüellik, çok da saklanamaz bir şey oldu. Bu da onlarda grup bilinci ve mücadele arzusunu arttırdı.
Son olarak da yıllarca AIDS'in aşısı çıkacak, kesin tedavisi yakın dedikoduları uzun yıllar sosyal medyada ve yazılı-görsel basında dolaştı.

Sonuçta da elde AIDS'lin hayatını uzatan pahalı ilaçlar çıktı. Pek çok ünlü AIDS hastası ölemiyor. Pek çok fakir AIDS hastası, bu ilaçların parasını denkleştirme uğruna illegal işler yapıyor.
Bu koronavirüs'ün aşısı çıkacak dedikodularına da bu yüzden pek inanmıyorum.