3 Şubat 2022 Perşembe

LİNÇ EDİLEN DÜRÜST GAZETECİ FALİH RIFKI ATAY



 Falih Rıfkı Atay hakkında yazı yazmama sebep olan Lui Ramber adlı bir İsviçrelinin, Gizli Notlar adı altında yayımlanmış anıları oldu. Bu şahıs, Abdülhamit döneminde tütün rejisinde üst düzey yönetici. Osmanlı devleti sürekli tütün rejisinden para istemedi, rejinin sorumluluğundaki tütün alanları ve tütün alım-satım merkezleri ve depoları denetlemek ve bazı sorunları halletmek adına da o dönemin Osmanlı ülkesini bol bol gezmiş, şirketinin çıkarları için Osmanlı yönetimiyle bol bol mücadele etmiş, yani ülkeyi çok iyi tanıyan birisi.

Ramber'in her satırı bana Falih Rıfkı Atay'ı ve Şevket Süreyya Aydemir'in yazdıklarını hatırlattı; bir de Reşat Nuri Güntekin'in hikaye ve romanlarını. Ramber'in anlattıkları ise daha dehşet. Mesela efeler, tütün postasını soyuyor, peşlerine devletin jandarması düşüyor. Jandarma yüzbaşısı, efe çetesinin reisinin kardeşi ve çetenin kaçmasını sağlıyor. Devlet, memurlarına pek çok kere maaş veremiyor ama devlet hanedan üyeleri için yeni saraylar ve köşkler yapacak parayı hemen buluyor. Memurlar da bazen aylarca dairelerine uğramıyor, arada maaş verileceğini duyunca dairelerine uğruyor.

Benzer olayları Falih Rıfkı Atay, Aydemir ve Güntekin'de anlatıyor ama genelde linç edilen Falih Rıfkı oluyor. Zira kendisi Birinci Dünya Savaşı sırasında, İttihat ve Terakki'nin üçüncü en güçlü (Enver ve Talat'tan sonra) üçüncü  paşası olan Talat paşanın katipliğini yapıyor. Hiç istemediği halde, Talat Paşanın adamı lakabını kazanıyor. Kurtuluş savaşı sırasında, Atatürk'ün emri ile İstanbul'da kalıp, Ankara hükümetinin sesi oluyor ve bu uğurda Nemrut Mustafa Divanında idam istemi ile yargılanıyor. Sonra gene Atatürk'ün emri ile Ankara'ya geliyor.

Cumhuriyetin ilk yılları anlatılırken, hemen her cepheden ilk alay edilen ya da eleştirilen Falih Rıfkı Atay olunur. O, bu eleştirilere ezelinden beri alışıktır. Cephede Cemal Paşanın adamı, Kurtuluş Savaşından sonra Cumhuriyetin prenslerinden olmuştur.

Diğer yandan da q harfinin Türkçeye girmesine engel olması ile alay edilir. Kendisi harf devriminde q harfinin alınmayışını kendi ısrarı ve imzasını küçük harflerle atan Atatürk'ün bu harfin küçük halini beğenmemesine bağlar. 

Oysa bunun sebebi Türk harf devriminin ses açısından muhafazakar olması, Türkçeye yabancı sesler alınmasına engel olma çabasında olmasıdır. W ve x harfleri de bu yüzden kabul görmemiştir. Sürekli kıyaslanan Japonlar ise, 1863'de daha büyük bir harf devrimi yapmış, beş bin civarı karakteri sadeleştirmenin yanında, sayı sistemini değiştirip, yabancı sesler için alfabeye yeni şekiller eklemiştir. Üstelik bunu Türkiye gibi okuma-yazma oranın en iyimser açıdan %10, kadınlarda %1 civarındayken değil, erkekler arasında en kötü ihtimalle % 40 üzeri okuma-yazma varken yaptı.

Falih Rıfkı Atay ise, kendisine yapılan bu saldırı ve alaylara  rağmen, dürüst gazeteciliği ve tarihi dosdoğru anlatan anılarıyla,  kitapları ile kütüphanelerdeki yerini aldı.

1 Şubat 2022 Salı

BAZI OKUMAYIN TAVSİYLERİ 1.YALANCILAR (OKUR OLARAK HAYALKIRIKLIKLARIM)

 


Bibliyofil de denecek kadar bir kitap kurdu birisi olarak bu seferde okumama tavsiyesi yazmaya karar verdim. Bunun içinde hedef olarak birileri tarafından çok  övülen ve hatta bazıları okullara adı verilen yazarları hedef aldım. Sıradan, tanınmamış yazarları okuma demek kolaydır ve bence bir yerde de gereksizdir. Üstelik de böylesi yazar ve kitapların dikkat çekmesine sebep olursunuz. Ünlü yazarları ise neden okunmamasını istediğinizi açıkça yazmanız gerekir. Ben de belli başlılarını, sebepleri ile sınıflandırıp, yazdım.

1)Yalan Dolan olanlar. Ünlü yazarlarca yazılmış da olsa, yalan içeriklerle dolu olanlar. Bunların da ciddi bilimsel kaynak diye gösterilenleri.



Cemil Meriç: Kendisi, Japonların her okuduğunuza inanacaksanız, hiç okumayın daha iyi atasözüne örnektir. Zamanında solcu olmuştur ama solculuğunda yazdığı tek yazı yoktur. Üniversitede hocalardan birisi,  kendisinin beni sol okudu sağ anlamadı dediğini veya yazdığını söylemişti. Ben beş ya da altı kitabını okudum, böyle bir sözüne rastlamadım. Kitaplarını sağcı gençlik için yazmış. Fransız olanlar başta olmak üzere, Rönesans ve Aydınlanma dönemi Avrupalı filozofları karalamakla uğraşıyor. Doğrusu hiç birinin aslı-astarı  yoktur.

Sosyoloji notları, açık ara en kötü kitabıdır. Kendisinin sosyolog olma ya da bu alanda eğitim alma gibi bir özelliği yok. İstanbul üniversitesine Fransızca öğretmeni olarak çalışıyor o zamanlar. Fransızca bilme sebebi de, Fransız mandasındaki Hatay'da doğup, büyümüş olması. Profesörün biri gitmek istemediği Fransızca sosyoloji dersini buna veriyor. Ders dediğim de, lise kafasında verilen bir ders. Kendisi de, kitabı bir kenara bırakıp, kafasına göre bir şeyler anlatıyor.  



Profesör Bahaeddin Ögel (Türk Kültür Tarihine Giriş): Ben Profesörümüzün sadece bu kitabını okudum ama her biri yaklaşık beş yüz sayfalık on cildini (gençtim ve aptaldım) okudum. Kitabın önemli bir kısmını resimler oluşturuyor. Özellikle orta Asya-Sibirya ile ilgili bir sürü fantezisini de kitabına (kitaplarına) aktarmış. En akılda kalanı kımız ile ilgili. Kımızın içine şarap katarak alkollendiğini (süt, mayalanma sonucu alkoleniyor), kımızın ciddi ciddi ilaç olduğunu, Rusya'da kımız tedavisi yapan bir sürü sağlık kurumu olduğunu söylemiş. Bu dedikodusunun sebebi de tahminim Cengiz Aytmatov'un Gün Uzar Yüzyıl Olur romanındaki karakterin kendisini kımızla tedavi etmesi.



Ziya Gökalp (Türk Kültürü) : Kendisi de Bahaeddin Ögel gibi Orta Asya-Sibirya kültürü ile ilgili olarak atıp-tutmuş. Rus antropologların eserlerini, ya Fransızca üzerince çevirerek, ya da çevirterek edindiği bilgilere, pek çok kendinden şey katmış Orta Asya- Sibirya Türkleri ile ilgili pek çok şeyi de kendisi uydurmuştur.



Cahit Zarifoğlu (Düzyazıları): Böyle anlı-şanlı ve hatta efsanevi bir şair ile ilgili, böyle şeyler duymak, biraz garip gelebilir. Düzyazıları ise, Avrupa hakkında bir sürü yalan yanlış bilgi içeriyor ki, bu gün kamuoyunca çok popüler. Avrupalılarda cinsel ahlakının düşük olduğu ya da İsveç başta olmak üzere kuzey ülkelerinde intihar oranlarının yüksek olduğu gibi ülkemizde çok popüler yanlış bilgilerin kaynağı da Zarifoğlu. İsveç ya da her hangi bir zengin     Avrupa ülkesi, intihar oranlarında ilk ellide bile değil. Sadece İsveç ve İskandinav ülkeleri, uzun kış gecelerinde intihar oranları yüksek olunca, ışık ile depresyon arasında ilişki kurmuş ve ışık tedavisini icat etmişler.

Benim asıl kızdığım, Avrupa'nın aile yapısını kötülemesi ve buna ispat olarak uzun süre Avrupalıların evinde misafirliğini anlatması. Benim bildiğim misafir ağırlamanın adabı kadar, misafir olmanın da adabı vardır. Misafirlik, beleş otel değildir, arada eve ufak-tefek bir şeyler getirirsin ki, hediye olsun. Girerken, çıkarken, uyurken vesaire işlerinde ev halkını rahatsız etmezsin.  En önemlisi de, ev sahipleri hakkında ileri-geri konuşmaz,  dedikodusu yapılmaz. Kendisi İslam-Doğu ülkelerini, Avrupa'da olduğu gibi oto stop ile gezebilmiş, ailelerin evinde kalabilmiş mi de, Avrupa medeniyetine laf atıyor.

29 Ocak 2022 Cumartesi

İHTİYARLAR DİKTATÖRLÜĞÜ

 


İHTİYARLAR DİKTATÖRLÜĞÜ

 

Dünya ne zaman durur

Bir kereden bir şey olmadığı zaman

Kırık kol ne zaman kaynamaz

Yen içinde kaldığı zaman

 

Her sorunun bir cevabı vardır

Bazıları doğru bazıları yanlış

Umut kalmamışsa doğru yoktu

Çünkü kesin olmayan her cevap yanlıştır

Bazen umutsuzluk bile yoktur

 

Siz mendeburlar, ahlak tüccarı ahlaksızlar

Sizin için nedir gençlik?

Yeni şeyler öğrenilecek dönem mi?

Mutlu olunması gereken bir çağ mı?

Dünyanın keşfedilme zamanı mı?

Ya da bir tehlike

Atlatılması gereken

 

Siz ahlak tüccarı ahlaksızlar

Sizin göre bir genç ne yapmalı

Eğitim-öğretime mi devam etmeli

Çalışıp para mı kazanmalı?

Ya da sizden uzaklaşmasın,

Yeni şeyler keşfetmesin de

Ne olursa olsun

 

Siz bunak ihtiyarlar, siz hep haklısınız

Hep gençler hatalı, siz doğrusunuz

Her şeyi biliyorsunuz

Öyleye şunu da bilin

Bir genç ne zaman intihar eder

İçindeki şarkı bittiği zaman

 

28 Ocak 2022 Cuma

ALKIŞLARLAYAŞIYORUM.COM'UN KAPANMASI

 


Uzun yıllar, gençlerin trollük dediği aktif üyeliğini yaptığım alkislarlayasiyorum.com sitesi 23 temmuz 2020 tarihinde kapandı. Bu site ile ilgili olarak yazı yazmak için aradan biraz zaman geçmesini bekledim. Sonra başka şeyler yazım falan derken, bayağı da geç oldu.  Sitenin internetteki izleri yavaş yavaş siliniyor. Ben de artık kendimi vefasız ve suçlu biri gibi hissetmeye başladım ve bu yazıyı yazmaya karar verdim. Konu da bir internet sitesi nasıl işletilmez ve batırılır olacak. Geleneksel öğretmen alışkanlığı ile, maddeler halinde de yazıyorum.

1)Berbat tasarım ve diğer içerikleri önemsizleştirme:  Fatih Aker ya da Mesut Bahtiyar, bu berbat ötesi tasarımı yabancı bir siteden araklamış ve üzerine hiç bir şey eklememiş. Böylece site video ve diğer şeyler sitesi haline geldi. Sloganı da biz asla best of youtube olmayacağızdı ama daha beteri oldu. İlk yıllarda siteyi googleladığınızda ilk önce oyun, yani atari  (oyun)bölümü çıkıyordu, ilk kapanan bölüm de o oldu. Şipşak ya da yazıyorum bölümleri de, onedio.com gibi siteye üye çekebilirdi ama sadece video ve azıcık da ses bölümüne yatırım yapıldı.

2)Kötü ötesi mobil uygulama: İnternet dünyası giderek mobil uygulamalara yönelirken, bu sitede ses ve video hariç diğer içeriklerine cepten-tabletten giremiyordun. Oysa içerdiği onlarca basit oyun cepten-tabletten oynanabilseydi, genç insanlar üzerinde bağımlılık yapabilirdi. Videolar için de çoğu kez cepten yorum yapmak ya da bağır-çağır denen sohbet odacığına yazı yazamıyordun. Çoğu kez cepten videolar da açılmıyordu.

Bir de sitenin cep uygulaması her zaman telefonu ağırlaştırıyor ve sorun yaratıyordu. Hatta benim telefonum bir kaç kere uygulamayı kendiliğinden sildi. O zamanlar 

3)Personel azaltma: Nokta yayımcılığın en büyük hatası, siteyi sadece üç adminle yönetmeye kalkması, diğer adminlerin işlerine son vermesi, kurnaz esnaf-kobi sahibi mantığı ile iş yapmaya kalkmasıdır.  Bu tip kobiler, ekonomik krizlerde ilk kapananlar olur. Admin sayısı azalınca,  içerik gönderenler cevap verilmez oldu. Özellikle ergen üyeler, biraz da adminlerle konuşmak için içerik gönderiyordu. Bir de admin sayısı azalında, troller daha kolay cirit atar, eski içerikler daha fazla atılır oldu.

Ayrıca sadece üç admin, biri de İzlesene'ye müdürlükte yapan Cem Evecen'in kendisi, nasıl her işe yetişecek, bir de siteyi geliştirecekti. İşlere yetişsen bile, işi geliştiremezsin. Bence Cem Evecen, şirket sahiplerinin oğlu-yeğeni falan ya da ortaklarından. Yoksa bu kadar beceriksiz birine tahammül edilmez.

4)Gereksizleşen erotizm: Sitenin özellikle cuma sabahları yayımladığı memeli içerikleri ve twerk (popo titretme) başta olmak üzere absürt erotik ve porno başlandığı içerikleri, başta üye sayısını arttırsa da, sonradan pek çok üyenin siteyi terk etmesine, mevcut üyelerin de video sonunda ekranda beliren resimlerden dolayı kendi videolarını, kendi sosyal medya hesaplarından paylaşamamasına sebep oldu .

Diğer yandan zaten sitede kız üye yoktu. Bir ara sinirli sarışın diye bir üye vardı, o da terk etti. Bu erotik içerikler, kadın izleyiciyi de siteden uzak tuttu.

Erotizm, ulaşılması zorken kıymetliydi, Z kuşağı hele, telefondan hiç zahmet etmeden, en rezil pornolara, ücretsiz ve kolayca, cep telefonundan ulaştığını düşünürsek, normal bir site için erotizm can sıkıcı ve utanç verici ya da bireysel olarak mahrem olması gereken  bir şey. Mantıklı olan temiz yayındı.

5)Sosyal medyayı kullanamama: Sitenin resmi facebook ve twitter sitesinin takipçisi çok azdı. Adminlerden Hoanes'in twitter hesabı vardı, o da site içeriklerinden çok, kendi fenomenliği peşindeydi. Sitenin instagram hesabı ise, kapanmasına yakın açıldı. Siteye ait tüm sosyal medya hesapları vasatın altı ve sıkıcıydı. Sitenin çok izlenenleri genelde ekşisözlükten geliyordu. Sebebi de kurucusu Mesut Bahtiyar ve ilk adminlerinin çe çoğu üyesinin ekşi üyesi olmasıydı. Fatih Aker, gerçekten ekşi yazarlığının ekmeğini yiyor ve yemekte. Alkislarla'yı kurdu,  eki sayesinde tanıtıp, büyüttü, iyi fiyata sattı. Ardından ellidokuzsaniye.com'u kurdu, onun da üyelerinin çoğu ve izlenmeleri de ekşiden geliyordu. Şu anda yaptığı Odadaki Fil poskesti de büyük ölçüde ekşiden faydalanıyor.

6)Siyasi kararsızlık: Hoanes'in açıkça HDP'li olduğunu ifade etmesi, Alihasan'ıl LGBT'liği siyasi trollerin yalan haber yayma ve küfürlerine karşı yetersiz mücadele, sonra birden bire siyasi içerik almama kararı da siteye tabutun son çivilerini çaltı. Ben de kendi hesabıma kemalkılıcdaroglu gibi takma adla, CHP trollüğü yaptım. Her gün üç-beş Aktrolü oyalıyordum. Lakin banlanmamak için küfür kullanmamaya özen gösteriyordum. Bu trol kavgaları siteyi çok yıprattı. Bir öz eleştiri olarak belki de benim de banlanıp, başka bir takma adla yeniden üye olmam gerekliydi.

7)Gereksiz özellikler: Sitenin radyosu, gereksiz bir karışık kasetçalardı ve yazışma ekranı benim kan duyurularımla doluydu, kapandı. Üyelerin duvarları, bir incisözlük saldırısından sonra kapandı. Bağır-çağır ve özel mesajlaşma, adminler hariç kapanmalıydı. Bir ara duyuru ekranı falan da vardı, başka bazı özellikleri de oldu. Ekranı kalabalıklaştırmak ve özellikle cep uygulamasını ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramadı.

EK-1 Yazık olan: Site, damlaya damlaya göl olur atasözünün ispatıydı. Siteye atılan bir kısım video ve ses, izlesene.com'da duruyor ise de pek çoğu artık yok. Gerçi onları ya birileri indirmiş ya da telif hakkı olanlar sildirmiştir. Bir gün, bir yerlerden çıkar ya da öyle umuyorum. Fotoğraf, yazı ve oyun içeriklerine tamamen yazık oldu.

EK-2 Genel anlamda pişman değilim: Az da olsa bazı içerikleri internette, özellikle kapanan yorutube sayfalarından kaybolmaktan kurtarıp, izlesene.com'a ekledim. Pek çok şeyi de ilk defa oradan öğrendim. Hatalarım, kırdıklarım oldu ama onlar da beni kırdı. Hakkını helal et muhabbetini sevmiyorum. Varsa ölümden sonra yargı, haklarımız karşılıklı baki kalsın.

EK-3 Siteden sonra hayat: Siteden sonra diğer üyelerin discord grubuna bir gün yazdım, üç-beş gün de izleyici oldum, sonra discordu sildim. Site bağımlılık yapmıştı ve ben siteyi bırakmadan, site beni bırakmıştım ve bağır-çağır bile hatayken, oralarda sürünemezdim. Hem yeterince farklı sosyal medya hesabım var, hatta fazla bile var. Daha fazla olursa, kendi işlerimi yapamam. Daha sonra Uludağ'a üye oldum, iki haftada ondan da sıkıldım.

Ek-4 Keşke bu kadar vakit ayırmasaydım: Alkışlarla ile ilgili tek pişmanlığım fazla vakit ayırmaktı. Ayda-yılda bir içerik atan üye olsaydım daha iyi olacaktı.

27 Ocak 2022 Perşembe

CENGİZ DAĞCI VE KIRIM TÜRKLERİNİN DUYULMAYAN TRAJEDİSİ

 


Kırım Türkü, Tatarı, roman yazarı Cengiz dağcı hakkında vikipedya yada benzeri kaynaklardan bulabileceğiniz bir hayat hikayesi ya da edebi eleştiri; hem haddim değil, hem de çok gerekli değil. Kendi hesabıma daha fazlasını yazmam gerektiği için yazıyorum.

Kendisi 21 (yirmi bir) yaşında askere giderken terk etti Kırım'ı. Almanlara esir oldu, müttefiklere sığındı ve bir mülteci olarak İngiltere'ye yerleşti. Orada kendisi gibi mülteci, Polonyalı bir kadınla evlenip, lokanta açtı. Polonyalı karısı Regina'dan çocukları ve torunları oldu. 2011'de öldüğünde, o dönemim Türk dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'nun girişimleriyle Kırım'a gömüldü.

Romanlarının ilk nüshalarını, Varlık yayınevine gönderdi ve Varlık yayımlarının kurucusu Yaşar Nabi Nayır ile mektuplaştı. Romanlarını ne Kırım'da ne de İngiltere'de kullandığı Türkiye Türkçesiyle yaptı. Kırım Tatar Türkçesiyle de pek az bilinen şiirlerini yazdı. Son bir kaç roman ve hikayesinde de yıllarca yaşadığı İngiltere hakkında yazdı.

Aslında burada asıl değinmek istediğim Kırım Tatarlarının çektiği çilelerden çok, haksızca suçlanmaları, tüm toplumun sürekli Nazi işbirliği ile suçlanması.

İşgal ve düşman saldırıları sırasında her toplumdan işbirlikçiler olur. Rusların kendi içlerinde de işbirlikçileri vardı. Oysa Kırım Tatarlarının en işbirlikçileri bile, Nazilerin en çok önem verdiği Yahudi imha programına karşı gelmiş, Yahudi komşularını korumak için çırpınmıştır. Pek çok Rus ise, Nazi işgalini Yahudilerden kurtulmanın bir fırsatı olarak görmüştür. Kırım Tatarları arasında Saide Arifova gibi yüzlerce Yahudi'yi canı pahasına kurtaran kahramanlar çıkmış, onlar da sürgünden kurtulamamıştır.

Burada bir parantez açmalıyım ki Antisemitizm, yani Yahudi düşmanlığı hiç olmamıştır. Kızdkları zaman Çufut, sevdikleri zaman Kırımçak dedikleri Karay Yahudilerini ise Tatar olarak görmüşlerdir. (Kırım'da Aşkenaz Yahudileri de vardı ve bu iki ayrı mezhep birbirine nadiren karşıyordu)

Diğer bir konu da, Nazi işbirliği ile suçlanan her halk (Çeçenler, Romanlar ve benzeri) ve hatta herkes, Stalin öldükten sonra anayurtlarına geri döndü, Kırım Tatarları hariç. Kırım Tatarlarının ise pek çoğu Özbekistan'da kendilerine düşman bir ülkede (Bizdeki Turan-Türk zihniyeti halen Orta Asya'da çok azdır), pek çoğu da yetimhanede büyüdü. Önemli bir kısmı da Sibirya ve diğer Sovyet ülkelerinde yaşadılar. Kültürlerini tanıtacak halı, kazak, dantel desenlerini bile yanlarına götüremediler. Onlara kültürlerini anlatacak büyükleri bile yoktu. Son Sovyetler Birliği lideri Gorbaçov ve onun Glasnost politikalarına kadar Kırım'a dönemediler. Uzun yıllar çoğu kez bir araya gelemediler. Sürgünden yıllar sonra Özbekistan'da 4 sayfalık Lenin Bayrağı gazetesi ile dillerini hatırlamaya çalıştılar.

Bütün bu süreçte, Cengiz Dağcı ve eserleri, üstelikte sadece Türkiye'de ve Türkiye Türkçesi ile yayımlanırken, Türk Stlainistleri ile Türk Turancı-ırkçıları arasındaki propaganda savaşının arasında kaldı. Oysa kendisi, Rus yayılmacılığının zulmüne en fazla uğrayanlardan biri olduğu halde, eserlerinde Rus halkına karşı bir nefret söylemlerinden özellikle kaçınmıştır.

Öte yandan Kırım Tatarlarının yaşamış olduğu ve halen yaşadıkları gerçektir ve anlamak için Cengiz Dağcı'yı okumak gereklidir.

21 Ocak 2022 Cuma

MODERN KÖLELER-MÜLTECİLER.

 


Geçen gün okuduğum bir dergide, 2021 yılının Dünya nüfus artışının %1'in altında olduğunu okudum. Dünya çapında baby boomers (bebek bombardımanı ) çağı sona erdi. Artık seksenler ve doksanlarda olduğu gibi dünyada her saniye bir bebek doğmuyor. Dünyada aslında artık gizlenemez bir nüfus azalması var. 

Bu nüfus azalmasının da ciddi sorunları var. Artık pek çok ülke, göçmen almaya muhtaç. Sadece işçi göçüne değil, beyin göçüne de muhtaç. Çünkü sınıf atlama derdi olmayan gençlik, zorlu üniversite eğitimine hevesli olmuyor. Modern ülkelerde eğitim daha kaliteli olduğu gibi, daha da zor. Bizdeki gibi, herkesin beden eğitimi-resim-müzik dersleri beş-yüz olsun, çocuk namazında-niyazında din dersine bol not verin, burası fen lisesi, felsefeden çok zorlamayın gibi durumlar yok. Böyle olunca da erkenden hayata atılmak yerine, üniversiteye gitmek,  Avrupa gençliği için çekici olmuyor. Bu yüzden de Erasmus, Eurrail gibi projelerle üniversite eğitimi çekici hale getiriliyor.

Bir de şu var ki, bu şekil eğitim, pahalı bir eğitim oluyor ve bu şekilde yetişen eleman da pahalı oluyor. Oysa kapitalizm için her türlü elemanın, icabında üniversite profesörünün de ucuzu lazım. Ucuz mal gibi, ucuz elemanın da kullanılacağı alanlar var. AR-GE merkezinde deha fikirler üretecek mühendise de ihtiyaç var, vardiya amiri ya da şantiye  şefi olarak işçi çavuşluğu yapacak mühendise de ihtiyaç var. Kolejde kaliteli ders anlatacak öğretmene de ihtiyaç var, çocuklar sokakta çetelerin eline düşmesin diye onları okullarda oyalayacak öğretmenlere de ihtiyaç var. 

Bu durumda önce Türkiye gibi ülkelerde üniversite mezunu işsizleri arttırmak için,  gelişmemekte inat eden ülkelerde diploma patlaması yapmak. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/11/genclere-diploma-patlamasi-tuzagi.html ) Sonra da bu ülkelerde mutsuzluk üretmek, o ülkeye iktidara otokratlar, diktatörler getirmek,  ülkede iç savaşlar çıkarmak olmalı.

Benim kafamda böyle garip bir komplo teorisi var. Pek çok savaşın, mülteci üretmek için çıkarıldığına dair. Zira gerçek kölelik, işsizlerin çok olduğu, işverenin seçerek eleman aldığı, parasızlığa dayalı köleliktir. İşveren için eleman sıkıntısı, abi bana iş diye ağlayanların olmamasıdır.

Şu çırak bulamayan esnafı, özellikle de geleneksel el sanatı esnafına, bir çocuğu çırak vermeye götürdüğünüzde nasıl nazlanır bilir misiniz? O çırak olacak çocuğa karşı zaten bir eğitim programı olmadığı,  tüm gün iş yapacağı çıraklığa, sözde istemeye istemeye kabul edilir. Usta da zor ya, bu dükkan anca kendini çeviriyor ya falan der. Anne ya da baba, haftalığa gerek yok, iş öğret yeter falan demesini bekler.

Bir de meslek lisesi, memleket meselesi diyen sanayiciler var, onların da derdi, kalifiye elemandan çok, maaş, hatta yemek bile vermeden stajyer işçi çalıştırmaktır.

Bütün bunlar için, Marks'ın deyimi ile yedek işçi ordusu dolu olmalıdır. 1961-1972'de Almanya'nın, daha doğrusu Batı Almanya'nın yaptığı gibi, davul-zurna ile, ödül ile işçi çağırmak, tüm  sanayileşmiş ülkelerin kabusudur muhtemelen. 

Oysa şimdi sanayileşmiş veya petrol zengini ya da başka bir şekilde iş olan her ülkeye doğru bir mülteci var. Pek çok ülkede ya iç savaş ya da anca bağıra-çağıra konuşan zorbalar var.. Bu zorbalar başka ülkeye giden gençlerle ilgili de zerre kadar üzülmüyor ve utanmıyor. Zira ülkelerini fabrika fabrika, parsel parsel sattıkları gibi, gençlerini de satıyorlar.

Kendi ülkelerinin de nüfusu azalma yolunda, bu yüzden de kendi ülkelerini de mülteciler ile doldurma derdindeler. Almanya'daki Türk işçileri, en azından 2 nesil boyunca yüksek doğum oranına sahiptiler. 1974'den itibaren doğum oranları düzenli olarak düştü ve son yirmi yıldır da Almanlardan daha az ürüyorlar. Türkiye'deki Suriyeliler ve diğer Afganların da durumu farklı olmayacak, tabi 2. nesil Türkiye'de kalabilirse. Seksenlerde ve doksanlarda Kürtler  için deniliyordu. Bir kaç yıldır da muhafazakar-dindar kesim için deniliyordu. Yıllardır onların çocuklarına öğretmenlik yapan biri olarak, o cenahta da, özellikle 15 temmuzdan beri, boşanmaların çok olduğunu söyleyebilirim.

Türkiye'deki radikal tarikatlar, Hasidi Yahudiler ve Amişler gibi dışa kapalı cemaatler de bile doğum oranları azalmakta. Diğer yandan böylesi cemaatlerin üyeleri, cemaat dışına çıkmadan ucuz iş gücü olmaz. Bu cemaatlerin, kapitalizmin ışıltılı dünyasına veya devlet baskılarına ne kadar dayanacağı da başka bir soru.

Önce bu nüfus azalmasının temel sebebini açıklayayım, tabi kendi fikrimce. Kapitalizmin insanları çok çalıştırması ve çok tükettirmesi. Dünyanın tüm tatlarını almak isteyen, her şeyi tüketmek isteyen insanlık, çocuk yapmak isteğinden vazgeçiyor. Herkes akademik kariyer, büyük ev, yaz-kış tatili veya gezmek istiyor. Hiç kimse de çocuğu ucuz işçi olsun istemiyor. Ucuz işçi olmak için sadece işsiz olmanız yetmez, öğrenilmiş çaresizliği de içselleştirip, patrona teslim olman gerekir. Küçük yaşta okuldan alınman, çıraklığa verilen, yaz tatillerinde çalışan çocuklar, büyüyünce ucuz işçi olur. Ailenin doğrudan yok diyerek büyüttüğü çocuklar ucuz işçi olur. Varsıllıkla büyüyen kişi, her seferinde bu ucuz işçilikten kurtulmak için gözünü, kulağını dört açar; ucuz işçi olmaktansa daha atılgan olur, risk alır. Oysa kavruk büyümüşseniz, öyle kolay kolay risk alamaz, ucuz işçi olmaya devam edersiniz. Bu yüzden doğum teşviki ile, aile yardımıyla doğacak çocuk, ucuz işçi olmaz kolay kolay.

Oysa göçmenler, her şeyini geride bırakmış, hayata yeniden tutunmaya çalışan insanlar, her şeye razıdır. Onlar, 1960'larda göç edenler gibi de değildir. Pek çoğu tatil için memleketine dönmeyecek ve memleketlerine yatırım yapmayacak.

Gidenlere, gitme diyemeyiz lakin bilelim ki mücadelemizi biraz da bu insanlar, özellikle gençler girmesin diyedir.

13 Ocak 2022 Perşembe

KÜRKLÜ VENÜS VE KÜRK MANTOLU MADONNA

 


Bu iki roman, birbiri ile alakasız görünüyorsa da,  ben Sabahattin Ali'nin, Leopold von Sancher Mazsoch'un Kürklü Venüs kitabını okumuş olduğunu ve ilham almış olduğunu söyleyebilirim.

Sabahattin Ali ve romanın şöhretinden dolayı, onunla ve romanıyla ilgili bir tanıtım girişi  yapmayı, okurlarıma hakaret olarak görürüm. Bu yüzden Mazoşizm'e adını veren Mazscoh ve Kürklü Venüs'ünden bahsetmek gerekir. Avusturyalı yazar Masoch, bu romanı ve diğer eserleri ile, psikiyatrik bir hastalık olan mazoşizme adını vermiştir. Kısaca eziyet görmek ve aşağılanmaktan zevk, daha doğrusu cinsel zevk almak olarak adlandırılır bu psikolojik rahatsızlık. Fransız yazar Markiz dö Sade'den alan Sadizm hastalığının karşıtı gibidir. Bu hastalıkta eziyet etmek ve aşağılamaktan zevk, daha doğrusu cinsel zevk almak hastalığıdır. ,

Günümüzde her iki her iki hastalık da aynı patolojik süreçlerden geçtiği ve çok kere de birbirinin yerine geçtiği için aynı hastalık da sayılır (vikipedya).

Mazsoch'un romanı ile, Sabahattin Ali'nin romanlarındaki arasındaki ilk benzerlik, her iki romanda da romanın kadın kahramanın bizzat yazar tarafından tanınmış olmasıdır. Sabahattin Ali, Almanya'da öğrenci ilken tanıdığı Maria Pııruder'in adını bile değiştirmeden romanına baş kahraman yaparken,  Mazsoch ise kazabikalı (Kazabika, Slavlara özgü, kürkten bir kadın giysisidir ) sevilisi Anna von Kottowit'i Wanda yapmıştır. Her iki romanda da, bolca aforizma (özlü söz) vardır. Her iki romanda umulandan çok kısadır. Olaylar tüm hızı ile sürerken, ani bir olayla birden kesilir ve her iki roman ani bir sonla biter. Her iki romanda da olay, erkek kahramanın ağzından anlatılır ve erkek kahraman, yaşadıklarından ahlaki sonuçlar çıkarır.



Kürklü Venüs, ilk olarak 1870'de, Avusturya-Macaristan imparatorluğunda basılmıştır ve muhtemelen Sabahattin Ali'nin babasından bile daha eski bu roman; basıldıktan yüz yıldan uzun bir zaman geçtikten sonra, 1974'de Türkçeye çevrilmiştir. Sabahattin Ali bu romanı muhtemelen Almanya'da öğrenci iken okumuştur.

Kürklü Venüs'te Roma tanrıçası Venüs'ün adı, cinsel hazları anlatan sıfat olarak kullanılmıştır. Kürk Mantolu Madonna ise adını bizzat Madonna yani Meryem Ana'dan almıştır  (İtalyanca kadınım demek olan Madonna, İsa peygamberin annesi Meryem'in de adıdır.) ve romanda sevecenliği simgeler.

Son olarak, her iki romanda da romanın anlatıcı kahramanı, sevgilisi olan kadından ayrılınca yoksulluk ve çile çeker ve sonsuz bir suçluluk-pişmanlık duygusu ile yaşar.

Her ikisi de artık birer klasiktir.