24 Şubat 2022 Perşembe

KOÇGİRİLERİN BİLİNMEYEN TRAJEDİSİ 4 (TOPAL OSMAN'IN BÜYÜK YAĞMASI)



 Dinlediğim büyüklerim, isyanı anlatırken,  isyanın bastırılması ile ilgili olarak sadece Topal Osman'ı anlatıyor. Baki Öz'ün de kitabında anlattığı Çalıyurt köyündeki meydan savaşından sonra, isyancılar dağılmış. Koçgiri isyanı ile ilgili video yapan bir Youtuber, bazı asilerin Dersim'e sığındığını yazmış. Ben böyle bir olayı duymadım. Youtuber kaynak vermemiş. Ben böyle bir şey duymadım ama olma ihtimali yüksek, zira can pazarı söz konusu.

Benim duyduğum Giresun'a götürülen, orada fidye pazarlığı yapılan ve katledilen insanların hikayeleri oldu. Bazıları İstanbul'a, bazıları Rusya'ya göç edip yerleşmiş. Seni Amerika'ya, Ermenistan'a götüreceğiz diye de çok kişiden para almış. 

İsyanın bastırılması, büyük ölçüde Topal Osman kuvvetleri etkili olmuş. Zaten asilerin harekete geçme tarihi, Sakarya Savaşının başlangıcı ve Ankara hükümetinin tüm kuvvetleri cephede. İsyancılar, Topal Osman'ın ordusunu veya gücünü ne kadar biliyormuş, bilmiyorum ama en azından o dönemin şartlarında Karadeniz-Giresun dağlarını bu kadar çabuk (tabi ki o zamanın şartlarında) gelebileceklerini tahmin etmemişler.

Babaannem, Topal Osman'ın yağması sırasında ağaların evinde hizmetçiymiş.  Ağaların altınları ve ambarın anahtarı ondaymış. Tüm hizmetçileri ve konak halkını, dere kenarına götürmüşler. Bir hizmetçinin üzerinde altın çıkınca, o hizmetçiyi döve döve öldürmüşler. O da kendisine emanet edilen altınları ve anahtarı, el çabukluğu ile bir taşın altına koymuş. Ağaların ailesinin ısrarlarına rağmen, altınları geri almaya gidecek cesareti iki yıl sonra bulmuş.

Baki ÖZ, Topal Osman'ın sadece kendi mülkiyeti için elle bin koyunu götürdüğünü yazıyor. bu sayı fazladır, eksik değil. Bölge halkının temel geliri koyun, zaten ekilecek çok bir alan yok. Yün, peynir gibi ürünleri satıp, buğday alıyorlar. Topal Osman sadece koyun, keçi ya da evcil hayvanları değil, para edecek her şeyi alıp, götürüyor. Bir de fidye için götürülen varlıklılar ve varlıklı olmasa bile Gayrı Müslümler var.

Bütün bu olanlarda, kimsenin hesabını bilmediği başka bir kayıp da, insan kaybı. O kadar ki, halk arasında çok kadınlı evlilikler, bir tek bu dönemde yaygınlaşıyor. Çünkü erkek sayısı az. Annemin anneannesi, benzer şekilde kumaymış. Bir çocuklara bakar, diğeri de kocası ile yiyecek dilenirmiş. (Enver Gökçe'nin Meri Kekliğim şiiri bana bunu hatırlatır. Bir de rahmetli babaannem, Ahmet Kaya'nın Dağlara Doğru şarkısını dinledikçe ağlardı. Topal Osman'ın saldırısında erkeklerin savaşırken, kadınların dağlara doğru kaçmasını anlatıyor demişti) Babaannem de dedemden on yaş ve belki daha fazla büyük. Dedem de babasını isyan sırasında kaybetmiş, yetimmiş. Ağalar bu iki yetimi evlendirelim, yuvaları olsun demiş ve evlendirmişler. Evlendiklerinde dedem 15-16, babaannem 25-26 yaşlarındaymış.

İsyan ve yağmanın diğer bir sonucu da, yoksullaşan yöre insanının erkenden gurbete ve büyük şehirlere taşınması sonucu, insansız kalan bölgenin ormanlaşması.

18 Şubat 2022 Cuma

KOÇGİRİLERİN BİLİNMEYEN TRAJEDİSİ 3 (KOÇGİRİ KITLIĞI )

 


Şimdi de Koçgiriler ilgili olarak pek anlatılmayan kıtlık ve açlığı anlatayım. Kıtlığın isyan öncesi ve sonrası olmak üzere iki dönemi var. Babaannemler yedi kardeşmiş ve babaannem üç kardeşini açlıktan kaybetmiş. Diğer dört kardeşten kendisi ile bir kardeşi ağalara hizmetçi olmuş. İsyan bastırıldığında da hizmetçiymiş, bir kısım altını ve ambar anahtarını ona vermişler.

İsyan bastırıldığında, Topal Osman'ın adamları,  babaannem ve hizmetçi kızları, dere kıyısına götürmüşler. Babaannem, kendisine emanet edilenleri el çabukluğu ile bir taşın altına koymuş. Başka bir hizmetçi kız, üzerinde altın takılar  çıkınca, Topal Osman'ın adamlarınca dövülerek öldürülmüş.

Büyüklerimin anlattıklarından, Koçgiri kıtlığının , isyandan önce ve ağaların marifeti ile ortaya çıktığını öğrendim. Sadece babaannem ve ailesi değil, annemin anneannesi de aynı kıtlığı yaşamış. Aynı evde iki kuma, biri çocuklara bakar, diğeri de kocaları ile dilenmeye çıkarmış. Dilenme de, yiyecek dilenme, para dilenme değil.

Kıtlığın sebebi, annemden dinlediğime göre, Koçgiri ağalarının, halkın buğdaylarını ve unlarını,  Sarıkamış yani Doğu ordusuna vermesiymiş. Bunun da sebebi, Osmanlı sarayında nüfuz kazanma çabasıymış. 



Siz o acımasız ağaların sadece romanlarda (Köy Enstitülü yazarlar, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve benzeri yazarların romanlarını kast ediyorum) olur sanıyorsunuzdur ya da Kemal Sunal-İlyas Salman-Şener Şen filmlerinde falan. Oysa servet sahiplerinin kendi ikballeri için, kendi halklarına zalimleşmesi, tarihte sık görülen bir olaydır. 

Muzaffer İlhan Erdost, Şemdinli Röportajı kitabında, Hakkari'deki Kürt ağalarının gaddarlıklarını anlatır. Kemal Bilbaşar'da Cemo Romanında, Dersim ağalarının gaddarlığını anlatır. Hüseyin Aygün ise, Dersim'de Cemo romanındaki gibi ağalığın olmadığını iddia eder. Oysa Tuncelili arkadaşlarım, bölgede bayağı varlıklı toprak ve hayvan sahiplerinden bahsetmekte. Meşhur, Dersim Dört Dağ İçinde türküsü, Dersim ağalarınca zorla kuma yapılan bir Ermeni kızın türküsüdür.



Son olarak, Mario Puzo'nun Baba romanının yeni bitirdim. Hem romanda, hem de filmde, roman kahramanlarından birisi, saklanmak için Sicilya'ya geri dönüyor. Yoksulluk yüzünden sürekli göç veren adayı, çöl gibi bir şey sanan roman kahramanı, bol ağaçlı, parmağını toprağa soksan kök salacak cennet gibi bir yer bulunca şaşırır. Sonra adanın feodal yapısından, önceleri merkezi devlete ve feodaliteye isyan olarak çıkıp, sonra da feodal derebeylerinin zorbalık aracı olan mafyadan (Cosa Nostra) bahseder.

İşin doğrusu azınlıkların başına gelen zorbalıkların en çoğu değilse de en fenası, kendi feodal beylerinin zorbalığıdır. Ben bunu öğrenciler arasındaki akran zorbalığına ya da askerde tertipçilik zulmüne (Gerçi profesyonel askerliğe geçildi ve herkese altı ay askerlikte de ne tertipçiliği olabilir ki. Tertipçilik de tarihe gömüldü veya tarihe gömülmek üzere) benzetirim. (Ciddi ciddi akran zorbalığı yetişkin zorbaşığndan, tertipçilik de zubay-astsubay zorbalığından daha fazla can acıtabilir.)




17 Şubat 2022 Perşembe

KOÇGİRİLERİN BİLİNMEYEN TRAJEDİSİ 2 (İSYANDA OSMANLI PARMAĞI VE AŞAR VERGİSİ)

 


Koçgirilerin tarihi ve 1920'deki Osmanlıda  konumu: Koçgiriler 19. yüzyılın başlarında,  Osmanlılar ile arası bayağı iyi olan bir Kürt aşiretiydi. Meşhur Hamidiye alaylarından birini yönetiyor, geniş bir bölgenin mültezimliğini yapıyor, yani aşar vergisini ve diğer pek çok tarımsal vergiyi toplayan yerel derebeyi yöneticilerdir. Anadolu'nun bazı yerlerinde bunlara ayan da denir. Devlet sistemi iyiden iyiye bozulan Osmanlı, içte de son yıllarında böylesi ayanların oyuncağı olmuştu. Zira sık sık parasız kalıyor, kapitülasyonlarla kurulan reji idarelerinin ya da ayan-mültezim denen ve kendi ürettiği derebeylerin vereceği avanslara muhtaç kalıyordu.

Koçgiri ağaları ise, pek çok Kürt aşiretini yönetmenin gücü ile Osmanlıyı esir alan Ayanlardan birisiydi. Rahmetli İsmail amcamın dediğine göre Koçgiri ağaları İstanbul'da geldiklerinde, bayağı büyük bir kalabalık, Koçgiri ağalarının zenginliği, ihtişamını görmek için Beşiktaş rıhtımına doluşmuş. Ben de onun  bu sözünden ve diğer anlattıklarından (ve diğer başka büyüklerimin duyduklarından) isyanın padişahın ve Osmanlı devletinin isteğiyle çıktığını anladım.

İsyan ile ilgili bu gerçek, hem Kürtçülerin, hem de Türkçülerin kabullenmediği olgudur. Osmanlı devleti, o kadar işgal kuvvetlerine teslim olmuştu ki, Kürdistan düşüncesini bile destekliyordu ya da nakit para uğruna Kızılbaş ve Kürt bir aşirete teslim olabiliyordu.

Gerçeğin Kürtçüler arasında kabullenilmeyen kısmı da, Kürt aristokratlarının,  mutlak gücü eline geçiren her kişi ya da zümre gibi yozlaşmasıdır. İsyanın amacı da Kürdistan kurmaktan ziyade, Koçgiri ağalarının egemenlik alanlarını arttırmaktır. Diğer Kürt ve Alevi topluluklarının isyana destek vermeyip, Ankara hükümetinden yana olmasının sebebi de budur. Geriden imdat gelmedi denilmesi de, bu isyana verilmeyen destek ile ilgilidir ve (birazdan anlatacağım) Koçgiri kıtlığı ile de ne kadar gaddar oldukları belli olan ve kardeş olan iki ağanın diktatörlüğüne girmek istememeleridir.

İsyan öncesinde de Koçgiriler, genel anlamda Sivas ili ve civarında çok güçlüdür ve Sivaslıların, İstanbul hükümeti yerine Ankara hükümetine desteği tercih etmesinin bir sebebi de Koçgiriler ve diğer ayan- mültezimlerin bölgedeki güçleridir. Aslında genel olarak Kurtuluş savaşında iç isyanları çıkaranlar (eğer Gayrı Müslümler değiller ise) ayan da denen mültezimler çıkarmıştır.

Yılmaz Özdil, Koçgiri isyanının , Konya (Delibaş Mehmet) isyanı ile aynı gün çıktığını yazıyor, sebebi her ikisinin de Osmanlı sarayının emri ile çıkmış olmasıdır.

Atatürk'te Osmanlıyı çürüten mültezimlik sistemiyle beraber (fiili olarak) 1925'de aşar vergisini de kaldırmış, aşar vergisini de kaldırmıştır. O dönem vergi gelirlerinin %60ı civarını sağlayan bu verginin kaldırılması, ilk başta ekonomiyi çökertecek gibi görünse de, sonraki yıllarda Türkiye'de tarım yapılan arazilerin üç kattan fazla artmasını sağlamıştır.

(Tesadüf, bugün de aşar vergisinin kaldırılmasının yıldönümüymüş.

13 Şubat 2022 Pazar

KOÇGİRİLERİN BİLİNMEYEN TRAJEDİSİ 1 (KOÇGİRİ AĞALARI)



 Başlarken:  Bu yazı, aile büyüklerinden dinlediğim pek çok şeyi de içereceğinden, internet ya da kitaplarda bulamayacağınız bilgiler içerecek, internet ya da kitaplarda bulacağınız pek çok bilginin  de yalan olduğunu anlatacaktır. Koçgiri isyanı, Kurtuluş savaşı ile ilgili en az bilinen, en az araştırma yapılan olaylardan birisidir. Bu isyan ve diğer Kürt isyanları ile ilgili yalanların kaynağı da Nuri Dersimi ya da diğer namı ile Baytar Nuri'dir.



 Nuri Dersimi'nin yalancılığı: Koçgiri isyanı ile ilgili tek derli-toplu kitap (en azından benim bildiğim) Baki Öz'ün kitabıdır. Baki Öz, dikkatlice yaptığı araştırmada Nuri Dersimi'nin yalanlarını ortaya çıkarmıştır. Benzer bir şekilde Hüseyin Aygün'de Mahsur adlı kitabında, Nuri Dersimi'nin yalanlarını sayar. Aygün, Dersimi'nin  yalanlarının sebebini açıklar. Kendisi anılarını, Suriye'de sürgündeyken yazmıştır. Anılarını yazdığı zamanlarda Suriye, Fransız mandası altındadır. Kendisi de Türkiye'deki Kürtleri isyan ettirebilecek önder olduğu iddiasını yaymak için anılarında kendisine bolca yer vermiştir, Kürt isyanlarındaki rolünü abartmıştır. Bunda da amacı, o zamanlar Suriye'yi Manda denen sömürge tipi ile yöneten Fransa ve diğer Avrupa devletlerine beğendirme çabasıdır. (Bu, Hüseyin Aygün'ün iddiasıdır. Aygün, Mahsur adlı kitabında, Dersimi'nin kendisine vaat edildiği iddia edilen bir manastırın, harabe olmuş fotoğrafını da kitabına almıştır. 



Dersimi'nin anılarını doksanlarda popüler yapan da, Doktor İsmail Beşikçi'dir. İtiraf ediyorum kitaplarını okumadım. Baki Öz'ün ve Hüesiyin Aygün'ün kitaplarındaki atıflarla biliyorum. Kitaplarının yeni baskısı yok. Nadirkitap.com adlı sahaflık sitesinde iki kitabının eski baskıları, bayağı yüksek fiyatlarla satılmakta. Bir gün okursam, ayrıca bir yorum yazarım.


Koçgiri kavramı ve olmayan Batı Dersim ile olmayan konfederasyon kavramı: Batı Dersim kavramı, en azından benim için doksanlar ya da iki binlerde duyduğum bir kavramdır. Koçgirililer asla kendilerine Dersimli dememiştir. Dersim, kabaca bugünkü Tunceli ve civarının adıdır. Osmanlıca ve Arapça'da Der kapı, Sim'de gümüş demektir ve bir zamanlar var olmuş olan gümüş madenlerinden adını alır. Koçgiriler, Kurmaç iken, Dersimliler Zaza'dır. Ortak noktaları Alevi olmalarıdır.

Koçgiri kelimesi ise büyük göç, Kurmançice büyük göç ya da göç edenler anlamına gelir. Siirt civarında da göçebe topluluklara Köçer denmesinden, bu kelimenin de Türkçe göç kelimesinden geldiğini düşünüyorum.

Koçgiri olarak biri dar, iki geniş anlamda topluluk tanımı vardır. Birincisi Sivas-Erzincan ve civarındaki Kurmanci dili konuşan Kızılbaş Kürtrlerin gelen bir tanımı, diğeri de bu Kürtler arasındaki en büyük ve yönetici Koçgiri aşiretinin özel adıdır. Sivas'ın Zara ilçesinin eski adı da Koçgiri'dir.



Bu yazıyı yazma sebebim de, Yılmaz Özdil'in Son Cüret kitabındaki Koçgiri isyanı ile ilgili bölümdür. Çok ısa alınan bölüm, muhtemelen internetten ve Nuri Dersimi-İsmail Beşikçi tarafından yayılan bilgilerden kesip-kopyalamıştır. Dersimi, 17 aşiret saymış ve bir konfederasyon olduğunu yazmış. Belki de daha fazla aşiretten oluşan bir birlik vardır ama olan şey bir konfederasyon değil, Koçgiri ağalarının. özellikle Alişir ağanın diktatörlüğüdür.

Şimdi ben de Koçgiri topluluğunu Zeruken aşiretindenim. Yani hem Koçgiriyim, hem de değilim zira Zerukenim. Zira dış dünya, hepimize birden Koçgiri diyor. Diğer aşiretler (Babikyanlar, Gegeller vs) de, son on yıldır artık kendisine doğrudan Kıçgiri demekte.

Beşikçi'nin anlattıklarına bakarsanız, ortada nerdeyse kurulan bir cumhuriyet veya ona benzer bir aşiretler kurultayı vardır. Oysa Koçgiriler tarihleri boyunca Koçgiri ağalarının yönetiminde olmuşlar, bildikleri tek örgütlenme, Koçgiri ağalarına itaat etmek olmuş, isyanın bastırılması, Koçgiri ağalarının Balıkesir'e sürgünü, cumhuriyet döneminde de ağaların otoritesinin kalmaması sonucu örgütsüz kalmıştır. Sonradan da büyük şehirlere ve Almanya'ya göç başlamıştır. 

Bu örgütsüzlükte Koçgiriler, kalabalık olmalarına rağmen siyasette pek varlık gösterememişler, Sivas ya da Erzincan'dan Koçgiri milletvekili çıkmadığı gibi, isyanın merkezi İmranlı ilçesi bile ancak son seçimde ve dört oy farkla CHP'li ve Alevi bir belediye başkanı görmüştür.

Seksenli ve doksanlı yıllarda Koçgiri ağalarının aslında Sünni olduğu ve Bitlis-Bingöl civarında akrabaları ile halen görüştükleri dedikoduları çıkmış, iki binli yıllardan itibaren de bu dedikodu unutulmuştur. Aslında bu dedikoduya sebep olarak Koçgirilerin diğer aşiretlerin üyeleri ile evlilik yapmaması ama kirvelik, mushaiplik gibi yollarla akraba olmasıdır. Mushaiplik ve kirvelik ise, aileler arasında yedi nesilden evliliği yasaklayan bir yapay akrabalık sistemidir. Amca ya da teyzenizin kızı ile evlenebilirsiniz ama babanızın ya da kendinizi mushaipinin-kirvesinin uzak akrabaları bile artık size uzaktır. İki binlerde ise hem Sünniler ve diğer topluluklar, hem de aşiretler arasında evlilikler yaygınlaştı.

Koçgiri ağalarının diktatörlüğü ve Osmanlıya bağlılığı nedeniyle (bundan daha sonra bahsedeceğim) Dersimliler başta olmak üzere, diğer Kürt toplumları da isyana katılmak bir yana Ankara hükümetine destek veriyorlar. Zaten kendi halkını açlıktan öldüren (Koçgiri kıtlığından da bahsedeceğim) bir diktatör aşiretin egemenliğine girmek çok da akıllıca değil.

Son olarak, Koçgiriler ile Tunceli-Dersim bölgesindeki Koçuşağı aşireti arasında isim benzerliği ve Kızılbaş olmak dışında ortak noktaları yok.

Yazı uzun olduğu için burada kesiyorum ama bütünlüğü de bozulmasın diye araya başka yazı eklemeyeceğim.


SPORCU VE SANATÇI YETİŞTİREMEME MESELEMİZ

 


Ülkemiz pek çok meslekten insan yetiştirme problemi olduğu gibi, sporcu ve sanatçı yetiştirmede de başarısız. Bunun üzerine bende kendi naçizane fikirlerimi yazmaya karar verdim. Çünkü bu alanda başarısızlığımız çok bariz. Mesela milli takıma, seksen milyonluk ülkemiz, üç küsur göçmenimizin yaşadığı Almanya'dan daha az uluslar arası sporcu yetiştiriyor. Satranç başta olmak üzere,  pek çok spor dalında, on milyonluk Azerbaycan'dan daha gerideyiz (özellikle Satrançta). Sanatta da benzer sorunlar söz konusu.

Ben de bununla ilgili tespitlerimi yazdım:

1)Herkesin beden-resim-müzik  dersinin 100 olması: Başlığı sporun öğrenilecek bir şey olarak görülmemesi olarak yazacaktım ama bu herkese illa yüz verilmesi de (bu resim ve müzikte de var) aynı anlama geliyor. Spor dersi, ciddi ciddi verilmesi gereken, öğrencinin çalışması gereken bir derstir. Öğrencilerin beden dersinin konularını öğrenmesi gerekir. Bu sadece sporcu yetiştirme meselesi değildir. Daha esnek, atletik ve obezlilkten uzak nesiller içinde gereklidir. Sanat eğitimi eksikliğimiz ise, zevksiz zanaat işleri ve yaşam tarzımıza yansıyor.

2)Sporun ve sanatın ciddiye alınması, eğlence olarak görünmemesi: Semih Saygıner dünya şampiyonu olana kadar bilardo, serseri etkinliği olarak görünürdü. Satranç ise kamuoyu için tavlanın biraz üzeriydi. Doğrusu diğer sporlarda da konumu, yakın zamana kadar benzer durumdaydı. Çok para kazanan futbolcular bile, şanslı serseriler olarak görülürdü. Sporun ciddi ciddi yapılması gereken bir iş olduğu, antrenmanların da ciddi bir mesai olduğunu halkımız kavramalı. Sanatta da provalar, eskizler, ciddi bir mesaidir.

3)Spor ve sanatın sadece yetenek olarak görülmesi: Burada söze büyük fizikçi Einstein'ın meşhur sözünü ekleyeyim. Deha % 1 ilham, %99 çalışmadır. Ne kadar yetenekli olursanız olun, çalışmak, antrenman, prova yapmak şarttır.

4)Spor ve sanatta bir kariyer imkanlarının az olması: Ülkemizde sporda genel anlamda para, sadece en üst ligde ve en büyük spor kurumlarında vardır. Sanatta da genelde devlet kurumlarında veya eğitici-öğretmen olarak bir kariyer umudu var. Şimdilerde öğretmenlikte pek cazip değil. (Bu ayrıca bir yazı konusu) Sporda da en üst liglerde ve  en büyük takımlarda para var. Özellikle futbolda, sporcularla ve antrenörlerle profesyonel sözleşme yapıp, sigorta yapmak istemeyen pek çok spor kulübü, profesyonel lige çıkmamak için eleme grubunda özellikle yeniliyor. 

5) Sadece sonucun ödüllendirilmesi, sürecin ödüllendirilmemesi: Bu alışkanlığımız, Türk sporcularının adlarının sık sık doping ve benzeri skandallarla duyulmasına sebep vermektedir. Sanatçı veya sporcu, hedefe ulaştıktan sonra değil, hedefe ilerlerken desteklenmeli, hedefe giden yolda, belli aşamaları geçince de kısmen ödüllendirilmeli, geçinmek için yaptığı diğer işlerde de desteklenmelidir.

6)Adam kayırma-torpil: Kim ne derse desin, akademilerimizde adam kayırma var ve bu bazen yetenekli gençleri yetenek sınavlarına başvurmaktan bile uzak tutuyor.

7)Sporun ve sanatın diğer derslere engel olarak görülmesi: Özellikle 8 ve 12. sınıflarda öğrenciler bir test çözme makinesine dönüşüyor ve spor-sanat işlerinde kendisini en geliştireceği dönemi yitiriyor. Oysa ilginçtir okullar arası turnuvalarda en iyi sonuçlar alan takımlar da, en yüksek puanlı liselerden çıkmakta. Bu durum son yıllarda gittikçe artmakta. Çünkü özen gösteren aileler, çocuklarının spor ihtiyacı da olduğunu öğrenmiş durumda.

8)Sanatın, eğlence ya da süs, sporun da boş zaman değerlendirme sanılması: Müzik, tiyatro, roman, hikaye ya da benzer bir sanat etkinliğinin bizi bilgilendirmek zorunda olmadığı gibi, eğlendirmek zorunda da değildir. Eğlendirirse ve öğretirse daha iyi olur ama bu gerekli değildir. Gelişmek ve ilerlemek için sanat da ihtiyacımız, o da hayat damarlarımızdan biridir.


9 Şubat 2022 Çarşamba

BAZI OKUMAYIN TAVSİYELERİ 2: ÜNLÜ VE KOF OLANLAR

 


Yazının bu 2. bölümünde listeyi dikkatli yapmaya ve tanınmış ya da klasik diye bize pazarlanan yazarları ve kitaplarını ele alıp, listeyi dar tuttum. Çünkü bloğumun çok az okuruna dahi de olsa bazı gereksiz kişileri tanıtmış olmak istemem. Burada yazacaklarım zaten satılan, okunan kitaplar. Ben sadece bu açıdan bakın istedim.



1.Alev Alatlı (Kadere Karşı Koy A.Ş.) Alev Alatlı'nın kitapları doksanlı yıllarda, en azından benim yakınımdaki arkadaşlar arasında modaydı. Aslında pek de satılmasa da, ara ara cilalanan bu yazarın kitabını, il halk kütüphanesinden aldım ve o kadar kötü bir kitaptı ki, başka bir kitabını okumamaya karar verdim. Kitapta eğitimli ve çalışan bir kadın, üstelik orta yaşı ile beraber,  kariyer de kazanmış, kendisini aldatan kocasını yeniden kazanmaya çalışıyor. Bunun için de kocasının kariyer yapmış, beyaz yakalı bir genç kadın olan,  metresine benzemesine çalışıyor. Bu benzeme sırasında da, doksanların gözde sosyoloğu Profesör Nilüfer Göle'yi örnek alıyor. Kitapta Nilüfer Göle'nin adı aşırı sık geçiyor. Kendisini zaten sevmezdim, doksanlarda dinci-tarikatçı milletini şirin göstermeye çalışanlardan biriydi, Göle'den  iyice soğudum bu kitapla (roman demek istemiyorum). Bu nesil, kariyeri ve ekonomik özgürlüğü olan bir kadının, kendisini aldatan bir erkek için bu kadar çırpınmasını zerre kadar anlamaz.



2.Mahir Çayan (Tüm yazıları) : Böyle ünlü ve simge birisinden, Marksizm'le ilgili çok şey beklediğimden olacak, büyük hayal kırıklığına uğradım. Kitapta benim canımı en çok sıkan şey, sürekli olarak yaşadığı dönem Türkiye'sini, çarlık rejimin son dönem Rusya'sı ile kıyaslaması. Oysa her ülke ve her devrim, kendine özel değil midir? (Simge bir isim olduğundan daha fazla şey yazamıyorum.)



3.Amin Maalouf (Doğunun Limanları) :Bu yazarı da çok övüyorlar. Arap olmakla beraber Fransızca yazan ve Fransa'da yaşayan bir yazar. Roman kahramanı Lübnanlı bir asilzade ve okumak için Fransa'ya gidiyor. O sırada Alman işgali oluyor, Fransız direnişine katılıyor ve efsaneleşiyor, bir Fransız kadınına aşık oluyor. Sonra ülkesine dönüyor, Lübnan'ın Fransa'ya karşı bağımsızlık mücadelesi başlıyor o da direnişe katılmıyor. Katılan ise esrar tüccarı kardeşi.  Romanın geri kalanını anlatmayayım ama romanda her şey Lübnan'da Fransız işgali bitince sarpa sarmaya başlıyor. Roman düpedüz keşfe Lübnan'ı tekrar Fransa  işgal etse diyor. Zaten önsözde açıklandığına göre Romanın Fransızca orijinal adı Doğu'nun Merdivenleri. Lübnan'ın Sidon, Sayda ve Beyrut şehirlerine Fransızların verdiği ad. Lübnan kıyısının haritada merdivene benzetilmesinden bu adı almış.



4. Noam Chomsky (Anti Amerikan-siyasi kitapları) : Chomsky, fil felsefesinde bir efsane. Aynı zamanda Amerika aleyhtarı bir Amerikan vatandaşı, ciddi biri siyasi aktivist olarak da tanınıyor. Benim de sözüm bu Amerika aleyhtarlığı kitaplarının bir zaman sonra sıkıcı olması ile ilgili. Zira hep bir Amerikan emperyalizminden şikayet, Amerika'nın kötülüğü üzerine yazıyor ama çözüm yok. Bir de arka arkaya okursanız içinizi bir sıkıntı basıyor ve karamsarlığa kapılıyorsunuz.



5. Can Dünar'ın Atatürk Belgeselleri:  Gazeteci Can Dündar, sekiz tane Atatürk belgeseli yapmıştır ama ilginçtir hiç birinde Atatürk'ün zaferleri ya da devrimleri anlatmaz. Bu belgeselleri izlemek, sizin Atatürk'e hayran olmanıza ya da hayranlığınızın artmasına yol açmaz. Bu belgeselle Atatürk'e acımanıza yol açar. Dündar, genizden gelen buğulu sesiyle,  belgeselini yaptığı kişinin çektiği çileleri ve üzüntüleri anlatır. Bence izlenilmese, okunmasa daha iyi.

3 Şubat 2022 Perşembe

LİNÇ EDİLEN DÜRÜST GAZETECİ FALİH RIFKI ATAY



 Falih Rıfkı Atay hakkında yazı yazmama sebep olan Lui Ramber adlı bir İsviçrelinin, Gizli Notlar adı altında yayımlanmış anıları oldu. Bu şahıs, Abdülhamit döneminde tütün rejisinde üst düzey yönetici. Osmanlı devleti sürekli tütün rejisinden para istemedi, rejinin sorumluluğundaki tütün alanları ve tütün alım-satım merkezleri ve depoları denetlemek ve bazı sorunları halletmek adına da o dönemin Osmanlı ülkesini bol bol gezmiş, şirketinin çıkarları için Osmanlı yönetimiyle bol bol mücadele etmiş, yani ülkeyi çok iyi tanıyan birisi.

Ramber'in her satırı bana Falih Rıfkı Atay'ı ve Şevket Süreyya Aydemir'in yazdıklarını hatırlattı; bir de Reşat Nuri Güntekin'in hikaye ve romanlarını. Ramber'in anlattıkları ise daha dehşet. Mesela efeler, tütün postasını soyuyor, peşlerine devletin jandarması düşüyor. Jandarma yüzbaşısı, efe çetesinin reisinin kardeşi ve çetenin kaçmasını sağlıyor. Devlet, memurlarına pek çok kere maaş veremiyor ama devlet hanedan üyeleri için yeni saraylar ve köşkler yapacak parayı hemen buluyor. Memurlar da bazen aylarca dairelerine uğramıyor, arada maaş verileceğini duyunca dairelerine uğruyor.

Benzer olayları Falih Rıfkı Atay, Aydemir ve Güntekin'de anlatıyor ama genelde linç edilen Falih Rıfkı oluyor. Zira kendisi Birinci Dünya Savaşı sırasında, İttihat ve Terakki'nin üçüncü en güçlü (Enver ve Talat'tan sonra) üçüncü  paşası olan Talat paşanın katipliğini yapıyor. Hiç istemediği halde, Talat Paşanın adamı lakabını kazanıyor. Kurtuluş savaşı sırasında, Atatürk'ün emri ile İstanbul'da kalıp, Ankara hükümetinin sesi oluyor ve bu uğurda Nemrut Mustafa Divanında idam istemi ile yargılanıyor. Sonra gene Atatürk'ün emri ile Ankara'ya geliyor.

Cumhuriyetin ilk yılları anlatılırken, hemen her cepheden ilk alay edilen ya da eleştirilen Falih Rıfkı Atay olunur. O, bu eleştirilere ezelinden beri alışıktır. Cephede Cemal Paşanın adamı, Kurtuluş Savaşından sonra Cumhuriyetin prenslerinden olmuştur.

Diğer yandan da q harfinin Türkçeye girmesine engel olması ile alay edilir. Kendisi harf devriminde q harfinin alınmayışını kendi ısrarı ve imzasını küçük harflerle atan Atatürk'ün bu harfin küçük halini beğenmemesine bağlar. 

Oysa bunun sebebi Türk harf devriminin ses açısından muhafazakar olması, Türkçeye yabancı sesler alınmasına engel olma çabasında olmasıdır. W ve x harfleri de bu yüzden kabul görmemiştir. Sürekli kıyaslanan Japonlar ise, 1863'de daha büyük bir harf devrimi yapmış, beş bin civarı karakteri sadeleştirmenin yanında, sayı sistemini değiştirip, yabancı sesler için alfabeye yeni şekiller eklemiştir. Üstelik bunu Türkiye gibi okuma-yazma oranın en iyimser açıdan %10, kadınlarda %1 civarındayken değil, erkekler arasında en kötü ihtimalle % 40 üzeri okuma-yazma varken yaptı.

Falih Rıfkı Atay ise, kendisine yapılan bu saldırı ve alaylara  rağmen, dürüst gazeteciliği ve tarihi dosdoğru anlatan anılarıyla,  kitapları ile kütüphanelerdeki yerini aldı.