15 Nisan 2023 Cumartesi

NAMUSLU VE ZÜBÜK FİLMLERİNİ KARŞILAŞTIRMA



 Şu günlerde herkes,  1980 yapımı Zübük filmini ve onun üzerindeki gizli sansürden uzun zamandır çok konuşuluyor. Bu da filmin, internet sitelerinde daha çok izlenmesine sebep oluyor. Öte yandan 1985 yapımı, başrolünde Şener Şen'in oynadığı Namuslu filmi gözden kaçıyor. Ben her ikisi ile de ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. 



İki film, birbirinin yansıması yada zıddı gibidir. Beş sene sonra yapılan Namuslu filmini, Zübük filmine cevap olarak alabiliriz. Zübük filminde, Kemal Sunal'ın oynadığı Zübük karakteri, filmdeki tek kötü karakterdir. Namuslu filminde ise, filmin bir noktasına kadar Şener Şen'in oynadığı Ali Rıza karakteri tek iyi karakterdir, sonra o da kötü olur. İronik bir şekilde, Kemal Sunal çoğu filminde, tesadüflerin de yardımıyla kazanan saf, masum iyiyken, Şener Şen, başarısız, komik kötü olur. Bazen Kemal Sunal'ı (Özellikle, Kibar Feyzo filminde), bazen de İlyas Salman'ı (Özellikle de Banker Bilo filminde) ve arada diğer oyuncuların (Mesela, Şalvar Davası'nda Müjde Ar'ın) başına bela olan kötüdür. Aslında genel anlamda filmin sonuna kadar başarılıdır. Sonuçta her iki oyuncu da, bu filmlerle alışılageldik rollerinden çıkıyor. Öte yandan bu iki film, iki ayrı felsefi soruyu soruyor. Zübük, bir namussuz, namuslular arasında nasıl yaşar, sorusunu sorarken; Namuslu filmi, namuslu insanın, namussuzlar içine nasıl yaşar sorusunu sorar. Etfarındaki çoğu insan dürüstken, Zübük dürüst olmayı düşünmez bile. Namuslu Ali Rıza ise bir noktada yoldan çıkar ve kendisinin namussuz olmasını isteyenleri cezalandırır.)




Her iki filmde, fazlasıyla politiktir. İlk film, politikacıları hedef alırken, ikinci film, seçmenleri hedef alır. İkinci film, çalıyor ama çalışıyor diyen seçmeni yıllar önce görmüştür. Ali Rıza, yoksulluğu için suçlandığında ailesine çalayım mı diye sorar, kaynanası Adile Naşit, nerde sende o göz diye cevap verir. Anlarız ki Zübüklere oy verenler o kadar masum değildir. Zübük romanında ve filminde de benzer mesajlar filmin sonunda verilir. Filmin ve romanın esas konusu Zübük olduğu için, filmdeki bu mesaj kaçırılır. Zübük filmi, 1961 tarihli ve Aziz Nesin imzalı romanı ile bayağı paralel bir senaryoya sahiptir. Aradaki otuz yılı ve ne kadar mükemmel olursa olsun, bir romanı sinemaya uyarlama zorluklarını da hesap etmeli. Filmde, romanda olmayan 1977 Güneş Motel olayı da vardır. Türk siyasetine damga vuran olay, 1980'de film yapılırken halen tazedir. Özellikle bu otelde yapıan pazarlıkla gümrük bakanı olan Tuncay Mataracı'nın rüşvet skandalı, CHP iktidarının bej sıfır (bej değil, Trakya aksanı sebebi ile bej) ara seçim yenilgisinin ve 12 Eylül darbesinin yol taşlarından biri olmuştur. Filmde ve romanda  Zübük'ün küçük bir kasaba politikacısından çıkması, 1976 yapımı, Zeki Alasya-Metin Akpınar'ın başrolterinde oynadığı, Umur Bugay senaryolu, Atıf Yılmaz'ın yönettiği Hasip ile Nasşp filminin de, Zübük romanından etkilendiğini düşündürür. Aslında taşrada bir süre yaşarsanız, kasaba politikacılarının hikayelerinin birbirine benzediğini görürsünüz. Aziz Nesin'de romanın konusunu, gazetecilik ve benzeri etkinliklerde turt gezilerindeki gözlemlerinden aldığını yazmıştır. İşin gerçeği, her kurgu karakterin kökeninde, gerçek bir karakter vardır.




Zübük politikacılar ve Zübük seçmenleri, son Kızılay sıkandalında da gördük. Sıkandal üzerine muhalifler kan vermeyi kesince, Kızılay kansız kaldı. Ölürüz, kanımız akar diyenler, kan verme iğnesine bile yanaşmıyor. Sonuçta çalıyor ama çalışıyor diyen kitlenin cesareti bile yalan



14 Nisan 2023 Cuma

TEVFİK FİKRET-SİS ŞİİRİ

 


SİS

Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden

sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün

iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?

Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;

“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!

Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;

ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...

Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!

18 Şubat 1317

Tevfik Fikret

6 Nisan 2023 Perşembe

İNAN CAN-CAN'LARIMA

 


CAN'larıma

Yağmur yağar sel olur

Evimiz Asi'ye bakardı

Asi delicesine taşar

Yaşamak bize yakışırdı

...

Ah Antakya

Yıkılmış duvarların

Taş sokakların yok artık.

Ne çan kalmışi ne ezan

Göçük altında hazzan

Ne eski meclis binası

Ne de vali konağı

Ne künefeciler kalmış.

Ne dönerciler saray caddesinde

Uçup gitmiş zahter

Uzun çarşıda ceset,

Kan ve yanık kokusu

.....

Ah canlarım

Alanlarda toplanılır

Eylem bize yakışırdı.

.....

Of Antakya

Hep üvey evlattın ama 

Mksüz, yetim ve sakatsız vesselam

Yıkılmış kalelerin

Hatice Can yok

Mithat can yok artık.

.....

Ah canlarım

Ne zaman savaş olsa

''Hayır'' size yakışırdı.

.......

Çığlıklar yankılanmış

Dolaşıyor enkazlarında hayaletler

''Takdir-i İlahi'' diyorlar ya

Faili belli cinayetler.

Ah annem

Ah babam

Ne zaman haksızlık olsa

Mücadele size yakışırdı

.....

Oyyy 6 Şubat

''Ölüm her şeyi eit kılar''

Yazar müzedeki lahitte...

Eşitlik midir yaşayabilecekken ölmek?

Atarak yardım çığlıkları

Ve duyarak başka sesleri

Beklemek umutla yardımı

Durması için yağmurun

Dua etmek karanlıkta

Teslim olmak yokluğa

......

Ah annem

Çocuklar işkence görür,

Savunmak sana yakışırdı

Kadınlar şiddete uğrar

Haykırmak sana yakışırdı

.....

Ah Samandağ

Deli dalgalar sahili döver

Mangalda et kokardı

Üstümüzde deniz tuzu

Çocuklar suyla oynardı

Humus, abaganuş ve salata

Portakal ve çiçek kokuları

Kızlar duvarları boyardı

Rakılar içilir

Gülmek bize yakışırdı

Güneş yakar, kavurur

Tekneler sahile yakışırdı

Kadehler tokuşur

GÜLMEK EN ÇOK BİZE YAKIŞIRDI

(İNAN CAN)



5 Nisan 2023 Çarşamba

NOMENKLATURA'NIN DİNİ VE LİDERALİZMİ

 



Tesadüfen okuduğum bir kitap, aradığım kelimeyi bulmamı sağladı. Aslında bu kelime, Sovyet sistemi ve doğu blokunu yönetenleri ifade etmek için kullanılmış. Sınıf sistemini yok etmek üzere yola çıkmış bir ideolojinin, böyle bir sınıfın varlığını kabul etmesi ne acı? Bu sınıf varken, eşitlikten nasıl bahsedebiliriz? Aslında Spvyetler Birliğinin yetmiş sene yaşamasına şaşmalı.

Bu kelime nomenklatura; baskın sınıf demek. George Orwel'ın, Hayvan Çiftliği romancığında belirttiği gibi, bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir. Bu sınıf, işin doğrusu her sistemde vardır. En basitinden, herhangi bir lise edebiyat ders kitabını alın. Tanıtılan yazarların hayat hikayelerine bakın ve hangi liselerden mezun olduklarına bakın. Dışişleri bakanlığı, 1990'lı yıllara  kadar Galatasaray lisesi mezunlarınınn tekelinde olmuştur. Bunun tek sebebi, bu lisenin çok iyi eğitim vermesi değil, yıllarca bu okula belli seçkin ailelerin çocuklarının seçilerek alınmasıdır. Galatasaray, Kabataş, Kadıkaöy Anadolu gibi liselere girmek, 12 Eylülce Anadolu lisesi ilan edilmelerinden sonra kolaylaştı. Bundan sonra da bu okullardan sürekli yüksek bürokrat ve sanatçı yetişmez oldu. Çünkü bu liselere, Osmanlının son dönem nomeklaturası, yani baskın sınıfı, bu okullar ve bu okulları tuba ağacı nazariyesi diye diye el üstünde tutan akademisyen-bürokrat güruhu sayesinde ayakta kaldı.

Nomenklatura hep bir ideoloji, bir yüce amaç arkasına sığınır. Hasan Ali Yücel'in bakanlığı bırakmasından, 12 Eylül rejimine kadar milli eğitim, tuba ağacı nazariyesi diye inliyen muhafazakarların elinde oldu aöma o ağaç bir türlü Türkiye'yi besleyemedi. Daha ziyade kendi kendisini besledi. İstanbul'un bu tuba ağacı liselerinden mezun olup,  Anadolu'nun içlerinde çalışan pek az kişi oldu.

En genel nomenklatura ideolosiji liberalizm (kapitalizm)  (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/kapitalizm-ile-ilgiliyanlis-bilgiler-su.html ) ve islamcılıktır (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/11/son-yillarda-biten-islamci-seyler-2.html ) Her ikisi de bazı ideolojik ilkelere dayansa da amaçları moneklatrualarnı, yani baskın sınıflarını korumaktır. Yüce kavramlar bunun için kullanılır, icabında yok sayılır. Mesela serbest piyasa ekonomisi tamamen hayal mahsulü, küçük işletmelerin büyümemeleri için uydurulmuş bir palavradır. Adam Simith bile, İskoçya gümrük bakanıyken, İngiltere'den gelen kumaşlar, İskoç tekstilini zorlayınca, İngiltere'den gelen kumaşlara yüksek gümrük koymuştur. Türkiye'de tarım ürünleri pahallandığında devlet derhal gümrükleri indiriyor ama sanai ürünlerinde böyle bir şey yapmıyor, zira büyük sanayiciler hep kollanıyor.  ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/03/kuresellesme-yalan-hani-gumrukler.html ) Kapitalizmde özgürlük de kocaman bir yalandır, kapitlasizmde özgürlük kavramı da bir yanaldır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/01/popper-soros-veliberal-kapitalist.html) Latin Amerika, Orta Doğu, Afrika ve hatta Endonezya diktatörlükleri hep kapitalisttir. Büyük şirketler zarar edeceğinde, özgürlükleri kaldırmanın ya da gümrükleri kaldırmanın bir bahanesi  bulunur.  Kapitalist sistemde ekonomi bilimi demek, süper zenginlerin daha da süper zengin yapılması gerektiğine dair bahaneler üretmek demektir. Kapitalist ekonomistelere sorarsanız, tüm küçük esnaf batsa, işçilerin alım gücü yarı yarıya düşye bir şey olmaz, ama tek holdingin iflası kıyamettir.



Benzer bir durum, dinler içinde böyledir ve tarih boyunca böyle olmuştur. Din adamları, kazançlarına dokunulmadığı sürece her şeye tahammül eder. Hindistan'da tarikat şeyhleri İngilizlere o kadar bağlıydı ki, Muhammed İkbal, İngilizler bir gün Hindistan'ı terk etse, Hintliler taştan, çamurdan İngilzler yapar, onlara hizmet eder demişti. Çanakkale savaşında ve işgal yıllarında İstanbul sokaklarında dolaşan siyahi askerleri de Senegalli bir şeyh yollamıştı. Birinci Dünya Savaşında Arap şeyhleri, İngiliz zaferi için dua etmişti. Suudi Arabistandaki Osmanlı eserleri yıkılırken, Thomas Lawrence'ın evi müze yapılmıştır. Türkiye başbakanı da Irak'ı işgal eden Amerikan askerleri için dua etmişti. Adnan Menderes, özellikle İstanbul'da yol genişletme bahanesi ile, bazıları Mimar Sinan'a ait onlaca camiyi yıktırmış, Birleşmiş Milletlerde açıkça Cezayir'in bağımsızlığına karşı oy kullanmıştır. Kendisi onlarca cami açmış, dini hikayeler dinlerken, mendil ısıra ısra ağlamış, minare tepesindeki alem denen hilal şeklindeki metal parçası yüzünden müteahitlerle defalarca tartışmış, buna karşın İstanbul'da, tarihi bir cami bahçesine gömülmek isteyen Süleyman Hilmi Tunahan'ı ( Süleymancılık denen tarikat-örgütlenmenin kurucusu) Karacaahmet mezarlığına gömdürmüş, iki tanesi opera sanatçısı olmak üzeresayısı belirsiz metresler edinmiş, bürokratlarının eşleriyle (bunlardan birisi İstanbul İl Emniyet müdürünün eşidir. Menderes odada işini görürken, koca da ünüformasıyla nöbet tutmuştur) yatmış, her akşam yemeğini kaliteli bir şarapla içmiştir. Saddam Hüseyin'de halk içinde daima dindar görünür, akşam kaliteli bir şişe şarapla yemek yerdi. Baş yardımcısı Tarık Aziz, Hristiyandı. Amerikan askerleri geldiğinde, içinde yapay şelale bulunan villasında, Meryem ana ve İsa heykelcikleriyle bulmuştu. Mevlana'da babasından itibaren ateşli bir Moğol yanlısıydı. En yakın müritlerinden Ahmet eflaki'ye göre, Mevlana'nın babası Bahaeddin Velet, kendisini Kürt yatmış, arap uyanmış biriydi.  Mevlana, Afganistan doğumluydu. Afganistan'da Kürtlerin ne işi var diye düşünebilirsiniz. Milattan önceki Ahamenit döneminde Şahın biri, Kürtlerin ve Yahudilerin bir kısmını İran'ın kuzey doğusunda ve Orta Asya'da, Orta Doğudaki kadar olmasa da, Kürt bir azınlık vardır.  (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/ariflerin-menkibeleri-ve-mevleviligin.html ) Mevlana'da Mesnevisinde Türkler ve Aleviler ile alay eder, bolca da müstehcen hikaye anlatır. ) https://onbinkitap.blogspot.com/2017/12/mesnevidenhatirlananlar-mevlana.html ) Hatta bunlardan birince, tecavüze uğrayan bir çocukla alay eder. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/10/diktatorlerin-marifetleri-histonun.html )  Babası ile Moğol propagandası yapa yapa önce Karaman'a, sonra Konya'ya gelmiş, Moğolları sakinleştirmek isteyen Selçuklularca itibar görmüştür.  Moğol komutan Bacu Noyan, Konya kalesini ve şehri yakıp, yıktığında, Konyalıların bunu hakettiğini söymeiş, Bacu Noyan'ın gizli Müslüman olduğu dedikodusunu yaymıştır.Aslına tüm tarikatlar ve din adamlarının önceliği, kendi din adamı sınıflarının refahıdır. Ben yıllarca Türkiye'deki tarikatların, Atatürk ve Atatürk'e karşı olmasının sebebini, Atatürk'ün kurtuluş savaşı sonrası icraatları zannederdim. Meğer Kurtuluş savaşına da karşılarmış ve gerçekten de keşke Yunan kazansa diyorlarmış. Zira İngiliz-Fransız emperyalizmi, İspanyol-Portekiz emperyalizminden farklı olarak, yerli halkın dinini değiştirmekle ilgilenmemiş, yerel dini liderler de iyi geçinmiştir. Cumhuriyet sonrası dini yazarlar, Atatürkçüleri ve solcuları Avrupa ve Amerika ile iş birliği yapmakla suçlarken, kendileri Avrupa ve Amerika aleyhine tek söz etmez. Altıncı filoyu protesto eden gençleri denize attıkları gibi, filoya doğru da namaz kılmışlardır. (Filo boğaza demirlemişti, kıble de Marmara denizine bakmaktaydı.  Kaldı ki son yıllarda Kurtuluş savaşı şehidi ya da ilk yıllarının önemli kişilerinin adını bir bahane ile silmek  ve yerine basbayağı işgal yanlılarının adını vermekle meşguller. (https://www.odatv4.com/guncel/ataturkun-ismi-okullardan-siliniyor-1604151200-74357  ) En basitinden, Ankara'da Satı Kadın lisesinin adı, binanın değişmesi bahanesiyle Cemil Meriç yapıldı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/02/bazi-okumayin-tavsiyleri-1yalancilar.html ) Kendisi Hatay Fransız işgalindeyken,  Fransa yanlısı ama Türkiye'ye katılınca bir anda milliyetçileşip, Şaman soy adını alıyor. (İlk soy adı bu) Sonra bir ara solcu, hatta sosyalist. Derken İstanbul üniversitesine kapağı atıp, siyasal iİslamcı oluyor. Üniversiteye Fransızca okutmanı olarak giriyor ve Fransızca bir sosyoloji kitabını, derse girmek istemeyen profesör yerine alıyor ama kafasına göre sağcılık propagandası yapıyor. Sonra doksanlarda İletişim yayınlarında seri halinde yayımlanıp, eski solculuğu iyi bir şeymiş gibi piyasaya veriliyor. Bu yazı uzamış olmakla beraber, Mustafa Necaati'ye yapılanlardan da bir bahsetmetmştim. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/06/mustafa-necaatiden-alinan-intikam.html) Amerikan misyonerlerinin köküne kibrit suyu ekmişti.



Dini simgelere saygı durumu da benzerdir. Dini simgelere hassasiyetleri, kendilerinden olmayanları aşağılama ve baskılama içindir. En başta zaten başkalarının dini simgelerine ya da dini olmasa da değerce yüksek buldukları varlıklara zerrece hassasiyet göstermez, hatta bizzat saldırırlar. Kendileri ihtiyar bir erkek olan  şeyhlerinin (ya da hocaefendilerinin ) sümüklü mendillerini saklayanlar ya da nerden geldiği belli olmayan kıl parçalarının peygambere ait olduğunu iddia edip, karşısında zırıl zırıl ağlayanlar; heykeller karşısındaki bir dakikalık saygı duruşuna ya da konan iki parça çiçeğe put derler. Başka din ve inançtan kişiler hakkında asılsız dedikodu üretmekten de çekinmezler. (Aleviler mum söndü yapıyor, Yahudiler, iğneli fıçıçyla Hristiyan kanı akıtıyor, vesaire vesaire) Kendileri de, kendi simgelerine o kadar sadık değildirler. Şu günlerde bir seccade konusunu dillerine dolamışlar. O seccadelerii esnaf, döndüre döndüre, yere çala çala ve yoga halısı diye satıyor. Kaldı ki mekan, mescit ya da cami falan da değil. Kendileri fi tarihinde helvadan put yapıp yiyen Fenikelileri ya da Yemenlileri kınarken, Kuran, Kabe, hatta şehit Ömer Halisdemir'in heykeli dahil pek çok şeyden pasta yapıp yemişlerdir.






1 Nisan 2023 Cumartesi

DEPREM (ŞUAYİP ODABAŞI)



 DEPREM

tekerrür eder de, hiç ders almayız
eloğlu elek der, kelek anlarız..
boş-boş lâf etmekten, geri kalmayız
eloğlu dibek der, göbek anlarız..

doğanın takdiri, bütün depremler
olana kar etmez, bunca merhemler..
ölen ölür, kalanları kim dinler
eloğlu eşek der, döşek anlarız..

özensiz yaparsan, çürük meskeni
öksürükle çöker, sapar ekseni..
sütunlar, direkler çalı dikeni
eloğlu fişek der, şişek anlarız..

sen seni bilmezsen, bildirirler çatıları başına indirirler.. görmeden, öldüğünü bildirirler. eloğlu şebek der, bebek anlarız..

hileli betonlar, azdır demirler
allah'tan gelmiyor, kötü emirler..
kimlere kurbandır, bunca ömürler
eloğlu dilek der, bilek anlarız..

herkes yardım eder, düşkün acize
binalar göçmezse, olur mucize..
evleri düzgün yapın, derler bize
eloğlu çörek der, börek anlarız..

ODABAŞI sözüm, aciz olana
her işte hileli, bozuk olana..
fırsatçılar başlar, hemen talana.
eloğlu durun der, vurun anlarız..

Şuayip Odabaşı 7 şubat 2023


26 Mart 2023 Pazar

YETKİSİZ POLİSLİK



 Polislik, bekçilik, hakim ve savcılık iyi bir şey olabir, ama buna hakkımız varsa. Bizse genelde insanlaı etiketleri ile sahiplediğimiz ya da dışladığımız için, insanların bu etiketlere ne kadar uygun olup, olmadığına bakıyoruz. Sonra bu etiketi hak edip, etmediğine karar vermek istiyoruz. Böylece  o insanı yargılıyoruz. Bir de ahlak bekçiliği meselemiz var. Ben Nietzsche'nin ahlak bekçiliği yapanlar, en ahlaksız olanlardır sözü kadar doğru bir şeye rastlamadım. Harbiden de, ona-buna ahlakta tebelleş olan,  sürekli ahlak konusnda ahkam kesen kişiler,  sonradan ya büyük sapık-ırz düşmanı çıkıyor ya da parası ve bedeni tükendiği için tövbekar olmuş oluyor.

Benzer bir durum, ideoloji bekçilerinde de var. Başkalarının görüşlerini beğenmeyen, az bulanlar, zor zamanların en büyük döneği olabiliyor, hatta çoğu kez öyle oluyor. Böyle tiplerin daha sonra polis-istihbarat muhbiri ya da provakatörü (kışkırtıcısı) olabiliyor. Bunun en tipik örneği Doğu Perinçek  ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/dogu-perincek-kimdir.html ) ve Nihat Genç'tır ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/03/nihat-gencin-delirerek-bitmesi.html) Siyaset tarihimiz bunların örneğiyle doludur. Bir ideolojiye aşırı bağlılık gösterileri, çoğu kez inançsızığı ya da güvensizliği, hatta ajan-provakatörlüğü saklama gayesi sebebi ile olabilir. Bence bazı kişiler, bunu çok uzun yıllar yapmış olabilir. Radikal Marksistken, ömrünün son yıllardında birdenbire liberal olan, iki oğlu (Ahmet ve Mehmet Altan) önce liberal, özgürlükçü, sonradan da FETÖ darbeci olan Cetin Altan ve onun gibi pek çok ünlü kişinin, hatta  her sene ölüm yıl dönümünü andığımız pek çok kişinin de böylesi kışkırtıcı ajanlar olduğunu düşünüyorum. 

Tarikta üyeleri, sıradan insanlardan daha Müslüman değildir. Irkçı, ırkçıdır, sıradan bir insandan daha milliyetçi değildir. Böyle şeylerin tartısı yoktur. Siyasal yelpaze ise sadece kavramsaldır. Irıkçılar vatansever değildir, onlar sadece mülkiyet seven kişilerdir. Bir ülke, üzerinde yaşayan her inan.çtan ve türden vatandaşlarıyla vatandır. Bu kişiler için, kendi ırkdaşlarının yada kökensaşlarının bir bölgede yaşamış olması veya atalarının  bir yerlerde, bir zamanlar egemenlik kurması, saece savaş bahanesidir. Bu bahane, İngilizler için medenileştirme, Osmanlılar için din,  Sovyetler için ploreterya egemenliği ama özünde yağma ve işgaldir. Hitler, sıradan bir sosyal demokrattansa, radikal sosyalist-Lenininst birinin daha kolay NAZİ olacağını söylemiştir. Zira o kişinin içindeki şiddet eğilimi, kolayca faşist ideolojiye evrilebilecektir.  Dostoviyetski'de radikalliğin, cehaletin ve saldırganlığın bir gösterisi olduğunu söyler.

Her durumda radikallerin ya da başkalarının ,bize kimlik yada konum yapıştırmaları kabul edilmez olmaldır. Kendi inanç ve fikirlerimizin konumunu başkaları belirlememelidir.

22 Mart 2023 Çarşamba

DİKTATÖRLERE KARŞI AŞKIN BİR SONU VARDIR (NAZIM HİİKMET VE STALİN)

 


Pskianalizin ve psikiatrninin kurucusu Sigmund Freund, insandaki tanrı fikrinin, baba otoritesi arayışından olduğunu savunur. Halkların diktatör arayışı da bence benzer bir durumdur. Diktatörler genelde kargaşalık, iç savaş ve ekonomik krizlerle gelirler,  Benzer krizlerle de giderler. Hep erkek ve genelde bıyıklı olurlar. Yoğun propaganda silahları sayesinde çok sevilirler. Ancak dikta uygulamaları sonucunda nefret kazanırlar. Bunu en iyi anlatan şey, Nazim Hikmet Ran'ın sekiz  sene arayla yazdığı  şiirleridir. İlk iki şiir Sovyetler Birliğine iltica ettikten hemen sonraki yıllarda, ülkesinde muhtemelen linç ya da suiastle öldürülme ya da tekrar hapise girme durumunda iken, kısmen de olsa bağımsız olma duygularıyla yazığı şiirdir. Bu şiirleri bloguma ekliyorum, çünkü Yapı Kredi yayınları halen şairin bu şiirleri başta olmak üzere bazı şirlerine sansür uyguluyor. 

5 MART 1953

İlkönce kim kime metin ol kardeşim diyecek,

ilkönce kim kime başsağlığı dileyecek?

Hepimizindi o,

hepimizindir.

Yoldaşlarım,

acınızı duyuyorum,

       sizin duyduğunuz gibi tıpkı aynı şiddetle.

Kardeşlerim,

hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden

tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı aynı metanetle.

Seviyorum onu,

Marks’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi,

                                   sevdiğiniz gibi,

                                   aynı muhabbetle,

                                   aynı hürmetle.

Yoksul, esir halkımın dostuydu o.

–hangi halkın dostu değildi ki.

  Bütün emekçi insanlık

                     beyaz, siyah, sarı,

                     baktı akıllı, güzel gözlerine onun,

                     baktı hayranlıkla, hayretle:

  orda aşikâre yollar,

  orda yollar apaydınlık,

  orda kurtuluş,

                     bahtiyarlık

                                   her birine –

Halkımın savaş bayrağıydı o,

ve işkenceyi, hapsi, ölümü göze alarak

kaç kereler

“Barış, Bağımsızlık, Hürriyet” sözleri yerine

yazdı onun iki hecelik adını

fabrika duvarlarına,

yazı tahtasına okulların

                     ve köy türkülerine.

Yoldaşlarım,

          Sovyet insanları,

günler ağır.

Onsuz geçilecek bu ağır günler

                     sarsıntısız, çatlaksız,

ama onunla ve Lenin’le beraber,

                     yani komünist partisiyle,

                     yani komünist partisi başta.

Bu parti eşi emsali görülmedik bir çeliktendir.

Bu çeliğin adı:

boydan boya ömrünü vermek emrine halkın,

boydan boya ömrünü vermek komünizme.

Stalin v Serdtse’ (Kalpteki Stalin)

 (Nazım Hikmet, bu şiiri ilk kez Stalin’in ölümünden 5 gün sonra 10 Mart 1953’te Sovyet Yazarlar Birliği’nin aylık yayın organı ‘Literaturnaya Gazeta’da (Edebiyat Gazetesi) yayınlamıştı. Şiir 1953’te Stalin’in ölümü üzerine yazılmış şiirlerden derlenen ‘Stalin v Serdtse’ (Kalpteki Stalin) başlıklı kitapta ve daha sonra yine Rusça olarak 1953 baskısı ‘Seçme Eserleri’nde de yer alıyor.)

Mehmet Perinçek’in Rusça’dan çevirdiği şiir şöyle:

Hatırlıyorum.
On sekiz yaşımdayım.
Anadolu’dayım.
Anadolu savaşmakta.
Yol boyunca gidiyoruz.
Sıcak. Gölge yok.
Diyor ki yol arkadaşım
köylü Mehmed:
“Yakında acılarımız dinecek,
Bolşevikler yardım ediyor bize,
Lenin ve Stalin.
Dökeceğiz
gavuru denize.”
Hatırlıyorum.
Moskova’dayım.
Okumaya gelmişim
üniversiteye,
onun adını taşıyan.
O gelir,
otururdu bizimle…
Getirmişti belki de postallarında
Tsaritsın çarpışmalarının tozunu.
Bu ceketti belki de üstündeki
Petrograd’ı kurtardığında.
…Aklımda
kapkara bıyıkları,
sakin, dikkatli bakışı.
Nasıl da cesur ve genç!
Öğretmenimiz,
arkadaşımız,
geliyor,
avuçlarının içinde taşıyarak
Lenin’in ellerinin sıcaklığını.
Hatırlıyorum.
Kızıl Meydan. Kar.
Bin dokuz yüz yirmi dört yılı.
Bir adam asker kaputlu
omuzlamış Lenin’in tabutunu.
Hatırlıyorum bu kayalaşmış suratı.
Beyazlaşmış gibi şakakları.
Kardan olabilir mi?
Hayır. Ayrılıktan.
Tuttuğu yastan.
Hatırlıyorum.
İstanbul’dayım.
Matbaada.
Gece.
Basıyoruz anayasayı.
Dizgicinin parmakları
türkü söyler gibi.
Ertesi gün sabah
Türkiye’nin binlerce insanı
okuyor bu satırları.
Ve artık onlar için,
gün daha aydınlık,
denizin enginliği daha mavi
ve bir gün
onların topraklarında da
yaşanacak
böylesi bir bayram.
Hatırlıyorum.
Bursa’dayım. Hapishanede.
(Gelmiyor aklıma,
hangi seneydi)
Yoldaşlar göndermişti onun portresini,
bir Fransız gazetesinden kesilmiş.
O, ulaştı bana kadar.
Buldu yolunu.
Parmaklıkların ve duvarların arasından
sızdı.
Beyaz üniforması üstünde,
yıldızlarıyla göğsünde,
gülümsüyordu başkomutan.
Belli ki çekilmişti bu fotoğraf,
gri kubbesinde
Reichstag’ın
belirdikten sonra
üç Sovyet askeri
ellerinde
askerî
kızıl sancakları ile.
Ve bir kez daha,
Volga’da,
birkaç sene sonra,
Stahanovcu şoför Tasya’nın kabininde
gördüm
portrenin birebir aynısını;
o, devam ediyordu gülümsemeye.
Kısa bir süre önce de
Pekin’deyken,
biz, kongre delegeleri,
gördük
onun son fotoğrafını
XIX. Kongre’nin kürsüsünde.
Duruyordu yanımda —
kolsuz Koreli bir asker,
Fransız bir dizgici
ve Hintli bir şair.
Dedim ki:
“Babamız genç!”
“Gördüm onu Moskova’da, — dedi Fransız, —
delikanlı gibi çıkıyordu merdivenleri!”
Ardından mahcup bir şekilde dedi ki
genç Koreli asker:
“O,
insanlığın hayali.
Hayal dediğin
yaşlanır mı hiç?”
Hintliyse dedi ki:
“O, komünizm gibi
ülkesinin çoktandır yol aldığı;
ve komünizm
sonsuz hayattır,
sonsuz gençliktir,
sonsuz bahardır.”

Tabiki diktatörlere karşı aşkın bir sonu vardır. Stalinizm'den arınmalar sonrası 1961'de şu şiiri yazmış: 

“taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.
yok oldu bir sabah!
yok oldu çizmesi meydanlardan,
gölgesi ağaçlarımızın üstünden,
çorbamızdan bıyığı,
odalarımızdan gözleri,
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının ve kâadın”


Görüleceği üzere diktatörler, ideolojilere aşık şairleri bile usandırabiliyorlar.