18 Mayıs 2023 Perşembe

NUTUK'UN İLK SAYFASI

 


SAMSUN'A ÇIKTIĞIM GÜN GENEL DURUM VE GÖRÜNÜŞ 1919 yılı Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir : Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı'na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa 'nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı. Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta... İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul' da. Adana iIi Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da, İtilâl Devletleri'nin uygun bulması ile Yunan ordusuda İzmir'e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafında Hristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar. Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerle iyice anlaşılmıştır ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulan Mavri Mira Hey'eti illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Kızılhaç'ı ve Resmî Göçmenler Komisyonu , Mavri Mira Hey'eti'nin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira Hey'eti tarafını,olan yönetilen Rum okullarının izni teşkilâtları, yirmi yaşından yukarı gençleri de içine almak üzere her yerde kuruluşunu tamamlıyor. Ermeni Patriği Zazen Efendi de, Mavri Mira Hey'eti ile birlikte çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tıpkı Rum hazırlığı gibi ilerliyor. Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde örgütlenmiş olan ve 4 İstanbul'daki merkeze bağlı bulunan Pontus Cemiyeti hiç bir engelle karşılaşmadan kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor. BUNLARA KARŞI DÜŞÜNÜLEN KURTULUŞ ÇARELERİ Durumun dehşet ve korkunçluğu karşısında, her yerde, her bölgede birtakım kimseler tarafından kurtuluş çareleri düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünce ile yapılan teşebbüsler birtakım kuruluşlarıdoğurdu. Örnek olarak, Edirne ve çevresinde Trakya - Paşaeli adıyla bir dernek vardı. Doğuda Erzurum'da ve Elâzığ'da Rele genel merkezi İstanbul'da olmak üzere Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i hukuk-ı Milliye Cemiyeti kurulmuştu. Trabzon'da Muhafaza-i Hukukadında bir dernek bulunduğu gibi, İstanbul'da da Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti vardı. Bu dernek merkezinin gönderdiği temsilcilerle, Of ilçesinde ve Rize sancağında da şubeler açılmıştı. İzmir'in işgal edileceği konusunda Mayısın on üçünden beri açıktan belirtiler görmüş olan İzmir'deki bazı genç vatanseverler, ayın 14/15'inci gecesi, kendi aralarında bu acıklı durumla ilgili görüşmeler yapmışlar; bir oldubittiye geldiğine şüphe kalmayan Yunan işgalinin ilhakla sonuçlanmasına engel olma kararında birleşerek, Redd-i İlhak ilkesini ortaya atmışlardır. Aynı gece, bu ilkenin yaygınlaştırılmasını sağlamak üzere İzmir'de Yahudi Maşatlığı'na toplanabilen halk tarafından bir gösteri toplantısı yapılmışsa da, ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle, bu teşebbüsten beklendiği ölçüde sonuç alınamamıştır.

17 Mayıs 2023 Çarşamba

12 EYLÜL, DOĞRAMACI VE AİLESİ



12 Eylül 2010 tarihindeki referandumda hayırın en ateşli savunucularından oldum zira 12 Eylül subaylarına dokunulacağına inanmıyordum. Çünkü Doğramacı ailesi başta olmak üzere 12 Eylülün diğer unsurlarına dokunulmamıştı. Kamuoyunun dikkati meşhur Milli Güvenlik Konseyinin sağ kalmış iki üyesi (Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya) üzerindeyken, meşhur işkencecilerine hiç dokunulmamıştı.
Gene o yıllarda hatırlarsanız açılım modası vardı. Ben bu açılıma da zerre kadar inanmadım. Zira hem halen Türk askeri ölmeye devam ediyor, hem de Sedat Bucak ve aşiretine dokunan olmuyordu. Kamuoyu sakinleşsin diye Mehmet Ağar bir kaç ay yarı açık ceza evinde yattı, o kadar. Şimdi de Ağar'ın oğlu AKP milletvekili oldu.
Arkadaşımın biri ile tartışıyorum, bana senin de ölçütün yetmez ama evetçilik diyor, işin doğrusu aynen öyle. Ben, yabancı dil bilmeyen, bir taşra üniversitesi mezunu, yüksek lisans yapmamış, taşrada çalışan bir öğretmen olarak bunun farkındaydı. Şimdi bazıları hapiste, bazıları yurt dışında olsa da, yanılgıları bu yağmadan kendilerine düşen payı alamamalıdır.
Biz Doğramacı ailesine geri dönelim.
Herkes bu aileyi sadece Bilkent Üniversitesinin sahibi olarak biliyor. İhsan Doğramacı o devasa araziyi üniversite kuracağım diye aldı, kurdu da. Sonra o araziye lüks evlerden oluşan devasa bir şehir, bu şehri kurmak için de Tepe inşaat şirketini kurdu. Tepe inşaat da bol bol devlet ihalesi aldı ve almakta.
Sonra Tepe inşaatın yaptığı Bilkent şehrinde ki evler ve dükkanlar değerlensin diye kendi başkanı olduğu YÖK ve ÖSYM'nin tüm kurumlarını BİLKENT'e yerleştirdi.
Ardından da ÖSYM'nin sınavlarının evraklarını (soru kitapçıkları, cevap anahtarları vs) hazırlamak ve DEĞERLENDİRMEK için METEKSAN'ı kurdu.
Meteksan devlete ait değil, DOĞRAMACI AİLESİ VE TEPE holdinge ait.Yıllardır ÖSYM'nin sınavlarının işlerini doğrudan alıyor, muhtemelen ihaleye bile girmiyordur. Çünkü Meteksan'ın Bilkent yerleşkesine dağılmış onlarca tesisi sadece ÖSYM'e çalışıyor.  Buralarda Ankara ünivesitelerinde çalışan üniversitelerinin ve Milli Eğitim Bakanlığının personeli düzenli olarak nöbet tutuyor.
ÖSYM ve diğer YÖK kurumları Bilkent'e kiramı veriyorlar, yoksa arsa sahibiler mi, bilgim yok.
KPSS'de tulum çıkaranlar (ful çekenler, hepsini, hatta hatalı soruları da doğru yapanlar) skandalında gözler ÖSYM'de idi ama kimse METEKSAN'ı görmedi, METEKSAN'ı sormadı.
TEPE holdingte sadece METEKSAN , BİLKENT ve Tepe İnşaat yok. Özel güvenlikten, temizlik işlerine, mobilyaya her şey var. Hepsi de devletten sürekli ihale alıyor.
Devlet her alanda Tepe holdingi ve dolayısı ile YÖK'ün kurucusu İhsan Doğramacı ve ailesini koruyor. Son olarak Ankara Şehir Hastanesi Bilkent' yapıldı ve bu hastane MÜŞTERİ bulsun diye Numune dahil pek çok hastane kapatıldı.
Sonuçta Bilkent'e yapılan onlarca konut (ki neredeyse hepsi lüks sınıf) değerlenecek ya da değerlenecek diye gayrı menkul yatırımcılarına satılacak.
Son yirmi yılın trendi bu. Fen lisesi, Güzel Sanatlar lisesi, her hangi bir genel müdürlük veya bölge müdürlüğü söz konusu bölgeye taşınarak prim yaptırılıyor. Tüm  gayrı menkuller satılınca da o kurum prim yapılması beklenen başka bir yere taşınıyor.
Yapılmaz sanıyorsanız, bu iktidarın daha önce neler yaptığına bakın.

15 Mayıs 2023 Pazartesi

TÜRK MAFYASININ TUHAFLIĞI



 Fatih Terim'in kebabçı ile kavgası gündeme düştüğünde Ekşisözlük'te kinayeli bir başlık açmıştı. Benzer bir şeyi, İngiliz milli takım teknik direktörü yaparsa ne olacağını yorunlamışlardı. Bu olay bence de garipti. Sen koskoca Fatih Terim'sin, imparatorsun. Cumhurbaşkanını kankası, tüm memleketin dostusun. Tek isteğinle o kebapçıyı perişan ederler. Esnaf değil mi, en çok devlet ve belediyeden korkar, il hıfzısaha ya da belediye bir baskın yapsa, üç-beş gün kapansa, ettiği küfürleri geri alır, abem ben p.iç olayım, ben o.ç olayım, beni affet diye ayağına kapanır. Ben bu emekçi halimle bile daha burjuva düşünüyorum. Koca imparator halen lümpen kalmış. 

Diğer yandan devletteki yolsuzlukları ifşa eden Yajuza, Cosa Nostra yada Gambino üyesi olmuş mudur? O zamanları bir hatırlayalım:

 https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/suc-orgutu-liderinin-bozdugu-buyu.html



Hadi Japonya, İtalya ve Amerika Birleşik devletleri, gelişmiş devlet, oralarda bir mafya üyesi, gider sağlam bulduğu bir savcıya ya da basın organına ifşaatını verir. Peki Rus oligarkları, Latin Amerika ( özellikle de meşhur Kolombiya- Meksika akrtelleri) falan benzer bir ifşaat yapmış mıdır ya da yapmaya cesaret edebilecek bir mafya üyesi olabilir mi? Bunun bir de son bir kaç gündür videolar çeken Diyarbakırlı versiyonu var. Kendisi kabarık sicil kqqydına rağmen, mafya olmadığını söylüyor, biz de onun beyanına sadık kalaım. Kendisi sadece tüccarım diyor ve devlet işlerindeki yolsuzluklardan bahsediyor ( doğruluk ya da yanlışlığı konusunu bir kenera bırakalım) Şimdi Amerika'nın dev şirketleri, Mc Dolugaz, Locher Martin, GMC,  General Motors, Ford Motors gibi dev şirketler, Amerika ve NATO ülkelerine, yer yer Türkiye devletinin bütçesi kadar büyük ihaleler alırlar. Bu ihaleler pek temiz olmaz. Ara ara bu şirketlerle ilgili olarak dünya çapında yolsuzluk soruşturmaları yapılır ama bu soruşturmalar Türkiye gibi ülkelere gelince soruşturma kesilir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/01/casa-olayi-nezihtavlas-aslndabloga.html ) Bu sosyal medyada ifşa olayı tüm dünyada ilk defa Türkiye'de başladı ve daha sonra başka ülkelere yayılacak gibi. 1975 yapımı Akbaba'nın Üç Günü filmini izleyin ve finaline dikatli bakın. Filmin kahramanı, büyük gazeteleri gösterip, onlara her şeyi anlatacağını söyler. Karşısındaki de peki onlar yayınlayacak mı, der. Rahmetli, Ara Güler, Kenedy ailesi Türkiye'ye geldiğinde yabancı basının Jacky Kenedi ile meşhur armatör Aristotle  Onasis'in yakınlaştığı bir fotosunu istemişler ve bunun için çok para vaat etmişler. Yani başkan John F. Kenedy yaşarken de başkanın eşi Jacqueline ile ihtiyar milyarder arasında ilişki varmış ve Amerikan basını bunu biliyormuş. Başkan, Maerlin Moonre başta olmak üzere pek çok meşhur kadınla aşk yaşarken, karısı da kendi halinde yaşamış. Simpsonlar adlı çizgi filmin nası kahinlik yaptığına şaşıyorlar. Oysa durum basit. Bu çizgi dizi, dünyanın dört bir yanında gazete, dergi, Televizyon, radyo ve bilumum yayın organı olan Fox News şirketler grubuna ait. Bu dev şirket, ticari ve siyasi sorunlardan dolayı her bildiklerini anlatamıyor ve çizgi dizinin senaristlerine anlatıyor. Yakında da pek çok kişi, sosyal medyada anlatacak.

Türk mafyasının tuhaflığı sadece derin devletle yakınlığı değil, bunu alanen ilan etmesi ve bunu öven diziler yapmasıdır.( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/carpisma-ve-diger-mafya-derin-devlet.html ) Genelde sinema sektörü mafyayı sever. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/sinemanin-mafyatik-uc-sucu.html ) Ancak Amerikan devletini, mafya olgusundan ayırmayı, mafya ile işbirliği yapanları da hain olarak görme eğilimindedirler. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/chapo-dizisi-ve-uyusturucu-mafyasina.html ) Mafya ile hep polis F.BI falan mücadele eder. Oysa bizde mafyayla mafya mücadele ediyor. Örnek, Ezel dizisi ile Kurtlar Vadisi dizisi:

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/12/nihat-gencin-ezel-dizisi-iddialari.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/nihat-gencin-ezel-dizisi-uzerine.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/06/kurtlar-vadisi-ve-breaking-bad.html

Yani genel anlamda Türk dizi ve filmlerinde bir mafya güzellemesi yapılmaktadır. Mafya örgütlenmesi, devletin bir parçası olarak gösterilmektedir. Kurtlar Vadisi bu işin doruğudur ve bu mafya-derin devlet dizileri, büyük yatırımlarla işe başlayıp, uzun süre düşük reytinglere rağmen yayında kalırlar. İlk bir buçuk senesinde reytingleri yerlerde Deli Yürek dizisi buna örnektir. Youtube'da izlemeye başladım. İlerlete ilerlete izliyorum. İlk bölümlerde hem çok kötü oyunculuk var, hem de berbat bir seslendirme. Sürekli yatırım alarak ilerlemiş ve o dönemde hiç tanınmamış oyuncularla işe başlanmış. (Kenan İmirzalıoğlu dahil hepsi ünlü olmayan oyuncular.) Yavaş yavaş reytinginin yükselmesi tattiksel. Böyle filmlerin reytingini yükselten aksiyon sahneleridir. İlk bölümünde silahlı çatışma var, sonraki üç bölümde sadece yumruklu kavga var. Tabanca var, ateşleniyor da ama ölen yok. Şiddetin dozu yavaş yavaş yükseliyor. Oysa Kurtlar Vadisi, başrol oyuncusu hariç (o da yapım şirketinin sahibinin kardeşi) ünlü ya da deneyimli oyunculardı. Özellikle Kurtlar Konseyi denen grubu oluşturan orta yaş ve üzeri oyuncular. İstanbul Devlet Tiyatrolarının kıdemli oyuncuları, seslendirme sanatçıları ve öncesinde de pek çok sinema ve dizi filminden tecrübeli kişilerdi.  Benzer bir proje ile Sağır Oda adlı dizi yapıldı. Bu dizi de ilk başlarda büyük yatırımla başladı, kamyonla gül dökme ya da helikopter sahneleri vardı. Bunlara rağmen tutmadı, zira Kurtlar Vadisi zirvedeydi. Soner Yalçın'da diziden ayrılınca, iyice gözden düştü. Koşuşturmalı, kovalamacalı sahnelerle günü kurtama çalışmasına gidildi. Son bölümlerini merak bile etmiyordum. Seyreden arkadaşımın anlattığına göre hepsi bir rüyaydı zırvalığı ile sona ermiş. Kurtlar Vadisinin meşhur ilk 93 bölümlük serisi bittiğinde de, Kurtlar Vadisi Terör diye yeni bir seriye başlandı. Bu seri tutmayınca 4. bölümde kaldırıldı ve Kurtlar Vadisi Pusu yayına girdi. O seri de 14 Temmuzdan sonra yayındankalktı.



Bu dizileri pek çok kişi, gerçeklik gibi izlemekte. Örneğin bir döneme damga vuran Kısmetim 1 ve Lucky S gemilerine yapılan baskınlar. Bu gemiler dizide Nasibim 1   ve Şanslı S adı ile geçti. Oysa avukat Ekrem Marakoğlu, anı kitabı olan Kırmızı Kadife'de olayı farklı anlatıyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/01/gozden-kacms-bir-kitap-krmz-kadife.html ) Uyuşturuculara baskın yapılması için, Türk mafyasının, Pakistanlı üreticilere ödemeyi yapması beklenmiş. Yani dizideki gibi istihbaratçı Aslan Ustaoğlu nun (Hiram Abbas'ın. Hiram'ın babası masonmuş ve Süleyman tapınağını yapan Hiram ustanın adını vermiş. Abas'da Arapça arslan demek) kahramanlığı falan değil. Uluslar arası işbirliğinin sonucu ve uzun pazarlıklar sonucu olmuş. Bu Kırmızı Kadife kitabı zamanında gözden kaçmış. Meğer Avrupa'da en fazla uyuşturucu yakalanan ülkenin Türkiye olma sebebi, Yakalanan uyuşturucunun zararı, Türk mafyasına girsin diyeymiş ve uyuşturucu operasyonlarında hedef,  uyuşturucunun fiyatının düşmemesiymiş.

Türk mafyası ile siyaset arasındaki ilişkinin aleniliği de bambaşka bir tuhaflık. Mafya, kısaca çetenin büyüğü, hatta devasa olanıdır. Geçmişte de büyük eşkıya liderleri, büyük kordan kaptanları efsaneleşmiş, devletle pazarlığa oturmuş, devletle pazarlık etmiş, devlette görevler almışlardır. Çakıcı, dokuz kere kızanları ile düze inmiş, on kere de dağa çıkmıştır. Barbaros Hayrettin paşa olmak üzere, Türk amirallerinin geçmişinde korsanlık vardır. Suç ve devlet, tarih boyunca sık sık işbirliği yapmıştır. Osmanlı, bazı İstanbul kabadayılarını polis komiseri yapmıştır. Modern çağda  güney İtalya'da ortaya çıktığından itibaren devletle inişli-çıkışlı ilişkisi olmuş, bu ilişki de fimlere, romanlara ve benzeri edebi eserlere konu olmuştur. Gene de bu ilişkinin bu kadar utanmazca ve aleniliği tuhaf olmaktan öte, absürttür.


ZATEN



Kahvaltıda mecburiyetten yandaş bir kanalın haberlerini izlemekteydim. Kanala sanki önemli biriymiş gibi holdinglerinin üst düzey bir yöneticisini çıkarmışlar. Şahıs altmışlarında sıradan bir yönetici ama ciddi ciddi devletin yöneticisiymiş gibi, hatta devletin sahibi gibi konuşuyor. Geriye kaykılmış hafifçe ve devlette ne olup bittiğini değil, ne olup biteceğini de gayet rahat anlatıyor.
Karşısında kendilerine gazeteci diyen aşağılık maaşlı köleler ise naziklikten  kırılmaktalar. Soru sormaktan çok karşısındakinin cevaplarını soruluyorlar.
Bu burjuva sınıfı, TÜSİAD ve MÜSİAD zenginleri her zaman devleti yönlendiriyordu. Şimdilerde bakan ya da müdür gibi devleti yönetiyorlar.
Adamın en çok kullandığı kelime ZATEN. İki-üç cümlede bir söze zaten ile başlıyor.
O nemrut ihtiyat konuşunca fark ettim, zaten ne budalaca bir kabulleniş cümlesidir. Bir kabullenişten çok, bir teslimiyet ve teslim olmaya ikna etme cümlesidir. 
Biz zaten kelimesini, zaten iktidardan düşecekler diye konuşuyoruz. Zaten düşeceksiniz ve bu halktan ne çalmışsanız, geri vereceksiniz.
İktidardan düştüğünüzde zaten birileri zengin olmuş demeyeceğiz. O zenginliklerii elinizden alacağız. Burada yeşil alan, doğa zaten ölmüş demeyeceğiz, karartığınız her yeri yeniden yeşerteceğiz.

14 Mayıs 2023 Pazar

ÜSKÜDAR'DAN SONRASI DA ZOR

 

M


eşhur atı alanın Üsküdar'ı geçmesi deyiminin arkasında, Osmanlı devletinin güçten düştüğü Celali isyanları dönemi vardır. Celalilerin önemli liderlerinden Karayazıcı'nın sloganı, Osmanlı; Üsküdar'dan öteye asker-vergi almasın'dır. Aslında genel anlamda bir İstanbul eşkıyası, Üsküdar'dan öteye geçti mi, izini kaybettirirmiş. Bu yüzden İstanbul'da büyük vurgun vuran soyguncular, Üsküdar'a varır, bir de at alıp, Anadolu'nun derinliklerinde kaybolurlarmış. Yani bu deyimi kullanmak, hırsızlığı itiraf gibi bir şey. Artık geri dönüşü olmayan kayıplar için kullanılıyor. Üsküdarı aşan eşkıyayı kimse aramazmış.

İkitdar da geçen ve daha önceki seçimlerdeki oldu-bittileri, atı alan Üsküdar'ı geçti diye anlatmıştı. İktidar partisinin, iktidarda kalma stratejisi, Üsküdar'ı geçme üzerine. Oysa bazı hırsızlar. Üsküdar'dan sonra da kovalanır. Çünkü  bazı hırsızlıklar büyüktür ve çalınan şeyin sahibinin unutmaya niyeti yoktur. Bu sefer atlıyı da kovalamak gerekir. Bu sefer gidişat ona doğru gidiyor. Deprem bölgesinden yayılan bir nefret dalgası var. Geçen yıl stadlarda başlayan Mustafa Kemal'in askerleriyiz sloganı, bu yıl hükumet istifaya döndü. Mustafa Kemal'in askerleriyiz sloganı, Fenerbahçe trübünlerinden başlamı, Beşiktaş, İzmir takımları, Galatasaray, Anadolu takımları ve derken Konya, Kayseri gibi iktidarın kalesi şehirlere sıçramıştı. Hükumet istifa da aynı sırayı izliyor, şimdilik Galatasaray durağında, diğer yerlere ulaşmasına da çok zaman yok. İktidara karşı öfke için artık muhalefetin kazandığı illere, mahallelere bakmaya gerek yok. İktidarın kalesi illerde bile görülebiliyor.

Seçimde gene bir seçmen bastırma olursa bile ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/01/adam-kazand-m-acaba.html ) halkın öfkesi azalmayacak. O gece olduğu gibi sokaklara dolduracağı silahlı kimseler de halkı sakinleştiremeyecek. İktidar partisi ve ortakları, seçimi atlatırsak, beş yıl rahatız diye hiç düşünmesin.

SABAHATTİN ALİ-10 ŞUBAT 1947 MARKOPAŞA DERGİSİ YAZISI



 Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun. Herhangi bir karar alınırken, İzmir’deki ortak tüccar, İstanbul’daki ortak milyoner değil, bu kararların altında beli bükülen, çoluk çocuk inleyen yığınlar göz önünde tutulsun.

Biz istiyoruz ki, bu topraklar üzerindeki insanlar, kafalarında taşıdıkları fikirlerden dolayı değil, bu yurdun ve bu halkın yararına yahut zararına yaptıkları işlerden hesap versinler. Bu iş incelenirken, koltuğuna ısınmış beş on hazır yiyicinin menfaati, keyfi değil, milletin hayrı düşünülsün. Ve insanları sahiden insan eden ve o en büyük nimet hürriyet, riyakar ağızlarda ‘adam avlama yemi’ olarak kullanılmasın.
Biz istiyoruz ki, bu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın. Bir karış toprağımıza, bir tek vatandaşımıza, bize göz dikilmesin. İster orduya dayanarak, ister bankaya dayanarak, ister dost görünerek, ister düşman görünerek, bu topraklarda kendi çıkarlarını yerleştirmeye uğraşanlara yüz verilmesin. Dünya işlerinde politikamız, şunun bunun kölece peşinden gitmek değil, bu milletin selametini en iyi sağlayacak yolları müstakil olarak seçmek şeklinde kendini göstersin.
İşte biz sadece bunları istiyor ve böyle düşünüyoruz.
Eğer böyle düşünmek ve bunları istemek bir suçsa, hemen haber versinler, bu suçu işlemekten, yazmaktan, söylemekten vazgeçelim.
Yok, bunlar suç değilse, o zaman bize açık veya sinsi yollardan kahpece vurmaktan vazgeçsinler. Çünkü namuslu insanlar, bu kadar kirli yollardan gitmeye lüzum da görmezler, tenezzül de etmezler.

*Sabahattin Ali’nin 10 Şubat 1947’de çıkan Markopaşa yayınındaki yazısından..

13 Mayıs 2023 Cumartesi

NOMENKLATURA'NIN TASFİYESİ VE DEĞİŞİMİ

 




Filozof ya da felsefeci çocuk gibi olmalı, everen ile ilgili hayretini hep korumalı denir. Ben de çocuklar gibi, yeni öğrendiğim kelimeleri cümle içinde kullanmayı seviyorum. Nomenklatura denen bu telaffuzu Türkçe'de zor kelime, egem sınıf ya da elitler demekmiş. İlk olarak ilginç bir şekilde, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku için kullanılmış.Yazarı Rusya'dan topladığı bilgilerle batıya kaçan bir KGB ajanı ama yayıncı ve çevirmeni de antikomünist ve uzun bir dipnotla, komünist olmayan ülkelerde nomenklaturanın istisna olduğunu uzun bir dipnotla açıklıyor. Oysa her rejimin nomenklaturası vardır. Bu nomenklatura da sık sık değişir. Ülkede yüz yirmi kadar aile 1923, bir o kadarı da 1950'den itibaren 2002 ve hatta daha sonrasına kadar babadan oğula milletvekilliğ devşirdi. 1999'dan itibaren güç kaybeden bu nomenklatura, 2002'den itibaren de azaldı.

2013'den ve hatta daha öncesi 2002'den beriberi giderek azalan nomenkletura, eskinin muhafazakarları, sağcılarını ve hatta iktidar unsurlarını da içeriyor. Bu unsurların tasfiyesi o kadar yavaş ve sinsice ki bu unsurların pek çok üyesi de tasfiye sırası kendisine gelmedikçe, bu tasfiyeyi anlamıyor. En başta Ülkücüler. Ta 20022den beri kamu kuruluşlarında Ülkücü yönetici tasfiyesi var ve bu AKP-MHP ittifakında da değişmedi. AKP, ortağını yatıştırmak için bazı küçük idarecilikleri Ülkücülere verdiyse de, kilit noktalarda ülkücüler çoktan tasfiye edildi. Sedat Peker'in yurt dışına kaçması, muhalif cepheye geçmesi, Sinan Ateş cinayeti hep bu tasfiyenin ürünü. Üstelik bence bu tasfiye, Alparslan Türkeş'in ölüp, partinin başına Devlet Bahçeli'nin geçmesine kadar uzanıyor. Bahçeli'nin başkan olmasının ertesinde, Antalya, Akdeniz üniversitesinde olan olaylardan sonra pek çok Ülkü ocağı kapanmış, Ülkücüler de sokaklardan çekilmişti. Öte yandan da pek çok üniversitede, Kürt ve Alevi öğrencilere zorbalık eden Ülkücüler, rektörler ve Kredi Yurtla müdürlüğünce pasifise edilip, dağıtılmıştı.Sinan Ateş cinayeti, 1972'de işlenen Ali Balseven cinayeti ile aynı benzerlikleri içeriyor. Alparslan Türkeş'in, davadan döneni  vurun sözünü, bizzat Balseven'in öldürülmesi için verdiği iddia edilir. Balseven  cinayeti bugün unutuldu. Sinan Ateş cinayeti de depremle beraber unutulmaya başlandı. Ali Balseven cinayeti, MHP'de Atsızcıların tasfiyesi, Sinan Ateş cinayeti de klasik Ülkücü tiplerin tasfiyesi anlamına gelmektedir. Balseven'in Alevi, Ateş'in Atatürkçü kimliği de katledilmelerinin sebebidir. Sedat Peker'in muhalif tarafa geçmesinin sebebi de tasfiyeye direnmesidir. Bu tasfiye sessiz ve sakin olmalıdır çünkü halen sağcıları sokaklarda temsil edecek yeni oluşum yoktur. Bu yeni oluşumlarda Ülkü ocaklarında gelişmek zorundadır çünkü kimse eline kan bulaştırmak istememektedir.

Sağ nomenklaturadan başka tasfiyeler de var. Biri bayağı belli oldu, konu Süleymancılar. Yıllarca neredeyse Diyanetten daha fazla Kuran kursu ve öğrenci yurdu işlten bu tarikat, şimdilerede sessizce tasfiye ediliyor. Bu tarikatın bir kaç yurdu geçen yıl polis zoru ile boşlatılmıştı. Süleymancılar 2002'e kadar ANAP'ı, sonrasında MHP'yi desteklemesi, öncesinde imam hatip liselerini kendi kuran kurslarına rakip gördükleri için desteklememeleri, diğer tarikatlarla da iktidar mücadelelerine girmelerinden dolayı sevilmiyorlardı. Gene de binlerce hafız yetiştiren, yüzlerce öğrenci pansiyonu olan bu örgütü silmek kolay olmuyor. Bürokraside üzt düzey Süleymnacı kalmadı gibi. Diğeri de Nurcuların tasfiyesi. Sadece Fetö ve okuyucu Nurcular değil (Kırkıncı Hocacılar, Yeni Asyacılar vs), yazıcı Nurcular da (Dilara grubu, Hüseyin Penbe vs) yavaş yavaş tasfiye ediliyor.

Onların yerine İsmail Ağa ve Menzcilciler geliyor. İlginçtir onlar da Nakşibendi kökenli. Süleymancı yurtları, sessizce (ve biraz da gizlice) onların eline geçiyor. Süleymancılar ve Nurcular, kısmen daha ılımlı gözüken ve sağcı-dindar kitle için daha sevimli tarikatlardı. Şimdi ise dincilik, halkı sevimsiz yüzüne alıştırma derdinde. Bu iki tarikat, son depremde de görüldü ki Nurcular ve Süleymancılar kadar örgütlü değil. Bu son deprem, devlet kadar, devleti ele geçirmeye çalışan bu iki tarikatın da güçsüzlüğünü ve örgütsüzlüğünü gösterdi.  Başka bir sorun da, yıllarca Nurculuk ve Süleymancılık sayesinde mevki kazanmış kişilerin emnuniyetsizliği.

Gene de iktidar, bu din nomenklatura  değişiminde kararlı. Kendisi o helalliği Adıymanlılardan istemedi, tarikatın adını aldığı, Kahta ilçesindeki Menzil köyü ve civarındaki tesislerde yıkılmıştı. O helalliği Menzil tarikatından istedi.