7 Eylül 2023 Perşembe

FAŞİZAN ÜSTÜNLÜK DUYGUSU



 Ünlü psikatirst ve psikanaliz teorisyeni, İsviçerili bilim insanı Carl Gustav Jung'un, psikoloji ile ilgilenen herkesin duyduğu meşhur bir vakası vardır. Dul bir kadın, çocuğuna mikroplu su içirmiş ve onun koleradan ölümüne sebep olmuştur. Kadın da sürekli suçluluk duygusuyla ankisiye krizleri geçirmektedir. Bu yüzden dönemin ünlü psikiatristi Yung'a başvurmuştur. Yung, kadınla konuşurken, kadının çok önceden tanıştığı bir erkekle tekrar görüştüğünü öğrenir. Bir kaç görüşme sonra kadına açıkça, çocuğa bile bile mikroplu su içirdiğini, çünkü çocuğu yeni evliliği için tehlike olarak gördüğünü ama bunu kendisine kabullenmediğini söyler. Bunu duyan kadın, tepki verse de (tahminim İsviçreli bile olsa yeri göğü inletmiştir, bu suçlama sonrasında), suçunu kabullenip, ankisiyesi azalmış.

Bir sorunu çözmede ilk problem, doğru teşhis koymaktır.  Yanlış teşhisin en çok rastlanan sebebi, kendi hatamızı bilmemek ve kendi suçumuzu kabulenmemektir. Türk halkı genelde faşistliğini kabullenmez. Oysa bazen kendi faşist kimlik dairesini çok daraltır. Özellikle taşrada memur olduğunuzda size, sen buranın yerlisi misin diye çok söylenir. Pek çok kişi, o küçük kasabadan olmadığınızı fark ettiğinde, biz buranın yerlisiyiz derken sizi resmen tehdit eder. En basit olayda bile, biz buranın yerlisiyiz lafı ile söze başlarlar. Oranın yerlisi olarak, bir yabancıyı, hele de bir memuru ezme zevkinden mahrm kalmamalıdırlar. Öğretmenliğimin ilk yıllardında bunu çok yaşadım. Bir öğretmen olarak, torpilim yoktu, yüksek yerlerde tandıklarım yoktu. Bu yüzden Isparta'nın en ücra ilçesine (Yenişarbademli) atanmıştım. Bu ilçeden başlayarak, taşrada en çok ezilen memurun, öğretmenler olduğunu öğrenecektim. Kaymakam yada diğer üst memurlar da, yerel halka şirin görünmek için öğretmeni eziyordu. Taşra insanı en fazla yönericilerden ve asker-polisten korkuyordu. Yenilşarbademli halkı, onları da gitmelerine yakın zorbalıyordu. İlçedeki jandarma astsubayları ve uzmanları (ilçedeki polis teşkilatı, benim gitmeme yakın kurulmuştu) , görev süreleri bitmelerine yakın meydan dayağı ile dövüyor, dayağa ilçedeki hemen hemen her erkek katılıyordu. Müdür ve üstü memurları da, gene görev sürelerinin sonuna doğru soruşturmalık-mahkemelik ediyorlardı. Ben oradayken, yıllarca orada ilçe milli eğitim müdürlüğüne vekalet eden, oranın yerlisi yerine, Güney Doğu illerinden bir müdür gelmişti. Kendisi zaten memleketinden, soruşturma gereği sürgün edilmişti ve Danıştay bölge idare mahkemesine dava açmıştı. O zamnalr henüz 2010 Yettmez ama evet referandumu olup da, iktidar sahiplerine, hakim ve savcılara müdahale yolu açılmamış olduğu için,  geri dönmesi kesin gibiydi.. Bir kaç ay sonra, ben askerdeyken döndü de. Dönmeden evvel de kendisine, neden olduğunu bilmediğim bir zimmet çıkarıldı ve Yalvaç'da, ağır cezada yargılandı. O kendi memleketine dönmüşken, il merkezinden bir şube müdürü de Yenişarbademli'nin ilçe milli eğitim müdürlüğüne vekalet etti. Sonra giden memur, tekrar geri geldi. Eskiden böyle bir şey vardı. Memurlar iki de bir sürgün edilir, Danıştay kararı ile geri dönerlerdi. Hatta Kırıkkale'de bir müdür, o kadar çok gidip, geri gelmişti ki, yolluk için kasten kendisini sürdürüyor diye dedikodusu çıkmıştı. Ben daha sonra Yalvaç!a tayin oldum ve ben gitmeden az evvel de ağır cezadaki davası düştü. Sonrasını da takip etmedim.

Sonra çalıştığım ilçelerde ve hatta Kırıkkale il merkezinde, biz buranın yerlisiyiz faşizmi ile karşılaştım. En net hatırladıklarımdan biri de Beypazarı'nda oldu. Bir yardım kampanyası için para bağışlamaya Ziraat bankası şubesine gitmiştim.Sıra daha çabuk gelsin diye, bankamatik kartı ile sıra aldım ama sıra bana bir türlü gelmedi. Benden sonra gelenlerin sırası geldi, benimki gelmedi. Bankacıların kaçamak bakışlarından, özellikle bana sıra vermediklerini anladım. Sıkıntıdan oflayıp, puflamaya başladım. Bana böyle eziyet etmedikleri yetmiyormuş gibi, memurlardan biri, sanki amirimmmiş gibi beni masasına çağırdı. Masada bizim okulun hizmetlilerinden biri de vardı. Benim, banka mudusi olmakla ayrıcalıklı olamayacağımı söyleyip, düpedüz azarladı. Bende kalkıp, bir-iki dolandıktan sonra, ''-S.kerim sıranızı deyip, sıra kağıdını da çöpe atıp, dışarı çıktım. Benim arkamdan hizmetli de çıktı, peşimden geldi, söylediklerimi duyduklarını söyledi ve beni tekrar bankaya sokmak istedi, girmedim. O bağışı da yapmadım. Başka bir bankadan yapabilirdim ama yapmadım. Hizmetli, bağış için orada olduğumu da söylemişti muhtemelen. Bunu da yardımdan çok, kendilerine vereceğim bir haraç olarak görüyorlardı.

Taşra halkının hemşericiliğine de Faşizm olarak mı görüyorsun diye soranlar olacaktır. Susane Sontag'ın dediği gibi Faşizm, iki kişinin ilişkisinde başlar. Kaynağı içimizdeki benlik ve kendimizi beğenme duygusu ve herşeyin en iyisini kendimize isteyiştir. Eğer güçlenirsen ve bu duygu da içimizde güçlenirse, zorbalık; bu zorbalık siyaset olursa faşizm olur. İki kişi demişken. Gene Yenişarbademli'de, ev ortağımdan neler çektiğimi anlatmıştım. (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/07/torpilli-evliyanin-sizofren-dusleri.html)

Taşra'da yaşamı zorlaştıran, zannedildiği gibi mahrumiyet değildir, bu zorbalıklardır. En güçlü toplumsal zorbalık silahı, dedikodudur. Kendilerine yönelik dedikodu olduğunda, fitne ateşini söndürmeli, kem söz sahibine aittir, gıybet etmek, o insanın etini çiğ yemektir denirken; kendi dedikolularında ateş olmayan yerden dumaç çıkmaz, yarası olan gocunur derler. İlkel toplumlarda linç ve progrom kültürü yaygındır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/dedikodu-cihadi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/dedikodu-komplo-toplumu.html

Birilerinie istemediği halde din anlatmak, yani misyonerlik-tebliğcilik yapmakta bir zorbalık ve faşizmdir. Metafizik bilginin deneysel ve matematiksel ispatı yoktur ve bireye yıllarcas ailesinden öğrendiklerinin yanlış olduğunu söylemek, bireye karşı zorbalıktır. Faşizm, zorbalıkla başlar. Bir ara arkadaşlarımın zorlaması ile namaza başlamış, insanların sırf beni namaz ile zorlaak için ve genelde de namazı böyle kullandıklarını fark edip, namazı bırakmıştım. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/04/dini-inanclarimi-kaybetmem-2-alevilik.html)

Gerçi pek çok Alevinin, Sünni arkadaşaları yüzünden namaz kılıp, Ramazan orucu tuttuğu bir dönemi vardır. Üniversitede okurken, pek çok kişinin, benim Alevi olmamı öğrendikten sonra namaza başladığına şahit oldum. Ülkücüler arasında en çok Alevi düşmanlığı yapanlar, namaz ve oruçla arası olmayıp, arada bir başlayıp, bitirenler ile gene arada bir alkol problemi olanlardır. Ukrayna'da lokanta işleten bir Türk, şöyle diyordu. Buraya gelen Türkler, önce etlerin helal olup, olmadığını sorarlar, sonra eskort servislerini ve genelevleri. Helal olmayan eti yememek, bir kimlik meselesidir.

Faşizan üstünlük duygusu, ummadık şekilde karşınıza çıkabilir. Askerde tertipçilik olrak gördüm bunu. O zaman uzun dönemler, on sekiz ay, bir buçuk yıl yada beş yüz elli gün askerlik yapardı. Bizim birlik, er eğitim alayı olduğu için, altı tertip bulunmaktaydı. O zamanlar uzun dönemler, üç ayda bir askere alınıyordu. Her askere alınan döneme tertip deniliyordu. Bizim bölükte yada Balıkesir Ordonat'ta, şöyle bir hiyeraşi vardı. Tertip, alt tertip, piç torun, öz torun, baston. Eğer celp boşluğuysanız yada hapis yatıp (DİSiplin KOğuşu) uzatırsanız, mezartaşınızı da görürdünüz. Bizim bölükte ve er eğitimde asıl tertipçilik, eğitim alan acemilerin gidip, yeni acemiler gelmesi arasındaki 15 gün kadar süren celp boşluğunda ortaya çıkıyordu. Alt tertipler eziliyordu. Bu düzeni bozan,  sekiz ay askerlik yapan üniversire mezunu kısa dönemlerdik. Bize bu yüzden poşet diyorlardı. Usta birliklerinde ise bu tertipçilik daha yoğundu. Bir ara bizim bölükten bazı askerler, Erdek ilçesine, askeri tatil kampına geçici göreve gönderildiler. (Bu tatil kampı halen var mı bilmiyorum.) Yazın bizden askerler oraya gider, kızın da oradan bize asker gelirdi. Bir hafta geçmeden geri geldiler zira Ordonatım'da pek çok bölük, başından atmak istediği uzun dönemleri (sabıkalı, AIDS hastası, hapçı, müptela vesair), Erdek'e göndermiş, orasıda doğru-düzgün adam gönderin diye iade etmişti. Dönen askerlereden biri, oradaki tertipçiliği anlatmıştı. Er gazinosunda (gazino derken, askerlerin çay içtikleri alan, orduda dinlenme alanlarına gazino derler), televizyondaki en ön sıralar, en üst tertipleri, arka sıralar ikinci tertiplerin, televizyonu görmeyen kenarlar, üçüncü tertiplerin, diğer tertipler gazinoya giremiyor.

Askerde bu tertipçilik işi subay-astubaylar tarafından destekleniyor, hem de subay-astsubayların canını sıkıyordu. Çünkü en fazla kaza yapan ve suç işleyenler, en üst tertipler oluyordu. Çünkü en üst tertipler, her şeyi biliyorum, artık kimse bana karışamaz, ceza veremez havasındaydılar. Bir astsubay vardı, sık sık bağırırdı, ''Evladım, sen on beş aylık askersin, ben on beş yıllık askerim'' diye. Subay-astsubaylar, askerler arasında nifak sokmaktan başka bir işe yaramayan  bu şeyi neden desteklerini anlamıyordum. Uzun dönemlere göre bu, kimin-ne olduğunun belli olmasını sağlıyordu. Oysa tertipçilik yüzünden, üst tertipler, alt tertip çavuş-onbaşıyı tanımaz oluyordu. Öte yandan Erdek'in er gazinosu gibi askere yetemeyen sosyal hizmetleri, üst tertiplere ayrıcalık olarak vererek, askeri yoksulluğa alıştırıyorlardı. Hesapta her şeyimizi devlet karşılıyordu. Oysa palaska gibi bazı askeri malzemeleri kendi cebimizden alıyor, askerden sonra kullanamayacağımız için, bir sonraki celbin garibanlarına bırakıyorduk. Traş köpüğü, jilet, bot boyası gibimalzemeler de kendi cebimizden çıkıyordu. Bir de sabahları 6,30'da uyanıyorduk ve 7.00-7,30 arasında sular açık oluyor, 7,30-8,00 arasında sular kesiliyordu.7.30 da sabah içtiması olduğundan, traş olmaya yarım saat vardı. Her celp bölüklere acemiler, bölük lavabolarının ve tuvaletlerinin yarısını kullanıyordu. Bizim bölük, yedi yüz civarı acemi ve seksen- yüz kadar usta askerden oluşuyordu.

Askerler bütün bu zorluğa,  bir teskere alacaklarından çok, bir gün en üst tertip olacakları günün hayali ile katlanıyordu. Askerlikte asıl baskı, üst tertip baskısıydı. Bazı üst tertipler, şafağımı (terhis olacağı gün) sana saydırırım torum, diye bağıra bağıra son üç aylarını geçiriyordu. Askerlerin, askerlere zorbalığı, subay-satsubay baskısını geçiyordu. Yaşananlar gerçek bir faşizmdi.

En üst tertip olma beklentisi demişken, bu siyasette de farklı değildir. John Steibeck, bazı ülkelerde sosyalizm imkansızdır der. Çünkü insanlar fakir değil, geçici bir süre yoksulluk çeken zenginler olduklarını düşünür. Bir insanın gerçek bir proleter olması için fakir, aç olması yetmez. Kendisinin yada çocuklarının üst sınıfa çıkma imkanlarının da elinden alınması gerekir. Gerçek anlamda burjuva olması için de, sınıftan düşmesinin zor olması  gerekir. Bazı işçilerin sağcı olma sebebi,  üst sınıfa çıkma fırsatı aramsı, bazı burjuvaların solcu olma sebebi, sınıftan düşme korkusudur. Gene Steinbeck'ın dediği gibi, yozlaştıran güç değil, gücü kaybetme korkusudur.

Faşizm, halka şöyle der. Bizden ol, güçlü ol. Bir gün sıra sana da gelecek, sen de zengin olacaksın. Orta çağda, Haçlı seferlerine, cihada ve benzeri savaşlara katılarak, zengin olabilir, bürokraside yükselebilirdin. Dini kurumlara girmek de benzer bir yükselme noktasıydı. Ancak nepotizmin yaygınlaşması ile ortadan kalktı Nepo, Latince yeğen demek. Katolik papzların ve Ortodoks kardinallerinin evlenmesi yasak olduğundan, pek çok mevkiyi oğulları değil de, yeğenleri ile doldurmasından dolayı, adam kayırmacılığın genel adı nepotizm olmuş. Barut, top ve tüfeğin icadı da sıradan askerin gözüpekliği ile öne çıkmasını engelledi.  Sonuçta feodalite yavaş yavaş yıkıldı.

Bazı durumlarda hem yoksulluk dayanılmaz olur, hem de sınıf atlama imkanı ortadan kalkar. 1917'de Rusya'da böyle olmuştu. Rusya, bir imparatorluk olarak en geniş sınırlarına ulaşmak bir yana, toprak kaybetmeye de başlamıştı. Alaska'y satmış, Japonya'ya yenilip, az da olsa toprak kaybetmişti. Büyüse bile bir avuç aristokrat, sınıflarına kimseyi çıkarmıyordu. Sonra malum, devrim oldu ama devrim evlatlarını yemeye başladığında, devrimcilerin kendi içinde faşizm de canlandı. Stalin, konumunu sağlamlaştırmak için partiyi önce Müslümanlardan, sonra Yahudilerden temizledi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/03/diktatorlere-karsi-askin-bir-sonu.html) Stalin, bir Ateist olabilirdi ama Hristiyan bir  Gürcü toplumda büyümüş ve hatta İlahiyat fakültesini yarım bırakmıştı. Dinler bize sadece metazik bilgi vermez, duygusal bilgi de verir. Fransız aydınlanmasının ünlü filozofları  ve yazarları (Concorde, Diderot, Victor Hugo) ileri derecede Türk ve Müslüman düşmanıydı. 

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/03/ozde-fasizmin-14-temel-ozelligi-dr.html

Faşizm, pek çok benzer özelliklerle ortaya çıkar. Aynı kibir, aynı nefret. Bu blogda faşizm aleyhine o kadar çok yazdım ki, muhtemelen kendimi çok  tekrar ettim. Uzun süredir belli bir kitlenin, iktidara bağlılığını, kendini üstün görme ve bir gün zenginleşme sırasının kendisine geleceğine dair beklentileri. Buna bir de iktidar yanlısı devasa bir meday gücünü ekleyin. Dün, yani 6 eylül 2023 tarihinde, akşamında, İstanbul'da ciddi bir sel olmuş ve bu sel, yandaş gazetelerin tamamında ya yok, ya çok küçük haber. Yandaş gazetelerin bir manşet pratiği var. Genel başkanın bel üsüt fotoğrafı ve bir cek-cak cümlesi. Enlasyon düşecek, ekonomi büyüyecek.

İktidar, sahte-montaj videolarla, muhalefetin suçlu olduğu fikrini duyurmaya çalışmadı. Kılıçdaroğlu gibi bir Alevi-Kürt kişiyi seçerseniz, üstünlük duygunuzu kaybedersiniz fikrini duyurdu. Bunun için FETÖ'nün kendi cemaatine verdiği Suriye propagandasını kullandı. (Esat ailesi Alevi'dir). Bu propaganda, daha propaganda sürecinin başında, Kılıçdaroğlu aday olmasın sıloganı kampanyası ile başladı ve kampanyayı başlatanlar aslında iktidar yanlılarıydı. Kaldı ki bazıları da ilk sebep olarak, özellikle iç Anadolu halkının Kılıçdaroğlu'nu şeytan gibi görmesi olduğunu açıkça söyledi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/neden-kilicdaroglu-istifasini-istemek.html) Sonra Akşener'in çıkışı, kusura bakmayın ama bu yenilgi ilk önce Akşener'in yenilgisidir.  Mücadele ettiğimiz faşizm, sadece iktidar değil, muhalefetteki sözde muhalif sağın da faşizmidir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/12/sagcilarin-alevilik-sorunu.html)

Türk faşizmi pragmatisttir. Bir Aleviyi diri diri yakmak, evlenip-boşanıp, nafaka almak yada CHP oyları ile milletvekili seçilmek aynı şeydir. Peygamberleri onlara harp, hiledir demiştir. Hile ile de olsa gaza mallarını kendilerine helal görürler. Artık Kılıçdaroğlu'nu desteklememe nedemim, seçim yenilgisinden çok, böyle tatlı su kurnazı sağcıları, CHP üzerinden beslemekte ısrar etmesidir. Hele son danışman sıkandalı, bir partiye o lafları söyledikten sonra, o partinin danışman işini kabul etmenizin tek sebebi vardır. Faşizan tatlı su kurnazlığı. Ha bir solcuyu öldürüp, cebinden maaşını almışsın, ha danışman olarak maaş almışsın. Onun için aynı şey.

Problemi çözmek için önce bu gerçeği kabul edelim ve ettirelim. Karl Jung'ın çocuğunu öldüren kadına gerçeği kabul ettirdiği gibi.


31 Ağustos 2023 Perşembe

Bu Memleket Böyle Ağlar-Zeki Ömer Defne

 


Bu Memleket Böyle Ağlar

Karışam kuşlara, çığrışam, ah oy!
Katılam kurtlara, böğrüşem, ah oy!
Kopam boralarla bağrışam, ah oy!

Yurdu birbirine katam Erzincan!
Hangi ses makbulün vatan Erzincan?

Barutmuş harmanım, savrulur bağrım,
Kurşunlar yemedim, kavrulur bağrım,
Kavgam yok, ateşle çevrilir bağrım.

Arka kalem idin, düştün Erzincan!
Afatlar eline geçtin Erzincan!

Bağında gül değil "Zeycan"dı açan,
Dağında kuş değil, "Asuman"dı uçan,
"Kerem"di, "Garib"di yolların açan.

Yazın efsaneler yazan Erzincan
Güzün gurbet gurbet gezen Erzincan!

Oy, akar uykumu durduramadım!
Oy, kara düşlerim yorduramadım!
Saate sabahı vurduramadım!

Yer tatlı demlerim bastı Erzincan!
Gök çekmez damlarım yastı Erzincan!

Döndü değirmenler taş taş üstünde,
Üğündü taneler baş baş üstünde,
Çevirdi çarkları yaş yaş üstünde.

Yağdı yaylalara "Aman!" Erzincan!
Ağdı Ağrı'lara duman Erzincan!

Toprak değil imiş, ateş imişsin.
Meğer al alavmış gülün, yemişin.
Tadından tadana tutuş, demişin.

Yandık işte çıra çıra Erzincan!
Tüttük işte kara kara Erzincan!

Ucu gönle çıkan yollar nerede?
Yazı yâre çeken dallar nerede?
Avcu meyva kokan eller nerede?

Daldırma gül mü oldu kollar Erzincan?
Gelin mi verecek güller Erzincan?

Fırat mı, ana mı uğunur ahtan?
Karasu mu, yavru mu inler Kemah’tan?
Emrah sazdan olmuş, sazlar Emrah’tan,

Türkünü sayıklar teller Erzincan!
Titrer boşluklarda eller Erzincan!

Defne’m dağlar deli, bağlar bereli.
Umutlar tezgâhta kaldı gerili,
Mekikler candadır, nakış yaralı,

Gözlerde kalmamış merhem Erzincan!
Arzun can değil mi verem Erzincan!

Zeki Ömer Defne

Not: Şiir, 27 Aralık 1939'da meydana gelen Erzincan depremi için yazılmış bir ağıttır. Depremde 30.000'den fazla insan ölmüştür.

sözlük:

Asuman ile Zeycan: Erzincan yöresinde anlatılan bir halk hikayesi
üğün(mek): Ufalanıp dökülmek
uğun(mak): Büyük bir üzüntü veya acıdan kıvranmak, ağlamak

28 Ağustos 2023 Pazartesi

2002 SEÇİMLERİNDE MEDYA MANİPÜLASYONU TARİHİ 2 ( AYDINLARA SUİKASTLER VE TURAN DURSUN ETKİSİ)



 https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/hamidoya-mektup-ya-da-bahriye-ucokun.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/03/turan-dursun-uzerine-turandursunun-adn.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/03/ugur-mumcunun-rabita-eseri.html

1)Yazarlara suikastler: Seksenlerin sonu, doksanların başında yapılan bir seri aydın suikasti, siyasal İslama hazırlıktı. Bu sltı kişi, sonraki yıllarda dinciliği şirin göstermeye karşı halkı aydınlaracak en önemli kişilerdi. Üçü akademşsyen ve profesör (Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve Muammer Aksyoy), ikisi gazeteci (Çetin Emeç ve Uğur Mumcu), biri de sadece eski müftü olan bir yazar olan Turan Dursun'du. Bu aydınların öldürülme tarihlerini bir hatırlayalım; Çetin Emeç, 7 Mart 1990,  Turan Dursun, 4Eylül 1990, Bahriye Üçok, 6 Ekim 1990, Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990, Ahmet Taner Kışları, 21 Ekim 1999, Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993. Bu kişilerin ortak yanı, tarikat ve siyasetçilerin iç yüzlerini bilen ve kişilerdi.  Uğur Mumcu'nun ölümünden sonra basında tarikatları alttan alttan övme modası başladı. Bunu başlangıçta sosyolojik araştırma kılığında yapıldı.Nilüfet Göle ve Boğaziçi Üniverssitesinin sosyoloji bölümü buna öncülük etti. Özel yurt ve dershanecilik sektörü de hızla Fetö başta olmak üzere tarikatların eline geçti. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-5-feto-cemaatler.html) Fetö başta olmak üzere tarikatlar, ellerindeki servetleri solcu bilinenlerle paylaştı ve yetmez ama evetçilik yavaş yavaş başladı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html) Gene o zamanlar, ilk kumpaslar kurulmaya başlandı

. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/11/doksanli-yillar-9-o-zamanlar-kumpaslar.html )

Bu cinayetlerin, o zamanlar için  en önemlisi, halkın en çok tepki gösterdiği (Cenazesi hükumet karşıtı devasa bir mitinge dönmüştü), en çok konuşulan, en çok tartışılan suikast, Uğur Mumcu cinayetiydi. Mucu sadece Rabıta denen Suudi örgütünü değil, Papa, Mafya, PKK ilişkilerini de çok araştırmıştı. İşin içine, İsveç'in meşhur başbakanı Olof Palme'nin suikasti ile ilişkiler bile girmişti. Türkiye'nin her yerinde Sosyal Demokrat belediyeler, bir yerlere Uğur Mumcu'nun adını verdi, adına gazetecilik ödülleri verildi ve genç gqazetecilere araştırmacı gazetecilik eğitimi verilen bir vakıf kuruldu.

                             TURAN DURSUN ETKİSİ (YA DA EFEKTİ)

Bu cineyetleri en önemsizi Turan Dursun cinayetidiydi.Dikkat ettiyseniz diğer beş aydının adı bazı cadde, meydan ve parklara verilmiştir. Turan Dursun adı taşıyan bir yer yoktur. Turan Dursun, o zamanlar çeşitli dergilerde, özellikle Doğu Perinçek'in o zamanlar ana yayını olan 2000'e Doğru'da ve başka bazı gazete ve dergilerde arada yazılar yazan, pek tanınmamış birisiydi. Perinçek ve etrafındaki Aydınlıkçılar denen grup, PKK yanlısı, Marksist-Maoist olarak yayınlar yaptığı için pek sevilmiyorlardı.

(https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/dogu-perincek-kimdir.html)

 2000'e Doğru (Logosunda da rakamla yazıyordu, bu yüzden rakamla yazıyorum), iki bin civarı satış yapıp, bu düşük tirajına göre fazla gürültü çıkaran bir dergiydi. Dergideki her haberi, diğer dergi ve gazeteler haber yapıyordu.

Ancak Turan Dursun'un ölümü her şeyi değiştirdi ve bence Turan Dursun efekti (etkisi) diye literatüre geçmesi gereken bir etki yarattı. İnsanlar, bu adamı vurduklarına göre, ona cevap veremedilewr, öyleyse yazdıkları doğru diye düşündü ve merak etti. Bir sürü dergiye dağılmış, pek çoğu da takma adlarla yazılmış yazıları, hızla derlenip, Din Bu adı ile kitaplaştırıldı ve çok sattı. O kadar çok sattı ki, ilahiyat profesörü Süleyman Ateş, Gerçek Din Bu diye karşı kitaplar yazdı ama diyanetin desteğine rağmen pek az sattı. Turan Dursun'un adı ise her geçen gün büyüdü. Üstelik internet çağı ile takipçileri de arttı. Turan Dursun'a kadar Türkiye'de Atrizm, Deizm, Agnostisizm gibi dinsizlik inaçları daha ziyade marksistler ve Aleviler arasında yaygındı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/dinsizlik-turleri-1-marksizm-ve-zekat.html) (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/dinsizlik-turleri-2-azinlik-dinsizligi.html)Turan Dursun'un yazılarında sık sık atıf yaptığı Muazzez İlmiye Çığ'da yavaş yavaş ünlendi. Diyebilirsiniz ki, zaten kendi okur kitlesi vardı. Turan Dursun, onu daha geniş kitlelere tanıttı. Turan Dursun, başlangıçta Kürtler arasında popülerdi. Bunda kendisinin Kürt olmasının da etkisi vardı. Kendi yazdığına göre annesi Türkmüş ama yıllarca Kürt köylerinde hocalık yapmaktan, Türkçe'yi unutmuş, askerde öğrenmiş. Doğu'da, Tekke ve Zaviyeler kanununa rağmen ayakta kalan o medreselerden birinden mezundu ve hatta bir ara o medreselerde hocalık yapmıştı. Kendisi Kürt kimliğine çok bağlıydı. Bu yüzden Zerdüşt inancı ile de ilgilenmiş, Zerdüştlükle İslam ve Alevilk üzerine de yazılar yazmıştı. Bu yüzden bir ara Zerdüştlüğe ilgi artmıştı. Dursun'un  izinden gidenler bir ara Aleviliğin kökenine de Zerdüştlük dediler ve bununla  ilgili kitaplar yazdılar. Ben de Kürt olmakla beraber, Aleviliğin kökeninin Türkler'in İslam öncesi inançları olduğu fikrindeyim. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/01/dedem-korkut-ve-alevilik.html), o ayrı konu. Alevilik üzerine spekülasyonlar çok. Öyle ki varlıkları üzerine somut bir delil olmayan Luviler bile Aleviliğin kökeni sayılıyor.

Turan Dursun, ilginç bir şekilde Türkçüler arasındaki dinsizliği başlatan kişi de sayılabilir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/dinsizlik-turleri-3-soven-dinsizlik-2.html) Türklerin o kadar da iyilikle Müslüman olmadığı, 651 Halife Ömer'in İran'ı fethi, 741 Talas savaşı arasındaki 90 yılın,  özellikle Kuteybe'nin 705-715 yılı arasındaki Horasan valili sırasındaki kıyımlar öğrenilince, milliyetçiler arasında dinsizlik ve Arap düşmanlığı yaygınlaştı. Oysa çok önce, altmışlı yıllarda Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi adlı kitabında bu olayları fazlasıyla ayrıntılı anlatmıştı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/06/dogan-avcioglu-tarihciligi.html)

Turan Dursun'un etkisi yavaş yavaş arttı. Önce Ekşisözlük, sonra da Youtube'da din aleyhine yazan, anlatanlar çıktı ve çoğaldı. Ekşisözlüğün kapalı olması da, Ateizm üzerine şöhreti yüzünden.  Şu günlerde siteyi, bir Telegram kanalı üzerinden takip ediyorum. Halen aynı, içerisinde bolca Aktrol hesap var. Ben bu siteye bir kere üye oldum, daha doğrusu üyelik hesabı satın aldım. Alkislarlayasiyorum'daki başka bir üye satmıştı. Bir hafta geçmeden spamlanarak hesabım kapandı. İçinde çeteler var ve bunlardan birine üye olmadan, çömezlikten üyeliğe geçemiyorsun. İktidar yanlsı troller gündeme  hakim. Hakim olamadıkları şey, Ateizm propagandası, cevap vermeleri sadece konuyu gündeme taşımaya yarıyor. Siteye VPN ile girilmesi de, liselilerin siteye girişini engelliyor. Oysa Youtube'da dinsizlik propagandacıları çok çoğaldı. Bunlardan bir yada birkaçını öldürmek, yeni bir Turan Dursun etkisi yaratacaktır.

İşin doğrusu Turan Dursun'da, İslam ve peygamberi aleyhine yazdıklarından dolayı öldürülmedi. Yukarıda da belirttiğim gibi kendisi Doğu Perinçek'in önemsiz bir yazarı konumundaydı. O dönemde Ateizmin güçlü ismi, İlhan Arsel'di. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/fuzuli-hakikatul-saada-ilhan-arsel.html) Kitaplarından en etkili olanlar, Şeriat ve Kadın ile Arap Milliyetçiliği ve Türkler'di. Şeriat ve Kadın kitabı, kadınlar üzerinde çok etkiliydi. Konu din ve peygambere hakaretse, ilk hedef İlha Arsel olmalıydı. Perinçek'in öldürülme sebebi, tarikatları ve dini kurumların iç yüzünü çok iyi bilmesi ve Nilüfer Göle öncülüğünde başlayacak olan, Fetö başta olmak üzere tarikatları masum gösterme propagandalarına ket vuracak olmasıydı.

Uğur Mumcu cinayetinden beş buçuk ay sonra Sivas katliamı yapıldı. Katliamdan sonra olaylar kendiliğindenmiş gibi propaganda yapıldı. Oysa katliam, çok önceden hazırlıklıydı. Cemaatin camilerde elinde benzin bidonları ile çıktığını gösteren fotolar, yıllar sonra yayınlandı. Katliamı yapanlar askerlik yaptığı, evlendiği, askere gittiği halde bulunamadı. 

2 Temmuz demişken, seksenlerde ve doksanların başında, din kültürü öğretmenleri çok açık Alevi düşmanlığı yapar, Alevi düşmanı sözleri derslerde ulu orta söyler, en fazla yerleri falan değiştirilirdi. Yirmi beş yıl milli eğitimde geçince öğrendim ki en fazla eğitime-kursa alınanlar Din Kültürü öğretmenleridir. Bu olanlar asla tesadüf değildir. Sivas katliamından sonra Güner Ümit'in, Turnike adlı programındaki sözde gafı da tesadüf değildi. Hürriyet gazetesinin manşetten verdiği ve sözde Emin Çöaşan'a yazılan mektup da katil kitleyi masumlaştırma çabasıydı. Hemen sonrasında İstanbul'da Gazi Mahallesi progromu yapıldı, hem de polisin gözetiminde. Sivas halen anılırken, Gazi Mahallesi büyük ölçüde unutturuldu çünkü olanlar DHKP-C'nin ve o zamanlar halen aktif olan diğer örgütlerin üzerine yıkıldı. Zorunlu din derslerinin ilk hedefi Alevilerdi.

Bütün bu olanları suikastle ilşkilendirmemi zorlama, hatta abesle iştigal olduğunu söyleyenlere bir kaç sorum var. Kaç tane sağcı, suikaste uğramış yazar-çizer-aydın var? Ben söyleyeyim hiç, hepsi de politikacı. Bir insanı , hele de ünlü bir yazar-çizeri öldürmek, basit bir iş değil. Ogün Samast, Hrant Dink'in günlük rutinini biliyormuş. Trabzon'da, 17 yaşında bir genç, İstanbul'da bir gazetecinin günlük rutinini nereden bilebilir? Üyesi olduğu Nizam-ı Alem Ocağında, çok sıkı eğitmişler. Öncesinde de kamuoyunu Hrant Dink'e karşı sistematik olarak kışkırtmışlardı. Benim beş yaşından beri Ankara'da yaşarım. Ankara'da büyük bir ülkenin başkenti olarak, pek çok ünlü barındırır. Bu yazıya konu olan altı suikastten beşi (Turan Dursun hariç) Ankara'da oldu. Ankara pek çok ünlü yazar ve gazetecinin yanında, Ankara Sanat Tiyatrosunda yetişmiş, sonrasında televizyon dizisi ve filmlerde oynayan pek çok ünlü aktörü, TRT sanatçısı olarak pek çok ünlü şarkıcıyı da barındırır. Rock müziğin pek çok ünlü ismi Ankara'da yetişmiş, ilk defa Ankara'da sahne almış, sonradan İstsnbul'a göçmüşlerdir. Ben bu ünlülerin sadece  şair Ahmet Telli ve yazar Nihat Genç ile Yüksel caddesinde karşılaştım. Diğerlerini anca imza günlerinde gördüm. Bir yada iki ay kadar önce, Tunus caddesinde, Dünya Göz Hastanesinin kapısının önünde yaşlı bir adamı, Emin Çölaşan'a benzettim. O zamanlar rahatsızlığı sebebi ile Sözcü gazetesindeki yazılarına ara vermişti. Yanına gitmeyi düşündüm, vazgeçtim. Gerçekten Çölaşan olsa bile, sonuçta hasta bir ihtiyardı. Tanındığına, fark edildiğine memnun bile olsa, bu hoşuna gitse bilei yaptığım onu rahatsız etmek olurdu. Siz, bir de de Ogün Samast'ın kendi kendine milli duygulara kapılarak suikast tertiplediğine falan inanın.

(Ayrıca Emin Çöaşan'ın Turgut Nereden Koşuyor kitabı ile ilgili yazım: https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/turgut-nereye-kostu.html)

Bu altı aydının öldürülmesi, Türk  halkının siyasal İslam konusunda uyraılmaması içindi. Bir tek Turan Dursun cinayeti, bir çeşit dinsel aydınlanma ateşini yaktı. Dursun cinayeti ile beraber, 12 Eylülün dindar nesilller projesi çökmeye başladı ve ateizm-deizn-panteizm gibi dinsizlik görüşleri yaygınlaşmaya başladı.( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/dinsiz-birakan-din-egitimimiz-dinsizlik.html=


 

23 Ağustos 2023 Çarşamba

İDARE-İ MASLAHATIN SONU-RADİKALLEŞME

 


Testi kırıldıktan sonra akıl veren .çok oluyor. 18 Haziran seçimlerinden sonra da öyle oldu. Oysa 2. tura bırakmayı başarmışlardı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/14-mayis-secimleri-nde-muhalefet-neden.html) Oy kabeden ve bir sürü minimal parti ile iş birliği yapan iktidar partisini kimse sorgulamıyor. Zira alacağını aldı, ya da öyle sanıyor. Atı alan, Üsküdar'ı geçti diyorlar. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/uskudardan-sonrasi-da-zor.html) Oysa Üsküdar'dan sonrasının zor olduğu şimdiden görülmekte. İktidarda kalmak ile ülkeyi yönetebilmek aynı şey değildir.

Diğer yandan muhalefette bir araya gelemiyor çünkü sağ, hem iktidarı devirme, hem de eski sağ olarak kalma peşinde. Mesela seçimlerden önce başlayan, Kılıçdaroğlu aday olmasın kampanyasını ele alalım. Sebebi büyük ölçüde Alevi düşmanlığıydı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/neden-kilicdaroglu-istifasini-istemek.html) Meral Akşener, CHP'den on beş milletvekili istediğme pişmanım, çünkü karşılığını veremedik dedi. Öte yandan Nazilli ve Söke'nin İyi partili başkanları AKP'ye geçti. İşin doğrusu idare-i maslahat, yandi düzene çeki düzen tüm ülkenin ruhuna işlemiş. ( https://www.youtube.com/watch?v=6k_6maKMq34) 

Değişme ihtiyacı öyle bir şeydir ki, hiç kimse değişmek istemese de, değişmek gerekir ve değişim bunu size emreder. İnsanlar genelde konfor alanlarını bozmak istemezler. Bu yüzden köklü devrimler, gözü kara radikaller içindir. Bunlar bir avuç kişidir. Toplumda uzlaşma bittiğinde, radikalleşme başlar. Toplum kutuplaşmaya başlamıştır (gerçi Türkiye hep kutuplaşmıştır). Uzlaşma, idaryi maslahat olarak görülür.

Devrimciler, devrim yaptıktan sonra birileri ile uzlaşma sağlar. Ülkemizde muhalefetin uzlaşma çabaları hep başarısızlığa uğruyor. Çünkü sağ partiler, muhalefet olduklarını anlamıyor. Çünkü çöken sistem 22 yıllık değil, en az 70 yıllık. Sözde muhalşf sağ partileri halen mezhepçilik yapıyor, satır aralarında. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/12/sagcilarin-alevilik-sorunu.html) Pek çoğunun hayali, Erdoğan'ın yerine geçmek, Erdoğan'ın düzenini değiştirmek değil. Mevcut beşli çete yerine, kendi beşli çetesini getirmek. Oysa ihtiyacımız olan Türkiye'ye her şeyiyle bir demokrasi kurmak. Buna partiler yasası da dahil.

Bu partiler yayası ile ilgili olarak ayrıca yazmam gerek ama aklıma gelmişken biraz bahsedeyim. Partilerin teşkilatlanmaları da çeşit çeşit. Bu konuda ilk sınıflandırmayı, siyaset bilmini, siyaset felsefesinden ayırarak, siyaset felsefesini kuran, Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger yapmış.  Üniversite de ödevimdi, ardan yıllar geçmiş, biraz eksik anlatmış olabilirim, şimdiden özür dilerim. Mesela komünist partiler, hücreler halinde örgütleniyor. Hücrelerin üye sayısı beş-onbeş arası. Üye sayısı yirmi beşi aşan hücreler, iş yapmaz oluyor ama beş yüz üyeyi geçen hücreler bulunmakta. Bazı sosyalist-sosyal demokrat partiler, sendikaların uzantısıdır. Bazı partiler de aynı zamanda kooperatif yada çiftçi birlikleri olarak teşkilatlanmıştır. Mesela İskandinavya sol partileri, aynı zamanda sendikadılar ve sendika üyeleri, aynı zamanda parti üyesidir. Sendika aidatıyla beraber, parti aidatı da öderler. Bu sadece İskandinavya ile sınıırlı değilidr. Bu yüzden pek çok parti, üye sayısından daha az oy alır.

En ilginç ve bana göre en güzel parti sistemi, Amerika-Meksika usulü parti örgütlenmesidir. Buna olmayan parti sistemi de denir. A.B.D'de, oy pusulalarının üzerinde parti adı yazmaz. bürolar, Türkiye'deki gibi Kaliforniya il teşkiları yada Manhattan ilçe teşkilatı gibi  bürolar, kurumlar yoktur. Partiler, her seçimde bu işi yapan geleneksel aileler eşliğinde, sadece seçimlerde kongre düzenliyen kurumlardır, sabit adresleri yoktur. Aslında Amerikan seçimlerine her seçimde ondan fazla parti katılır ama çoğunluk seçim sistemi ve öedyanın tavrı yüzünden iki partinin adı (Demokrat ve Cumhuriyetçi parti )öne çıkar. Delege seçimleri ve ön seçimlere, o bölgedeki isteyen herkes katılabilir. Bu yüzden güneyde Demokrat partinin kalesi sayılan bazı eyaletlerde, bazı seçimlerde  ön seçimlere katılım, genel seçimlere katılımdan fazla olur. Meksika'da, Meksika devriminden sonra, Meksika Devrim partisi, elli seneden fazla tek başına iktidar olmuş, yer yer parti içi ön seçimlere katılım, genel seçimlere katılımdan fazla olmuştur. Bu yüzden buna, tek parti demokrasisi de denmiştir. 

Ben Türkiye için benzer bir modeli düşünüyorum. Partilere isteyen herkes (asker-polis-hakim-savcı ve benzeri bürokratlar hariç) istediği gibi üye olup, delege, hatta aday seçimlerine doğrudan katılmalı. Böylece halkın partilere katılımı artar. Şu anki partiler kanunubuna engel, çünkü 12 Eylül rejiminin eseri. Kenan Evren ve arkadaşları, kurulacak partilerin, istemedikleri kişilerin eline geçmesine engel olmak için, genel başkanın ölene kadar (yada kaseti çıkana kadar) başkan kalabileceği) parti sistemini kurdu.

Bütün bu değişimlerin, yedi-sekiz dönem muhalefet partisinden millet vekili seçilecekler arasından çıkamayacağı gibi,  muhalefete muhalefet partilerinden de çıkmaz.  ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html) Yedi-sekiz kere muhalefet partisinden  millet vekili seçildiyseniz, artık orta muhalefetsinizdir.  (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/07/orta-muhalefet-tuzag-idareyi-maslahat.html) Veryansıncılardan bir şey ummayın, Nihat Genç, öfkeli konuşsa da yanar dönerdir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/03/nihat-gencin-delirerek-bitmesi.html) Kendisi doksanlı yıllarda, Leman dergisinde (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/brujuva-dergisi-leman.html) yazarken kah ÖDP (Şimdilerde Sol Parti)'yi, kah HADEP'İ (Yeşil Sol Parti) desteklerdi. Diğer yandan Doğu Perinçek'i de bilmem anlatmama gerek var mı? (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/dogu-perincek-kimdir.html)

İhtiyacımız olan ilk şey , suyun çatlağını bulacak partisiz örgütlenmeler olmalıdır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/08/suyun-catlag-ve-partisiz-orgutlenme.html) Diğeri de düşünerek ve yazarak yeni ve radikal bir ideoloji kurmak. Bunun için arayacağımız kök, radikal sol yada Marksist-Leninistler değildir.(https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/cok-solculugun-elestirilemez-sefaleti.html) Arayacağımız kök, Atatürkçülüktür. Atatürkçülüğü de Nutuk başta olmak üzere ilk kaynaklardan öğrenmeliyiz. Sonra bu fikirleri, üzerine yeni fikirler üreterek geliştirmeliyiz.

Sağ partilerle iş birliği bundan sonra devam etse de, gerçek Atatürkçüler bu kavgada tek başınadırlar. İdare-i maslahat bitmiştir, ihtilal için radikalleşme başlamıştır.

20 Ağustos 2023 Pazar

MASUM DEĞİLSİN KÜÇÜK İNSAN

 


Tüm bu yaşanan felaket ve yoksulluk hali, çok önceden belliydi. En aptal olanlar için, 17-25 Aralık krizi sonrası ses kayıtlarından, ortaya çıkan yolsuzluk haberlerinden belliydi. Oysa sen küçük insan, çalıyorsa benim paramı çalıyor deyip, desteğe devam ettin. Zannettin ki, hırsıza oy verirsen, destek verirsen, sana da pay çıkacak. Yıllarca bunu bekledin ve halen inatla oy verenler de bunu bekliyor. Onlar da havasını alacaklar.

Sen, yetmez ama evetçi, sen de masum duygularla buna katılmadın. Bu yeni sistemde, yağmada payın var zannettin. Kapı önüne konacağını bilemezdin. Yeni iktidar, sonsuza kadar senin desteğine muhtaç zannettin. Sonra sen, kumpas davalarını destekleyen sözde demokrat. Belli bir kitle, halen inatla reislerini destekliyorsa, sen ve senin gibiler yüzünden. Sen, daha doğrusu siz, bu arsız kitleye laik dünya yenildi mesajını verdi. Sen, bu günlerin yoksulluğunu göre göre yetmez ama dedin.

Sen, muhalefete muhalefet eden ve halen de etmekte olan, sen de suçlusun. Halen bu iktidardan çöplenme arzusundasın. Sen de yakında pişmanlık destanı çalacaksın.

Tedavinin ilk şartı teşhistir. Önce kendi suçlarınızı, art niyetlerinizi itiraf edin.

16 Ağustos 2023 Çarşamba

RUSYA-UKRAYNA SAVAŞI; TESTERE SAVAŞI

 


Olma rende gibi hep sana hep sana, olma keser gibi hep bana, hep bana. Olacaksan testere ol, bir sana, bir bana. Mevlana'nın yazdığı veya yazdığı söylenen bu şiir, dostluğun bir eşitlik olduğunu anlatır. Dostluk kadar düşmanlıkta da benzer ilişkiler vardır. Bazı savaşlar keser gibi kişiden yana yontar, kişiye zarar verir. Aslında her savaş testere gibidir, her iki tarafa da zarar verir. Son Ukrayna savaşı ise, karşılıklı yıpratma savaşı olarak, her iki tarafa da zarar vermekte. Taraflar sadece Rusya ve Ukrayna değil, Rusya; Abd ve batı ülkeleri. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/kuzey-sorunu-olarak-rusya.html) Vragne isyanı ile Rusya daha çok yıprandı diyordum ki bu sefer Afriika'da sömürgeler Fransa'ya karşı ayaklandı. Nijer, Mali ve Burkina Faso gibi Sahel ülkeleri Fransa ve Avrupa için, Rusya'nın Ukrayna için olduğu kadar önemlidir. Bu ülklere sırf  uranyum ve altın madenleri ile vazgeçilmezdir. Amerika'nın keşfinden evvel Mali krallığı, Avrupa ve Akdeniz havzasının altının dörtte birini üretiyordu. İnanmıyorsanız Google amcaya Mansa Musa'yı sorun yada Ruhi Çenet'in videosunu izleyin. Sorun sadece Sahel bölgesindeki madenler değil, aynı zamanda tarım.

Savaş, sadece Ukrayna'yı değil, Ukrayna'nın arkasındaki Avrupa, Nato ve Amerika'yı da yıpratıyor. Her ikisi de sabıkalı ve yaşlı mafya babaları gibiler. Yıllar önce öğrendiğim bir söz vardı, ilk nerede duyduğumu hatırlamıyprum, küçük devletler fahişelere, büyük devletler mafya babalarına benzer demişti. Şimdi hem batı, hem de Rusya, kendi mekanlarında istenmiyor. Beyaz adam (Avrupa ve A.B.D) Afrika'da, Rusya'da doğu Avrupa, Kafkasyya vee orta Asya'da istenmiyor.  Her ikisi de mekanlarında halen güçlü ve onları oradan kovmak çok zor. Oradalrda uzun yıllar kalmışlar ve halen kalmaktalar. Oralarda yerleşik Fransızlar -Ruslar var ve bu ülkelerin halen devasa iktisadi-askeri gücü var. Ben, Varleg isyanından sonra, Rusya bunu batının  yanına bırakmaz demiştim, dediğim gibi Afrika'dan darbeyi indirdi. Darbeler sırasında bazı darbe destekçileri, Türk bayrağı açmış. Afrika'da Türk şirketi çok. Hatırlarsanız Zeliha Taşkesenlioğlu'nun da Afrika'da bakır madeni var. Ben Fransızlar bunun intikamını alır diyordum ki, imam Halik Konakçı, keşke Hatay, Fransızlarda kalsadı diyerek, içinden gelenleri açmaya karar verdi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/meger-bunlar-kurtulus-savasina-da.html) Fransa'nın cevabı bunla sınırlı olmayacaktı. Keşke Kurtuluş savaşında teslim olsaydınız da diyebilirler.

Afrika'da olanların tüm kıtaya yayılma ve hatta Güney Afrika Cumhuriyetin'de beş yüz yıldır yerleşik Afrikaner beyazları yurdundan atma ihtimali var.  Afrika kurdunun dişine kan değdi bir kere. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/02/amerikan-kurdunun-disine-kan-degdi.html) Bu gidişat sadece yavaşlayabilir, durdurulamaz. Yalnız bu Fransız düşmanı yada Rus düşmanı yeni darbeciler-ihtilalciler iyidir demek anlamına da gelmez. Osmanlı'da yıkılınca, ardında kargaşlıklar, iç savaşlar  ve diktatörlükler bıraktı. İmparatorluklar güçlüyken sınırlar silikleşmiş, halklar sınırlar içinde oradan oraya gitmiştir. Şimdi de yeni ulusal sınırlar icat edilmiştir. Afrika'da olanlarsa, birebir olmamakla beraber, benzerdir. Sömürgecilerin sınırları,  Afrika halklarının-milletlerinin doğal sınırları değildi. Buna rağmen eski Fransa sömürgesi Senegal ile, eski İngiliz sömürgesi Gambia birleşemedi, ekonomik ittifak bile kuramadı. Şimdi Fransa'nın batı Afrika da kurduğu ekonomik birlik  (CFA Frankı birliği) ise çatırdıyor.

Peki Rusya? Arka bahçesi Kafkaslar ve Orta Asya'da ne kadar güvenli? Güvenli derken, Rusya için ne kadar güvenli? Yeni yabancı (Çin, Türk, Hint vesair) şirketler, oradaki Rus şirketlerini ne zaman kovmaya cüret edebilir? Rusya ne kadar zayıfladığına bu olacaktır? Ukrayna savaşı, Rusya'nın ülkeleri öyle ha deyince, ham diye yutamayacağını göstermiştir. 1990'da Bakü'de olduğu gibi bir katliam yapmak Ruslar için daha zor olacaktır. O zamanlar ordusu olmayan bir Azerbaycan vardı, şimdi Ermenileri yenmiş bir Azerbaycan var. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/02/ermeni-azeri-savasi-ve-israil.html) Rusya, Azerbaycan'dan, Gürcistan'da Abhazya ve Güney Osetya'yı kopardığı gibi, Azerbaycan'ın kuzeyinden toprak koparma tehdidinde bulunabilir. Yani Azerbaycan ordusu, Rus ordusuna karşı da bir savunma doktirini kurmalı (Muhtemelen şimdiye kadar kurmuştur.)

Bu testere savaşlarında kazanan Çin oluyor, yeni yükselen güç. Onun tek eksiği, tıpkı Rusya gibi, bir sinemasının olmaması, propaganda gücünün eksk olmadı. Gene de güç, güçtür. El Kaide bile Uygurlara yapılanlara sessiz kaldı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/turk-fasizminin-zulmunde-uygur-turkleri.html) Bu testerenin ne kadar kesim yapacağı ve kimlerden ne kadar keseceğini zaman gösterecek.

12 Ağustos 2023 Cumartesi

2002 SEÇİMLERİNDE MEDYA MANİPÜLASYONU TARİHİ (1LİBERALİST MEDYANIN PATRONAJI)



 2002 ve sonraki seçimler, kocaman bir medya operasyonuydu. Bunun için mümkün olan en eskiden başlamadı. Önce 12 E ylül ve devamı olan Turgut Özal rejimi, yeni bir medya inşa etti.Bir seksenler çocuğu ve doksanlar genci olarak Simavi ailesinden başlayacağım. Sedat Simavi, Türkiye'nin ilk medya patronudur. Kurtuluş savaşı sırasında, Atatürk ve silah arkadaşlarının İstanbul'daki propagansadını yapan cesur gazete ve dergiler yayımladı. 1948'de Hürriyet gazetesini kurarak, gazete sahibi olmaktan öte, medya patronu oluyor.  Çünkü önce dağtım kamyonları, sonra da ülkenin  her yanına yayılmış, sonra matbaa kalıplarını ülkenin pek çok yerine kurduğu matbaalara taşıyarak yapmıştı. Oğlları Erol ve Haldun Simavi,  gazeteyi büyütmekle kalmayıp, haftalık ve aylık dergiler de yayımlayarak, bir medya grubu haline getirdiler. Teknoloji geliştikçe, uçakla taşınan matbaa kalıplarının yerini teleks, faks gibi teknolojiler aldı. Erol Simavi'de İstanbul dışında Ankara, İzmir, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon gibi iller ve dahası Almanya-Frankurt'ta matbaalar açtı. Kardeşi, Haldun Simavi'de 1963'de Günaydın gazetesi ve grubuyla yeni bir medya imparatorluğu kurdu. 1980'lerde ise Simavi kardeşlerden kurtulmak gerekti z,ra 12 Eylülün çizdiği kapitalist dünyaya uygun medya patronu değillerdi. Her ikisi de 12 Eylül ve Özal rejimi ile aralarını iyi tutma çabası içindeydi ama attık istenmiyorlardı. Günaydın gazetesi çabuk harcandı, ekonomik bir krizin ardından Asil Nadir'e satıldı. Nadir, bir dönemin gözde medya patrounuydu.



Burada bir parantezle yeni nesile Asil Nadir'den bahsetmeliyim. Elbette google amcaya sorup, onun sayesinde daha fazla bilgi alabilirsiniz. Kendisi Kıbrıs Türkü kökenli bir İngiliz. Seksenlerde dolar milyarderi olup, Kuzey Kıbrıs ve Türkiye'de önemli yatırımlar yaptı. Bunlardan bence en önemlisi Vestel'dir zira bu şirketle beraber Nadir, İngiltere'den Türkiye'ye teknoloji transferi de yaptı, ciddi oranda. Kendisi Turgut Özal ve ANAP'ın en önemli destekleyicilerindendi. En güçlü olduğu dönemde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde devletten daha büyük işverendi. Bu küçük ülkede yaşayan her iki kişiden biri, Naidr'in Poly Peck şirketinden maaş alıyordu. Özal için sadece gazeteler satın almıyor, yenilerini de kuruyordu. Hatta Gırgır'dan  Hasan Kaçan ve Ergun Gündüz  önderliğinde ayrılanların (hem de Oğuz Aral'la kavgalı bir şekilde ayrılan) kurduğu Hıbır grubuna da dergi çıkardı. (Hıbırcı karkikatüristler Hıbır adı Nadir grubu ve onu satın alanlarda olduğu için, böyle yeni adlar icat ettiler. Hasan Kaçan, bir ara kayboldu. Sonra bit televizyon dizisinde Heredot Cevdet rolü ile ortaya çıktı. Zaten Gırgır'dan ilk ayrılıp, Hıbır'ı kurmak için, Oğuz Aral'dan habersiz, tuvalet köşelerinde toplantılar yaparken siyasal İslam ve sağ cenahla yakınlaşmaya başlamıştı. Hatta imar affının reklamı gibi kamu spotlarında bol bol oynadı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/02/tuzlu-su-imar-affi.html) Depremden sonra bu ortaya çıkınca gene bir süre görünmedi. Sonra Kılıçdaroğlu'nun ayakkabısı ile bastığı ve seccade denen ufak halı üzerine tweet attı, tepkilerden sonra gene kayboldu. (Ya da ben göremiyorum.) Asil Nadir, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'a yaptığı yatırımlarla İngiltere'de çok düşmanlık kazandı. O da bir burjuvanın ne kadar büyük olursa olsun devletten büyük olamayacağını veya devleti ele geçirmesinin kolay olmayacağını anlamayacaktı. ( Aynısını daha sonra Uzan ailesi de anlayacaktı.) Hele de bir Türk göçmenin. Asil Nadir, muhtemelen suçluydu. O kadar devasa servet, masumca birikmiş, büyümüş olamazdı. Her durumda kendisi sınırlarını biliyordu ama siyasi sınırlarını bilmiyordu. Ambargolardan dolayı ekonomik bunalım yaşayan, Türkiye'nin desteği ile zorla ayakta kalan Kuzey Kıbrıs'ı ihya etmişti. Türkiye'ye sermaya bir yana, teknoloji transfer etmişti. Özal'a güvenerek bir borsa manüpülasyonu yaptı ama Özal, Nadir'i çoktan satmıştı. Londra borsasında bir günde battı, tutuklandı, hapse girdi falan filan. Türkiye ve Kıbrıs'taki yatırımlarına hiç bir şey olmadı, usulca yeni sahiplerinin eline geçti. Nadir'in geri kalan hikayesi ise uzun. Viki'den falan öğrenirsiniz.



Erol Simavi'nin önce Gırgır ve Furt dergileri elinden alındı Bu dergileri, daha sonra iktidara muhalif en önemli gaztesi Sözcü'nün (daha sonra Gözcü) sahibi olacak Ertuğrul Akbay'a sattı. Akbay'da Gırgır'da temizlik yaptı. Oğuz Aral başta olmak üzere,  pek çok kişiyi dergiden uzaklaştırdı. Gırgır dergisi, gerçek bir efsanedir. Bir ara onun üzerine tek başına yazı yazmalıyım. Burada şunu demeliyim ki Gırgır,  yetmişler ve seksenlerin en çok satan ve en etkili dergisiydi. Nüfusu kırk milyon olan ülkede satışları bir ara yedi yüz elli bine çıkmıştı. Ağırlıklı olarak karikatür ve siyasi hiciv olmakal beraner, çizgi roman da yayımlıyordu ve içinde Galip Tekin gibi çok aykırı bazı çizerleri de  çizeri de barındırıyordu. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/07/galip-tekin-bizim-kusagmza-islemis.html)  Gırgır yıkıldı zira kendisi muhalif gençliği şekillendiriyordu. Oğuz Aral, Gırgır'dan sonra Avni diye bir dergi çıkardı. Lakin çeşitli sebeplerden tutmadı, bir kaç ay sonra kapandı. Doksanların en çok satan haftalık dergisi, gene bir karikatür dergisi olan Leman oldu. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/brujuva-dergisi-leman.html) Leman,  o dönemde feminizm, LGBT-T hakları gibi konularda ilk defa konuşan yayındı. Üniversitelerde açık ara en çok okunan yayındı. Leman dergisi, 95-97 arasında Isparta'da perşembe günü çıkar, pazar günü biterdi. Leman'ın aylık çizgi roman dergisi Lemanyak ayın onu gibi biterdi. Leman bu süreçte çok solculuk yaparak, muhalefete muhalefet ederek sisteme hzmet etti. Dergi sadece karikatür dergisi değildi. (Gırgır'da öyle değildi.) O zamanlar en çok okunan yazarı Cezmi Ersöz'dü ve bu yıllarca Cezmi'nin kitapları da çok satardı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2016/09/okunmasi-gereken-on-bin-kitap-2-cezmi.html) Leman, açıkça ÖDP (Özgürlük ve demokrasi partisi)'ne oynadı, sonra reklam almayan şirketken Lemanmobil adı ile Turkcell'e hizmet etti. İçinden bölünenler Penguen , Uykusuz  gibi dergiler çıkardı. Derginni gözde yazarlarından Cezmi Ersöz rezil olarak ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/12/zor-gunlerin-duskunleri-when-you-walk.html), Nihat Geç ise delirerek (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/03/nihat-gencin-delirerek-bitmesi.html) bitti. Leman yıllarında HDP (Yeşil Sol Parti) sempatizanı olan Nihat Genç, Ulusallaşarak, muhalefete muhalefet odağı haline geldi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html) 

Bütün bu operasyonlar sonucunda medya organları, bir kaç holdingin elinde toplandı. Fakat bir sorun vardı, özellikle yazılı basın öyle herkese ulaşmıyordu. Patronlar, medyayı yeniden şekillendirmeliydi.