28 Eylül 2023 Perşembe

Antik Mısırlı Şair ANKHU-Bozuk düzen



 BOZUK DÜZEN

Olup bitenler çileden çıkarıyor insanı.
Memleket baştan başa azapla kıvranıyor,
Yıldan yıla büsbütün allak bullak.
Bir öncekini aratıyor her geçen yıl.
Kargaşalık var ülkede, yıkımın eşiğindeyiz.
Kapı dışarı ettiler adaleti,
Haksızlık kol geziyor hükümet çevrelerinde.
Tanrıların tasarıları karman çorman,
Tanrı buyruklarına aldırış eden yok.
Memleketin durumu berbat,
Ne tarafa baksak çile,
Halk yas tutuyor kentlerde de taşrada da…
Millet yoksulluktan perişan,
İnsanlarda ne saygı kaldı ne sevgi.
Huzur sultanları bile ter ter tepiniyor.

*****

Gün doğunca baş çeviriyoruz.
Gece olanları görmemek için.
Olup bitenler çileden çıkarıyor insanı:
Dertler tümen tümen geliyor bugün.
Yarın ıstırapların seli kopup gelecek.
Memleket baştan başa tedirgin,
Ama ağzını açıp tek kelime söyleyen yok.
Masum insan kalmadı artık,
Herkesin işi gücü fesat.
Yürekler yas içinde, tasa içinde.
Komut verenle komut alan bir örnek,
İkisinin de dünya umurunda değil.
Her sabah kalkar kalkmaz görüyoruz durumu,
Ama düzeltmek için çabaya girişmiyoruz.
Dün neyse bugün de o…
Miskinlik sinmiş insanların yüzüne,
Kimse laf anlamıyor,
Anlayıp kızanlar bile dilini tutuyor.
Yaman bir acıyla kıvranıyorum durmadan:
Yoksullar zengin karşısında güçsüz…
Ne acıklı bunu görüp de haykırmamak.
Ama anlamayanlara dil dökmek daha acı.
İnsan, sesini yükseltmeye görsün,
Başlıyor gerçekleri bilmeyenlerin öfkesi.
Bugünlerde herkes sırf kendini dinliyor;
Kendinden başkasına inanan yok.
Hiç ilişki kalmadı gerçekle söz arasında…

Mısırlı şair Ankhu ’nun yazdığı bu şiir Prof. Dr. Talat Halman tarafından Türkçemize kazandırılmıştır.

26 Eylül 2023 Salı

Mahir Çayan-Hücredeki Adalinin Rüyasi

 


Hücredeki Adalının Rüyası

Taş duvar, demir karyola ve yerlerde sayısız izmaritler.

Helanın pis kokusu, rutubetli, sıkıntılı, nikotinli,
İnsanı serseme çeviren kurşun gibi ağır bir hava,
Duvarlar sanki soğuk dalgaları imal ediyor.
İstediğiniz kadar üzerinize kalın şeyler giyinin,
Oligarşinin hücresinde soğuğu yenmek imkansız.
Ranzanın karşısında kafesli demir kapı,
Arkasında Mehmet.
Görevi dakikası dakikasına beni denetlemek
Mehmedim utanıyor, kahroluyor.
‘Askerlik ağam n’aparsın’diyor.
Aslında o da tutsak.
Ben hücre içinde, o hücre önünde.
Günde beş kere büyük başlar bakar içeriye;
Yüzlerinde tecessüs.
‘Çılgın adam,3-5 kişi ile koskoca karanlıklar
İmparatorluğuna kafa tutan adalılar.’
Ama yine de ‘çılgın adamın’ karşısında
Bir eziklik, bir burukluk duyuyorlar o başka.
Gündüz gece diye bir ayrım yoktur hücrede,
Zaman ve mekan özümlenmiş artık.
Sadece koldaki saattir, geceyi gündüzü bildiren.
Işık yirmidört saat yanar.
Bir nefes, bir dumandır yoldaşım,
Cigaramı her çekişte duman olur,
Uçar giderim, ta uzaklara.
Çoğu kere Ada’ma giderim,
Cigaramın dumanı, beni memleketime; Ada’ma götürür.
Kahpe İstanbul’un, kahpe bir bölgesinde,
Bir evdeyim, yoldaşlarımla beraber.
Bu ev, yoldaşlık-dostluk-kardaşlık-mertlik-kazanç ve sevgi evidir.
Bu evde, herşey o kadar güzel ve o kadar anlamlıdır ki...
Ev de değil, ada, ada!
Satılmışlığın, kahpeliğin, riyakarlığın, adiliğin ve her çeşit
aşağılık ve her çeşit yabancılaşmanın karışımı olan,
Karanlık Denizi’nin ortasında,
Güneşi batmayan bir ada.
Ben ne şuralıyım ne buralı,
Adalıyım adalı,
Adam ormanlıktır.
Dostluk yoldaşlık, mertlik ormanı,
bütün ada’mı kaplar.
Erdemin güneşi yirmidört saat aydınlatır adamı
Biz ada sakinleri bilmeyiz karanlığı.
Ben adalıyım ey kahpe hücre, Ada’lı.
Doğru ya, sen nereden bileceksin Ada’mı.
asırlık, feodal, militarist hücre.
Ya, sen, öküze benzemek için kasılan, şişen
haset kurbağa hilkat garibesi bilir misin ada’mı?
Dünya karanlıktır, güneşi batmayan böyle bir ada
yeryüzünde yoktur.
Değil mi karanlıklar cücesi, zavallı acuze?
Ya sen yarasalar şairi, pişkin Cacomcho?
Değil şiirlerde, masallarda bile böyle bir ada yoktur.
böyle bir ada eşyanın tabiatına aykırıdır.
Senin için değil mi karanlıkların kapkapa şairi?
Senin dediğin eşyanın değil, karanlığın tabiatına aykırıdır.
Karanlık cüceleri, acuzeler, dürzüler...
Yarının Türkiye’sinin hayvanat bahçesinde
teşhir edilecekler...
Adam kalabalıktır hain hücre:
Elde mitralyözüyle,
Sierra Maestra’da, Falcon’da, Vietnam’da
Mozambik’te, Angola’da, Sina çöllerinde...
Özgürlüğün türküsünü söyleyenler.
Zulme, kahpeliğe, sömürüye karşı...
Dişiyle, tırnağıyla üç kıtada karşı koyanlar
benim evlatlarımdır kahpe hücre.
Benim adamın ormanlığından aldıkları fideleri,
“birer birer dikiyor, kahpeler koalisyonunun dünyasına.
Kel dünya, Ada’mın ağaçlarıyla ayıbını örtüyor, güzelleşiyor artık.
İyi bak bana feodal duvar, iyi tanı beni.
Seni yerle bir edecek Ada’lıları iyi tanı.
Adam ve hemşerilerinin çoğu ne halde diye
dudak bükme, orospunun dölü utanç duvarı
Evet adamı karanlığın suları bastı.
Evet, benim gibi pek çok adalı bu çirkef suların altında,
ama boşuna sevinme, Ada’m batmaz, yok olmaz
Ada’m, sadece karanlık denizinde yerini değiştirdi.
Hepsi o kadar.

23 Eylül 2023 Cumartesi

TÜRK VE ARAP FAŞİZAN ÜSTÜNLÜK DUYGUSU ÇATIŞMASI



 Türk  faşizan üstünlük duygusunu uzun zamandır işlenen bir şeydi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/09/fasizan-ustunluk-duygusu.html)  Bu duygu, temelinde kimlik ve muhafazakarlık içeriyordu. Genel anlamda Kürt, Alevi ve modern yaşayan ailelere düşman bir zihniyeti barındıryordu. Her zaman örtük şekilde iktidardı. 2002'de açıkça iktidar oldu. İktidar da bu üstünlük duygusunu her fırsatta pekiştirdi. Muhalefete muhalefette,  kısmen de bilmeyerek, buna destek oldu.

Kılıçdaroğlu yerine İmamoğlu yada Mansur Yavaş aday olsaydı da sonuç değişmeyecekti. Çünkü muhalefeti Kılıçdaroğlu'ndan uzaklaştıran iktidar medya ve trollerinin yeni stratejisi muhtemelen hazırdı.  Bir kere solcu görünümlü AKP trolleri, inşaatçı-müteahit ve ANAP geçmişi ile yeterince solcu değil diye saldıracaktı. İmamoğlu'nun eşi Alevi. Sağcı-muhafazakar seçmene de bu özelliği hatırlatılacaktı. Mansur Yavaş'a da, daha 2013'de, Melih Gökçek'e, dönemin içişleri bakanı Efkan Ala'nın YSK'yı ziyareti ile kaybettiği seçimleröncesinde, aslen Beypazarılı değil, Makedonya göçmeni olduğu dedikodusu yayıldı.  Bu iddiaları Mansur Yavaş red etti. Bu iddiaların arkasında, Alevi kökenli olduğu iması vardı. Kendisinin elli yıllık Ülkücülük geçmişi bir anda CHP'den aday olunca silinmişti.

Öte yandan yandaş medya, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu'na asıl saldırılarını, aday olmasından sonrasına saklıyordu. Daha ne kadar saldırabilir diye soruyorsanız, 2002 seçimlerine bakın. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/08/uzan-ailesinin-ve-genc-partinin-siyasi.html) (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-6-uzan-ailesi-ve-yesim.html) 2002'de medya, seçimlerden önce de Cem Uzan'a saldırıyordu ama öyle var gücü ile saldırmıyordu. Cem Uzan ve Genç Parti, ANAP, DYP ve MHP'den oy tırpanlayıp, bir de bu üç partiyi baraj altı bırakmalı,  on aylık AKP'yi, %35 ile tek başına iktidar yapmalıydı. Hedefe ulaşınca, medyanın saldırısı inanlımaz arttı. Hele de RTÜK, Star televizyonuna 30 (otuz) gün kapatma cezası verince ilk sersemliğini yaşadı. (Cem Uzan'ın Erdoğan'a şerefsiz başbakan dediği konuşmayı yayınladığı için bu kapanma cezası verilmişti.) Ardından da ifşalar, itiraflar geldi. Meger daha önce kimse Uzan ailesi hakkında bildiklerini anlatmıyormuş.

İşte Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu'nun da başına benzer şeyler gelecekti. Netekim Kılıçtaroğlu'na montaj kaset kumpası yapıldı. İmamoğlu ve Yavaş için de benzer tuzaklar çoktan kurulmuştu muhtemelen. Çünkü sözde muhalif kitle de faşizan üstünlük konumunu kaybetme korkusundaydı. Kılıçdaroğlu ile ilgili videonun sahte olduğunu, iktidar yanlısı seçmen de biliyordu. Bu montaj videolar, sağcı seçmene, faşizan üstünlük konumunu ve duygunu kaybedeceksin uyarısıydı.

Oysa duygu bir yana, konumu çoktan kaybetti. Alevi yada Kürt olmak, belki devlet memuru olmak için bir engel ama bunu baştan kabullenirsen KPSS dersanelerinde sürünmüyorsun. Kendine yeni bir yol çiziyorsun. Kaldı ki torpil sisteminde parti üyesi olma, akraba olmaktan çok, para ilişkileri döndüğünden, solcu ve Alevi birinin torpili bir AKP'liden fazla olabiliyor. AKP'li bir kalantorun işi bir solcuya, Kürt'e, Alevi'ye  düşebiliyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/08/masum-degilsin-kucuk-insan.html)

Sadece Alevi ve Kürt olmadıkça kendini üstün sanma sanısı var. Seçimlerde, muhalif görünen seçmende de bu belli oldu. Kılıçdaroğlu'nun her seçimde yenilmesi de iktidara yetmiyor. Bir Alevi, hemde Alevi-Kürt'ün CHP'nin başında olması bile, onların üstünlük duygusuna zarar veriyor. Buna bile tahammül edemiyor. Oysa bu yoksullaşmadan,faşizan üstünlük duygusunu terk etmeden çıkış yok. Üstelik iktidar, sağcı ve Sünni halkı, üstünlük piramidinin altına atmaya hazırlanıyor.  Piramidin üstüne Sünni Arap ve zengin göçmenler geçiyor.

Oysa Türkler, Araplardan üstün olduğunu düşünmüyor. Hatta Arapların kendisinden üstün olduğunu düşünmüyor. Hatta Arapların kendisinden dindar olduğunu da düşünmüyor. Arapların, Kuran'ı Kerim üzerine oturmak gibi dini hassasiyetleri pek yok. Türkler İslamı Araplardan değil, o zamanlar Sünni olan Horasanlı İranlılardan, Taciklerden öğrendi. Bu sebeple Türkçedeki dini kavramların pek çoğu Arağça değil, Farsça. 

Türkiye'de pek çok Arap'ın garip bir şikayeti var. ''Türklerin Araplara saygısı yok.'' Türkler dinsiz, dine saygısı yok, yabancı düşmanı yada ırkçı demeden önce, Araplara saygısı yok, diyorlar. Bunu demelerinin sebebi, özellikle zengin Arapların gittikleri ülkelerde bahşiş umudu ile yerel halktan iltifat görmeleri. Diğeri de Türkler hariç diğer ülkelerin genelde Arap hakimiyetinde Müslüman olmaları. Türklerin ise Araoların koruyucu olmaları ve en nihayetinde onlara egemen olması, Arapları küçük görmelerine sebep olmuştur. Bence Türkler ve Kürtler, Müslüman olduğuna pişman olmuş ama bir kere inanınca da vazgeçemiş milletlerdir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/dinsizlik-turleri-3-soven-dinsizlik-2.html) Araplar, 732 Puvatya savaşından sonra Hristiyan alemine karşı gerilemiş, çare olarak da  Türk, Kürt ve Çerkezlerden köle ordular kurmuşlar, bu köle ordular da Araplara efendi olmuşlardır. (Tulunoğulları ve İhşitler Türk, Eyyübiler Kürt ve son dönem Memluk hanedanı Çerkez kökenlidir.) Arapların, İslamiyetin ilk 100-150 yılındaki hızlı genişlemesinin sebebi, tam da İslamın ilk çıkış yıllarında Akdeniz havzasını ve batı Asya'yı vuran Jüstinyanus vebası ile, İslamdan üç yüz yıl önce çıkmış Mani dinidir. Tekrar toparlanan Doğu Roma (Bizans) ve İran'a (Samaniler ve Büveyhiler) karşı Abbasi halifeleri, Selçukluların koruyuculuğuna girmişlerdir. Türkler, gerek Selçuklu, gerek Osmanlı devrinde Arapları asker olarak görmemiş, devlet kademelerinin üst makamlarında Araplara yer vermemiş, meşhur amiral Barbaros Hayrettin Paşa, Arapların asker değil, basit birer yağmacı olduklarına dair özel bir rapor bile yazmıştır.

Buna bir de birinci dünya savaşına arapların Thomas Lawrence ve Getrude Bell gibi casusların peşinden gidip (Araplar da kendi kadınlarını 2. sınıf vatandaş yapıp, İngiliz kadınlarının lafını dinliyorlar), Osmanlı'ya ihanetini de eklersek, Arap  kavramının ülkemizde çok da iyi anılmadığı anlatır. Burada asıl sorun, iktidarın Türk halkını piramidin altına itmeye çalışması. Bu yüzden milliyetçiliğe saldırıyor. Oysa ülkemizde sağ iktidarlar, Alevi ve Kürt düşmanlığını ince ince işlemişti. Bu iki topluluk incelikle dışlanmıştı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/12/sagcilarin-alevilik-sorunu.html) Hatırlıyor musunuz Erdoğan'ın aklabalığa, biliyorsunuz Kılıçdaroğlu Alevi deyişini ve  dinleyenlerin yuh çekişini? Ya evde zor tutulan milyonlar? Bu kadar kışkırttığınız insanlara, sen gene benim gösterdiğim hedeflere saldır ama yeni Arap efendilerine itaat et mi diyeceksiniz.



Tabi Türkiye'de sağı yıllarca besleyen Suudi Arabistan devletine bağlı Rabıta kurumu (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/03/ugur-mumcunun-rabita-eseri.html) böyle bir sanuç beklemiyordu. Murat Ağırel, 2020 ylında yayımlanan Sarmal kitabında da Rabıta'nın Türk siyasal islamını çok eskilerden beri beslediğini çok iyi anlatıyor. Ancak faşistleşmiş kitleye, üstelik asla çıkamayacakları bir üst sınıfa itaat ettiremezsiniz.





MUHALEFETİ BEĞENMEMEK İKTİDARI BESLEMEKTİR



 Mükemmel, iyinin düşmanıdır derler. Mükemmeli istemek için, buna hakkımız var mı diye sormalıyız. Seksenli yıllarda yarışmalarda birinciliğe layık eser bulamama modası vardı ve ikincilik ödülü alan da bu ikinciliği yutardı. 

Türkiye'de bu anlamsız düşünce, siyasi partileri, özellikle CHP (eskiden SHP)'yi az solcu ya da az Atatürkçü bulmakla devam ediyor. Az Atatürkçü bulma modasını da iki binli yılların başında Doğu Perinçek ve partisi (Şimdilerin Vatan, o zamanların İşçi partisi) tarafından başlatıldı. Kaldı ki kendisi ve İşçi partisi doksanlı yıllarda çok fena Kürt sevicisiydi ve İşçi  partisinin Kürt oylarını alarak %10 barajını aşma hayalleri vardı. Hadep kapandıktan sonra, Kürtler, İşçi partisine oy verecekti. Hayaller ve hayaller...

Perinçek ilginç bir kişi, bu ilginçlik babasının MİT'in üst düzey yöneticisi olması, kendisinin de, kendi dediğine göre (internette Ertuğrul Kürkçü ile olan meşhur videosunda dediği gibi) Dev-Genç'e adını veren kişi. Hayatı boyunca önce Marksist-Leninist, sonra Maoist oldu. Önce Kürtçü, sonra Türkçü oldu. Önce Fetö düşmanı, sonra, Türkçe olimpiyatları şeref misafiri oldu. Önce AKP muhalifiydi, şimdi yandaş oldu. Bütün bu yıllar içinde Perinçek ve ekibinin  sürekli saldırdığı ve sabit tek düşmanı cardı, CHP (ya da SHP).  Sorsanız hayatı boyunca solcu olmuştur.

Perinçek gibi pek çok solcu vardır, yıllardır enerjilerini sosyal demokratlar ve Atatürkçülere saldırdıkları kadar, sağcı her hangi bir kuruma saldırmamışlardır. Ayrıca bu çok solcuların, özelleştirme hayranı, yetmez amacı liberal solu, sosyal demokratlardan daha çok severler.

Şu günlerde de halen muhalefete muhalefet edenlerin haline bakın. Hele de Nihat Genç ve Veryansıncılar... Bence onlar da Perinçek gibi yakalarına birer ampul rozeti takmalılar. 15 Temmuza kadar hoca efendi destanını tutturanlar, şimdilerde iktidarda en ballı yerlerde,  kendisi ve ekibi, zorlama detaylardan, muhalefette Fetöcü arıyor.

Son Sedat Peker olayına dikkat edin,  Sadece iktidar tarafında değil,  muhalefet tarafında da onu susturmak isteyen çok oldu ve hatta çok solcu Birgün gazetesi, Erk Acarer'in işine son verdi.

Gerçek şu ki, solcu dediğimi hatta radikal solcu dediğimiz kişi ve kurumları, sağ ile, hatta Ülkücülerle çok sıkı ilişkileri var. Peker'in de bahsettiği Bir Gün Tek Başına romanını okurken aklıma gelen, daha ellili, kırklı yıllarda içlerinde bir sürü ajan-provokatör varmış, olmuştu. Deniz Gezmiş ve arkadaşları için Amerikalı askerlerle ilgili bir bölüm okumuştum. Askerleri öldürmeye karar veriyorlar ama kurşunu sıkacak kişi son anda vaz geçiyor. Sonra aynı kişi, Kızıldere'de Türk askerine ateş açıyor. 

Sonra dikkat ettim,  12 Eylül öncesi denen dönemde,  hiç Amerikan askeri ölmemiş.

Şimdi de başımızda her şeyi satıp, savıp, yağmalayan bir iktidar var. Bir de bu canavara karşı var gücü ile mücadele eden bir muhalefet.

Yapmamız gereken bellidir.

19 Eylül 2023 Salı

NİLÜFER GÖLE'NİN KOROSU;RADİKAL-YENİ YÜZYIL(2002 SEÇİMLERİ-3)



Bu serinin bir önceki yazısı için ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/08/2002-secimlerinde-medya-manipulasyonu_28.html) araştırma yaparken, Turan Dursun'un Ateist olmadan evvel Süleymancı olduğunu Vikipedi'den öğrendim. Yazılarında bundan bahsetmiyor.Bunu öğrenince bir aydınlanma anı yaşadım. İlkokul mezunu bir vaiz (yada mele) olarak Diyanet sınavlarını kolayca vermesi ve Diyanet bürokrasisinde hızlı yükselmesinin sebebi, dini bilgisinden çok Süleymancı tarikatın marifetiydi. Bu onun Müslümanlığı ve müftülüğü zamanındaki tek eseri olan Nurculuk ve Müslümanlık'ı yazma sebebini de açıklıyor. 2002'den önce tarikatlar arasındaki çatışma çok belirgindi çünkü Süleyman Demirel, güçlenmemeleri için aralarına nifak tohumlarını özenle serperdi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/suleyman-demirel-kimdir.html) Benzer politikaları, onun bürokratlığından yetişme Turgut Özal'da yaptı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/turgut-nereye-kostu.html) Yani gerçekte onun ve diğer aydınların öldürülme sebebi yazdıkları değil, yazacaklarıydı. Nilüfer Göle başkanlığındaki Tarikatlar çok masum sivil toplum örgütleri korosunun ötmesi için onların öldürülmesi gerekliydi. Bu kakafoninin koro başı profesör Nilüfer Göle'ydi. Yeni kavramları o icat ederdi. Bu dönemde ilk önce Cumhurşyet gazetesi liberalleştirilmeye çalışıldı. Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni olan Hasan Cemal'in bu çabaları, gazeteyi kapanma noktasına getirdi. Sonra bu marifetlerini Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım kitabında anlattı.

Z kuşağı olarak Hasan Cemal'in adını duymamış olabilirsiniz. Doksanlı yıllarda, Cumhuriyet'ten ayrıldıktan sonra Milliyet gazetesi yayın yönetmeni yapılarak ödüllendirildi. Gazetenin bir sayfasında, ince beyaz gömleğinden belli olan şişirilmiş pazularınını bağladığı pozda bir resmi olurdu. Dedesi, İttihat ve Terakki'nin meşhur Cemal Paşasıdır ve soy adını da ondan alır. Koronun açıktaki şefi, Hasan Cemal'di. Bu koronun temel bestesi ve güftesi, vah zavallı muhafazakarlardı. Onlar sadece anlaşılmak isteniyordu. Özellikle 1995 seçimlerinde Refah partisinin zaferinden bir kaç ay sonra, Mehmet Barlas'ın bir yazısı ile hızlandı bu operasyon. Hürriyet'te bu iş için Ertuğrul Özkök vardı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/05/ertugrul-ozkokun-hurriyeti.html) Koronun bestecisi ve gizli şefi, sosyoloji profesörü Nilüfer Göle'ydi. Kocası, iktisat profesörü Asaf Savaş Akat, doksanlı yıllarda, neoliberal ekonomiden oluşan krizlerin, nasıl neoliberal ekonomi ile çıkılacağını yazan-anlatan koronun başındayken, Nilüfer hanım da, zavallı muhafazakarlar, zavallı Kürtler korosunun başındaydı. Bizim konumuz Nilüfer Göle.

Kendisi Boğaziçi Sosyolojiye yerleştikten sonra, bol bol saha araştıması yaptı, kitaplar yayımladı. Alan araştırmaları, tek dertleri devlette daha fazla kadrolaşmak ve holdinglerini büyütmek olan tarikatların, özellikle Fetöcülerin ne kadar masum olduğuydu. Muhafazakarların ne kadar ezildiğine dair kitaplar yazdı. Bu arada eski defterler de karıştırıldı. Şerif Mardin ve Cemil Meriç'in  isimleri tekrar parlatıldı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/02/bazi-okumayin-tavsiyleri-1yalancilar.html) Şerif Mardin'in soy adına bakıp da, onun Güney Doğulu veya Kürt olduğunu sanmayın. Mardinizadeler soylarını peygambere kadar uzatan Osmanlı asilzadelerindendir ve pek çok ünlü de bu aileden yada bu aileye akrabadır. Kendisi Said-i Nursi'yi öven kitabı sebebi ile Amerika'da profesör yapılmıştı. İyice parlatıldıktan sonra geri döndü, Nilüfer Göle'nin korosuna katıldı. Doksanların başında Ekşisözlük'te kendisinden, Türkiye'de konferanslara geldiğinden hiç Türkçe konuşmadığı ile ilgili yazı vardı. Daha sonra kendisi Türkiye'ye geri dönüp, Sabancı üniversitesinde ders vermiş. Nilüfer Göle'de orada. Bu yetmez amacıların pek çoğı Sabancı üniversitesinde.

Bu arada, sosyoloji mezunu biri olarak, Türkiye'deki alan araştırmalarının yöntemleri üzerine de bir parantez açayım. Sosyolojide en çok yapılan tez, alan araştırması ve monografidir.. İşin ilginci de, hakkı ile yaparsan en zor olanıdır. İncelenecek topluluğun sınırını belirleme, örneklem seçme, test ve anketler, sorulacak soruların tespiti bile başlı başına bir iştir. Hatta daha sağlıkl olunması için o toplulukla bir süre yaşanması gerekir. Oysa Türk sosyologları, kaynak kişilerle mülakat (röportaj) diye pratik bir yöntem icat etmişlerdir kendilerine. Sonra bu kaynak kişilerin sözlerini eğip-bükerek, kendi tezlerini, kendi kendilerine ispatlamışlardır. Buna da bahane hazırdır. O topluluk dışa kapalıdır, anketi veya aralarında yaşamayı kabul etmemektedir. Bu bahane ile konuşanların ağzından çıkmayan sonuçlara ulaşabilirsiniz. Mesela doksanların başında Abdülkadir Sezgin adlı bir Diyanet bürükratı, bu yöntemle doktora tezi hazırladı, bir kaç Alevi ile konuşup, Aleviliğin, Bektaşilik olduğu, Bektaşiliğin de Hanefi mezhebindeki yüzlerce tarikattan biri olduğu sonucuna ulaştı. Üstelik konuştuğu kişilerden hiç biri bu fikirde değilken. Bu bilim değil, modern hurafe. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/03/modern-ufurukculuk.html)



Benzer araştırmaları Nilüfer hanım ve onun peişiden giden sözde sosyologlar yaptı. Tarikatlardan, sözde kaynak kişilerden aldıkları bilgilerle tezler yazdılar. Tarikatlar, laik yönetimce zorbalanmış zavallı sivil toplum örgütleriydi. Hep Kemalist rejimin zulmünü çekmişlerdi. Bu üfürükçülüğün temel bahanesi, içe kapalı olmaları ve topluluğun anket-test istememesiydi. İşin daha ilginci, daha önce bu tarikatlara girip-çıkmış kişilerle konuşmaması, bu eski üyelerin tarikatlara ait  eleştiriler bir yana, korkunç iddiaları hiç araştırmamalarıydı. Onlara göre taikatlar, hele de Fetö, çok cici sivil toplum örgütleriydi.

Diğer yandan yavaş yavaş Kürt övgüsü ve Kürt meselesi problemi de açılmaya başlanmıştı.O dönemde askerin, PKK'ya yataklık yaptığı yada yaptığını düşündüğü, bazen de hiç alakasız köylülere karşı şiddeti, çok haber oluyordu. Yer yer köylüler, şehre göçe zorlanıyordu. O dönemde Türkçülük üzzerinden de Atatürkçülüğe saldırılar, bu bahane ile başladı. Gene o dönemlerde andımız kaldırılsın propagandası yapılmaya başlandı. Gene aynı dönemde, Suriye sınırındaki mayınların kaldırılması gündeme geldi. İşin doğrusu Suriye iç savaşı ve göç, doksanlarda planlanmıştı. Liberaller Küerleri, Atatürkçülüğe sallamak için kullanır. Onların Kürt aşkı yalandır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/liberallerin-kurt-ulusalcilarin-alevi.html

Bu süreçte Cumhuriyet gazetesi ele geçirilmeyince, yeni sol gazeteler gerekti. Profesör Erol Güngö,r, yetmişli yıllardaki  bir yazısında, medya holdinglerinin, sırf solcu yazarlara maaş vermek için gazete kurduğunu yazar. Bu ilk okuduğumda pek de okunmayan sağcı yazar zırvası demiştim, kendi kendime. Sonra bunun gerçek olduğunu fark ettim. Bu, dostunu yakın tut, düşmanını daha yakın ilkesi gereğiydi. Sonuçta bir kişi kontrol etmenin en iyi yolu, onu maaşlı işçin yapmaktır. Böylece radikal solu, solun ayak bağı yaptılar.



 (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/cok-solculugun-elestirilemez-sefaleti.html)

O yıllarca CHP ve sosyal demokrat partileri, sosyalizm adına az solcu bulma modası vardı. Yeni Yüzyıl gazetesi ile beraber CHP'yi az özgürlükçü, az liberalist bulma modası başladı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/04/nomenklaturanin-dini-ve-lideralizmi.html) Son bir kaç yıldır da CHP'yi az Atatürkçü bulma modası başladı.

Hafızam beni yanıltmıyorsa, ilk önce Siyah-Beyaz diye bir gazete çıktı kısa ömürlü. O kadar kısa ömürlü ve o kadar az önemsendi ki bu gazete, internette ona dair bir bilgi bulamadım. Ben bu gazete, Yeni Yüzyıl'dan daha önce yayımlandı diye hatırkıyorum, umarım yanılmam. Gazete'nin adı, Cumhuriyet'in  o yıllarda genelde siyah-beyaz fontlara basılmasının ve genelde renkli fotoğraf yayınlamamasına atıftı. Bu gazete, düşük tirajı nedeniyle sık sık kapanıp, yeniden açıldı. Gazetenin kadrosu, aynı gazeteyi Taraf ve Yeni Binyıl adı ile yayımladı. Yeni BinYıl, 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları ve FETÖ-AKP açık kavgası sonrası yayımlandığından, maskesi düşmüş halde Fetöcülük yaptı. CHP ve sosyal demokratları darbecilikle suçlayan liberal güruh, darbe çağrısı yapmaya başladı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/03/liberalleri-lincetmeyin-onlar.html) Zaten Taraf adını da, İBDA-C'nin çıkardığı bir dergiden ödünç almışlardı. Gene de Yeni Yüzyıl yetersiz kalıyordu. 1996'da yanına Radikal gazetesi kuruldu. Yeni Yüzyıl fazla liberalist kalıyordu. Atatürkçülüğe soldan daha iyi saldırmak için Radikal gazetesi kuruldu. Aydın Doğan gibi bir medya tröstünün himayesinde Radikallik yapıyorlardı.




Bu gazetelerin ortak noktası zarar etmeleriydi. Radikal'in sahibi Aydın Doğan, Yeni Yüzyıl'ın (ilk kurulan) sahipleri Dinç Bilgin (ATV-Sabah) diğeri Erol Aksoy (Show tv)'un olduğu ortaklıktı. Bu iki şirket, tirajı dipelerde olan bu gazeteleri neden yayımladı? Binlerce öğrenciyi, stajyer adı altında bedavadan ucuza çalıştıran Aydın Doğan'ın zoru neydi de o kadar kağıdı ziyan etti? O kadar bedava ki, önce asgari ücretin üçte yada beşte birini, sonra öğrenci çoğalınca onu da vermedi. Sigortayı zaten okul yapıyor. İstanbul'da kendi adına devasa bir lise yaptırdı. Lisenin ilk adı, Aydın Doğan İletişim lisesiydi. Öğrencilerin neredeyse tatamını kendi şirketlerinde stajyer yaparak, masrafını fazlası ile çıkardı. Hatta pek çok iletişim-gazetecilik mezunu yıllarca, stajyer adı altında ücretsiz çalıştırdı. Ben üç buçuk yıl stajyerlik yaptırılanı biliyorum. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/stajyer-emegi-somurusu.html) Gençler arasında Aydın Doğan şirketlerinin stajyer emeği meşhur oldu. Bazı stajyerleri işten çıkarma sebebi ne idi tahmin edin? Öğle yemeği yemeleri. Stajyerler öğle yemeği yemesin diye bazı stajları  öğleden sonraya koydu. Çalıitırdığı işçiye yemeği bile çok gören zihniyet, neden zararına gazete çıkarır, dergi çıkarır diye düşünmek lazım. Ayrıca son yıllarda mesleki ve teknik eğitimde staj süreleri fazla çoğaldı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/05/staj-okulun-yerini-tutmaz.html)Sonra büyün bu medya imparatorluğunu neden yok pahasına satar? Aslında Aydın Doğan kimdir diye ayrıca bir yazı yazmam lazım. Dinç Bilgin'in yazı işleri müdür Zafer Mutlu, takla atan arabasını kupon gönderen talihlisine vermişti. Kupon savaşlarını anlatırken, Sabah'ın mini müzik setini de anlatacağız. İsterseniz bu olayı google'da bir aratın. Bu iki medya devi, ülkenin demokratikleşmesi uğruna mı, zerre kar etmeyen gazete kurdular ve bir sürü yazarı beslediler sanıyorsunuz?



Diğerbir konu da, grev var diye, Stupnik'e röportaj vermeyi red eden Uğur Dündar, keşke stajyerleri bedavadan ucuza çalıştıran medya holdinglerine de benzer tepkiler verseydiniz.

Radikal gazetesi, demokratik gözükmek ve gerçek niyetini gizlemek için bünyesine Mine G. (Gökçe)  Kırıkkanat (o zamanlar Fransız kocasının soyadı olan Saulnier'i kullanıyordu) ve Uğur Mumcu'nun oğlu Özgür Mumcu'yu da bünyesine kattı. Bu gazetenin ticari konumu o kadar umutsuzdu ki Aydın Doğan'ın o zamanlar bünyesinde olan Dışbank'ı, Cumhuriyet gazetesinin o yıllarda salı ve perşenbe günleri verdiği kitaplara sponsor oldu; benzer bir proje için kendi Radikal gazetesine sponsor olmadı. Gazete ekonomik açıdan faciaydı. Şahsımca gazetede okunmaya layık tek kişi, Türkçe'nin doğru kullanımına hayatını adayan Hakkı Devrim'dir. Gazete, merkez-çevre-çatışma'dan başka bir şey bilmeyen Etyen Mahçupyan gibi birini gazeteci-yazar ve hatta Cumhurbaşkanlığı başdanışmanı (Abdullah Gül'ün) yaptı. Kendisi kimya mühendisi ve muhtemelen merkez-çevre çatışması kuramı ile ilgili bir sosyoloji tezi yazmış ve tüm sosyolojiyi bu sanıyor.

Sözüm ona Gezi'deki şime görüntülerini gördüm, çok kötüydü diyen İsmet Berkan, tam da bunun için Radikal'in genel yayın yönetmeni olmuştu. Yeni Yüzyıl, ÖSYM haklı, şifre palavra manşeti için kurulmuştu. Bunlar medyada istedikleri gibi at koşturmak için, önemli aydınların öldürülmesini beklemişti ve bu sikastçilerin suç ortaklarıdırlar.

Onlara zararına gazete çıkaran, onları gazeteci eden medya patronları ile, ellerini yıkayıp, servetlerine servet kattılar.

Son olarak, Aydın Doğan, Kurtlar Vadisi Pusu'da, Davur Tataroğlu karakteridir. Kendisi hem medya patronu, hem Tatar asılıllı, hem de kızı medya dünyasında etkilidir. Dizide Tataroğlu öldürülünce, Arka Sokaklar dizisinde de Fetöcülerle mücadele başlamıştı. Aydın Doğan 15 Temmuz darbe girişimini ve darbe girişiminin bastırılacağını biliyordu ve Arka Sokaklar dizisi ile , yıllarca medyasından destek verdiği cemaata meydan okudu. Kurtlar Vadisindeki siyaseti herkes görür, zaten o dizi açık siyasi propaganda, marifet Arka Sokaklarda'ki siyaseti görmektir.




11 Eylül 2023 Pazartesi

İSTANBUL'DAN KİMLER KAÇMALI



 Burada beklenen İstanbul depremi ile ilgili pek çok yazı yazdım ve galiba bu deprem gelene kadar da yazacağım. Daha önce neler yazmışım, şöyle bir linklerini bırakayım:

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/01/deprem-artik-panige-kapilalim.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/aklimiza-gelmeyen-felaketler.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/02/tuzlu-su-imar-affi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/barbarlari-beklercesine-depremi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/kitlelerin-sucu-da-suctur.html

Okuyucularım, deprem geliyor. Kırmızı Pazartesi'nin gelişi gibi, herkesin gözü önünde geliyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/08/krmz-pazartesi-krizleri.html) Bu jeofizik yada jeoloji biliminden önce mantık ve matematik bilimi var. Kuzey Anadolu fay hattı, 1939 Erzincan depreminden beri daha batıya doğru altı ve üzeri depremler üretiyor.


Yani görüleceği üzere deprem her an yaklaşıyor ve biz İstanbul civarına her türlü binayı yığmakta ısrar ediyoruz. Şehir, deniz kumundan yapılan, betonu yetersiz binalarla dolu. Sıradan bir birey olarak yapmamız gereken, İstanbul'dan uzaklaşmak. En başta fırsatı olan herkes diye en son söyleyeceğimizi en başta imkanı olan herkes kaçsın diyeceğim. Öte yandan ciddi risk taşıyanlar var, bunlardan bahsedelim:
1)Emekliler, engelliler, yatalaklar ve yalnız yaşayan yaşlılar; Deprem anında, binaları yıkılmasa bile, en güçsüz olanlar olarak, yağmanın ilk hedefi olacaklar. Fiziksel güçlük bir yana, pek çoğunun parası da olmayacak. Şehirden tahliye de zor olacak. Evleri sağlam kalsa bile, kargaşalıkta ilk hedef olacaklar.
2)Ünlüler ve zenginler: Deprem sonrası kargaşalık, tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük. Bu kargaşalıkta ilk hedef gıda-giyecek satan yerler olacak. Sonra bazı kötü niyetliler, fırsattan istifade zengin olmaya çalışacak. İstanbu depremini, on il depremine ve diğer depremlere benzetmeyin. O illerde genelde herkes birbirini tanıyordu. İstanbul'da ise kaç kişinin yaşadığı belli değil. İSKİ'nin su tüketim ölçümüne göre yaşadığını beyan edenlerden yüzde yirmi kadar fazla insan yaşıyor. Bunların tamamı da ne mülteci-ne sığınmacı olan kaçak göçmen güruhu. Dizilerden gördükleri ve kendilerine yakın gördükleri İstanbul'a geliyorlar. Bir de bu devasa şehirde yollarını bulacaklarını sanıyorlar. 
Bir şekilde suç işleyenlerin ilk hedefi lüks konutlar olacak. Günümüz teknolojisinde işlerinizi uzaktan da yönetebilirsiniz.
Eğer İstanbul depreminden sağ kurtulanların yapması gereken, kendisini ve sevdiklerini bir an önce şehirden uzağa gitmesini sağlamak olmalıdır. Ölüleri gömmekten bile vazgeçilmeli, mal-mülk derdine düşülmemelidir.
3)Yabancılar, kaçaklar, göçmenler: Kaçaklar ve göçmenler, deprem sonrası yağmanın önce faili, sonra kurbanı olacak. Düzeni sağlamak için Trakya ve çeşitli birlikler, yağmayı engellemek için Türk olmayan yada Türke benzetmedikleri herkesi vuracaklar ve subayların emirlerini de dinleyemeyecekler. Hatta bu durum tüm ülkeye yayılacak ve büyük bir yabancı avı başlayacak. Sadece Afganlar, Araplar falan değil, tüm yabancılar bu durumdan etkilenecek.
https://onbinkitap.blogspot.com/2020/05/unuttugunuz-tehlike-suriyeliler-ve.html


7 Eylül 2023 Perşembe

FAŞİZAN ÜSTÜNLÜK DUYGUSU



 Ünlü psikatirst ve psikanaliz teorisyeni, İsviçerili bilim insanı Carl Gustav Jung'un, psikoloji ile ilgilenen herkesin duyduğu meşhur bir vakası vardır. Dul bir kadın, çocuğuna mikroplu su içirmiş ve onun koleradan ölümüne sebep olmuştur. Kadın da sürekli suçluluk duygusuyla ankisiye krizleri geçirmektedir. Bu yüzden dönemin ünlü psikiatristi Yung'a başvurmuştur. Yung, kadınla konuşurken, kadının çok önceden tanıştığı bir erkekle tekrar görüştüğünü öğrenir. Bir kaç görüşme sonra kadına açıkça, çocuğa bile bile mikroplu su içirdiğini, çünkü çocuğu yeni evliliği için tehlike olarak gördüğünü ama bunu kendisine kabullenmediğini söyler. Bunu duyan kadın, tepki verse de (tahminim İsviçreli bile olsa yeri göğü inletmiştir, bu suçlama sonrasında), suçunu kabullenip, ankisiyesi azalmış.

Bir sorunu çözmede ilk problem, doğru teşhis koymaktır.  Yanlış teşhisin en çok rastlanan sebebi, kendi hatamızı bilmemek ve kendi suçumuzu kabulenmemektir. Türk halkı genelde faşistliğini kabullenmez. Oysa bazen kendi faşist kimlik dairesini çok daraltır. Özellikle taşrada memur olduğunuzda size, sen buranın yerlisi misin diye çok söylenir. Pek çok kişi, o küçük kasabadan olmadığınızı fark ettiğinde, biz buranın yerlisiyiz derken sizi resmen tehdit eder. En basit olayda bile, biz buranın yerlisiyiz lafı ile söze başlarlar. Oranın yerlisi olarak, bir yabancıyı, hele de bir memuru ezme zevkinden mahrm kalmamalıdırlar. Öğretmenliğimin ilk yıllardında bunu çok yaşadım. Bir öğretmen olarak, torpilim yoktu, yüksek yerlerde tandıklarım yoktu. Bu yüzden Isparta'nın en ücra ilçesine (Yenişarbademli) atanmıştım. Bu ilçeden başlayarak, taşrada en çok ezilen memurun, öğretmenler olduğunu öğrenecektim. Kaymakam yada diğer üst memurlar da, yerel halka şirin görünmek için öğretmeni eziyordu. Taşra insanı en fazla yönericilerden ve asker-polisten korkuyordu. Yenilşarbademli halkı, onları da gitmelerine yakın zorbalıyordu. İlçedeki jandarma astsubayları ve uzmanları (ilçedeki polis teşkilatı, benim gitmeme yakın kurulmuştu) , görev süreleri bitmelerine yakın meydan dayağı ile dövüyor, dayağa ilçedeki hemen hemen her erkek katılıyordu. Müdür ve üstü memurları da, gene görev sürelerinin sonuna doğru soruşturmalık-mahkemelik ediyorlardı. Ben oradayken, yıllarca orada ilçe milli eğitim müdürlüğüne vekalet eden, oranın yerlisi yerine, Güney Doğu illerinden bir müdür gelmişti. Kendisi zaten memleketinden, soruşturma gereği sürgün edilmişti ve Danıştay bölge idare mahkemesine dava açmıştı. O zamnalr henüz 2010 Yettmez ama evet referandumu olup da, iktidar sahiplerine, hakim ve savcılara müdahale yolu açılmamış olduğu için,  geri dönmesi kesin gibiydi.. Bir kaç ay sonra, ben askerdeyken döndü de. Dönmeden evvel de kendisine, neden olduğunu bilmediğim bir zimmet çıkarıldı ve Yalvaç'da, ağır cezada yargılandı. O kendi memleketine dönmüşken, il merkezinden bir şube müdürü de Yenişarbademli'nin ilçe milli eğitim müdürlüğüne vekalet etti. Sonra giden memur, tekrar geri geldi. Eskiden böyle bir şey vardı. Memurlar iki de bir sürgün edilir, Danıştay kararı ile geri dönerlerdi. Hatta Kırıkkale'de bir müdür, o kadar çok gidip, geri gelmişti ki, yolluk için kasten kendisini sürdürüyor diye dedikodusu çıkmıştı. Ben daha sonra Yalvaç!a tayin oldum ve ben gitmeden az evvel de ağır cezadaki davası düştü. Sonrasını da takip etmedim.

Sonra çalıştığım ilçelerde ve hatta Kırıkkale il merkezinde, biz buranın yerlisiyiz faşizmi ile karşılaştım. En net hatırladıklarımdan biri de Beypazarı'nda oldu. Bir yardım kampanyası için para bağışlamaya Ziraat bankası şubesine gitmiştim.Sıra daha çabuk gelsin diye, bankamatik kartı ile sıra aldım ama sıra bana bir türlü gelmedi. Benden sonra gelenlerin sırası geldi, benimki gelmedi. Bankacıların kaçamak bakışlarından, özellikle bana sıra vermediklerini anladım. Sıkıntıdan oflayıp, puflamaya başladım. Bana böyle eziyet etmedikleri yetmiyormuş gibi, memurlardan biri, sanki amirimmmiş gibi beni masasına çağırdı. Masada bizim okulun hizmetlilerinden biri de vardı. Benim, banka mudusi olmakla ayrıcalıklı olamayacağımı söyleyip, düpedüz azarladı. Bende kalkıp, bir-iki dolandıktan sonra, ''-S.kerim sıranızı deyip, sıra kağıdını da çöpe atıp, dışarı çıktım. Benim arkamdan hizmetli de çıktı, peşimden geldi, söylediklerimi duyduklarını söyledi ve beni tekrar bankaya sokmak istedi, girmedim. O bağışı da yapmadım. Başka bir bankadan yapabilirdim ama yapmadım. Hizmetli, bağış için orada olduğumu da söylemişti muhtemelen. Bunu da yardımdan çok, kendilerine vereceğim bir haraç olarak görüyorlardı.

Taşra halkının hemşericiliğine de Faşizm olarak mı görüyorsun diye soranlar olacaktır. Susane Sontag'ın dediği gibi Faşizm, iki kişinin ilişkisinde başlar. Kaynağı içimizdeki benlik ve kendimizi beğenme duygusu ve herşeyin en iyisini kendimize isteyiştir. Eğer güçlenirsen ve bu duygu da içimizde güçlenirse, zorbalık; bu zorbalık siyaset olursa faşizm olur. İki kişi demişken. Gene Yenişarbademli'de, ev ortağımdan neler çektiğimi anlatmıştım. (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/07/torpilli-evliyanin-sizofren-dusleri.html)

Taşra'da yaşamı zorlaştıran, zannedildiği gibi mahrumiyet değildir, bu zorbalıklardır. En güçlü toplumsal zorbalık silahı, dedikodudur. Kendilerine yönelik dedikodu olduğunda, fitne ateşini söndürmeli, kem söz sahibine aittir, gıybet etmek, o insanın etini çiğ yemektir denirken; kendi dedikolularında ateş olmayan yerden dumaç çıkmaz, yarası olan gocunur derler. İlkel toplumlarda linç ve progrom kültürü yaygındır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/dedikodu-cihadi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/dedikodu-komplo-toplumu.html

Birilerinie istemediği halde din anlatmak, yani misyonerlik-tebliğcilik yapmakta bir zorbalık ve faşizmdir. Metafizik bilginin deneysel ve matematiksel ispatı yoktur ve bireye yıllarcas ailesinden öğrendiklerinin yanlış olduğunu söylemek, bireye karşı zorbalıktır. Faşizm, zorbalıkla başlar. Bir ara arkadaşlarımın zorlaması ile namaza başlamış, insanların sırf beni namaz ile zorlaak için ve genelde de namazı böyle kullandıklarını fark edip, namazı bırakmıştım. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/04/dini-inanclarimi-kaybetmem-2-alevilik.html)

Gerçi pek çok Alevinin, Sünni arkadaşaları yüzünden namaz kılıp, Ramazan orucu tuttuğu bir dönemi vardır. Üniversitede okurken, pek çok kişinin, benim Alevi olmamı öğrendikten sonra namaza başladığına şahit oldum. Ülkücüler arasında en çok Alevi düşmanlığı yapanlar, namaz ve oruçla arası olmayıp, arada bir başlayıp, bitirenler ile gene arada bir alkol problemi olanlardır. Ukrayna'da lokanta işleten bir Türk, şöyle diyordu. Buraya gelen Türkler, önce etlerin helal olup, olmadığını sorarlar, sonra eskort servislerini ve genelevleri. Helal olmayan eti yememek, bir kimlik meselesidir.

Faşizan üstünlük duygusu, ummadık şekilde karşınıza çıkabilir. Askerde tertipçilik olrak gördüm bunu. O zaman uzun dönemler, on sekiz ay, bir buçuk yıl yada beş yüz elli gün askerlik yapardı. Bizim birlik, er eğitim alayı olduğu için, altı tertip bulunmaktaydı. O zamanlar uzun dönemler, üç ayda bir askere alınıyordu. Her askere alınan döneme tertip deniliyordu. Bizim bölükte yada Balıkesir Ordonat'ta, şöyle bir hiyeraşi vardı. Tertip, alt tertip, piç torun, öz torun, baston. Eğer celp boşluğuysanız yada hapis yatıp (DİSiplin KOğuşu) uzatırsanız, mezartaşınızı da görürdünüz. Bizim bölükte ve er eğitimde asıl tertipçilik, eğitim alan acemilerin gidip, yeni acemiler gelmesi arasındaki 15 gün kadar süren celp boşluğunda ortaya çıkıyordu. Alt tertipler eziliyordu. Bu düzeni bozan,  sekiz ay askerlik yapan üniversire mezunu kısa dönemlerdik. Bize bu yüzden poşet diyorlardı. Usta birliklerinde ise bu tertipçilik daha yoğundu. Bir ara bizim bölükten bazı askerler, Erdek ilçesine, askeri tatil kampına geçici göreve gönderildiler. (Bu tatil kampı halen var mı bilmiyorum.) Yazın bizden askerler oraya gider, kızın da oradan bize asker gelirdi. Bir hafta geçmeden geri geldiler zira Ordonatım'da pek çok bölük, başından atmak istediği uzun dönemleri (sabıkalı, AIDS hastası, hapçı, müptela vesair), Erdek'e göndermiş, orasıda doğru-düzgün adam gönderin diye iade etmişti. Dönen askerlereden biri, oradaki tertipçiliği anlatmıştı. Er gazinosunda (gazino derken, askerlerin çay içtikleri alan, orduda dinlenme alanlarına gazino derler), televizyondaki en ön sıralar, en üst tertipleri, arka sıralar ikinci tertiplerin, televizyonu görmeyen kenarlar, üçüncü tertiplerin, diğer tertipler gazinoya giremiyor.

Askerde bu tertipçilik işi subay-astubaylar tarafından destekleniyor, hem de subay-astsubayların canını sıkıyordu. Çünkü en fazla kaza yapan ve suç işleyenler, en üst tertipler oluyordu. Çünkü en üst tertipler, her şeyi biliyorum, artık kimse bana karışamaz, ceza veremez havasındaydılar. Bir astsubay vardı, sık sık bağırırdı, ''Evladım, sen on beş aylık askersin, ben on beş yıllık askerim'' diye. Subay-astsubaylar, askerler arasında nifak sokmaktan başka bir işe yaramayan  bu şeyi neden desteklerini anlamıyordum. Uzun dönemlere göre bu, kimin-ne olduğunun belli olmasını sağlıyordu. Oysa tertipçilik yüzünden, üst tertipler, alt tertip çavuş-onbaşıyı tanımaz oluyordu. Öte yandan Erdek'in er gazinosu gibi askere yetemeyen sosyal hizmetleri, üst tertiplere ayrıcalık olarak vererek, askeri yoksulluğa alıştırıyorlardı. Hesapta her şeyimizi devlet karşılıyordu. Oysa palaska gibi bazı askeri malzemeleri kendi cebimizden alıyor, askerden sonra kullanamayacağımız için, bir sonraki celbin garibanlarına bırakıyorduk. Traş köpüğü, jilet, bot boyası gibimalzemeler de kendi cebimizden çıkıyordu. Bir de sabahları 6,30'da uyanıyorduk ve 7.00-7,30 arasında sular açık oluyor, 7,30-8,00 arasında sular kesiliyordu.7.30 da sabah içtiması olduğundan, traş olmaya yarım saat vardı. Her celp bölüklere acemiler, bölük lavabolarının ve tuvaletlerinin yarısını kullanıyordu. Bizim bölük, yedi yüz civarı acemi ve seksen- yüz kadar usta askerden oluşuyordu.

Askerler bütün bu zorluğa,  bir teskere alacaklarından çok, bir gün en üst tertip olacakları günün hayali ile katlanıyordu. Askerlikte asıl baskı, üst tertip baskısıydı. Bazı üst tertipler, şafağımı (terhis olacağı gün) sana saydırırım torum, diye bağıra bağıra son üç aylarını geçiriyordu. Askerlerin, askerlere zorbalığı, subay-satsubay baskısını geçiyordu. Yaşananlar gerçek bir faşizmdi.

En üst tertip olma beklentisi demişken, bu siyasette de farklı değildir. John Steibeck, bazı ülkelerde sosyalizm imkansızdır der. Çünkü insanlar fakir değil, geçici bir süre yoksulluk çeken zenginler olduklarını düşünür. Bir insanın gerçek bir proleter olması için fakir, aç olması yetmez. Kendisinin yada çocuklarının üst sınıfa çıkma imkanlarının da elinden alınması gerekir. Gerçek anlamda burjuva olması için de, sınıftan düşmesinin zor olması  gerekir. Bazı işçilerin sağcı olma sebebi,  üst sınıfa çıkma fırsatı aramsı, bazı burjuvaların solcu olma sebebi, sınıftan düşme korkusudur. Gene Steinbeck'ın dediği gibi, yozlaştıran güç değil, gücü kaybetme korkusudur.

Faşizm, halka şöyle der. Bizden ol, güçlü ol. Bir gün sıra sana da gelecek, sen de zengin olacaksın. Orta çağda, Haçlı seferlerine, cihada ve benzeri savaşlara katılarak, zengin olabilir, bürokraside yükselebilirdin. Dini kurumlara girmek de benzer bir yükselme noktasıydı. Ancak nepotizmin yaygınlaşması ile ortadan kalktı Nepo, Latince yeğen demek. Katolik papzların ve Ortodoks kardinallerinin evlenmesi yasak olduğundan, pek çok mevkiyi oğulları değil de, yeğenleri ile doldurmasından dolayı, adam kayırmacılığın genel adı nepotizm olmuş. Barut, top ve tüfeğin icadı da sıradan askerin gözüpekliği ile öne çıkmasını engelledi.  Sonuçta feodalite yavaş yavaş yıkıldı.

Bazı durumlarda hem yoksulluk dayanılmaz olur, hem de sınıf atlama imkanı ortadan kalkar. 1917'de Rusya'da böyle olmuştu. Rusya, bir imparatorluk olarak en geniş sınırlarına ulaşmak bir yana, toprak kaybetmeye de başlamıştı. Alaska'y satmış, Japonya'ya yenilip, az da olsa toprak kaybetmişti. Büyüse bile bir avuç aristokrat, sınıflarına kimseyi çıkarmıyordu. Sonra malum, devrim oldu ama devrim evlatlarını yemeye başladığında, devrimcilerin kendi içinde faşizm de canlandı. Stalin, konumunu sağlamlaştırmak için partiyi önce Müslümanlardan, sonra Yahudilerden temizledi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/03/diktatorlere-karsi-askin-bir-sonu.html) Stalin, bir Ateist olabilirdi ama Hristiyan bir  Gürcü toplumda büyümüş ve hatta İlahiyat fakültesini yarım bırakmıştı. Dinler bize sadece metazik bilgi vermez, duygusal bilgi de verir. Fransız aydınlanmasının ünlü filozofları  ve yazarları (Concorde, Diderot, Victor Hugo) ileri derecede Türk ve Müslüman düşmanıydı. 

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/03/ozde-fasizmin-14-temel-ozelligi-dr.html

Faşizm, pek çok benzer özelliklerle ortaya çıkar. Aynı kibir, aynı nefret. Bu blogda faşizm aleyhine o kadar çok yazdım ki, muhtemelen kendimi çok  tekrar ettim. Uzun süredir belli bir kitlenin, iktidara bağlılığını, kendini üstün görme ve bir gün zenginleşme sırasının kendisine geleceğine dair beklentileri. Buna bir de iktidar yanlısı devasa bir meday gücünü ekleyin. Dün, yani 6 eylül 2023 tarihinde, akşamında, İstanbul'da ciddi bir sel olmuş ve bu sel, yandaş gazetelerin tamamında ya yok, ya çok küçük haber. Yandaş gazetelerin bir manşet pratiği var. Genel başkanın bel üsüt fotoğrafı ve bir cek-cak cümlesi. Enlasyon düşecek, ekonomi büyüyecek.

İktidar, sahte-montaj videolarla, muhalefetin suçlu olduğu fikrini duyurmaya çalışmadı. Kılıçdaroğlu gibi bir Alevi-Kürt kişiyi seçerseniz, üstünlük duygunuzu kaybedersiniz fikrini duyurdu. Bunun için FETÖ'nün kendi cemaatine verdiği Suriye propagandasını kullandı. (Esat ailesi Alevi'dir). Bu propaganda, daha propaganda sürecinin başında, Kılıçdaroğlu aday olmasın sıloganı kampanyası ile başladı ve kampanyayı başlatanlar aslında iktidar yanlılarıydı. Kaldı ki bazıları da ilk sebep olarak, özellikle iç Anadolu halkının Kılıçdaroğlu'nu şeytan gibi görmesi olduğunu açıkça söyledi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/neden-kilicdaroglu-istifasini-istemek.html) Sonra Akşener'in çıkışı, kusura bakmayın ama bu yenilgi ilk önce Akşener'in yenilgisidir.  Mücadele ettiğimiz faşizm, sadece iktidar değil, muhalefetteki sözde muhalif sağın da faşizmidir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/12/sagcilarin-alevilik-sorunu.html)

Türk faşizmi pragmatisttir. Bir Aleviyi diri diri yakmak, evlenip-boşanıp, nafaka almak yada CHP oyları ile milletvekili seçilmek aynı şeydir. Peygamberleri onlara harp, hiledir demiştir. Hile ile de olsa gaza mallarını kendilerine helal görürler. Artık Kılıçdaroğlu'nu desteklememe nedemim, seçim yenilgisinden çok, böyle tatlı su kurnazı sağcıları, CHP üzerinden beslemekte ısrar etmesidir. Hele son danışman sıkandalı, bir partiye o lafları söyledikten sonra, o partinin danışman işini kabul etmenizin tek sebebi vardır. Faşizan tatlı su kurnazlığı. Ha bir solcuyu öldürüp, cebinden maaşını almışsın, ha danışman olarak maaş almışsın. Onun için aynı şey.

Problemi çözmek için önce bu gerçeği kabul edelim ve ettirelim. Karl Jung'ın çocuğunu öldüren kadına gerçeği kabul ettirdiği gibi.