25 Temmuz 2018 Çarşamba

FİLM GİBİ GİBİ



Kulakları çınlasın, ya da bu hikâyeyi okusun, film yapımcısı ve yönetmeni Sinan Çetin'in bir programı vardı. Adı Film Gibi'ydi. İlk önce bu programı, matbaacı olup, halkımızca ünlü şarkıcı ve oyuncu Hülya Avşar'ın kocası olarak tanıdığımız, Kaya Çilingiroğlu sunuyordu. Beceremeyince, Sinan Çetin sunmaya başladı. Hani o bölümler arada bir yayımlansa da gülsek. Bu zatı daha sonra çapkınlıkları ile tanır olduk. Demek ki adam kamera önünde yapamıyordu.
         Neyse, biz milli damat Kaya bey üzerinde fazla yazmayıp, konumuza dönelim. Hani filmlerin, özellikle eski Türk filmlerin senaryolarının sürekli kullanılan konuları vardır. İki seki sevgili, anne-baba, evlat ve tüm sevenler ve ayrılanlar, bir tesadüfle karşılaşırlar. Bundan ilhamla, Film Gibi adı verilmişti bu programa. Ayrılan, ayrı düşenler, bu programda buluşturuluyordu ama bir de stüdyoda eziyet vardı. Bekleyen kişiyle önce uzun bir sohbet edilir, gariban uzun, uzun sorguya çekilir, sonra beklenen kişi gelecek mi diye fala bakılırdı. Stüdyoda yanlara kayarak açılan elektrikli bir kapı, dakikalarca ve defalarca açılıp, kapanır, komedyen Yalçın Menteş, Yalvaç'a program yapmaya gelmişti. Gösterisinin bir yerinde bu programla çok güzel dalga geçmişti. Saymış, yirmi küsur dakika ve üç yüz küsur defa kapı açınıp kapanmış, araya iki defa reklam girmiş ve adam karısına öyle kavuşmuş.
         Şimdi bir de benim böyle bir hikâyem var. Hikâyenin ilk kahramanı, biyoloji öğretmeni Mustafa hocamızdır. Aynı zamanda arkadaşım. Kısacık boylu, çok neşeli bir adamdı. Fırça bıyıkları vardı ve en çok kullandığı söz, 'Ne diyorsun sen' di.  Bana dostum diye hitap ederdi. Öğretmenliği de maceralıydı.
         Öğretmenliğe, Çorum’da başlamıştı. Orada, askerliği de öğretmenlik yaparak, üç yıl çalışmış ve Isparta'nın bir kasabasına atanmıştı. Orada öğretmenken, bir akşam eğlence yaptığı bir Milli Eğitim bürokratı onu, mahrumiyet ilçesi olan başka bir ilçenin köyüne ilköğretim okuluna müdür yapmıştı. Orada da biraz kalıp, Anadolu liseleri öğretmenliği sınavını kazanıp, Konya'nın bir ilçesinde Anadolu İmam Hatip lisesi öğretmenliğini kazanmıştı. O kadar dolaşma yetmemiş, Isparta il sınırına gelmek adına benimle aynı ilçeye, Anadolu öğretmen lisesine gelmişti.
         Mustafa hoca ilçede iki yıl kaldı. Bir ara ev tuttuysa da, ailesini Isparta merkeze yerleştirmesi gerekti. Bir ara benim eve ortak olduysa da, benim evin ikinci odası çok soğuk olduğundan, odaya da ikinci soba kurmadığımızdan, birinci haftanın sonunda geri öğretmenevine taşındı.
         Gelelim onun amcaoğlu Mehmet'e. Onunla çok sonraları, bir sabah İstiklal marşı töreninde gördüm. Önce öğrenci sandım. Zaten öğrenci de olabilirdi, on sekiz yaşındaydı. Sıraya geçmesini söyledim, müdür uyardı beni. Soy adını, bir toplantıda, kâğıtta yazılı olarak gördüm.
         -Hay Allah, bizim Mustafa hoca burada ders mi veriyor? Dedim yüksek sesle. Sonra kendimi tekzip ettim.
         -Ha, burada isim Mehmet. Sonra o lafa girdi.
         -Mustafa hocayı tanıyor musunuz? Benim amcaoğlum olurda.
         -Yapma ya, arkadaşım olur, öğretmenevinde kalıyor.
         Uzatmayayım, o akşam, Mustafa hocaya durumu anlattım. Sonra hem Mustafa hocadan, hem Mehmet'ten öğrendim. Mehmet’in, babası ölünce, annesi başkası ile evlenip, Isparta merkezden, bu ilçenin bir kasabasına gelmişti. Üvey babalarıyla anlaşamayan o ve ablası, Çocuk Esirgeme Kurumunun yurduna yerleşmişti. Ablası liseyi bitirmiş, ilçenin adliyesinin temizlik işlerini yapan şirkette çalışmaya başlamıştı. Kendisi de İlçenin otobüs firmasında muavinlik yapıyordu. Sonra kendisi de Çocuk Esirgeme Kurumu kadrosundan, memur olarak, İmam Hatip Lisesine hizmetli (bizim zamanımızda hademe denirdi) atanmış. O, Mustafa hocayı Isparta merkez'de biliyormuş. Mustafa hocada Mehmet'i babasının ölümünden beri görmemiş. Bunu başka bir arkadaşa anlattığımda yorumu
         -Şuna bak, film gibi, gibi dedi.
         Bu hikâye de aynı Film Gibi, gibi oldu. Bu iki kuzen, haftalarca bir birlerini bulamadı. Daha doğrusu, Mehmet, Mustafa hocanın yanına uzun süre gelmedi. Epey bekledik. Her akşam öğretmenevinde bu amcaoğlunu bekledik. En sonunda hoca,
         -Bizim emmoğlu gelmeyecek anlaşılan dedi bir akşam. Tam bu lafı dedi, oyun masasına oturdu, birkaç dakika sonra Mehmet geldi. Yani bu kadar olmaz. İki akrabanın yıllar sonra karşılaşması bayağı göz yaşartıcıydı. On beş senedne sonra ilk defa karşılaşıyorlardı.

21 Temmuz 2018 Cumartesi

KIRMIZI KURŞUN KALEMİN RÜYASI



KIRMIZI KURŞUN KALEMİN RÜYASI

      Okulumda tek bekâr öğretmen olduğum için müdürüm,  her türlü seminer ve kursa beni yazmaya başladı. Benim için hava hoş. Sırf değişik ortamlar görmek için gidiyorum. Geçenlerde de, Halk Eğitim Merkezindeki İngilizce kursuna yazdı beni. Ben bu kursa daha önce de arkadaşın hatırına, ona eşlik etmeye gitmiştim. Kursun bana İngilizce öğreteceğine inancım sıfıra yakındı. Gitme amacım ilçedeki monoton hayatıma yalandan da olsa renk katmaktı. Kursun başlaması bayağı gecikti. Duyuruyu imzaladıktan bir ay kadar sonra, kursa başlayacakları toplantıya çağırdılar.
        Hesapta ileri İngilizce kursuydu ve kursa katılacakların çoğu, hatta ben hariç diğerleri daha önceki kurstan birbirlerini tanıyanlardı. Kurs günleri ve saatleri kararlaştırıldı. Haftada üç gün, pazartesi, Çarşamba, Perşembe, akşam beş ile yedi arasındaydı. Sonra sıra hangi kitap sorusuna geldi. Headvey seti alınacaktı. Yanında da gramer için başka bir kitap alınacaktı. Seksen atı yirmi, yüz lira bayılacaktık. Hoca korsanı istemiyordu, onun eksik sayfaları oluyordu, interaktif CD’si yoktu. Başta söylemeyi unuttum, halk eğitimin müdürü de oradaydı. Buraya Anadolu lisesinden rotasyonla gelmişti. Önceden ve bayağı eskiden, bu Anadolu liselerinin hazırlığı varken, Ankara Kızılay’ın, daha doğrusu Bakanlıklar’ın meşhur Olgunlar sokağı tezgâhlarında alınan kitapları anlattı. Sonra hocamız, CD’den ödev vereceğini söyledi.
        Sonra hoca diğer istekleri saydı. Altı ortalı harita metot defteri, kurşun kalem, kalemtıraş, otuz santimlik şeffaf cetvel, silgi ve kırmızı kurşun kalem istedi. Hoca kırmızı kalem deyince, anılara daldım ve en son ne zaman kırmızı kurşun kalem gördüğümü hatırlamaya çalıştım. Uzun zamandır harita metot defteri de görmüyorum. Gençler sipiralli defterleri kullanıyor. Bir sipiralli defter, bütün derslere yetiyor. 05,07 uçlu kalemler ilk defa ben ortaokuldayken çıkmıştı, hocalar sevmiyordu, tembel işi diyordu (ne alakaysa), yeni alışmaya çalıştığımızdan uçlar kırılıp duruyordu. Ancak kırmızı kalem, uzun süre önceliğini korudu, çünkü defterlere kırmızı kurşun kalemle çizgi çekilirdi, biri kalın, biri ince. Başlıklar, numaralar, şıklar kırmızı kalemle çizilirdi. O zamanlar bir eskiz bir de tertip defterimiz olurdu. Derste eskiz defterine not alır, sonra temize çekerdik. Kitap masrafımız kadar (o zamanlar kitapları devlet dağıtmaz, biz alırdık, bazı kitaplar bulunmazdı), defter masrafımız olurdu.
       Ben bir hiperaktif olarak bu temize çekme işlemin beceremezdim, hocalar defter kontrolü yaptıklarında kaç kere benim defterimi yere çaldı, sayamam. Başlıklar, satır, madde numaraları ve harfleri, kırmızı kalemle yazılmalıydı. Bir de harita metot defterlere çizelgeler çizilir, içi kırmızılı siyahlı doldurulurdu. Aklıma gelmişken, hoca da muhtemelen o otuz santimlik şeffaf cetveli, harita metot defterini tablolar ve çizelgelerle doldurmak için istiyordu.
       O zamanlar okumak daha zordu çünkü elemek esastı. On, on iki arası dersimiz olurdu ve en az yedi sekiz hoca yıla gözdağı vererek başlardı. Derslerinin ne kadar zor olduğundan, ödevlere önem verdiklerinden, notlarının kıt, sınavlarının zor olduğunu tekrarlardı. (Bizim okulda öyleydi, ortaokul ve lisenin sene başına bu tören tekrarlanırdı.) Öğretmenler kurulunda ve disiplin kurulunda hep öğrenci aleyhine görüş bildirdikleriyle öğünürlerdi. Hakikatten ne psikopat öğretmenlerimiz varmış. Ortaokula, liseye yetmiş kişilik sınıflarda başlar, kırk kişilik sınıflarda bitirirdik. Bir de bu hocalar, iki senelikleri göreyim, iki senelikleri derdi. Onlar ayağa kalksın deyince, en arkadaki öğrenciler ayağa kalkardı. Onlar en arkada olur, yıl boyunca da aşağılanırdı.
       Derslerin zorluğu, sadece sınavların zorluğu değildi, aynı zamanda ödevlerin ve ders işlemenin de zorluğu vardı. Okuldaki notlar, benim asla yapmadığım şekilde evde temize çekilmeliydi. Sonra evde çözülecek matematik, fizik problemleri vardı. Bunlar kesinlikle test değildi. Yazılması gereken sayfalarca kompozisyon ödevi olurdu. Coğrafyada bolca harita çizer, hangi yörelerde hangi ürünler yetiştirilir, ezberlerdik. En nihayetinde özelleştire özelleştiren bitirilen kamu fabrikaları, bazıları çoktan kapanmış madenler, Japon adalarının adları, çeşitli ülkelerin artık çoktan tarih olmuş özellikleri de ezberlediklerimiz arasındaydı.
        O yıllarda, hatta benim öğretmenliğimin de ilk yıllarında da, İngilizce öğretmenlerinin krallığı vardı. Özellikle Anadolu liselerinde İngilizce öğretmenlerinin krallığı vardı. Özellikle doksanlarda bir ara İngilizce öğretmenleri kıtlığı vardı. İngilizce hazırlık okuyan herkesi İngilizce öğretmeni atamışlardı. Buna rağmen Anadolu liseleri İngilizce öğretmeni kıtlığı çekti. Anadolu liselerin ilk yılı olan hazırlık sınıfları, haftanın dört günü ders göremiyordu, İngilizce öğretmenleri olmadıkları için. Bir sebeple Ankara’nın meşhur Hasanoğlan Anadolu Öğretmen lisesine gitmiştim. Orada İngilizce öğretmenlerini beş zümre toplantısına rağmen ders kitabı seçemediklerini öğrenmiştim. İngilizce kitapları da ne pahallıydı, hocanın bizden istediği seksen lira bile, o devrin parasıyla az kalırdı. Ankara’nın meşhur Olgunlar Sokağı, İngilizce hazırlık kitaplarıyla, daha doğrusu korsanlarıyla, geçinirdi. Oxford, Campidge ve Headvay, en ünlüleriydi. O zamanlar memlekette çok roman satılmazdı. Bir öğretmen olarak söyleyeyim, liselilerin roman okuma alışkanlığı Yüzüklerin Efendisi ve Vampir serileriyle başladı. O dönem kitapçılar, üniversite hazırlık ve İngilizce hazırlıkla geçinirdi. İngilizce işi bittiyse de, roman, KPSS, Polislik ve benzeri sınavlarla hazırlık kitaplarıyla kitapçılık sektörü daha da geçindi.
       Bir de itiraf edeyim bu İngilizce öğretmenlerine gıcıktım o zamanlar. Hiçbir şey öğretmeden kurumlanırlardı. Ben zannederdim ki, bu İngilizce hazırlık ta okuyan Anadolu liseleri şakır şakır İngilizce konuşuyor. Meğer onlar da bizden betermiş. Biz o harita metotlarla, tablolarla İngilizce öğrenme ya da başka dersi öğrenme eylemi değil, ders işleme eylemi yapıyorduk. Ders öğrenmiyor, eziyet görüyorduk.
         Sonuçta o kırmızı kurşun kalem bana bütün bunları hatırlattı. Zaten bu sene dersim fazla, bir de bu hocanın ödevleriyle cebelleşecektim. Hoca ne kadar İngilizce öğrendiğimle değil, tabloları düzgün çizip, çizmediğime, kırmızı kurşun kalemi doğru yerde kullanmadığıma dikkat edecekti. Muhtemelen o otuz santimlik cetvelin şeffaf olup, olmadığıyla ilgilenecekti. Hoca, liselilere yaptırtamadığı öğrenciliği bize yaptıracaktı. Altı ortalı harita metodu dolduracaktım ama her zamanki gibi İngilizce öğrenmeyecektim. Hocanın dediği öğrencilik liselerde doksan beşten sonra bitti. Sonuçta kursa gitmeyecektim. Kırmızı kalemin rüyası, benim rüyam değildi.
       Her şeyden önce, otuz santimlik cetvel niye ve neden o cetvel şeffaf olacak, anlayan beri gelsin.
(4 aralık 2013'de alkislarlayasiyorum.com adlı sitede kemalkılıcdaroglu takma adı ile yayımlamıştım)

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Bakara Tanıtım


in doğru yazdığım en zor yazılardan biri bu olacak. En yazmak istemediğim yazı da bu olacak.
Dostlarım, ben uzun zamandır yazı yazıyorum, bloğuma ve bu siteye yazmadan evvel de yazıyordum.
Pek çoğu da yayımlanmadı, bilgisayarımın sabit diskinde hapis kaldı.
İlk romanım Bakara’yı 2002’de yazdım. Onlarca yayın evi ret etti, 2014’de bastırdım.
Olaylar daha AKP kurulmadan, merkez sağ denen siyasi garabetin ölümünü ve solun da yerini alamamasını anlatmaya çalıştım.
Bu arada merkez sağ tarih, hatta çöplük oldu. Romanda Doğru Yol ve Anavatan partilerinin adını vermemiştim.
Şimdi bu partilerden bahsetmek, günahkâr bir ölüden bahsetmek gibi bir şey oldu.

Gene de değişmeyen bir şeyler var. Bakara Tanıtım Sinan Kemal

Kömür, makarna ve benzeri yardımlar ile oy satın almak, seçimi kaybederse yardımların kesileceği tehdidi, seçimler öncesi dönen dolaplar, bunların hepsi, merkez sağ silinip, gitmeden evvel de vardı.
1999 seçimleriydi, milletvekili ve yerel yönetim seçimleri bir aradaydı ve ülke son koalisyonlar dönemine giriyordu.
Seçim gecesi sandık sonuçlarında, küçük ilçe ve belde seçimlerinde bir gariplik vardı.
İl merkezleri ve büyük şehirlerin milletvekilliğinde verdikleri oy ne ise, belediyeye verdikleri oy da aynıydı.
DYP, Süleyman Demirel’in şehri Isparta’yı bile kaybetmenin şokunu yaşıyordu.
Küçük ilçe ve belde belediyelerinde ise ölmekte olan DYP ve ANAP’ın üstünlüğü vardı.
Buraların halkı, milletvekilliğinde, tıpkı şehir halkı gibi DSP, MHP ve Fazilet partilerine, belediyeleri de DYP ve ANAP’a vermişlerdi.
(Ek, o yıllarda belde belediyesi çoktu. Evlere kapanılan nüfus sayımında ölüyü, diriye katar, köylere belde belediyesi kurulurdu. Önce beyana göre nüfuslandırma ile pek çok belde iki binin altına düştü ve düşmeye de devam ediyorlar, ardından da büyük şehir yasası ile belde belediyeleri azaldı.  Şimdilerde yok denecek kadar azlar)
Yaşı benden büyük bir öğretmen arkadaşa, kişiye mi oy veriyorlar diye sordum.
Öyle yerlerde malum, herkes herkesi tanır ve kişinin ailesinin konumu önemlidir.
Yok, hocam belde belediyesin biraz para gelsin diye böyle yapıyorlar, dedi.
Bir de o yıllarda KPSS çıkmamıştı, belediyeler kadrolarını şişiriyor ve sonra kadro fazlam var diye diğer kamu kuruluşlarına (karayolları, devlet demir yolları, SHÇEK vb) işçi olarak gönderiyor, sonra yeniden işçi alıyordu. İnsanlar, bu partileri sevmese de, nimetinden faydalanmak istiyordu.

İşte tam da bu dönemde bu küçük ilçeye yeni atanmıştım.

Sonra askere gittim, o ilçede göreve devam ettim, ardından aynı ilin başka bir ilçesine tayin istedi.
Orada da, ilk atandığım yerdeki kadar değilse bile, benzer şeyleri gördüm.
2002 seçimlerinden az önce de romanımı yazdım.
Romandaki olaylar gerçek değil, gerçekleri yüzlerine karşı ispat edemezdim.
Gerçekte olanlar, romanda yazdıklarımdan daha az iğrenç değildi.
Merkez sağ denen garabet, 1993’den beri oy kaybettiği halde, 1999’da bile yıkılacak gibi durmuyordu, halen birileri, birkaç kuruş fayda umudu ile bu partilere oy veriyordu.
Sol bu yıkılışı göremedi ve 2002’de MHP’nin ani erken seçim inadı ve FETÖ’nün de yardımı ile AKP iktidara geldi.  Sol, kendi iç savaşı ile uğraştı.
AKP  yıkıldığında da CHP ya da diğer sol partiler gene birbirlerini yerse, su çatlağını gene bulacak.

7 Temmuz 2018 Cumartesi

KADIN YOK SAVAŞIN YÜZÜNDE Svetlana Aleksiyeviç




Kitap 2015 Nobel edebiyat ödüllü yazarın ilk kitabı ve yazarın kendi icat ettiği türün ilk, şimdilik tek kitabı olarak anılıyor. Sovyet-Alman savaşını, Rus kadınlarının gözünden anlatıyor. Bu savaş biraz farklı. 1941 haziranı ile 1945 mayıs arasındaki 4 yıl boyunca süren savaş, pek çok muharip birlikte (tank özellikle) kadınların da savaştığı ilk savaş olmuş. Türk ordusunda halen tankçı, topçu, piyade, gemide güverte ve denizaltı sınıflarında subay olarak bile olsa, kadın bulunmuyor. Ruslarda çabucak bir savaş kültürü oluşmuş ve pek çok sınıfın kadın adları (Rusça ’da bir mesleği-işi yapan kadın ve erkeklerin adları ayrıymış) savaş sırasında oluşmuş.
                Kitap, savaşın üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçtikten sonra derlenen yaşam öykülerinden, anılardan oluşuyor. Bunun olumsuz yanı, pek çok anının bellekten silinmesi ve pek çok tanığın artık yaşamaması. Olumlu yanı ise, Sovyet rejimi çökünce, pek çok şeyin konuşulabilir olması. Yazarın kendisi Belerus (Beyaz Rusyalı). Belarus, Ukrayna ve Rusya’dan pek çok kadınla konuşmuş. Kitap bir yerde Sovyet rejimi eleştirisine de dönmüş. Pek çok insan, Stalin değil, Rusya için savaştık diyor. Ukraynalılar daha bir öfkeli holodmor (Stalin dönemi açlıktan öldürme politikası) yüzünden. Pek çok kişi de biz Stalin için değil, vatanımız için savaştık diyorlar.
                Kitapta ilginç olan, pek çok kadının ilk defa konuşmuş olması. Zira savaş sırasında erkeklerle bir arada olmuş olmak, erkekler ve kaynanalar için bir düşkünlük sebebi. Bazıları silah arkadaşları ile evleniyor, kaynanalarından, görümcelerinden hakaret işitiyorlar. Senin hakkın yok gelinlik giymeye, topuklu ayakkabıya falan diye laf sokuyorlar. Böylece Rusya’nın halen erkek egemen bir toplum olduğunu öğreniyoruz.
                Üstelik Rusya’da kadınlar iş hayatında bayağı etkindirler. Pek çok ağır işi de kadınlar yapar, mesela kamyon ve otobüs şoförlerinin çoğu kadındır. Kitapta bir kadınlık, bir askerlik, bir savaş sorunları gözünüzde canlanıyor. İkinci dünya savaşına ait tüm Hollwood filmlerini unutuyorsunuz.

5 Temmuz 2018 Perşembe

KAVGAM ELEŞTİRİSİ 7 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI 4 ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER


KAVGAM ELEŞTİRİSİ 7 ÖNGÖRÜLERİNİN YANLIŞLIĞI 4  ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER

              Hitler, kitabında kendince ittifak planları yapmıştır. Mesela Fransa ile ittifak, kesinlikle olmaz demiştir. Oysa savaş bittiğinden beri dünyada bir Fransalmanya gerçeği vardır. İki ülke içte serbest, dışta birbirine bağlı gibidir. Uyumları İngiltere-İskoçya ya da Belçika^'nın Valon-Flaman birlikteliğinden daha sağlamdır.
              Kendisi uzun süre Komünist, Asyalı Barbar Rusları durdurmak uğruna batılı müttefiklerin kendisi ile anlaşacağını umdu, hem de yakınlarındaki yaverleri ve sekreterleri gibi kişilerinin anılarına bakarsanız, bunu son ana kadar umdu. Oysa bilmediği, kendisinin ne büyük bir tehlike olduğu ve her türlü anlaşmazlığın, o yenilene kadar bitmeyeceği idi.
       Nitekim öyle oldu ve Komünizmi engellemek için batılı müttefiklerle işbirliği yapmak, Gladio'nun kurucularından, eski generali Gehlen'e kaldı.
           Anlamadığı şey, ortak tehlikeler söz konusu olduğunda en büyük düşmanların bile ilbirliği yapabileceği ve uluslar arası ilişkilerin her an değişebileceği idi. Eli yıl içinde üç kez savaşmış Fransa ve Almanya'nın düşman  çatlatan dostluğu bir yana, Kutsal Roma (Germen) imparatorluğunu kuran devletler de birbirleri ile olan savaşlarda ara ara başka ülkelerden de destek almışlardı.
        Ermenistan, Dağlık Karabağ'ı işgal ettiğinde Turgut Özal, onlar Şii, onlara İran yardım etsin demişti ve Türkiye Azerbaycan ilişkilerinin on yıl boyunca bozulmasına yol açmıştı. Azeriler halen Şii, fakat ortak düşmanlar Rusya ve Ermenistan var. Orta Çağda Azerbaycan, İran'ın bir parçasıydı. Güney yarısı halen öyle. Osmanlı için Azeri yoktu, Şii düşman İran vardı. Şimdilerde bazı milliyetçi gençler, Şah İsmail'e KIZIL BAŞBUĞ diyor. Demek ki tek çeşit tarih olmadığı gibi, tek çeşit milliyetçilik de yokmuş. 
               Gene ortak bir tehlike çıksın, bu ortak düşmanlar da uzlaşır.
          Bazen de düşman ya da düşman bildiğimiz devletler bazı konularda uzlaşır. Mesela gene Azerbaycan-Ermenistan savaşı sırasında iki ülke birbirlerinin hava sahasını sivil uçuşlara serbest bırakmıştı. Kıbrıs'ta Türk ve Rum tarafları, hiç bir şeyde değilse bile, firari askerlerin iadesi konusunda anlaşmışlardır. Rumlar, firari Türk askerlerini dövüp, madenlerde bir kaç ay çalıştırıp, iade ediyorlar. Türkler de muhtemelen firari Rum askerlerine benzer şekilde davranıyordur.
          Bu işbirliğinin ırksal, dinsel ya da ideolojik tarafı da yoktur. Sovyetler, Papa 2. Jean Paul'ü, Abdi İpekçi'nin de katili Mehmet Ali Ağca'yla öldürtmeye kalktı. Zira Polonya grevleri Papalığın maddi ve manevi himayesine muhtaçtı. Papa'yı bir komünist öldürseydi, ortalık daha da karışabilirdi.
         Kendisi de Polonyayı işgal için Sovyetler Birliği ile anlaşmıştı, sonra antlaşmayı bozmuştu. Günümüzde de pek çok ülke, özellikle 1990'da Sovyetler Birliğinin dağılmasından beri, ideolojisi birbirine zıt pek çok ülke, birbirini destekler.
      Mesela hiç Çin'deki Uygur Türkleri için mevcut iktidarımız (2018 itibarı ile AKP) ve İslamcıların çoğu, hiç konuşmuyor. Hatta Türkçü yazarımız Banu Avar, Uygur Türklerine hakaret etti, kafasında Rusya ve Çin'in de dahil olduğu bir Avrasyacılık vardı. Rusya ve Çin, AKP ile anlaşınca, Banu hanımın da uluslararası siyaset hevesi de bitti.
           Diplomasiye ideoloji, ırk, din olarak bakmak, Hitler'in savaş hatalarından en büyüğüydü.
       

                    

3 Temmuz 2018 Salı

Orta Muhalefet Tuzağı İDAREYİ MASLAHAT VE DEVRİM


Okurlarımın da tahmin edeceği üzere bu tanımı, iktisattaki orta gelir tuzağı teorisinden ilhamla ürettim.
En başta orta gelir tuzağı nedir diyecek olursanız, benim anladığım kadarı ile bir ülkede, bilim, sanat ve felsefe gelişmezse, ucuz işgücü ve doğal kaynakların kısmen de akılcı kullanımı sonucu milli gelir ortalama bir seviyeye kadar yükseliyor.
Daha fazlası olmuyor; çünkü teknoloji olmadan yüksek katkılı sanayi ve tarım ürünü, bilim olmadan da teknoloji olmuyor,  sanat olmadan da markalaşılamıyor,  felsefe olmadan da her ikisi de (bilim ve sanat) olmuyor.
Ha, şimdi  iktisatçı bir büyüğüm çıkar ve der ki, olay bu kadar basit değil, haklıdır, olayın çok karışık matematiksel denklemleri vardır, lakin işin özü budur.
Siyasette orta muhalefet tuzağı deyimini de, müsaadenizle ben ürettim ya da uydurdum.
Sistemin bir parçası olan siyasetin, sistemin bir kolu olması ile açıklanacak bir durum İngilizler şöyle diyor:
-Kraliçenin sadık muhalefeti, evet şaka değil, Kraliyet, muhalefet partilerine aynen böyle diyor.
Bu daha çok sistem içinde, arada bir iktidara gelen partiler için kullanılan deyim.
Yunanlılar yıllarca  arka arkaya bir birine iktidar devşiren PASOK ile Yeni Demokrasi partisine, aynı eşeği kullanan iki köylü demiştir. (Burada eşek, Yunan halkı oluyor)
CHP’nin, daha doğrusu Türk solununsa durumu farklı. Aslında pek  çok ülkede olan durum.

Hani AKP’lilerin meşhur bir lafı var.

-Reis diktatör olsa, sen bunları diyemezdin.
İşin ilginci buna benzer sözleri yıllar önce, galiba 2011-12 gibi iki Kübalı kızdan duydum.
O zamanlar radikal sol bir grup, Ankara başta olmak üzere, çeşitli şehirlerde Küba ve Venezüella büyükelçileri ve elçilik çalışanlarını çağırıp, konferans veriyorlardı.
En net hatırladığım, Venezüella Büyükelçiliği maslahat güzarı’nın anlattıkları ile bu Kübalı iki kızın anlattıklarıydı.
Venezüella maslahat güzarının anlattıkları şimdilik konumuz değil. Bunları konuşturan sol grupta konumuz değil.
Zira GEZİ zamanında polis kışkırtıcıları oldukları ortaya çıkınca, silinip gittiler.
Bu iki kız, Türkiye’de okuyorlar ve gayet güzel Türkçe konuşuyorlardı.
Ülkelerinin diktatör olmadıklarını anlatmak için, kalabalık ve kuvvetli bir muhalefet grubunun olduğunu söylediler.
Hatta biri:
-Yerleri belli, evlerini falan biliyoruz yani, dediler.
Yıllar sonra birileri diktatör olsaydı bık bık bık diye ötünce de, bu sözler aklıma geldi.
Bunu diyen ne reisçiler ne de bu Kübalı kızlar.
İşin gerçeği, yeni çağın diktatörleri, eski diktatörler gibi muhalefeti silindir gibi ezmiyor.

Bunu yapan birkaç ülke var tabi, Çin, İran vs..

Öbür türlü yeni nesil diktatörler, diktatör olarak anılmak istemiyor ve muhalefete çıkış kapısı bırakıyor.
Sadece Venezüella ya da Küba değil, Rusya, Filipinler, Polonya ve Macaristan’da da benzer durumlar var.
Muhalefete bazı belediyeler, kısmen de mecliste temsil hakkı veriliyor. Hepsinde de başkanlık sistemi var.
Yeni dönem diktatörlükler, orduya ya da parti milislerine değil, milisleşmiş bir çoğunluğa dayanıyor.
Bu iktidar ve çoğunluk,  iktidar giderse iflas ve kargaşalık korkusu yaşıyor ve muhalefeti de iç savaş ve terörle tehdit ediyor.
Burada muhalefet, bazen iktidarı sarsar gibi görünse de, depremde esneyen binalar gibi yıkamıyor.
Patlama yaptığını sanıyor ama yaptığı sibobdan gaz çıkışı.
Bu tanımı askerde uzum dönem bir arkadaşı yapmıştı.
Kısa dönem çavuşu olarak ir sebepten bölük komutanını kızdırmıştım.
Komutan bana patladı dediğim de, sen patlama görmemişsin, bu sibobdan  gaz çıkışı demişti.
Yeni sistem de sibobtan gaz çıkmasını sağlıyor, binaların yaylanmasını sağlayan sistem gibi, bu gaz çıkışları da sistemin yıkılmasını önlüyor.
Profesör İlber Ortaylı’nın dediğine göre Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap şeyhleri bile, arada aşiret reislerini toplar, onların eleştirilerini dinler, icabında en ağza alınmaz sözlerine tahammül edermiş, tabi yılda birkaç defa, bayramlarda falan.
Olay durumu idare etmek, yani idareyi maslahat.
Atatürk, az bilinen bir özdeyişinde şöyle der:
İdareyi maslahatçılardan, inklapçı çıkmaz.  Bu günkü dile çevirirsek, durumu idare edenlerden, devrimci olmaz.
Türkiye’de muhalefetin, özellikle de daimi ana muhalefet partisi CHP’nin ve seçmenlerinin yaptığı tam da bu.

Her şey yıkılmasın diye, durumu idare etmek.

Devrim kelimesi, devirmekten gelir, bir şeylerin devrilmesine engel olacaksan, nerede bizim devrimciliğimiz?
Bunu yapan sadece parti değil, seçmenlerde. 2006’da MHP barajı aşsın diye oy verildi de ne oldu, aha da MHP, iktidar partisinin yan örgütü.
Tıpkı o meşhur doksanlardaki gibi polis teşkilatı başta olmak üzere pek çok kuruma girmenin ve yerleşmenin yolu Ülkü Ocaklarından geçecek.
Bence 2006’da MHP, barajı aşacaksa kendi aşmalı, aşamayacaksa da Türk siyasetinin çöplüğüne düşmeliydi.
2006’da ben dâhil, hiç kimse böyle düşünmüyor. (Neyse ki o zamanlar böyle bir şey yapmadım).
Son iki seçimdir HDP’ye verilen oyları da böyle görüyorum.
Reklam kampanyalaını bile utanmadan sosyal demokrat seçmene dayandırmışlar.
Zamanında SHP ve rahmetli Erdal İnönü, Leyla Zana ve saz arkadaşlarını meclise sokmadı mı, onlar da SHP’yi zor durumda bırakmadı mı?
Aynı HDP (o zamanlar DEHAP ya da başka bir şeydi, önemi yok şimdi),  açılım sürecinde CHP’ye hakaret etmedi mi,  faşist demedi mi?
Laf aramızda ben daha o zamanlar, en civcivli zamanlarda bile bu masanın devrileceğini ve tarafların kendi mevzilerine döneceğini biliyordum, o zamanlar internette yazı yazmıyordum, o ayrı.

Şimdi AKP ve reisleri diyor ki HDP masayı devirdi.

Peki açılım sürecinde yerin dibine soktuğunuz Mehmet Ağar’ı ve Tansu Çiller’i tekrar meydanlarda alkışlatmak neyin nesi?
Hani Tansu Çiller’li, Mehmet Ağar’lı karanlık yıllar söylemi, geçmiş de mi değişti?
HDP kendi tabanından oy alamıyorsa, devrilsin gitsin daha iyi.
Birkaç yıla en ateşli bir oy da HDP’cilerde benimle aynı düşünecek, ahan da buraya yazıyorum.
CHP seçmeni hayrat çeşmesi mi?
Kendi tabanını kaybettiği belli ve CHP seçmeninin destek olduğunu bildikleri sürece tekrar geri kazanmak için uğraşmayacak.
Parti olarak da aynı hatalar yapılmakta.
İyi partinin seçimlere katılmasını sağlamak ve Cumhur ittifakına karşı, Millet ittifakı kurmak, en baştacbana da iyiden öte, muhteşem bir hamle gibi gelmişti, itiraf edeyim.
Şimdi ise bir defa ittifak kurmakla, yeni sisteme dayanak olduğumuzu kabul edelim.
İyi parti, Saadet baksın çaresine. Devrim, bir şeylerin devrilmesini sağlamakla olur, çürümüş şeyleri ayakta tutmakla olmaz.
Meclise o kadar parti girdi de ne oldu?
Yeni sistemde milletvekillerinin Ankara’da ev tutmasına bile gerek yok.
Meclise yeminden yemine gelen milletvekillerimiz olacak. Salı grup toplantılarını kimse takip etmeyecek.
Bu kadar parti meclise girerek, reise esneme payı verdi. Çünkü bu işi olmayan meclisi meşru yaptı.
Ayrıca Muharrem İnce sadece CHP olarak bu oyu aldı ve Millet ittifakı olmasaydı hem CHP, hem de İnce daha çok oy alırdı.
(Hoş, seçim sonuçlarının böyle olduğuna da pek inanmıyorum, o da ayrı konu. O gece 23:00 ile 01:00 arasında olanlar halen sır. )
ince %30 almışsa, 29 buçuğu CHP’dir. Özellikle HDP’ye giden oyların ona biri İnce’ye dönmedi.
Ayrıca bence hem AKP, hem HDP her an yeni bir açılım saçmalığına katılabilir.
Parti üyesi değilim, olmayı da düşünmüyorum bu yüzden de şu gitsin, bu gelsin muhabbetine girmek istemiyorum.
Üzerine de itiraf edeyim o kadar da sadık bir seçmen değilim.
Bu konuda diyebileceğim, kendi liderini deviremeyen ya da devirmekten korkan partililer, nasıl ülkedeki sistemi devirsin.
Böyle bir partiden, kim, ne devrimcilik bekler.
Altı okumuzun en önemlisi devrimciliktir, unutmayalım.