rol model etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rol model etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ağustos 2025 Pazartesi

O YAPARSA SEN DE YAPARSIN MODELİ SİNAN



Türklerde bir motivasyon şekki vardır, o mal yaparsa, ben de yaparım şeklinde. bu motivasyon şekli, başarılı insanları küçümsemeye dayanır. O kazanan kişinin yetenekleri ve zekası benden az, o kazanıyorsa, ben de kazanmalıyım düşüncesine dayanır. Kendi yetersizliğini, küçümsediği kişi üzerinden görmektir bu. Hem o kişinin, hem de kendi zeka ve yeteneğimiz üzerinde yanılmış olabileceğimiz anlamına da gelir. Kendimiz hakkında bile her şeyi bilemiyorken, bir başkasını nasıl bilebiliriz? Egomuz gereği, eğer sürekli hor görüldüğümüz bir ortamda değilsek, böyle büyümemişsek ve bizi hor gören insanlarla ısrarla arkadaşlık etmiyor yada etmek zorunda kalmıyorsak, kendimizi başkalarından üstün görme eğilimindeyizdir. Öte yandan bizden daha üstün, daha yetenekli ve daha zeki insanları örnek almamız zordur. Onların üstünlüğünü baştan kabul etmişizdir. Bu durumda o bile yapamamış bilgisine ulaşırız. Bezen de bu bilgi, o yapamadı, ben yaptıma dönüşür.

Benim son derece başarısız bir öğretim hayatım oldu. Otuz beş yaşıma doğru psikoloğum bana diskelsi, yani dikkat eksikliği, hiperaktivite ve öğrenme güçlüğü teşhisi koydu. O zamanlar böyle bilimsel tespitler yoktu. Herkese göre ben zeka özürlünün tekiydim. Öğrenciliğim süresince, ailem, arkadaşlarım ve öğretmenlerimin çoğu tarafından hırpalandım. İlk okulda, o yıllarda kırmızı kurdele uygulaması vardı. Ben onu ikinci dönem anca aldım. Öğrenim hayatındaki başarısızlığın daha o zaman başlamıştı.

Babamın bana karşı nefreti de o zaman başladı. Çok kitap okuyan bir çocuk olarak, derslere karşı isteksizdim. Birnci sınıfta, okulumuzun yanında, uzun zamandır futbol sahası olan boş arazide, tesisleri yapmak için inşaat başlamıştı. Her inşaat gibi, bu inşaatta harfiyatla başlamıştı. Bir kepçe ve bir kaç kamyonla harfiyat yapılıyordu. Pek çok kişi gibi ben de harfiyatı izliyordum (Harfiyatlar halen çok izleniyor, milli alışkanlığımız.) Derslere falan girmiyordum, öğretmenim de beni çağırmıyordu. Bir de su tulumbası vardı, onunla oynuyordum. Bu bir hafta kadar böyle gitti. Sonra olayı babam öğrendi, beni bir güzel dövdü. Tulumbadan su da içirdi. Bu olaydan sonra da zil çalınca sınıfıma girdim, bahçede oyalanmadım doğrudan sınıfa girdim. Bu olay benim Disleksi, yani öğrenme güçlüğü ve hiperaktivitesi olan bir çocuk olduğumun ilk belirtisiydi. Bu olaydan sonra babam beni hiö sevmedi yada sevgi belirtisi göstermedi. Beni, muhtemelen benim gibi disleksi olan kendi babası ile özdeşleştirdi, ona benzediğim için bana kızdı hep.

İlkokulu bir şekilde üç orta ile bitirdim. Orta birde iki zayıftan bütünlemeye (o zamanki sistem gereği) kaldım ve bütünleme sınavlarını verip, geçtim. Orta ikide yedi zayıfım vardı. Beşini verdim. Almanca'dan sorumlu geçtim. (Liseyi bitirene kadar Almanca, üniversite bitene kadar İngilizce ile cebelleştim) Orta üçte üç dersten bütünlemeye kaldım, birini verdi, ikisinden kaldım (Almanca ve Matematik) Zaten yaz boyu saatçide çalışmıştım, o sene de saatçide çalışmaya devam ettim.Şubat ve  Haziran'da, o zamanlar henüz dışarıdan bitirme olmadığı için dışardan bitirme sınavlarına giren yaşlı-başlı insanlarla sınava girdim. Eylülde matematikten geçtim ve o sene toplanan Milli Eğitim şurası, tarihinde ilk ve son defa, yabancı dil dersinden sınıfta kalmayı kaldırdı da sınıfı geçip, liseye başladım. Lise birde tekrar kaldım. O zamanda benden yirmi küsur yaş büyük olan amca oğlunun araba-kamyon galerisinde çalışıyordum, işime devam ettim. Lise ikinci sınıfta, Türk eğitiminin en kötü dönemi olan kredili sistem geldiği için, o dönem tüm öğrenciler, ÖKK (Öğretmenler Kurulu Kararı) ile sınıf geçti. Ben de son sınıfa kadar sorunsuz geçtim. Hatta son sınıfta, son dönemde Teşekkür belgesi aldım.Rahmetli kardeşim, ben de büyüyünce abim gibi teşekkür belgesi alacağım demişti de, babam, alırısın oğlum alırsın, abin gibi, okul biter, sen teşekkür alırısn demişti.

Son sınıfta hayatımın hatasını yaptım ve siyasete, üstelikte Ülkücülüğe bulaştım, arkadaşlarımla tartıştım, ocaklara falan gittim. Bu yüzden de fazla ders çalışmadım. Buraları yazsam bin sayfa roman olur ama artık anlatmak istemiyorum. İkinci basamak, yani ÖYS sınavına günler kala, ailem durumu öğrendi. Önce dershaneye ve derslere gidişim yasaklandı, ardından annem ve babam arasında büyük bir kavga başladı. O zamanlar tercihler, sınavdan evvel yapılıyordu. Bana da Ankara dışında bir yeri yasakladılar. Sonuçta o sene sınavı kaybettim.

Ertesi yıl tekrar sınava girecektim ama babam beni dershaneye göndermeyecekti. Üstelik o yıl, çoğu kez günde on- on üç saat ve hatta daha fazla olmak üzere, çeşitli işlerde çalışacaktım. Elimde kaynak yoktu. Sınıfta kalmalarım ve ilk sene kaybetmem yüzünden 1993 yılında 19 yaşındaydım ve 20 yaşından gün almaktaydım. Bu da askerliği tecil etmemi zorunlu kılıyordu. Bu iş, arabayla, babam ve benim bir gününü aldı. Merkaz (Çankaya-Yenimahalle-Mamak vesaire) askerlik şubeleri Bahçelievler'de, muayene de Etlik'de, GATA'nın yanında, Keçiören'deydi. (Mevki hastanesi 4 nolu yada başka bir nolu mevki hastanesiydi) Arabayla bir kaç kere Etlik ile Bahçelievler arasıda gelip, gittik. Bir ara babam bana döndü ve dedi ki:

-Sinan, sen ne bu sınavı kazanır, ne de bu okulu okursun, umut kalacağına emek kalsın.

1993-1994 Eğitim-Öğretim yılı, benim için zor geçti. Dershaneye gitmiyordum, çalışıyordum ve kaynak kitaabım da yoktu. Dershanemden bana üç konu anlatımlı test kitabı vardı. En kalını beyaz ve matematik olnadı, diskalküli (matematiksel  disleksi ) olan biri olafak sadece ucundan baktım. İncecik bir Türkçe kitabım, dört yüz sayfa civarı olan sosyal bilimler kitabım vardı. Bu bir yıl boyunca, sürücü kursuna gittim, bir matbaada çalıştım, bir markette çalıştım, iki ay evde oturdum ve amca oğlunun araba galerisinde çalıştım. Birinci basamak olan ÖSS'den önceki cumartesi günü saat beş gibi, İsmail amcamın emriyle eve gittim.

O zamanlar ÖSS'de sözel-sayısal ayrımı vardı, matematik-fen ayrımı yoktu.  ÖSS için taktiğimi değiştirdim. Sınavdan önce evde, kardeşlerimin ders kitaplarından bioloji konularına baktım. Bioloji bana her zaman kolay gelmiştir.  İlk 6-7 soru çok kolay oluyordu, ardından kitapçığın arkasını çevirip, bioloji sorularını yaptım. ÖSS puanımı, bir önceki yıla göre mikroskobik olarak da olsa arttırdım.105 barajdı, 105'i geçemeyenler, ÖYS'ye giremiyordu. ÖSS'den alınan puan, ÖYS'e taban oluyordu. 1993 ÖSS ouanım 139.998'di, 1994'de 141,5küsur oldu.  ÖYS'de, eşit ağırlık ve sosyal denen eşit ağırlığın başka türü bir puan için en az 4 matematik netine ihtiyacım vardı. İlk dört çok kolay soruyu yaptıktan sonra da tekrar Türkçe ve Sosyal bilimlere döndüm.  

İlkokulda hep arkeolog olmak isterdim. Orta okulda tarihçi oldum. Sürekli yanına gittiğim kitapçı Ahmet abi, beni sosyoloji konusunda ikna etmişti. Bu yüzden ikinci yılımda, sınava girmeden tercşh yaptığım için, ilk sıraya umutsuzca ODTÜ Sosyoloji yazdım. Ardından Ankara'daki bir kaç tarih ve sosyolojinin ardından, Ankara'nın batısındaki şehirlerde yeni açılan tarih ve sosyoloji bölümlerinin yazdım. Sınav sonuç belgesini alırken hatırlıyorum, Süleyman Demirel Sosyoloji 12. tercihimdi. İkinci öğretimin parasını babam vermezdi. Bu yüzden ikinci öğretimleri yazmadım.

Sınavdan sonraki günler İsmail amcam ve amca oğlu Aziz'in bana sataşmaları ve tacizleri arttı. Ben de sınavlara az kala oradan ayrıldım. O yıl İsmail amcamın benden dört yaş küçük oğlu da sınava giriyordu. Özel okulda okuyor, iki ayrı dershaneye gidiyordu. Sık sık bizi evine çağıryor ve nispet yapıp, öğünüyordu.

Derken sınav sonuçlarının açıklanacağı gün gelip çattı. Geçen yıl gittiğim dershanenin numarası bence halen vardı. Sonuçlar öğren birde açıklanıyordu. Derken öğrenci işlerinden sesini bildiğin kız çıktı, ÖSYM numaramı verdim. (O zamanlar TC numarası yoktu, cep telefonu da yoktu, evden arıyordum.) Kız, bir kaç dakika sonra, Süleyman Demirel Sosyoloji, dedi. Ben de vereceğim en komik tepkiyi verdim.

-Benim adım Süleyman Demirel değil, deyip kapattım. Oysa kızcağıza teşekkür etmeliydim. Bir saniyelik şoktan sonra durumu anladım ve kazandım, kazandım diye bağırdım. Babam kahvedeydi, kardeşlerim ve anneme söyledim. Sonra sokağa çıktım, bizimkilerin takıldığı Köşemn kıraathanesinde doğru koştum ve babama söyledim.

Bu olay herkes için şoktu. Sadece bir yardımcı doçentle açılan Süleyman Demirel üniversitesinin, Sosyoloji bölümü, yeterince tanıtılmadığı için çok düşük puanda kalmıştı. Ben 433 ile 1994'de birinci öğretime girerken, ertesi yıl ikinci öğretimin tabanı 434, birinci öğretim 453 olmuştu. İsmail amcamın oğlu da sadece Ankara'daki bir kaç inşaat mühendisliğini yazdığı için sınavı kaybetmişti.

Pek çok kere akrabalarımın itiraf ettiği üzere, pek çok akranımın üniversite bitirmesinde sebep oldum. Baba tarafından pek çoğu da özel (vakıf) üniversitelerine gitti. Bazılıarı bu vakıf üniversitelerini de bitiremedi. Bir hyaş küçük kız kardeşim, aşırı yoğun bir tempo ile çalışıp, üniversite sınavını kazanıp, mezun olup, giyim (moda ve tasarım) öğretmeni oldu.  

Oysa ben bir disleksi olarak, biraz ilgi ve şevkat gösterildiğinde her şeyi öğrenmek üzere odakalanabilecek,  en ufak bir baskı ve şiddette de hiç bir şeyi öğrenemeyecek bireydim. Elimden bu kadarı geldi.

Küçük kız kardeşim beni örnek alamamıştı. Üç kere üniversite sınavına girdi, kaybetti. Sonra o yıllarda çıkan ek ontenjanla (kazandığı bölüme gitmeyenler yüzünden boş kalan kadrolar. Efsanelere göre ODTÜ-Boğaziçi gibi üniversitelerde araştırma görevlileri, okula daha az öğrenci girmesi için her sene kendi bölümlerini kazanıp, gitmiyordu.)Karadeniz bölgesinde bir meslek yüksek okulunda Turizm bölümüne gitti. 2 yıllık okulu 4 yılda bitirdi. Annemin tüm itirazlarına rağmen Açık öğretimden dört yıllığa tamamlamadı. Bir kaç otelde çalıştıktan sonra, gümrük müşavirlik firmasına girdi, enişteyle tanışıp, evlendi.

Ben 2010 yılında Anadolu lisesi öğretmenliğini kazanınca bu sefer enişte beni örnek alıp, kız kardeşimei gümrük müşaviri olması için teşvik etti. Annesini dinlemeyen kardeşim, kocasını dinledi ve Açık öğretimle 2 yıllığı, 4 yıllığa tamamladı. Gümrük müşavirliği 2 yada 3 yılda bir yapılıyordu. İlk sınavı kyabetti ama ikinci sınavı kazandı. Ankara bölgesinde yazılı sınavı kazanan altı kişiden birisiydi. Sözlü sınavı da kazandı ve şu an gümrük müşaviri.

Eğitimde rol modeller önemlidir. Öğrencilere rol modelleriniz olsun.

17 Haziran 2025 Salı

GİZLİ İŞLEVLER DEĞİL, İKİNCİL İŞLEVLER PEDAGOJİSİNE İHTİYAÇ

 




Yapay zekanın öğretmenliği bitireceği iddiasına çok gülüyorum. Bu iddiayı ortaya atanlar, öğretmenlerin ve okulun tek işlevinin bir şeyler öğretmek olduğunu sananlar. Öyle olsa, korona salgınından sonra okullar kapanırdı. Hangi yapay zeka, öğrenciye rol model olabilir? Günümüzde üç kuruş maaşlı öğretmenler, rol model olmaz diyeceksiniz. Okullar, kariyer günleri diye mesleğinde başarılı kilileri, öğrencilerin karşısına çıkarıyorlar. Sayın okurlarım, rol model olma, sadece meslek seçimi değildir. Çocuk yada genç kişinin edebiyat, müzik,  yemek zevki,  tuttuğu takım gibi konular, yemek yeme, yürüme şekli gibi pek çok davranışı, rol modellerle ilgili bir konudur. Mesela ben Nurcuların erkeklerini çoğu kez(Föcöcü olsun-olmasın) yürüyüşleri veya ses tonları gibi özelliklerinden anlayabiliyorum. Sadece ben değil,  pek çok kişi bunu fark etmekte. Kısa bir süre Ankara'da, bir kız meslek lisesinde görev yapmıştım. Bazı sınıfta tüm öğrenciler, davranış ve konuşma açısından birbirine benziyordu. O okulda meslek öğretmenleri çoğu kez, genel anlamda lisenin ilk yılından, son yılına kadar, sınıfı tek başlarına götürüyordu. Yıllarca, haftada yirmi saate yakın zamanlarını aynı öğretmenle geçiren öğrenciler,  öğretmenlerinin her davranışını kopyalıyordu.

Aristo'nun, İskender'i yetiştirmesi için istediği parayı çok bulan Filip'in, okur-yazar bir köle bulurum sözüne, o zaman iki tane kölen olur cevabının anlamı da burada gizlidir. Yoksa pek çok okulda-eğitimde ters-yüz edilmiş eğitim modeline geçilmiş durumda. Öğrenci evde 2 ila 20 dakikalık (idelai 5-6 dakika) ders anlatım videosunu inceliyor, sınıfta da ödev, araştırma ve tartışma yapıyor. Burada öğretmenin temel rolü, dersi anlatmak değil, rol model olmak, öğrencinin araştırmasındaki olası hataları önlemek.

Görüldüğü gibi yapay zeka,  en basit öğretmen görevi olan rol model olmayı bile yapamıyor. Ek olarak, bu ters-yüz eğitim için öğrenci, hem üstün zekalı, hem de her türlü kaynağa erişebilecek kadar varlıklı olması gerekiyor; öğretmen de bu alanda ciddi anlamda yeterli, en azından yüksek lisanslı olmalı.

Gizli işlevler, açık işlevler kadar, hem öğrenciye, hem veliye, hem de devlete ihtiyaçtır. Günümüzde pek çok şehirde, gençlerin ve çocukların, yaşıtları ile sosyalleşebileceği en iyi yer, hatta çoğu kez tek yer, okullar. Okullar aynu zamanda pek çok ailenin, çocuğun güven içinde bakımı için emanet edebileceği tek kurum. Devlet açısından gençleri sokaktan uzak tutmanın en güvenli yolu okullardır. Pk'ya katılan gençlerin çoğunun okuldan atılmalar olduğu tespit edilince, okuldan atılma zorlaştırıldı. Öğrencilerin en fazla izinsiz devamsızlık yaptıkları günlerce suç işledikleri fark edilip, izinsiz devamsızlıkları azaltıldı, izinli devamsızlıkları arttırıldı, öğrenci okulda değilse, ailesinin yanında olsun diyerek. İtalya'da felaketlerde okul tatili değil, ders tatili varmış, zira çoğu çift çalıştığı için, çocukları güvenle bırakcak akraba falan da olmadığı için, bu uygulama yaygınmış. Bu yıl da bazı son an okul tatillerinde veliler sosyal medyadan isyan etmişti. Ülkemizde de bu uygulama yakında gelebilir.

Bu işlevler öyle büyük ihtiyaç ama gizli diyoruz, çünkü bunların ihtiyaç olduğunu kabullenmek istemiyoruz. Biz derken, tüm eğitimcileri kast ediyorum. Bu işlevler, özellikle çocuk bakımı, fazlasıyla açık bir  ihtiyaçtır. Bu konuda, en azından benim bildiğim ne akademik çalışma var, ne de öğretmen eğitimi. Üniversiteden yıllar sonra, Anadolu lisesi öğretmenliği sınavlarına hazırlanırken (sınavı kazandım), Anadolu Öğretmen Liselerinde, öğretmenlik meslek bilgisi öğretmeni olurken, uzman-baş öğretmenliğe hazırlanırken ve kurum içi çeşit sınavlara hazırlanırken, tekrar ve tekrar pedagoji dersleri aldım, vidolarını izledim, makalelerini okudum; bu ikincil işlevlerle ilgili bir konuya rastlamadım.  Üniversitede pedagoji derleri alırken de böyle konuların anlatıldığını hatırlamıyorum. Eğitimciler bunlara gizli işlevler deyip, geçiyor. Akademik araştırma yapsa da, öğretmen yada öğretmen adaylarına bir şey öğretmiyor.

Oysa öğretmenleri bu  gizli işlevlerden çocuk bakımı ve ana-baba yerine geçmeyi öğrenmeye ne çok ihtiyacı var, bilmiyorlar. Yatılı okullar, pek çok kere gizli yetimhaneler işlevi görür. Çocukların bir ana-babası vardır ama onlar, ana-babalık yapmak bir yana, çocuğu evde görmek bile istemezler. Çocuğun ailesi,  caddenin karşısında oturuyor ve aile okula doğru düzgün uğramıyor bile. Ben, anadolu öğretmen liseleri ve fen liselerinde öğretmenlik yaptım. Bu okullar, devlet okulları da olsa,  aileler genelde varlıklı oluyor, çünkü bu puanlar kolay alınmıyor. Burjuvalarda bile ciddi aile sorunları görebiliyorsunuz. Bazı ailelerdeki sorunları para yokluğu ile ilgili olmayabiliyor. Asıl bakım görevi yatılı ilkokullarda oluyor, oradaki öğrencilerin hem yaşları çok küçük, hem de çok daha zor koşullardan gelmiş olabiliyor. Şimdi de dört yıldır pansiyonda çalışan öğretmenlere verilen ekstra hizmet puanları (erkeklere ayda 1, kadınlara 2) kaldırılmış. Gene pek çok okul, pansiyoner öğretmen arayacak. Ben kadrom olmayan okulda pansiyoncu olmamam gerektiğini öğrendim, anlatması uzun sürer.

Çocuk bakımı ve ana-baba yerine geçme görevine karşı en hazırlıksız olanlar lise öğretmenleri; çocukların boyları, posları ve yer yer zekaları bizleri kandırıyor; onlar halen çocuk. Mesela lise dizilerinde çocuklar, genelde yetişkin oyuncular oynadığından, dizi boyunca hiç uzamaz; gerçekte dört yılda bazı öğrenciler bir metre uzayabilir.  Duygusal dalgalanmalarında, saçma kararlar alıp, sonra birden yardım isteyebilir. Başka bir sorun da lise öğrencilerini sözle kandıramamız ve onlara güç yetirememizdir. Liseye gelmiş öğrenci, öğretmenlerin zaaflarını fark edip, öğretmenlere karşı kullanabilir. Lise öğrencisi ile mücadele, bambaşka mücadele gerektirir.

Okulların sosyal öğrenme, toplum içine karıştırma görevi de çok küçümseniyor. Pek çok okul, okul gezisi, sergilere, fuarlara götürme, okul piyesi, oyunu, okul takımı kurma gibi etkinlikleri küçümsüyor yada yapmıyor. Çünkü çoğu kez yapmadığınızda, neden yapmadığınız sorgulanmıyor. Yapıp, sorun yaşarsanız, o sorun sorgulanıyor, icabında ceza alınıyor. Bu yüzden özellikle küçük okullarda bu tür işlere pek girilmiyor.  Resmi törenlerde de, okulun kamuoyuna rezil olmaması adına aynı öğrencilere görev veriliyor.

Oysa öğrencilerin ekip-takım çalışmasını öğrenmeyi, vali-kaymakam yada benzeri üst düzey bürokrat-politikacılar ile aynı ortamda olup, prtokolü öğrenerek yaşamayı, gezide disipli şekilde gexzmeye, otelde kalmayı da öğrenmesi, bunu çok erken yaşlarda deneyimlemesi de önemli. Bu sadece para-pul işi değil, zihniyet işi. Bu zihniyetin aileler, öğretmenler, eğitim bürokratları ve hatta politikacılardan önce, eğitim akademisyenlerinden başlayarak değiştirmek gerek. Staj eğitimleri üzerine hemen hemen hiç araştırma yok, staj ucuz işçilik kaynağı olmaya başladı. Stajdaki öğrenme faaliyetlerini gözlemleyip, tez yazan yok. Bir kaç yıldır müze eğitimi üzerine tezler yazılıyor, onda da böğrencileri serbest keşfetmeye teşvik yok, sunumun müzede yapılanı gibi. Oysa müzeler, gelenlerin bir şeyleri kendisi keşfetsin diye vardur.

Bulunduğu şehir, hatta kasabadaki ören yerleri, tarihi mekanları bilmeden ölüp, giden bir sürü insan var. İl, ilçe milli eğitimleri, o şehrin önemli müze, tarihi alan ve ören yerlerinin gezilmesi ve tanıtılması için, bölgedeki okulları plan dahilinde gezdirmeli. Devlet tiyatroları ve belediye tiyatroları, bölgelerindeki her okula en az bir gösterim yapabilmeli, öğrenciler benzer şekilde düzenli olarak konserlere de götürülmeli. Hem böyle bir mekanı ve eylemi erken yaşta yaşamış olmaları, hem de ilerleyen yaşlarda bunu ihtiyaç hissetmeleri için gerekli bu. Okulalarda da problemli öğrenciler dahil, tüm öğrenciler, yıl yada okulda bulundukları süre boyunca bir sosyal etkinlik yada törende görev almış olmalılar.

John Dewey'in dediği gibi, okul, yaşama hazırlanılan yer değil, yaşamın kendisi olmalıdır.