7 Ekim 2018 Pazar

Eğitimde Kız ve Din Meselesi Maçinli Kızın Türbanı 2


Ä°lgili resim
EĞİTİMDE KIZ VE DİN MESELESİ ( MAÇİNLİ KIZIN TÜRBANI 2) 
                Eğitimcilik herkesin heves ettiği ama çok az kişinin yaptığı bir iştir, bir de herkesin yapmayıp, yönetmek istediği. Mesela müfettişlerin teftiş ettikleri öğretmenin sınıfı bir kere örnek ders anlatmaları gerekir ama hiç biri bunu yapmaz. Arada bir öğrencilere gönüllü ders anlatmak zevkidir ama (ama kendinden önceki cümleyi yalanlar biliyorsunuz) ciddi bir öğretme faaliyeti, öğrencinin gelişim düzeyine göre gelişimine katkıda bulunmak, öğrenciye bir disiplin vermek, bir de bunları değerlendirerek öğrenciyi yönlendirip, yönetmek,  karmaşık ve zor bir iştir. 
          İktidarlar da eğitimle insanları yönetmek ister. Eğitimin bir amacı da devletin ideojisini halka aktarmaktır. Bu konuda felsefeci Louis Althauser’in çalışmaları meşhurdur. Ona göre sadece derslerin içeriği değil, törenler, bayramlar falan da buna dâhildir. Hatta dekorasyon bile bunun bir parçasıdır.
                Bu eğitim, okulla sınırlı değildir. Sinema filmleri, televizyon dizileri, şarkı sözleri hep halkı eğitme, terbiye etme araçlarıdır. Örneğin son yıllarda pek gişe de yapılmamasına rağmen cinli korku filmleri yapılması tesadüf değildir.
                Din tüccarları Allah korkusundan çok, cin korkusundan para kazanır.
                Bu ideolojik eğitim sadece din, vatan, millet ya da siyasi eğitim değildir, aynı zamanda erkek egemenliği kadınlara kabul ettirmenin de eğitimidir.
                İslam dünyasının ilk kadın hâkimin, savcısını, valisini ve hatta dünyanın ilk savaş pilotunu yetiştiren Atatürkçülüğün bile erkek egemen yanı vardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında ders kitaplarında kadınlar neredeyse sadece ev işi yaparken gösterilmiştir.
                Temelde amaç kadınları iş hayatına katmak da olsa,  Atatürkçülük, kendi idealindeki ev hanımını yetiştirmek için de çabalamıştır. Kız meslek liseleri ve olgunlaştırma enstitüleri bunun için açılmıştır. Ortaokul müfredatlarını ev ekonomisi dersi koymuştur. (Biz orta okuldayken kızlar ayrı bir sınıfta ev ekonomisi, bizlerde ticaret bilgisi dersi görürdük)

                Evlenilecek ideal kız yetiştirmek, kız meslek liselerinin ve şimdilerde çoktan kaldırılan kız teknik eğitim genel müdürlüğünün yönetmeliğinde bile vardı. Amaç üst düzey bürokrat ve subaylara, icabında kürkü dikecek, protokolü evinde misafir olarak ağırlayabilecek meziyetlerde gelinler yetiştirmekti.
                Erkeklerin çalışan eş arayışına yönelmesi ve özellikle biçki-dikiş, örgü ve diğer giyim-tekstil ürünlerinde makineleşmelerin yaygınlaşması, kız meslek liselerinin sonu oldu. Bilgisayar bölümlerinden başlayarak, az da olsa önce endüstri meslek liselerine kız, sonra da kız meslek liselerine erkek öğrenci alınmaya başlandı.
                Olay sadece giyim, çocuk gelişimi gibi bölümlere iş piyasasında rağbetin düşmesi de değildi. Birkaç yıl önce bize bizzat seminer veren bir milli eğitim uzmanının dediği gibi, karma olmayan eğitimin, akademik (üniversite sınavı) başarısını düşürmesi ve kız meslek liselerinin önünün serseriler için çekim merkezi olmasıydı.
                Peki, o zaman neden bu iktidar şimdi karma eğitim aleyhine konuşup, bir de ha bire kız imam hatip açıyor, şimdi bu soruyu yanıtlamaya çalışalım.
                Gayet basit, kendi insan tipini ve ideal kadın tipini oluşturmaya çalışıyor. Azla yetinen, yoksulluğa alışkın erkekler ve bunlara itaat eden kadınlar. Yeni iktidar da, kendi ev kadınının prototipini çiziyor.
türbanlı öpüşme ile ilgili görsel sonucu                Gerçekte de bu türban halka erkek egemen değerler üzerinden pazarlandı. Türkiye’de pek çok kişinin dinden anladığı erkek egemenliktir. Seksenli ve doksanlı yıllarda türban, erkeklerin en hassas olduğu NAMUS üzerinden pazarlandı. AHLAK vurgusu sık sık yapıldı.  Muhafazakâr aileler, türbanlı gelin arayışına gitti.
                Aradan bunca zaman içinde de türbanlılar bu edindikleri imajı harcadı. Önce tek tük park köşelerinde sevgilileri ile buluşan ergenler bu imajı tırpanlamaya başladı. Bazıları bunlar türbanlı deüli dedi, bazıları türbanlıların yüz karaları dedi.
                Türban yaygınlaştıkça, böyle can sıkıcı görüntülere sıkça rastlandı ve olağanlaştı.  İmajı asıl düşürense, televizyon yarışmaları ve evlenme programları oldu. Büyük darbeyi vuran da instagramdır.  Her türlü modada geri kalmama çabası, türbanı demode etti.
                İktidar da bunun farkında. Gençler arasında yaygınlaşan ateizm, deizm ve tengricilik gibi akımların da farkında. Tedavi yöntemi ise seksenlerden, doksanlardan kalma; daha fazla din dersi, daha fazla imam hatip, daha fazla tarikat.
                Bu yöntem doğru olsaydı zaten bu akımlar böyle yayılmazdı, hele de gençler arasında. Kız imam hatiplere gelince, onlar da kız meslek liselerinin akıbetine doğru ilerliyor. Kız meslek liseleri gibi kendini Kazanova zanneden serserilerin buluşma mekânı olma yolunda hızla ilerliyor.
                Yeni neslin değişen ahlak anlayışı ve öğretmenleri kırılan gücü de bunu tetikliyor. Bu nesilde herkesin sevgilisi var ve sırf sevgililer diye öğrencileri disipline veremiyorsun. Disipline versen bile, ceza vermek eskisi kadar kolay değil. Sınıf öğretmeninin, okul rehber öğretmeninin (psikolojik danışman) ve çocuğun ailesinin falan fikrini almanız gerek. Kaldı ki kız ailelerin pek çoğu da çocuğuna bu konuda umduğunuzdan fazla hoş görülü çıkabiliyor.
                Din eğitimini zayıflatan diğer bir etmende, ramazan vaizleri, daha doğrusu televaizler sayesinde dinin gayrı ciddileşmesi. Önceleri ramazan ayında çıkan din adamları ya da ilahiyat profesörleri, bunu sabah programlarına ve youtube kanallarına taşımaya başladılar.
            nihat doÄŸan pkk ile ilgili görsel sonucu    Ardından Yemen zırh taşı, yanmayan kefen,  peygamberi rüyada gösteren terlik gibi şeyler de bu gayrı ciddileşmeye katkıda bulunuyor. Akp’den önce din, ciddi bir konuydu. Ateistler bile din zerine ciddi konuşurdu.
                Şimdi dindarlar bile ara ara din üzerine lakayt konuşuyor. Bunlar biraz Adnan hocacılıkla başladı. O tutuklandıktan sonra evrimsel biyoloji aleyhine Yıldız Tilbe ve Nihat Doğan gibiler fikir beyan etmeye başladı.
                Diğer bir gayrı ciddileşen ve değeri düşen kurum da tarikatlar. Artık daha ziyade mason localarına benzediler. Nasıl ki masonluğun evrensel değerleri falan, masonların umurunda değildir, amaçları yakınları için torpil, zor zamanlarda üç kuruş borç ise (ki şu devirde de masonluk da kalmamıştır pek fazla ya), tarikatlar da benzer durumda.
                Mesela özel hastanelerin tamamına yakını tarikatların elindedir. Hepsinin de afili ve genelde İngilizce adları vardır. Hemen hemen hiç türbanlı hemşire, doktor ve benzeri sağlıkçı çalıştırmazlar.
                Daha ilginç olansa, bu tarikatların torpille devlet kurumlarına yerleştirdikleri kadın elemanların pek çoğunun türbanlı olması. Gene bu tarikatlar özel okul işletirler, gene türbanlı öğretmenleri yoktur, üzerine de zorunlu saatlerin dışında din dersi seçmezler hatta sözcü, cumhuriyet gibi gazetelere Atatürklü ilanlar verirler.
                Din bu kadar hafiflemiş ve ucuzlamışken, insanların dine yönelmesini nasıl bekleyebilirler? Doksanlarda İslamcılar muhalifken, tarikatların da, tarikat sermayesinin de, türbanlıların da, imam hatiplilerin de bir ciddiyeti, bir mağrurluğu vardı. İktidara gelince bu kadar çabuk bozulmaları, o zaman da içlerinde bozukluk olduğunu gösterir.
                Şimdi diyorlar ki türbanlı gösteriş yapamaz mı, tarikatlar türbansız eleman çalıştıramaz mı falan diye çemkiriyorlar.
                O zaman da sorarım ben, o zaman neden bunu din adına istediniz?   Kuran iki adımda bir gösteriş yapmayın, paranızı Allah yolunda zekât ve sadaka için harcayın derken siz, gösteriş yaparsanız;  peygamberin ağaç sevgisini bol bol anlatıp, sürekli ağaç katliamları yaparsanız; isterseniz herkesi ana karnında dini anlatın, dininiz inandırıcı olur mu?

26 Eylül 2018 Çarşamba

İKTİDARA GELMESİ 3-ÇELİK ÇEKİRDEK VE İDEOLOJİK YALNIZLIK


İKTİDARA GELMESİ 3-ÇELİK ÇEKİRDEK VE İDEOLOJİK YALNIZLIK

         Fetö'nün başarısızlığını anlatırken, (bu seri değil, blogumdaki başka bir seride) örgütünün aşırı kalabalık olması ve ideolojisiz kalmasından da bahsetmiştik.

        Hitler ise Kavgam'da anlatıldığına göre bunun için bizzat tedbir almıştır. Nazi partisinin en parlak günlerinde bile üye sayısı 35 binin altındaydı. ( O yıllarda Almanya 67, Avusturya 8-10 milyon kadardı. Polonya, Çekoslovakya (Südet bölgesi) ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerindeki Alman ya da Almanca konuşan azınlıklar arasında da Nazi üyeleri olduğunu da düşünürsek, ne kadar dar bir kadro ile iş yaptığını görürsünüz.
          Gerçekte de devrimler, böyle çelik çekirdekle oluşur. Bolşevikler iktidara geldiğinde, bizzat Lenin'in söylediğine göre, yüz milyonu aşmış Rusya'da on altı bin civarındaydılar. Fidel Castro, seksen üç kişi ile devrim yaptı. O yıllarda başkent Havana bile bir milyondan fazla nüfuzu vardı. Nikaragua'da Sandilistler ise tam üç yüz kişi ile devrimlerini yaptı.
           Hitler Kavgam'da, parti büyüdükçe, sırf yalnız kalmamak ya da destek aramak için partiye yanaşanların üye yapılmamasına dikkat edilmesi gerektiğini yazıyor. Partiye üye yapılmayan sempatizanların da propaganda için kullanılması gerekliliğini söylüyor.
        Pek çok illegal oluşumun bile bir şey yapamamasının nedeni, sırf çıkar için kendisine kapağı atmış kalabalıklardır. Doksanlarda üniversite okurken tanıdığım pek çok PKK, DHKP-C sempatizanının hedefine dağa çıkmak değil, Almanya ya da İsveç'e mülteci olmak vardı. Bir kaç belediye başkanlığı bile, muhalif partilere ayak bağı olur. Kendisi belediye seçimleri önemsemediğini bizzat yazmıştır.
         Fetö'nün başarısızlığını anlatırken (gene bu blogun içinde başka bir yazımda) aşırı kalabalıklaşmasını ve sırf çıkar için doluşanları yazmıştım. Aslında bu ülkemizde her grup için geçerlidir. Mesela 2002 öncesinde ortalık Ülkücüden geçilmezdi. Polis teşkilatına girmenin, hele de Özel Harekat Timine gibi güvenlik kurumlarına katılmanın en sağlam yolu Ülkücü olmaktı. Üniversite yurtlarının çoğu, Ülkücülerin egemenliğindeydi.
        Sistemden beslenen kurum, kuruluş, ne ve ne kadar olursa olsun, devrimci olamaz. Ana hedefe doğru, tali yollara sapmadan ilerlemeli. Sistemden faydalanacağını da gene sistemi yıkmaya ayırmalı, kendisini ve yandaşlarını zengin etmeye çalışmamalıdır.
          Düzeni değiştirmek (iyi ya da kötü) koalisyonlarla olmaz. İttifaklarla iktidar düşürülebilir ama düzen değiştirilemez. Hitler, Almanya'da ki tek faşist lider olmadığı gibi, tek antisemitist ve ırkçı örgütte değildir. Koalisyon öneren diğer ırkçı gruplarla bile işbirliğini ret etmişti.

         İşbirliği ile iktidar düşürme, tüm muhalefeti bir çatı altında toplama, iktidar tarafında da safları sıklaştıracağı gibi, iktidarın alterneitfsiz olduğu düşüncesini de yayabilir. Diğer bir olay da bu tip ittifakların ilk yenilgide kolay dağılması ve iktidar değişikliğinden sonra kavgaya sebep olmasıdır.
       Ayrıca da Kavgam'da, maceraperstlerin partiden uzak tutulması gerektiğinden bahsetmiş. Bu sol devrimci örgütlerin en büyük sorunu, ortalığın profesyonel devrimciden geçilmemesi,  bu profesyonellerin de ilk krizde partiden ya da örgütten ayrılıp, kendi örgütlerini kurması da ayrı bir garabet. Marksist Leninist örgütlerde bu kadar parçalanma olmasının sebebi fikir ayrılıkları değil, örgütlerin maceraperestlerce doldurulmasıdır. Örgütün ortak aklı işlemeli, söz dinlenmeyenler de usulca uzaklaştırılmalıdır.
        Lenin 1917'de Yüz milyonluk Rusya'da, on altı bin kişiyle devrim yaparken, Dev-Yol, 1980 darbesi sırasında kırk milyonluk Türkiye' de, kendi iddialarına göre beş yüz bin kadar üyesi ile hiç bir varlık gösterememiştir. Üstelik Dev Yol, 12 Eylül öncesi sol örgütlerin en büyüğü olmakla beraber, onlarcasından bir tanesidir. (Örgütlerin iç fraksiyon sayılarını polis bile bilmiyordu, o kadar bölünmüştü)
         Sadece Naziler değil, genelde faşist partilerin, kurucu liderleri ölene kadar kolay kolay bölünmeme özelliği vardır. Örneğin Muhsin Yazıcıoğlu, MHP 'de oy falan koparamamıştır.  Bunun da temelinde, bir önceki yazımda söylediğim gibi pek çok Marksist'in gerçek bir proleterya olmaması (aslında maceraperest olmaları), faşizmin ise en samimi duygu olan öfke kökenli olmasıdır.
        Kaldı ki 1945 sonrası pek çok faşist grubun amacı iktidara gelmek değil, solu iktidara getirmemek, göçmenleri ve azınlıkları ezmek olmuştur. Bu yüzden de parti etrafından çok, devlet kadroları içinde örgütlenmişlerdir. Partileri de, devlet teşkilatının gayrı resmi uzantısı haline gelmiştir.
          Faşizmin genelde ilk hayran olunan yanı, teşkilatçılığıdır. İktidarı hedefleyenler önce iyi bir teşkilatçı olmalı, teşkilatçılığı öğrenmelidir. Düzeni değiştirmek içinse kendisini yeni bir ideoloji çizmeli veya en azından o ideolojinin kendi ülkesine yönelik versiyonunu yazmalıdır.
       

24 Eylül 2018 Pazartesi

EYŞAN DİPLOMASİSİ VE SURİYELİLER


Ezel dizisi 2009-2011 arasında Türk televizyonlarında yayımlanmış, yüzden fazla ülkeye de ihraç edilmiş, tüm dünyada bilinen bir Türk dizisidir. Dizi, çok kabaca Alexandere Dumas’ın ilk yazılmasından yüz elli yıldan fazla bir zaman geçmiş Monte Kristo Kontu romanının bir adaptasyonudur. Bizim konumuzsa ne bu roman, ne de bu dizinin genel anlamda konusudur.

                Dizinin kadın karakteri Eyşan’ı, çöküş dönemi Osmanlı ve Osmanlı taklidi iktidarın diplomasisini anlatmak için bir metafor  (mecaz-eğretileme) olarak kullanacağım. Dizideki Eyşan karakteri, özellikle 2. Sezonun ikinci yarısı boyunca üç erkek arasında gelip, gidiyor, sürekli onlara ihanet ediyor, sürekli taraf değiştiriyordu.
                Osmanlı’nın, hele de Abdülhamit’in o çok övülen denge diplomasisini ben Eyşan’ın tavrına benzetiyorum. (Burada lafım dizi karakterine, yoksa karakter hayat veren Cansu Dere’ye bir lafım yok. Başarılı oyunundan dolayı da kendisini tebrik ederim.) Bu tavrın sebebi, Osmanlı’nın bilimde, sanayide, felsefe ve sanatta geri kalıp, gittikçe daha fazla güçsüzleşmesi; buna karşın da emperyalist heveslerinin sürekli artmasıydı. Yenileme adına orduda değişiklikler yapıyor fakat halkı eğitmediği için de bu ordu çok işe yaramıyordu.
                İlk başta uzun süre, yüz yıl kadar Rusya’ya karşı İngiltereyi yanına aldı. 93 Harbi de denen 1878-79 Osmanlı Rus savaşından sonra İngiltere, Osmanlıyı desteklemenin boşa enerji kaybı olduğunu anladı. Bir de 1870 yılında Prusya önderliğinde birleşip, Fransayı yenerek kurulmuş olan Almanya, ciddi bir sanayi ve askeri güç olmaya başlamıştı. İngiltere, bu yeni deve karşı Rusya ile işbirliği yapmaya, Osmanlı’yı da harcamaya karar verdi. Osmanlı da bu sefer Almanya ile yakınlaştı.

                Aslında Osmanlı gerileme, hatta duraklama devrinden başlayarak, her askeri yenilgi sonrası taraf değiştirme, herkese mavi boncuk dağıtma politikasını benimsedi. Sonuçta kimsenin güvenmediği bir devlet oldu.
                Birinci Dünya savaşı başladığında, hatta başlamadan çok evvel, daha Avusturya-Macaristan veliahdının suikastından önce Osmanlı umutsuzca savaşa İngiltere saflarında girmek için çabaladı. Oysa meşhur Riga görüşmesinden beri Osmanlı artık mirası paylaşılacak hasta adamdı.
                Osmanlı’da mecburen Almanya ile müttefik oldu. Çünkü bir taraf ile müttefik olmazsa savaştan sonra paylaşılacaktı. Ancak Osmanlı, Almanya için müttefik değil Eyşan’dı ve pek bir değeri yoktu.
                Almanlar için Osmanlının tek değeri, mümkün olduğunca müttefik (Rus, Fransız, İngiliz) askerini oyalamasıydı.  Bu yüzden Osmanlı birliklerini yöneten Alman generaller, mümkün olduğunca çok askeri savaş alanına sürdüler ve mümkün olduğunca Türk askerinin ölmesini sağladı. Kanal seferinin başarısız olunacağı belliydi. Tek amaç bölgede devasa bir İngiliz tümeninin kalmasını sağlamaktı.
                Sonuçta dizideki Eyşan nasıl öldürüldüyse, Osmanlı’da Sevr porselen fabrikasının dibinde öldürüldü.
                Giriş bayağı uzun oldu, nihayet sadede gelebildik. Şimdilerde de Neo Osmanlının hızlandırılmış versiyonunu izliyoruz.  Özellikle Suriye konusunda daha iyi görüyoruz. Rus uçağının düşürülmesi emrini ben verdimden, Rusya’dan S-300 füzeleri almaya ya da Amerika ile aramız hiç olmadığı kadar iyiden, dolar ile burun silmeye geldik. Şimdi de İdlip meselesinden tekrar Amerikancı olduk. Ülkemizin yönetimi Eyşan’ın sevgili değiştirmesinden daha hızlı taraf değiştiriyor.
                Son aşamada işin doğrusu Esad (Esed de diyelim) Suriye’de savaşı kazandı, son İdlip, PKK’nın elindeki birkaç bölge ve Zeytin Dalı operasyonu (hani A.B.D büyükelçiliğinin önündeki sokağa adın verilen  sokak) bölgeler, acı gerçek, oraları da alacak. Sonuçta Türkiye, Eyşanlık yaparak tekrar Amerika ile müttefiki olsa bile bu değişmeyecek.
                Gelelim başımızı ağrıtacak asıl meseleye. Esad yakında halkını da isteyecek.

                Suriye’nin tekrar toparlanması için iş gücüne ihtiyaç var. Yunanistan ve İspanya, iç savaşları sonrasında, özellikle göçle, büyük miktarlarda nüfus kaybettiklerinden, uzun süre kalkınamadılar. Özellikle Yunanistan bunun sıkıntısını çok yaşadı. 1920’lerde Türkiye 13-14 milyonken, Yunanistan 4,5 milyon civarıydı. Türkiye şu an 8o milyonu geçmişken, Yunanistan (Oda Rusya ve Gürcistan’dan 1990 sonrası aldığı göçlerin de yardımıyla) daha yeni 10 milyon civarına ulaştı.
                Ayrıca bu işgücünün rica minnetle değil, kendi rızaları ile gelmesi, bunun için de Türkiye başta olmak üzere yaşadıkları ülkeden zorla gönderilmeleri de şart. Olay sadece Esed’in vatandaşlarını geri istemesi değil. Devlet Bahçeli, Suriyelilerin geri döndürülmesi gerektiğini söylemeye başladı. Reis de o kadar Suriyeli ve Afganlının üzerine gelecek üç milyon kadar İdlipli’yi ekonominin kaldıramayacağını söylemeye başladı.
                Muhaliflere de burada görev düşüyor ve ben de kendi çapımda uyarmak istiyorum.

                Zira iktidar 6/7 Eylül katliamında olduğu gibi suçu muhalefete atabilir. Kabataş yalanı gibi her an ortaya çıkar diyebilirsiniz. Bu ortaya çıkma, kumpas davalarındaki gibi pek çok bedel ödendikten sonra da olabilir.
                Suriyelilere yönelik bir faşizan öfke fırtınası sadece Suriyeliler ve diğer Arap-Arap ülkesi vatandaşlarına değil, ülkemizdeki tüm mülteci ve başka ülke vatandaşlarına da bulaşma tehlikesi vardır.
                Ülkemizi yakacak ateşin tutuşturucusu veya gaz dökücüsü olmamalıyız.  Bu yüzden sosyal medyada, video-foto yorumları dâhil,  hiçbir nefret söyleminde bulunmamalı, bulunması için de gücümüz yettiğince engel olmalıyız.
                Karanlığa karşı mücadelede pes etme hakkımız yok.

23 Eylül 2018 Pazar

İKTİDARA GELMESİ 2 KUTSAL HİSTERİ (FETÖ- HİTLER)


İKTİDARA GELİŞİ-2
KUTSAL HİSTERİ

           Bu yazı dizisine en başta biraz gönülsüz başladım. Bazı İsraillileri, Hitler'in doğum günün kutladıklarını öğrenince kendimi buna mecbur hissetmiştim. Sonra yazdıkça önce faşizmi, sonra da diktatörleri eleştirmenin zevkine vardım.
      Yazdıkça açıldım, yeni okuduğum kitaplar, konuya yeni bakış açıları getirmemi sağladı. Yazdıkça da bunlardan bahsettim. Şu günlerde de Ergün Poyraz'ın Kanla Abdest Alanlar kitabını okumaktayım. Kitap, 2003'de Fethullah Gülen gücünün doruğunda ya da doruğuna yakınken, 2003 yılında basılmış. Kitap, Fethullah Gülen ve hocası Said-i Nursi (Kürdi)'nin kitaplarından ve söylevlerinden bolca alıntı içeriyor.
           Gülen, bir söylevinde eskiden ağlarken zorlanıyordum, şimdi kolayca ağlayabiliyorum diyordu. Her ne kadar İmam Gazali, bir konuşmacı, konuşurken ağlıyorsa ve dinleyenleri de ağlatıyorsa, mutlaka sahtekardır dese de, Gazali'nin izinden giden hemen hemen tüm tasavvufçular, birer ağlama uzmanıdır. Bununla ilgili olarak, gene bu blogda Ağlama Cihadı diye yazı yazmıştım.
       Fethullah Güel'in videolarında fark ettiğim bir ayrıntı, tıpkı Hitler gibi ara ara kameraya bakmasıdır. Fethullah'ın histerisi, ağlama histerisi, Hitler'inki de öfke histerisidir.
         Gelelim histeri derken ne kastettiğimize! Annemin deyimi ile kendini mahsus (bilerek) deliliğe vermek. Histeri krizi hem bilinçlidir, hem de bilinçsiz, yani çok çelişik durumdur. (Bu yüzden tıp ve psikoloji bilimi iki değerli (doğru-yanlış) Aristo mantığını kullanmaz.
     Kişinin bayılması ya da öfkeden köpürmesi, ağlama krizleri, kusması hatta altına bırakması olur. Bunlar büyük ölçüde gerçektir. Gerçek olmayan, bunun aniden, farkında olmadan olmasıdır. Histerik kişi, en uygun anda bu krize girer.
        Mesela mobbing yapacak yöneticiler, tam işlerin bitmesine yakın ya da artık size ihtiyaç kalmadığında öfke krizine girer. Kadınlar da istedikleri şey alınmadığında ağlama krizine girer, ayılır, bayılırlar.
         Histerik bir çocuk, müdür, müdür yardımcısı ya da sertliği ile ünlü bir öğretmenin dersinde bayılmaz. Dersinde bayılacağı öğretmen, mülayim, tercihen de stajyer veya ücretli öğretmenin dersinde bayılır.
           Özellikle erkek egemen, muhafazakar, sağcı toplumlarda hemen her kadın histeriktir. Kadınlarda o kadar yaygındır ki, yakın zamana kadar erkekler histerik olmaz zannedilmiştir. Baskı toplumlarında baskı görenler, delirmeyi ya da deliymiş gibi yapmayı tercih etmiştir.
                Kadınların histerilerine yıllara göre yeni isimler verilir. Bir ara panik-atak modaydı, sonra yerini mani-depresif aldı. Şimdilerde de boderline kişilik bozukluğu diyorlar. Psikiyatristler ise, dönem dönem moda olan bazı ağır antidepresanları ve sakinleri yazarak, psikologlar da uzun tedavi saatleri ile bu durumdan para kazanıyorlar.
          Bizim konumuz kitlesel histeri, kitleleri yönetmek.
          Hitler ve Fetö'nün garip bir ortak noktasını yıllar önce keşfetmiştim.  Her ikisi de ara ara göz ucu ile kameraya bakıyordu.

         Hitler kamerayı gerçek anlamda  kullanan ilk siyasetçiydi, Fetö ise ilk İslam dincisi. (Amerika'da televaizlik çok önceleri başlamış.) En azından Türkiye'de.
     Hitler, sinema kameralarına alışıktı, ona göre oynuyordu. Sinema dedim ise, ilk dönem görüntülerin hızlı aktığı ilk dönem sinema filmi oyuncuları gibi hızlı el-kol hareketleri ile konuşuyordu. Hitler'in konuşmaları da Alman halkına sinema perdelerinden gösteriliyordu. Bu yüzden sürekli elini-kolunu oynatması ve abartlı mimikleri bize tuhaf geliyor.
         Benzer abartılı hareketleri Fetö'de bulabiliriz, özellikle 17 Aralık sabahı, yıllarca destek verdiği iktidara, bazı Arapça kelime ya da cümlelerle lanet okurken. Fetö'de video kasetlerine ve video kameraya bakar gibi konuşuyordu. Bu kasetler, ışık evleri denen evlerde ve yurt-pansiyon gibi yerlerde, kendi taraftar gruplarınca izlenmesi için yapılıyordu. Bu abartılı jest ve mimikler, toplu histeriye kapılmış ya da kapılması gereken küçük grupların izlemesine göre planlanmıştı. Televizyondaki kalabalıklar için bir delinin hönkürmesiydi bu olanlar.
         Histerinin diğer bir özelliği de bulaşıcı olması ve kitleselleşmesidir. Hitler, radyo-sinema gibi vasıtalarla, evdeki, sokaktaki insanlara histerisini bulaştırıyordu. Fetö'nünki ise, çeşitli hücrelerde öbekleşmiş kendi topluluklarına yönelikti.
        Bu blogda, AĞLAMA CİHADI adlı yazımda da değinmiştim. Ağlamak batıda zayıflık, güçsüzlük olarak değerlendirildiğinden, Obama'nın (Türklerin deyimi ile) gözyaşlarını tutamaması, hem halefi Hilary Clinton'a oy kaybettirdi, hem de silahsızlanma lobisine destek kaybettirdi.

       Doğu toplumlarında ağlamak, empati yapmak gibi göründüğünden size oy ve destek kazandırır. Bu yüzden Fetö gibileri kendilerini ağlamak için zorlarlar.
       Hitler ise aşırı derecede öfke gösterileri, el kol hareketleri ile histerisini bulaştırmak çabasındadır.
        Sebebi de histerikleşmiş kitlelerin kolay kışkırtılması ve dolayısı ile kolay yönlendirilmesidir.
         Bu histerik yönlendirmeyi herkes yapar. Örneğin İtalyan dolandırıcı Ponzi'nin adı ile anılan piramit sistemi dolandırıcığında, sık sık toplantılar yapılır ve bu toplantılarda pek ciddi şeyler konuşulmaz. Bu toplantılarda heyecanlı başarı hikayeleri anlatılır, bolca  hey hey ile başlayan sloganlar atılır. Yılmaz Erdoğan'ın Neşeli Hayat filminde de olay kahramanı parasını böyle bir örgütlenmeye kaptırır.
         Histeri toplantıları dinlerde yapar. Batıda trans hali denen duruma, İslam'da vecd denmiş, bu histeri toplantıları için sema, cem, zikir bahane edilmiştir.
        Psikiatristlere göre histerik krizlerin (öfke,ağlama,bayılma vs) %80'i bilerek, %20'i de bilinçsizce oluşur. Kitlesel histerinin ise tamamına yakını, %99,9'u bilinçlidir.

   Mesela 1978 Aralığındaki Maraş katliamı, buna en iyi örnektir. Katliama infial deseler de,  katliam için hazırlıklar en az sekiz ay önceden yapılmış,  sırf bu katliamda halkı galeyana getirmek için Cüneyt Arkın'ın oynadığı  Güneş Ne Zaman Doğacak filmi çekilmiştir. Yapımcı ve yönetmen Mehmet Kılıç'ın ilk ve tek filmidir.
    Histerikler genelde krizin doğal olduğunu, kendiliğinden geldiğini söylerler. Histeri krizlerinin genel özelliği, en uygun ortam ve zeminde olduğunu söylemiştik.
      Mesela Fetö pek çok videoda, toplantı videosunda bir de Amerika'ya son gidiş videosunda birden ağlama krizine girer ve bayılır (ya da içi geçmek dediğimiz yarı baygın durumuna gelir). Tam doktor çağrılacakken de ayılmaya başlar. bu sırada etrafındakiler onu ayıltmaya çabalar.
        Tıpkı bazı dilenciler gibi. Genelde polis çağıracağım ya da ambulansı arıyorum dediğinizde bu dilenciler nedense birden ayılır ve ayaklanır. Hatta ambulans çağırmamanız konusunda ısrar eder.
        Faşizmin infial dediği kitlesel faşizan eylemler içinse, çok önceden hazırlık yapılır. Meşhur Kristal Gece'den evvel valiliklere, evlere yakın sinagogların yakılmaması uyarısında bulunulmuştu. Sivas katliamı öncesinde, belediye tarafından Madımak oteli önüne, tam da atılacak büyüklükte parke taşları yığılmıştı. On sene sonra ortaya çıkan  fotoğraflar da bazı kişilerin camiden benzin bidonları ile çıktığı görülüyor.
          Faşizan histerinin bir şartı da, mal yağmasına katılıp, ganimet alacaklarını bilmeleri, hiç ceza almayacaklarının kesin olmasıdır. Bu da unutulmaması gereken bir ayrıntıdır.



18 Eylül 2018 Salı

İKTİDARA GELMESİ 1-SPARTAKÜS VE DİKTATÖRLER


İKTİDARA GELİŞİ 1
SPARTAKÜS VE DİKTATÖRLER

            Geçen hafta ya da aydı,  Roma imparatorluğu ile ilgili bir belgesel izliyordum, konu da meşhur Spartaküs isyanıydı. Programın sunucu-yapımcısına göre isyanın kölelerin durumuna bir katkısı olmamıştı. Kölelik, aynı durumda hatta biraz da kötüleşerek devam etmişti.
          Sunucuya göre isyanın etkisi köle sahipleri üzerinde büyük olmuş, onların rahatını bozmuştu. Sürekli köle isyanından korkan Romalı aristokratlar, generallere yüksek yetkiler vermişler, onları önce diktatör, sonra da imparator yapmışlardır.
           Diktatör kelimesi zaten Latin dilinde başkomutan, sivillere bile emretme yetkisi olan, olağan üstü yetkileri olan general-mareşal demektir.
             Garip bir tesadüf,  Hitler iktidara gelmeden önce Almanya'nın en önemli komünist grubunun adı da Spartakistlerdi. Tıpkı Romalılar gibi Avrupalılarda, köle isyanlarının korkusundan generaller ve diktatörlere teslim olacak, bu sefer de diktatörlerin zulmüne uğrayacaklardı.
          Kaldı ki faşizm kelimesi bile, bizzat Mussoliini tarafından, Roma tarihinden ilhamla üretilmiştir.  Her faşizmde bir ilk çağ-orta çağ imparatorluğuna dönme ya da dünyaya düzen verme (Nizam-ı Alem) arzusu vardır.
          Bu orta çağ imparatorluklarına ait abartılı haritalar da ayrı bir konudur. Örneğin Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan, denize az kala durdum demişken, pek çok 2. Göktürk devleti haritası, Sahalin adasını da içine alır. Tarikatların bazı Osmanlı haritaları, ekvatorun üzerindeki tüm Afrikayı ve Osmanlı ile alakası bile olmayan pek çok ülkeyi içine alır.
             Biz Spartaküsler meselesine geri dönelim. Avrupa'nın faşizme teslim oluşu, sadece kendi faşizmlerini iktidara getirme değil, Almanya başta olmak üzere faşist işgallere teslim oluşları açısından da inceleyebiliriz.
          En başta Fransa'nın yenilmesi bir yan, uzak sömürgeleri ile Vichy hükumetine teslim olmasına ne demeli? Sadece Karayib adalarındaki  Fransız birlikleri (o da tahminim Amerika'ya yakın olmaları sebebi ile) De Goule'ün özgür Fransa birliklerine katıldı. Madagaskar adası dahil, diğer Fransa sömürgeleri, 1943'de Sicilya adası müttefiklerce işgal edilip, Mussolini iktidardan düşünceye kadar Vichy'e bağlı kaldı. Suriye'dekiler, İngilizlere karşı uzun süre direndi. Hatta Çinhindi (Vietnam, Laos Kampoçya) birlikleri , Vichy'in emri ile Japonlara savaşmadan teslim oldu.
            Bence asıl sebebi Almanlar gibi komünizmden korkmaları idi. Almanlar karşısında yenilmeleri neyse de, teslimiyetleri kendilerini komünizmden korumak içindi. Tıpkı Spartaküs isyanından sonra Romalı efendiler gibi. Bu teorime saçma diyorsanız, Müslüman Endonezya'nın, Hristiyan Doğu Timor'u işgalinin, ülkenin kilisesinde desteklendiğini hatırlatırım. Sebebi de ülkedeki komünizm tehlikesiydi. Ülkemizdeki fesli delinin, keşke Yunan galip gelseydi, o zaman halifelik kalırdı dediğini hatırlayın.
            Cevaplamaya çalışacağım diğer bir soru da, neden sosyalizm ya da komünizm değil de faşizm iktidara geldi?
           Bunun cevabını Lenin'den alabilirsiniz. Şöyle demiştir kendisi.,
         -Son tahlilde devrimdeki tavrınız, sınıfsal konumunuzla ilgilidir.
         Yani gerçekten işçi ya da proletaryaya değilseniz, gerçekten devrimci olamazsınız, özellikle iktidarın değiştiği anlarda.
         Türkiye'de atasözü olmaya başlayan bir cümle ile belirteyim; komünizm parayı, feminizm kocayı bulana kadardır. Toplumun gerçek anlamda proleter olmadığı toplumlarda sosyalist devrim gelmez.
         Gerçek bir proleter olmak için sadece alt sınıf olmak yetmez, sınıf atlamayı ya da çocuklarının sınıf atlaması umudu da kesmek gereklidir Sınıf atlama heveslisi bir vasıfsız işçi, sınıftan düşme korkusu yaşayan bir esnaftan daha burjuva ruhludur.
           Bu yüzden sosyalist devrimlerin tamamı ve devrimlerin de çoğu feodalitenin, kapitalizmle harmanlandığı ve alt sınıfa çıkış imkanı olmayan ülkelerde olur.

         1917'de Rusya'da olan tam da buydu. Boyar denen zadegan sınıf, Rusya'nın yüzde, belki de binde birinden az olan topluluk,  ülkede sınıf atlamanıza izin vermiyordu. Kökenleri feodal derebeyi aileleriydi. Ticaret, sanayi ve tüm yüksek bürokrasi onların elindeydi. Bu sınıftan doğmamış iseniz,  orduda ne kadar başarı kazanırsanız kazanın, binbaşılıktan öteye gidemez,  üniversiteden sonra akademik  kariyer yapamaz,  doktor olsanız bile hayatınız bir kasaba hekimi olarak geçerdi. Papazlıkta bile kardinallik, papalık gibi makamlar bu sınıfa ait idi.
          Bu yüzden Sovyet rejimi, işçi iken astronot olan Gagarin, Rus iç savaşında astsubayken harbiyeye girip mareşal olan Zukhov gibi kişilerin propagandalarını bol bol yaptı.

             1789 Fransız ihtilali için de benzer bir durum söz konusuydu. Derebeyleri toptan Paris'e taşınmışlar, yörelerinin icarları ve devletten aldıkları arpalık sabit gelir ile geçiniyor, ülkedeki çöküşle de pek ilgilenmiyordu. Devlet yönetiminde söz sahibiydiler ama devlet işlerini çok da önemsemiyorlardı. Onları çok öven Balzac bile bu sınıfı övmeye anca ölürken köy türküleri yerine operalar söylemek, birbirlerinin karılarına-kocalarına aşık olmaları haricinde onları övecek pek bir şey bulamamıştır.
          Sonrasında da Fransız aristokrasisi ve burjuvazisi, iki de bir isyan eden proleter yığınlara karşı ilk modern diktatör olan Napolyon'u başa getirmişlerdir.
          Hitler'in (ve Mussolini, Salazar, Franco gibi diğer faşist diktatörlerin) aynı dönemde iktidara gelmeleri de bu açıdan tesadüf değildir. Nasıl ki Roma aristokrasisi,  Spartaküs isyan sonrası kölelerden korkup, diktatörleri imparator yapmışa, Avrupa burjuvazisi de, işçilerden korkup pek çok vasıfsız şahsı diktatör devlet başkanı yapmıştır.
          Hegel'in dediği gibi tarihten öğrenilecek şey, tarihten hiç bir şey öğrenilmediğidir. İktidara gelen diktatörler, zulüm yaparken aristokrasiyi de pas geçmemiştir. Aristokratlar arası kavga ve entrikaları da  bahane ederek, onların mallarını ve canlarını almıştır. 
             Gerçekten isyan etmek için, gerçek köle ya da proleter olmak gerekir demiştim ya.  Romalı senatör ve filozof Seneca, German kabilelerinde mülkiyetin olmadığını, insanlığın bu şekilde daha mutlu olabileceğini yazmıştır. Oysa kendisi, hiç gitmediği İngiltere'de sömürü düzeni kurarak, Roma'da çok zengin biri olarak yaşamış, Roma devletinin siyaset entirikalarına karışmış ve zalimliği ile meşhur Neron'un emri ile intihar ederek ölmüştür.
          Bir zengin sosyalist olabilir mi derseniz, bu konu o kişi sosyalist devrimden sonra ne olacağı ile ilgilidir. Devrimden sonra sanayi bakanı olacaksa, bir sanayici de sosyalist olabilir. Devlete ait lüks döşenmiş bir lojmanda kalır, çocuklarının da iyi bir mevkiye gelmesini garanti eder.
          Yoksa öyle lüks evini bırakıp, 40-50 metre kare apartman dairesine taşınacak, arabasını bırakıp, toplu taşımaya binecek,  hatta bir lira daha ucuz diye dolmuşa binmeyecek, otobüse binecek falan,  zor iş.
      İşte o zaman Frederich Engels bile devrimci kalmaz.

      

14 Eylül 2018 Cuma

İYİ ZENCİ DURUMU-OTHELLO SENDROMU


İYİ ZENCİ SENDROMU-OTHELLO SENDROMU

            Bütün faşistler gibi Hitler'de iyi azınlık, kötü azınlık ayrımı yapıyor ve Yahudilerden iyi azınlık olmayacağını anlatıyor. Avrupalıların iyi azınlıkla ilgili edebiyatları devasa bir külliyatı doldurur. Benim bulabildiğim en eskisi Shaespeare'nin ünlü oyunlarından Othello'dur.
         Othello aslında basit bir aşk ve kıskançlık hikayesidir. Kendisi Venediklilerin sömürgesi olan Kıbrıs'ta, Magosa kalesinin komutanı ve şehrin valisidir. Oyunun başında da Osmanlı'nın fetihten önceki başarısız bir fetih teşebbüsüne de atıf yapılır. Karısı Desdamona ile arası, veziri hain İago'nun fitneleri yüzünden bozulur, kıskançlık ve nefret entirikasıdır oyun.
         Oyunun sonuna doğru Othello, İago'yu  öldürürken, gençliğine devletine küfreden bir Arapı'da böyle öldürdüğünü söyler. Burada Othello'nun bir Arap, daha doğrusu Mağripli ve bir ihtimalde zenci olabileceğini de belirtelim. (Elimizde hakkında fazla bilgi yok)
       Othello, çok da iyi bir zenci değildi zira Venedikli soylu bir kadınla evlenmişti. İdeal zenci, zenci ile evlenir, zenci gibi yaşar, beyazlara canı gönülden hizmet eder, beyazların refahında gözü olmaz.  Batı edebiyatının ve filmciliğinin iyi zencilere dair geniş bir literatürü vardı.
      Zenci derken, ötekilenmiş, lanetlenmiş tüm azınlıkları kast ediyorum. Bu deyimi de bir kaç farklı Amerikan filmi seslendirmesinden duymuştum. Zenciler, beyazlara fazla itaat eden ırkdaşları için söylüyordu bu tanımı.
         İyi zencilerle ilgili olarak beyaz adamların külliyat oluşturacak kadar çoktur. Bu öykülerde zenciler, beyaz dostları için ölümü göze alır, onları zengin eder, onları kollar ama kendileri asla beyaz olmaya özenmez, beyaz kadınları arzulamaz, inancı bile aynıdır. Müslüman ya da Hindu ise vaftiz olup, İsa Mesih'in yoluna girmez.
                Rudyard Kipling'in bir öyküsünden özellikle bahsetmeliyim. Okuyalı epey oldu, adını unuttum. Öyküde bir İngiliz subayının Sih bir hizmetkarı vardır. İkili çok samimidir, İngiliz, ortamda baş başalar iken bu Sih'e yaşına hürmeten baba demektedir.
             Derken Boer savaşı başlar Güney Amerika'da. Boerler, Hollanda kökenli, ta 17. yüz yılın başlarında, Portekizliler bölgeyi keşfetmelerinin ardından yüz yıl bile geçmeden, Portekizlileri bölgeden kovan Hollanda, bir yüz yıl kadar da bölgede kendileri egemen olmuştur.
               Sonraki yüzyıllarda Hollanda kökenliler, yani Boerler, İngiliz egemenliğini benimseyememiş ve iki kere Boer savaşı olmuştur ki bu bahsedilen 2.dir. 1899-1902 yılları arasında koca İngiliz imparatorluğunun bir avuç Hollanda kökenli köylüye karşı bu savaşı, bu devlet için 1.,2. dünya savaşları ve Napolyon savaşlarından sonraki en büyük kayıplı  savaşıdır.
            İşte subayımız bu savaşta ölür ve sadık hizmetkarı da efendisini intikamını almaya karar verir. İntikamını da İngilizler gibi alacak, asi Hollandalıların çocuklarını öldürecektir.
          Tam o sırada efendisinin  hayaleti gelir ve yapma der, bu beyazların kendi savaşı, beyazların savaşına karışma der. Baba itiraz eder, çünkü Hindistan'da ölen İngilizlerin intikamı böyle alınmaktadır.
            Subayın hayaleti ise hayır, karışma, bu beyazların kendi meselesi der, Sih de beyaz kadın ve çocuğu bırakır.
         Kipling'in kısa hikayesi, ırkçı Avrupa'nın çığlığıdır. Biz beyazlar kendi aramızda kavga etmeyelim, edeceksek de kendi kurallarımızla edelim,  kardeş kardeş dünyayı paylaşalım çığlığıdır.
        Oysa bu çığlık boşunadır. İngiltere, Kanada ve Hindistan'ı Fransızların elinden aldıkları yedi yıl savaşlarından bile daha fazla kayıp vermişlerdi bu savaşta ve çok acımasız olacaklardı.
          Öyle ki Boer halkının tahminen en az %40' ını  katletmişlerdi. Boer savaşını, her ne kadar Türk milleti pek bilmese de, bizim tarihimiz ve Nazi tarihi için de  önemlidir.
          Dünya tarihindeki ilk toplama kampı, Boer savaşında kullanılmıştır. İddia edilene göre 1. Dünya savaşında Osmanlı ordusunda bulunan Aman generaller, Boer savaşından ilhamla Ermeni tehcirini tavsiye etmiş.
            Dahası bu ilhan Nazilerin meşhur toplama kamplarına bile ilham olmuş. Aslında Avrupalılar,  2. Dünya savaşından çok sonra bile, sömürgelerinde büyük katliamlar yapmışlardı. Bütün bu katliamları, hukuksuzlukları, yerli halk üzerinde yapmışlardı. İşte Kipling, buna isyan etmişti.
            Biz gene iyi zenci problemine dönelim. Dediğim gibi batının bu konuda geniş bir külliyatı vardır. Özellikle Jack London'un bu tip yerliler ile ilgili bir sürü kısa hikayesi vardır.
          Bir de bazı iyi zencilerin, itaat etmeliyiz konulu eserleri vardır. Mesela Amin Maruf'un Doğunun Limanları adlı romanı. Aksi gibi Maruf'un ilk okuduğum kitabı oldu ve bu sayede de son okuduğum kitabı oldu. Meşhur Semerkan'ını bile merak edip, okumadım.
          Romanda Lübnanlı olduğu halde Fransızların Nazilere karşı direnişine katılmış bir Müslüman Arap anlatılıyordu. Savaştan sonra ülkesine dönüyor, bağımsız Lübnan yanlısı ve eroin tüccarı kardeşine karşı çıkıyordu. Roman resmen şu Fransızlar keşke Lübnan'ı tekrar yönetse der gibiydi.
           Beyaz adamın iyi zenci özlemi hiç bitmez. Amerikan filmlerinde beyaz olmayanlar hep aptalca bir fedakarlık yaparak ölür.
        Ilımlı İslam ve dinler arası diyalog  saçmalıkları da iyi zenci yaratma projesidir ve büyük ölçüde de başarılı olmuştur.
        İyilik demişken, benzer bir konuyu da bu başlıkta anlatacağım.
         Azınlıkları toptan kötü görmek gibi,  toptan iyi görmek de bir çeşit faşizm. Bizler şeytan tohumu olmadığımız gibi sevgi böceği de değiliz.
           Özellikle Alevilik konusunda böyle bir algısı olan bir kitle var. Muhtemelen din adamları tarafından yıllarca çok kötü tanıtıldığımızdan, bir süre içimizden aramızda yaşayınca, bizi hepten kanatsız melek olarak görüyorlar.
        Bizzat kendi akrabalarımdan biliyorum ki öyle değiliz. Bu tipler sonra kötülüğe uğrayınca, o grubun tamamını suçluyorlar.
     Ben de yıllarca taşrada okumam ve çalışmam yüzünden, sağcı, Sünni Türklerin arasında yaşadık. İyilik gördüğüm de çok oldu, kötülük gördüğüm de. Şimdi hepsi birden aynı kanaate varmam uygun mu? Değil tabi ki.
        Bizler de sizler gibi insanız, iyimiz de var, kötümüz de. Ayrıca alt sınıf olmak zorunda değiliz. Devlet memuru olma, memuriyette yükselme, general, vali, bakan, başbakan vs olma (seçilmemiz ve liyakatimizin uygun olma durumunda) haklarımız var.
        

13 Eylül 2018 Perşembe

Müzekart Nedir



Müzekart Nedir
Sevgili dostlarım, malumunuz devletimiz müze ve ören yerlerinin girişlerine zam yaptı.
Bununla beraber müzekarta da zam yaptı. Gene de müzekart daha tasarruflu ve pek çok kişi bu müzekartı bilmiyor.

Müzekart Nedir bende tanıtmaya karar verdim.

Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim.
Bu kartı bir kere alıyorsunuz ve bir yıl boyunca kültür bakanlığına bağlı tüm müze ve ören yerlerini istediğiniz kadar ücretsiz geziyorsunuz.
Bedeli ben en son aldığımda tam 40, öğretmen-öğrenci 20 ve + (plus) da yanılmıyorsam 50 liraydı.
+’ının çok bir artısı yok, müze mağazalarında, DÖSİM denen kültür bakanlığına bağlı mağazalarda ve özel müzelerde çeşitli, çoğunlukla ufak indirimler alıyorsunuz.
Ek olarak, İş Bankası Maximum kart, Kültür Bakanlığı ile sözleşme gereği doğal müzekart.
Kredi kartınız İş bankası ise zaten müzekarta sahipsiniz.
Bu para çoğunlukla pek çok meşhur ören yerinin bir kerecik giriş ücretinden ucuz.
Pek çok müzenin girişinden de bu kartı edinebiliyorsunuz. Hatta bazılarında kimliğinizdeki foto otomatik olarak karta işleniyor.
Para hırsındaki iktidar bundan vazgeçebilir. Vakit varken almak lazım. (Ben her sene alıyorum)