24 Eylül 2018 Pazartesi

EYŞAN DİPLOMASİSİ VE SURİYELİLER


Ezel dizisi 2009-2011 arasında Türk televizyonlarında yayımlanmış, yüzden fazla ülkeye de ihraç edilmiş, tüm dünyada bilinen bir Türk dizisidir. Dizi, çok kabaca Alexandere Dumas’ın ilk yazılmasından yüz elli yıldan fazla bir zaman geçmiş Monte Kristo Kontu romanının bir adaptasyonudur. Bizim konumuzsa ne bu roman, ne de bu dizinin genel anlamda konusudur.

                Dizinin kadın karakteri Eyşan’ı, çöküş dönemi Osmanlı ve Osmanlı taklidi iktidarın diplomasisini anlatmak için bir metafor  (mecaz-eğretileme) olarak kullanacağım. Dizideki Eyşan karakteri, özellikle 2. Sezonun ikinci yarısı boyunca üç erkek arasında gelip, gidiyor, sürekli onlara ihanet ediyor, sürekli taraf değiştiriyordu.
                Osmanlı’nın, hele de Abdülhamit’in o çok övülen denge diplomasisini ben Eyşan’ın tavrına benzetiyorum. (Burada lafım dizi karakterine, yoksa karakter hayat veren Cansu Dere’ye bir lafım yok. Başarılı oyunundan dolayı da kendisini tebrik ederim.) Bu tavrın sebebi, Osmanlı’nın bilimde, sanayide, felsefe ve sanatta geri kalıp, gittikçe daha fazla güçsüzleşmesi; buna karşın da emperyalist heveslerinin sürekli artmasıydı. Yenileme adına orduda değişiklikler yapıyor fakat halkı eğitmediği için de bu ordu çok işe yaramıyordu.
                İlk başta uzun süre, yüz yıl kadar Rusya’ya karşı İngiltereyi yanına aldı. 93 Harbi de denen 1878-79 Osmanlı Rus savaşından sonra İngiltere, Osmanlıyı desteklemenin boşa enerji kaybı olduğunu anladı. Bir de 1870 yılında Prusya önderliğinde birleşip, Fransayı yenerek kurulmuş olan Almanya, ciddi bir sanayi ve askeri güç olmaya başlamıştı. İngiltere, bu yeni deve karşı Rusya ile işbirliği yapmaya, Osmanlı’yı da harcamaya karar verdi. Osmanlı da bu sefer Almanya ile yakınlaştı.

                Aslında Osmanlı gerileme, hatta duraklama devrinden başlayarak, her askeri yenilgi sonrası taraf değiştirme, herkese mavi boncuk dağıtma politikasını benimsedi. Sonuçta kimsenin güvenmediği bir devlet oldu.
                Birinci Dünya savaşı başladığında, hatta başlamadan çok evvel, daha Avusturya-Macaristan veliahdının suikastından önce Osmanlı umutsuzca savaşa İngiltere saflarında girmek için çabaladı. Oysa meşhur Riga görüşmesinden beri Osmanlı artık mirası paylaşılacak hasta adamdı.
                Osmanlı’da mecburen Almanya ile müttefik oldu. Çünkü bir taraf ile müttefik olmazsa savaştan sonra paylaşılacaktı. Ancak Osmanlı, Almanya için müttefik değil Eyşan’dı ve pek bir değeri yoktu.
                Almanlar için Osmanlının tek değeri, mümkün olduğunca müttefik (Rus, Fransız, İngiliz) askerini oyalamasıydı.  Bu yüzden Osmanlı birliklerini yöneten Alman generaller, mümkün olduğunca çok askeri savaş alanına sürdüler ve mümkün olduğunca Türk askerinin ölmesini sağladı. Kanal seferinin başarısız olunacağı belliydi. Tek amaç bölgede devasa bir İngiliz tümeninin kalmasını sağlamaktı.
                Sonuçta dizideki Eyşan nasıl öldürüldüyse, Osmanlı’da Sevr porselen fabrikasının dibinde öldürüldü.
                Giriş bayağı uzun oldu, nihayet sadede gelebildik. Şimdilerde de Neo Osmanlının hızlandırılmış versiyonunu izliyoruz.  Özellikle Suriye konusunda daha iyi görüyoruz. Rus uçağının düşürülmesi emrini ben verdimden, Rusya’dan S-300 füzeleri almaya ya da Amerika ile aramız hiç olmadığı kadar iyiden, dolar ile burun silmeye geldik. Şimdi de İdlip meselesinden tekrar Amerikancı olduk. Ülkemizin yönetimi Eyşan’ın sevgili değiştirmesinden daha hızlı taraf değiştiriyor.
                Son aşamada işin doğrusu Esad (Esed de diyelim) Suriye’de savaşı kazandı, son İdlip, PKK’nın elindeki birkaç bölge ve Zeytin Dalı operasyonu (hani A.B.D büyükelçiliğinin önündeki sokağa adın verilen  sokak) bölgeler, acı gerçek, oraları da alacak. Sonuçta Türkiye, Eyşanlık yaparak tekrar Amerika ile müttefiki olsa bile bu değişmeyecek.
                Gelelim başımızı ağrıtacak asıl meseleye. Esad yakında halkını da isteyecek.

                Suriye’nin tekrar toparlanması için iş gücüne ihtiyaç var. Yunanistan ve İspanya, iç savaşları sonrasında, özellikle göçle, büyük miktarlarda nüfus kaybettiklerinden, uzun süre kalkınamadılar. Özellikle Yunanistan bunun sıkıntısını çok yaşadı. 1920’lerde Türkiye 13-14 milyonken, Yunanistan 4,5 milyon civarıydı. Türkiye şu an 8o milyonu geçmişken, Yunanistan (Oda Rusya ve Gürcistan’dan 1990 sonrası aldığı göçlerin de yardımıyla) daha yeni 10 milyon civarına ulaştı.
                Ayrıca bu işgücünün rica minnetle değil, kendi rızaları ile gelmesi, bunun için de Türkiye başta olmak üzere yaşadıkları ülkeden zorla gönderilmeleri de şart. Olay sadece Esed’in vatandaşlarını geri istemesi değil. Devlet Bahçeli, Suriyelilerin geri döndürülmesi gerektiğini söylemeye başladı. Reis de o kadar Suriyeli ve Afganlının üzerine gelecek üç milyon kadar İdlipli’yi ekonominin kaldıramayacağını söylemeye başladı.
                Muhaliflere de burada görev düşüyor ve ben de kendi çapımda uyarmak istiyorum.

                Zira iktidar 6/7 Eylül katliamında olduğu gibi suçu muhalefete atabilir. Kabataş yalanı gibi her an ortaya çıkar diyebilirsiniz. Bu ortaya çıkma, kumpas davalarındaki gibi pek çok bedel ödendikten sonra da olabilir.
                Suriyelilere yönelik bir faşizan öfke fırtınası sadece Suriyeliler ve diğer Arap-Arap ülkesi vatandaşlarına değil, ülkemizdeki tüm mülteci ve başka ülke vatandaşlarına da bulaşma tehlikesi vardır.
                Ülkemizi yakacak ateşin tutuşturucusu veya gaz dökücüsü olmamalıyız.  Bu yüzden sosyal medyada, video-foto yorumları dâhil,  hiçbir nefret söyleminde bulunmamalı, bulunması için de gücümüz yettiğince engel olmalıyız.
                Karanlığa karşı mücadelede pes etme hakkımız yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder