19 Nisan 2021 Pazartesi

ARJAAN 2(ARZHAN) KURGANI-TÜRKLÜĞÜN GÖBEKLİTEPESİ

 


2019'da, Rusya Konfederasyonunun Tuva bölgesinde bir kurgan kazıldı. Kurganı İsviçreli bir profesör, uydu görüntülerinden keşfetti. Buna uzay arkeolojisi deniliyor. Türkiye'de yapılıyor mu, bilmiyorum.

Orta Asya-Sibirya tarihine dair, Kaşgarlı Mahmut ve benzeri orta çağ Arap yazarlarının tezi vardır. Aslında bölgede pek çok tarihi eser varmış ama özellikle mezarlar, değerli eşyalar yüzünden yağmalanmış. Bu kurgan da teorinin  ispatı. Etrafındaki diğer kurganlar tamamen ya da kısmen yağmalanmış. Arzhan 2 ise fark edilmediği için bu güne kadar sapasağlam kalmış.



Kurganda genç yaşlarda (tahminen 25 civarı) ölmüş genç bir prens ya da kral, eşi (tek gömülmüş ve üzerinde bolca altın ziynet var), sekiz tane cariye ya da kuma, üç yüze yakın da asker, beraber gömülmüş. (Muhtemelen ölüm sonrasında ona eşlik etmesi için.). Kalıntılarda toplan yirmi üç buçuk kilo civarında ağırlığı olan altın takılar ve bir sürü savaş ve yaşam malzemesi bulunmuş. Arkeologlara göre tahminen milattan önce 8-9. yüz yıllara tarihliyorlar  bu alanı. İşte burayı Göbeklitepe gibi efsane eden de bu.

Göbeklitepe, dinler tarihi, özellikle de Ön Asya dinleri üzerine bildiklerimizi silip, üç bin yıl kadar da geriden başlatmışsa, bu kurgan da, Orta Asya-Sibirya devletleri hakkında bildikleri misi 4-5 yüzyıl öncesine götürüp, hepsini de baştan yazılmak üzere silmiştir.

Olayın ciddiyetini şöyle yazayım. Büyük Hun İmparatorluğunun tarihi beş yüz yıl kadar geriye gidebilir.



Genç bir prens ya da kral, eşi, bu kadar çok cariye, asker, savaş, eşya ve takı ile gömüldüğüne göre, en az Türkiye ya da daha büyük bir alanın hükümdarı olabilir. Hun imparatorluğu, onlar Çinlilerle ilişkiye geçmeden evvel de büyük bir devlet olmuş olabilir.



Yazık ki kurganın keşfi son derece talihsiz bir zamanda oldu. Türk kelimesini kullanmak istemeyen bir iktidar ve yıllarca Türkçülük siyaseti yapmış (yeni neslin deyimiyle Türkçülüğün ekmeğini yemiş) ortağı, bu olayı iyice görmezden geliyor. Oysa oraya Türk arkeologları ve antropologları yığılmalı. Zira Orhun abidelerinde adı geçen Ötüken ormanı, bu günkü Tuva olabilir. Bölgenin maden zenginliğine bakılırsa, Ergenekon'da burası olabilir. (Aslında Kırgızistan-Tamgalı'nın da Ergenekon olma ihtimali var. Zira bölgenin binyıllarca bir çeşit dini ziyaret-hac mekanı olduğu belli. )



Keşif, Orhun Yazıtları, Kazakistan-Altı Adamından sonra Sibirya-Orta Asya arkeolojisinde üçüncü en önemli keşif ama Türkçü veya Türkolog geçinenler bile keşfe ilgisiz.

Diğer yandan da uydu ya da uzay arkeolojisi, Türkiye'de de kullanılabilir. Türkiye'de el ya da ayak değmedik yer kalmadı diye düşünebilirsiniz ama halen keşfedilmemiş çok yer var. Mesela Luvilerin varlığı ve Hitit öncesi Anadolu medeniyetleri daha yeni yeni konuşulmakta. Hititlerin bir dönemki başkenti Tarhuntassa nerede halen bilmiyoruz.  Mısırlılarla savaşı yönetmek adına, Toroslarda bir yerlerde olduğunu tahmin ediyoruz. Frig alfabesi halen çözülmedi ve Frigleri, Yunan efsanelerinden tanıyoruz.



Türkiye'nin batısında bile, yerleşim yeri olmayan geniş alanlar var. Mesela Eğirdir ve Beyşehir  göllerinin arasındaki Dedegül dağlarında yerleşim yoktur ve Isparta ili içinde,  Beyşehir ve Eğirdir gölleri arasındaki dikdörtgene benzer araziyi, kuzey batı, güney doğu ekseninde çapraz çizerek yürürseniz,  120 kilometre, bir insan yerleşimine rastlamadan gidebilirsiniz.  Ankara-Çankırı il sınırı ve Nallıhan-Bolu arazisindeki arazi de benzerdir. Eğirdir gölü, bu günkü sekiz (8) rakamına benzeyen şeklini, Osmanlı döneminde almıştır ve son tarihi araştırmalara göre meşhur Miryakefalon savaşının yapıldığı yer, gölün dibinde, gölün iki yarısının birleştiği yerde su yolunda olmuştur.



Muhtemelen doğu bölgemizde böyle araziler daha çoktur.

Bu yazıyı yazmak uzun zamandır aklımdaydı. Ben de bu yerden yaklaşık 5-6 ay önce, Magma dergisi vasıtası ile haberim oldu. Aklımda iken ülke gündemi değişti. Arada da ben bu konuyu unuttum.

Oysa ülkemiz, muasır medeniyetler seviyesine ulaşacaksa, iki eli kanda olsa, bilim, felsefe ve sanat ile ilgilenmeli.



15 Nisan 2021 Perşembe

SUÇLULUK DUYGUSU İLE İNSANLARI YÖNETMEK- 4 ERİL FAİLLİK

 


Geçen yılın son günlerinde twitter'da  yer yerinden oynadı. Yirmi kadar kadın, Hasan Ali Toptaş başta olmak üzere bir çok yazarı tacizlikle suçladı, ifşa etti. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/01/twitterda-kizkardeslik-hareketi.html ) Bu olaydan sonra Hasan Ali Toptaş bir garip tweet yazdı. Özür mü, itiraf mı olduğu bu tweet, kamuoyunu sakinleştireceğine, iyice Hasan Ali Toptaş'a cephe açılmasına yol açtı.

Normalde bir suçumuz ya da kabahatimiz olduğunda, hatta başımıza bir felaket geldiğimizde ilk tepkimiz inkar etmek olur (suçlu ya da masum olalım). Psikolojide bile travmatik bir olayda ilk devre şok, ikinci devre de inkar devresidir. Eğer bir insan, suçu inkar etmiyorsa, delillendirileceğini bildiğindendir. Yani bu olayı bilmese de tahmin ediyordu. Muhtemelen inkar ettiğinde bir veya daha fazla video-foto falan gelecek,  daha beter rezil olacaktı.

Yaptığı açıklamada, kendi icadı bir kelime, daha doğrusu kelime tamlaması olay oldu; eril faillik. Şu cümleye bir bakalım:  "İnsan eril failliğin ne olduğunu anlayana kadar karşı tarafta ne büyük yaralar açtığını bilmeden, fark etmeden, düşünmeden hatalar yapabiliyor" .

Özetle, ben yapmadım, pipim yaptı, ya da erkektir yapar ideolojisen sığındı. Özetle erkekliğim (eril) aktif, fazla yaklaşırsanız yaparım (fail) dedi. Bu dediğini yıllar önce doksanlar, seksenler, yetmişlerde falan deseydi, paçayı yırtardı.

Mesela 1975-80 arasında Türk sinemalarını işgal eden, bu çağda ne komedi, ne erotik  olarak izlenen ve sadece adları ilgi çeken (Dolapta Pekmez Yala Yala Bitmez, Beş Dakka'da Beşiktaş, Fırçana Bayıldım Boyacı, Bakireler Çiftliği vs) o berbat filmlerin kadın oyuncuları (Karaca Kaan, Feri Cansel, Zerrin Egeliler, Arzu Okan vs) furya bittikten sonra toplumdan ve film dünyasından dışlandılar. Pek çoğu hastalıktan ve yoksulluktan öldü. Ya aynı filmlerin erkek oyuncularına ne oldu (Bülent Kayabaş, Ali Poyrazoğlu, Aydemir Akbaş, Salih Güney vs)? Aynen işlerine devam ettiler. Çünkü onlar erkektiler ve yaparlardı.

Bu mantık, o kadının o saatte orada ne işi vardı mantığıyla aynıdır. Erkektir yapar, sen kendini koruyacaksın, çünkü pek çok din (İslam'da dahil) tanrı ya da Allah kadar, erkekliğe de tapar. Pek çok ülkede pratikte erkeklere zina ya da tecavüze ceza yoktur. Mesela meşhur recm (toprağa gömülüp, taşlanarak öldürülme) cezası çoğu kez erkeklere uygulanmaz çünkü erkekler beline, kadınlar göğsüne kadar gömülür. Sonuçta erkek kazarak kendini kurtarır, kadınınsa şansı yoktur.

Türkiye'de zina neden suç olmaktan çıktı, biliyor musunuz? Çünkü anayasal olarak kadına ve erkeğe aynı ceza verilmek  zorundaydı. Oysa ceza erkeğe altı ay, kadına altı yıl hapisti. Sonra zinanın tanımı da kadın ve erkek için farklıydı. Kadının, başka bir erkekle el ele tutuşması bile zina sayılırken; erkeğin, başka bir kadınla ve herkesin bileceği şekilde beraber yaşaması zinaydı. Sonuçta zina suçuna  eşitlik uygulanmazdı. Devletin bekçisinin koruduğu resmi genelevlere giden erkeklere mi ceza verilecekti?

Sonra uzun yıllar yürürlükte kalan, tecavüz ettikten sonra evlenip, kurtulma olayını halen isteyenler var. O olayla ilgili korkunç bir ayrıntıyı anlatayım. Hastanenin birinde bir hizmetli, bir kadını, doktorum deyip, bağlayıp, tecavüz ediyor. Sonra kadına, adamla evlenmesi teklif ediliyor. Kadın da, doktor olsaydı evlenirdim, hademeyle (o zaman hizmetlilere hademe denilirdi) evlenmem diyor. Olayın korkunçluğunu görüyor musunuz? Adamın suçu tecavüzcü olmak değil, doktor olmamak ya da kurbanını kendine uygun sosyal sınıftan seçmemek.



İslamcılar türbanı ve çarşafı da benzer sebeplerden savunmaktadır. Bir ara internette sık dolaşan bir fotoğraf vardı. Biri üzeri kağıt sarılı, diğeri de açıkta iki lolipop. Sinekler açıktaki lolipopa gidiyor. Aslında bu karikatür, kadınlardan çok erkeklere hakaret içermekte. Erkekleri cinsellik konusunda şekere saldıran sinekler olarak göstermekte. Biz de toplum olarak bunu  böyle olduğunu kabul etmişiz.

Oysa pek çok şeyi insani ve evrensel sansak da,  başka toplumları tanıdıkça, kendi toplumumuzun bir parçası olduğunu anlarız. Bazen de toplum değişir o şeyin öyle olmaması gerektiğini anlarsınız. Mesela doksanlarda, seksenlerde ve daha öncesinde kadınlar aldatılmalarına rağmen, dayak yemelerine rağmen kolay kolay boşanmazlardı. Hatta erkeklerin açtığı boşanma davalarının yıllarca sürmesi meşhurdu. Sonra doksanlar ve iki binli yıllarda  hem ekonomik krizler boşanmaları arttırdığı, hem de kadınlar baba evine maaşları ile geldiğinden, boşanmış olmak, sıradan bir durum oldu. Sonra da kadınlar aldatmaya ve dayağa katlanamaz oldu. Erkekler de öyle eskisi gibi göstere göstere zamparalık yapamaz oldu.
Geçenlerde 14 yıldır Kanada'da yaşayan bir Türk kadını, sosyal medyadaki hemcinslerine hiç tacize uğradınız mı diye sordu ve ardından da kendisi 14 yıldır hiç tacize uğramadığını yazdı. Uğramaz tabi, oralarda eril faillik ya da erkektir yapar durumu yok.
Aslında ülkemizde de öyle eril faillik yok, Rahmetli Erdal Atabek'in kitabının adı gibi Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık vardır. Köpeksiz köy bulup, değneksiz gezmek vardır. Saldırganlar, saldırdığı için suçludur, kurbanlar kışkırttığı için değil.
Son olarak bu olayda Toptaş'ı İslamcılar savunmaya çalıştı. Bir kaç ay sonra da bir kararname ile İstanbul Sözleşmesi feshedildi. Sizce tesadüf mü? Toptaş'da aslına ciddi bir şekilde geleceğin Orhan Pamuk'u olarak yetiştirilmekte idi ama artık tarihe gömüldü. Bu son açıklaması da bence bunun göstergesi oldu. 
(Buradan kışkırtılmaya bağlayacaktım ama yazı yeterince uzun oldu)



12 Nisan 2021 Pazartesi

ÜCRETLİ ÖĞRETMENLİ SORUNUMUZ

 


Bu ücretli öğretmenlik konusunu bir daha yazmak istedim. Çünkü ücretli öğretmenlikte ısrar, ülkemizdeki zaten düşük olan eğitim kalitesini daha da düşürmekte. Üstelik bu uygulama zannettiğiniz gibi ıssız dağ köyleri ve sapa ilçelerle sınırlı bir uygulama değil. İl merkezi ya da büyük şehirler bir yana, proje, kaliteli hatta tarihi denilen okullarda bile sık görülen bir uygulama.

Milli eğitimin bu uygulamanın yaygınlığına göz yumması ve hatta bence teşvik etmesinin birinci sebebi, ucuz emek politikasıdır. Hatta bundan bahsetmiştim. (https://habergalerisi.com/2020/12/11/ucuz-ogretmenin-ya-da-iscinin-yahnisi/ )Bu şekilde sadece ders ücreti alan öğretmen, kadrolu bir öğretmenden çok daha ucuza çalışmakta. Bu ucuz öğretmen de, kalitesiz iş yapmakta.

Oysa o yazıda anlatmadığım başka bir olgu da, ücretli öğretmenliğin,  yerel siyasetçilerin elinde bir silah olması, pek çok işsizin bir şekilde geçim kaynağı olması ve bu ücretli öğretmenliklerin, il-içe milli eğitim bakanlıkları tarafından ulufe dağıtılır gibi dağıtılır. Bazı yerlerde ücretli öğretmenliğe birilerini bulmak zorken, bazı yerlerde yıllardır aynı okulda ücretli öğretmenlikle geçinenler vardır.

En fazla ücretli öğretmen çalıştırılan dersler, okul öncesi (anaokulu), İngilizce, Almanca ve bilgisayar dersleridir. Öğretmen olarak atama yapmaya bin türlü belge, pedagojik formasyon,  yüksek lisans falan isteyen milli eğitim; bir sürü lisans, ön lisans mezununu bu şekilde çalıştırmakta. Pek çoğu eğitim yada fen edebiyat mezunu olmak bir yana, tavukçuluk,  arıcılık, işletme, iktisat gibi alakasız bölümlerden mezunlar. Önemli bir kısmı da, bazı önemli memurların ev hanımlığı yapan eşleri,  iş arayan çocukları falan.

Ücretli öğretmen isteyenlerin sayısı, işsiz üniversite mezunları ile orantılı. Mesela polis alımlarında bir anda ortalıkta ücretli öğretmen kalmıyor. İki yıl kadar önce de, Almanya, Türk beyaz yakalılara kapılarını açınca, ücretli Almanca öğretmenleri gidince, Almanca öğretmeni kıtlığı olmuştu.

Ücretli öğretmenlik, hem aynı kurumda aynı işi yapanlar arasında bir sınıf farkı yaratıyor, hem de ücretlendirme ve sigortalama şekli çok ahlaksızca. Bir kere girdikleri ders saatine göre ücret alıyorlar.  Bu, bir imamın kıldırdığı namaz rekatına göre maaş alması gibi bir şey. Hatta daha saçma. Sırf aldığı ders artsın diye ilgili-ilgisiz bir sürü ders, ücretli öğretmene yükleniyor.

Ülke olarak eğitimi düzeltmemiz acil iş oldu. İlk yapmamız gereken de öğretmenlik mesleğine layık olduğu onuru vermek, bunun için de yapılması gereken, ücretli öğretmenliği kaldırmak ve öğretmenlikte tek ve asil modeli yaygınlaştırmaktır.


10 Nisan 2021 Cumartesi

MARTİN EDEN VE SINIF ATLAYAMAMAK



 DEĞİŞİM

Ince uzun bir hayvan,/ çarpıyor çarpıyor çarpıyordu kendini taslara, canımı sıkılıyor canim çekişiyordu yoksa? yok efendim dedi yanımdaki adam, gömlek değiştiriyor yılan bu hallerden anlarız dedi az çok, bizde sınıf değiştirmiştik bir zaman: (Can Yücel)

Bu şiirden de anlaşılacağı gibi sınıf değiştirmek zor iştir. Ortalıkta bir sürü aslınca Can Yücel'e ait olmayan Can Yücel şiiri dolaşırken, bu şiirin pek bilinmemesi de bahtsızlıktır.

Şiirde de anlatıldığı gibi, sınıf atlamak zor iştir. Sadece para kazanmanız yetmez, o sınıfın alışkanlıklarını da öğrenmeniz gerekir. Alt sınıf insanlar, sürekli bir sınıf atlama çabasındadır. Pek çok kere bu çabasında başarısız olur, bazen de pişman olur.

Amerikalı biri ile tanışsam, Jack London'ı neden sevmediklerini soracağım. Konu London'ın sosyalistliği ise halk olarak Dalton Trumbo ve senatör Mc Carty'in kara listesindeki senaristleri çok seviyorlar. Oysa kendi yaptıkları en geniş Amerikan edebiyatı analojilerinde bile London'ın adı geçmez ya da pek az geçer.

Romanda pek çok öğe, London'ın kendi hayatından kesitler içerir. Oda Martin Eden gibi alt sınıftan birisiyken, yazarlıkla şöhret olmuş, on un da ölümünün intihar olduğu düşünülmektedir. Romanda Martin Eden'ın sevgilisi Ruth Morse, aslında London'ın ilk aşkı Mabel Applegarth'dır. London'da, Martin Eden gibi işçi sınıfının bir bireyiyken, yazar olarak ünlenmiş, bunun için çok uğraşmış ve sonunda başarmıştır ama ne pahasına?

Hani bir söz vardır, paran yokken sen insanları tanırsın, paran varsa insanlar seni diye. Hah, aslında paran olunca da insanları tanırsınız. Romanın sonunda da böyle bir bölüm var.

Bence Z kuşağı denen günümüz gençlerinin okuması gereken bir roman. Çünkü bu nesil için, eğitim alarak sınıf atlamak çok zor, hatta imkansız gibi. İş bulmanın zorluğu bir yana, mavi yakalı pek çok işçi, beyaz yakalı pek çok işçiden daha fazla kazanıyor. Beyaz yakalılar, staj, tecrübe kazandırma ve benzeri bahaneler ile daha çok sömürülüyor, Şimdi de buna evden çalışma eklendi.

Kitap, ilginç bir şekilde insanı, sınıf atlamaya çabalamaktan vazgeçirmese de isteksizleştiriyor. Roman kahramanı okula gitmiyor, onun yerine daha iyi bir yazar olmak için okuyarak, tiyatroya giderek kendisini geliştirmeye çabalıyor. Elit sınıfın mesleği olan yazarlar arasına giriyor ama ne pahasına.

4 Nisan 2021 Pazar

SUÇLULUK DUYGUSUYLA İNSANLARI YÖNETMEK 2- DİN



 Dinde daha önce de gözyaşı cihadı diye anlattığım olguyu, daha geniş çaplı açıklamaya çalışacağım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/06/aglama-cihad-bu-deyime-ilk-defa-nevsin.html )Ağlama da, insana suçluluk duygusu yükleme yollarından biri ve en garantili olanıdır. Duyar kasan ya da suç yüklemesi yapan kişi, bunu çoğu kez ağlayarak destekler. Bunu en fazla din adamları yapar, siyasilerden daha fazla yaparlar.

Bunu hemen hemen her din yapıyor. Mesela Buda, gut hastalığından ölmüş. Her heykelinde özellikle göbekli olarak gösterilir. Kendisi aydınlanma yolunda rahatından ve zevklerinden hiç ödün vermemiştir. Buna rağmen çilekeş, inzivada sadece yağsız pirinç pilavı ve baklagillerle beslenmekte. Buda hiç bir din yada ırk  mensuplarına düşman değilken, Myanmar'da Budistler Müslüman düşmanlığı yapmakta.

Dinde, din adamlarının sözde dünyadan uzak, yoksul yaşamları bana Breaking Bad dizisindeki Gustavo adlı mafya babasının sözde mütevazı ve hayırsever yaşamını aklına getiriyor. Türkiye'de her tarikatın arkasında bir kaç holding var ama sorsan Allah rızası için çabalamaktadırlar. Holdinglerin yönetim kurulu üyeleri, bayram namazlarını şeyhlerinin tripleks villalarında kılıyor. Tarikatlar, Afrika'da bir yerlerde su kuyusu açmak için halktan dünyanın parasını toplarlar ama, kendileri ile aynı sokaktaki  evsizler ya da sokak çocukları için hiç bir şey yapmazlar.

Dinlerdeki suçluluk duygusu, önce kendilerine inanmayanlara karşı tavırları ile başlıyor. Bu tavır da, inanmıyorsan saygı duy saçmalığı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/12/inamiyorsan-saygi-duy-ben-sana-duymasam.html ) Burada kendileri başkalarının inanç ve arzularına karşı daima bir saygısızlık içindedirler, hele o başkaları azınlıksa. Kendileri çok eşliliklerine, küçücük kız çocukları ile evliliklerine, hoparlörün sesini sonuna kadar açtıkları ezanlarına saygı isterler. Oysa başkalarını  bu mantıksız inançlarına inanmamalarına, arada bir eğlenmelerine karşı zerre kadar saygı göstermezler. Bir de şu var ki, toplumu suçluluk duygusu ile yönetmeye çabalayanların arzuladıkları saygının sınırı yoktur. Ezan okunurken ayak ayak üstüne atmamakla, paraya dokunmamakla başlıyor. Sonra tüm Ramazan yemek yememizi istemekle devam ediyor. Kendileri eğlence mekanlarında tebliği diyerek başkalarına rahatsız etmeyi kendilerine görev biliyor. Üstelik bunu da AVM'lerde yapamıyorlar çünkü AVM'lerde tarikat holdinglerinin de payı var. Bir ara gündüz kuşağındaki yiyecek reklamları ile uğraşıyorlardı, tarikatlarında televizyon kanalları olunca, ondan da vazgeçtiler.

Bu inanmıyorsan saygı duy tavrında da bir, Bakara-Makara durumu var. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/bakara-makara.html ) Mesela üniversitede oruç tutmayanları döven reislerin pek çoğu ramazanda sigara içmeyi bile bırakmaz. Milletin başında oruç oruç diye öten softaların pek çoğu da obezdir. Bence yüz elli kilo ya da boyuna göre obez biri din konusunda, hele de İslam konusunda hiç konuşmamalı. Obez biri olarak, bir ay ya da üç ay boyunca, hakkını vererek oruç tuttuğunu nasıl iddia edebilirsin? Babamın dükkanında oruç yiyen Sünni müşterilerinden bahsetmiştim. Bir de orucu tembelliğe, uykuya tutanlar var. Bunlar olmasa bile, bu kadar obez olmuş birinin tuttuğu orucun da bir kıymeti yoktur. (Şeker veya benzeri bir hastalık da buna dahildir, yani bence)

Namaz konusunda ortalıkta şov yapanlar, normalde pek çok namazı çok kolay kazaya bırakırlar, cuma namazlarında da, farzdan hemen sonra kaçarlar. Alevi olduğumu öğrendikten sonra namaza, sırf beni de çağırmış olmak için başlayanları biliyorum. Amaçları da bana havalarını atmak ya da beni çağırarak kendi suçluluk duygularını aşılamak.

Din de, önce dine saygıya davet ediyor. Sonra dindarlıkla sınıyor seni ve dindarlığın sonu yok, şimdiki gençlerin deyimiyle bir üst level'a, ya da bir üst seviyeye davet ediyor. Ramazan orucu yetmiyor, üç aylar, beş vakit yetmiyor, sünnet olarak yedi vakit namaz kılınıyor. Sadece iki rekat olmasına rağmen çok uzun süren tesbih namazı, ikindiden sonra kılınan kışluk namazı gibi değişik namazlar var. Dinin bu istekleri bitmiyor ve kişi bir noktadan sonra eski hayatına veya ona benzer bir hayata dönüyor. Ancak çoğu kez dindarlığı becerememenin suçluluğunu yaşıyor.

Muaviye'ye ya da diğer başka önemli din kişilerine dair anlatılan bir hikaye vardır. Bir namaza geç kalacaksın diye Muaviye'yi uyandırır. Muaviye'de kendisini uyandıranın şeytan olduğunu anlar. Zira şeytan, onun namazı kaçırmanın üzüntüsünden mahrum etmek istemiştir.

Bir Alevi olarak, Sünnilerin alkolik ve ibadetten uzak olanlarının, Alevilere karşı şiddete daha eğilimli olduğunu gözlemledim. Bu özellikle üniversitede öyleydi. Sonra öğretmen oldum ve ilk atandığım yerde böyle biri ile aynı evi paylaşma durumunda kaldım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2016/07/torpilli-evliyanin-sizofren-dusleri.html ) O anlattığım arkadaşın il merkezine tayininin çıktığı gün, yerine başka bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Halefinden daha ilginç birisiydi. Trabzonluydu ve atandığı zaman 32 yaşındaydı. Üniversiteyi Azerbaycan, Bakü'de okumuş, okulunun ilk iki yılında kafe-bar karışımı bir yer işletmişti. 23. yılımı yaşadığım öğretmenlik hayatım boyunca, onun kadar geçmişi karanlık bir öğretmene rastlamadım, rastlayacağımı da sanmıyorum. Azerbaycan'da, kısmen kendi iddiasına göre MİT ya da Ülkü ocaklarına bağlı bir oluşum için de çalışmış ve Aliyev'e  karşı başarısız darbe girişiminde bile parmağı olan birisiydi. Onun Azerbaycan anıları bol bol seks içerir, o yıllarda yıkılan ve dağılan Sovyetler birliğinin bir anda ucuzlayan fuhuş pazarından nasıl faydalandığını öğüne öğüne anlatırdı. Azerbaycan'a gitmeden önceki hayatı da karışıktı. Orta okulu imam hatipte ve beş yılda bitirmiş, lisede öğretmeninin dövmüş ve bu yüzden polis olamamıştı. Bir ara Kars'ta bir hafta kadar, asker kaçağı olduğu gerekçesiyle hapis yatmış ve dediğine göre bir albayın sayesinde kurtulabilmişti.

Benimle beraber askere gitti. Aslında yargılanması ve dört ay sonraki dönemde gitmesi gerekiyordu. Ancak ne oldu ise atlattı ve askere alındı. Ben kısa dönemdim,  o asteğmen olmuş. Tuzla piyade okulunun zor eğitiminden sonra yeniden alkole başlamıştı. Zaten düşmanlığı belirgindi, askere gitmeden evvel, aynı evde (lojman) kalıyorduk ve kapı-kacağı ayırmanın derdine düşmüştü. Askerden sonra daha da çekilmez oldu ama neyse ki hem askerliği 15 gün uzatmıştı, hem de benim tayinim çıktı.

Kendisi, tipik Alevi düşmanı Ülkücüydü ve alkol ve suça yatkınlığı oranında Alevi-Kürt-Solcu düşmanı oluyordu. Askerden sonra iyice yoldan çıkmış ve daha ileri nefretlerle bürünmüştü. Çünkü suçlulık duygusunu, başkalarını suçlayarak dışarı vuruyordu. Sağın yetiştirmeye çalıştığı insan prototipi de buydu.

Bu suçluluk duygusuyla insanlar, kendilerine fakirliği ceza olarak görüp, zenginlerden zekatını istemiyorlar. Fakirler üç ayların orucunu tutamadığı ya da sünnet namazları, hatta adı üstünde nafile namazları kılamadığı için suçluluk duygusu ile kıvranırken; zenginler vermeleri gereken zekatı bile suçluluk duygusu hissetmeksizin gösteriş için harcar. Yoksullar içlerinde kabaran arzular için bile suçluluk duyarken, zenginler en rezil arzularını bile kolayca gerçekleştiriyor.

Din de, bunu arttırmak için bolca evliya masalı anlatıyor. Yok darı üstünde namaz kılarmış, bir tanesi bile kımıldamazmış; yok bir hurma ile oruç açarmış falan da filan. Oysa bu evliyaların, hatta peygamberin soyundan geldiğini söyleyen evliyalar, koca koca saray gibi köşklere sığmadığı gibi, göbekleri de kendilerinden yarım saat önce içeri giriyor.

Son peygamber bir hurma ile oruç tutardı diyorlar. Oysa o peygamber öldüğünde 30'u cariye, 13'ü eşi, 43 kadınla beraber yaşıyordu. Damadı ve amca oğlu Ali, öldürdüğü adamların karılarıyla, kızlarıyla evlenip, onlardan çocuk yaptı. Torunu Hasan, muta nikahını o kadar çok kullandı ki, karısı Sara (Cude), onu zehirleyerek öldürdü. Peygamber ölür ölmez öyle bir saltanat kavgası çıktı ki, cenaze günlerce yerde kaldı. En sonunda damadı Ali imamlığında ve o da dahil 17 (on yedi) kişilik bir cemaatle, gece vakti defnedildi. Ebu Bekir halife olur olmaz, peygamberin ailesinin elinden hurmalıkları alıp, devlete ait yaptı.

Din, bu suçluluk duygusunu hep kullanır ve sürekli mağduriyet üretir. Sürekli kendisi dışındakileri bir suçlama içindedir. Bize hep dinsiz olduğumuzda depresif ve huzursuz olacağımız söylenmişti. Oysa dini  terk ettiğimde içimde bir ferahlama geldi. Bu günlerde fark ettim ki bunun sebebi, sürekli suçluluk duygusundan kurtulmamdı.

Oysa Alevilerin de her ne kadar evliyaları varsa da, Alevilik size dini açıdan bir suçluluk duygusu yüklemez. Bunu bana yükleyen zorunlu din dersleri ve beni Sünni yapmaya çalışan arkadaşlarımdı. Zorunlu din derslerinin amacı gençliği dinin suçluluk duygusu ile doldurmaktı. Bunda önce başarılı oldular, sonra da ters tepmeye başladı. Doksanlardan itibaren Alevi gençliği, iki binli yıllardan itibaren Kürt gençliği, şimdi de Türk gençliği dinsizleşmeye başladı. İmam hatipler, hatta tarikatçılardan bile deistler yetişmeye başlıyor. İnsanlar artık bu suçluluk duygusu yüklemesinden bıktı.

29 Mart 2021 Pazartesi

SATRANÇ DEHASI TATAR NECMETTİN PAŞA (RASHİT NEZHMETTİNOV)

   


Önce Necmettinov hakkında ansiklopedik bilgi verelim.

Raşid Gibyatoviç Necmettinov (Tatarca:Рәшит Һибәт улы Нәҗметдинов), (Rusça:Рашид Гибятович Нежметдинов); 15 Aralık 1912 – 3 Haziran 1974) ünlü bir Sovyet satranç oyuncusu, satranç yazarı ve dama oyuncusuydu.

Gençliği

Necmettinov, Rus İmparatorluğu'na bağlı Aktubinsk'te, günümüz Kazakistan'da Aktobe'de, bir Tatar ailede doğdu. Ailesi çok küçükken öldü  Onu ve diğer iki kardeşini başka bir aile tarafından büyütülmek üzere bıraktılar. Yetim, fakir aile, Tataristan'ın Kazan kentine taşındı.

Necmettinov, hem satranç hem de dama 'da doğal bir yeteneğe sahipti. Diğer oyuncuların bir satranç kulübünde oynayanları izleyerek satranç öğrendi, bunun üzerine oyunculardan birine meydan okudu, kazandı ve daha sonra başka bir oyuncuya meydan okudu, o oyunu da kazandı. 15 yaşında Kazan'ın Pioneers Turnuvasında oynadı, 15 oyun kazandı. Aynı zamanda dama oynamayı da öğrendi. Oyunu öğrendiği aynı ay boyunca, Kazan'ın damalarını oyununda yarı finale çıktı ve finalde ikinci oldu. Aynı yıl, Rus Dama Şampiyonası'nda altıncı oldu. Daha sonra en az bir kez Rus Dama Şampiyonası'nı kazandı. Daha sonra, satranç için dama'dan vazgeçti.

Satranç kariyeri

Oyun stili

Necmettinov, dünyadaki en iyi oyuncuların çoğunu yenen sert, yaratıcı ve saldıran bir oyuncuydu.

Rusya Şampiyonası

Necmettinov, 1950, 1951, 1953, 1957 ve 1958 Rus Satranç Şampiyonası'nda beş galibiyetle tarihe geçti.

Uluslararası Master unvanı

FIDEBükreş'te 1954'te Viktor Korchnoi'nin ardındaki ikinci sırayı bitirmesi için Uluslararası Master unvanını aldı. Bu, Sovyetler Birliği dışında rekabet edebildiği tek zamandır. Olağanüstü yeteneğine rağmen, büyük usta unvanını asla alamadı.

Dünya şampiyonlarına karşı sonuçlar

Necmettinov, ömür boyu artı puan aldığı Mikhail Tal ve Boris Spassky gibi dünya şampiyonlarına karşı bir takım oyunlar kazandı. Ayrıca, David BronsteinLev Polugaevsky ve Efim Geller gibi dünya standartlarında büyük ustalara karşı da başarılı oldu. Dünya Şampiyonlarına karşı yarıştığı 20 maçta artı bir puan aldı.

Anıt

Kazan Satranç okulu, günümüzde Raşid Necmettinov'un adını almıştır. (Wikizero)

Değişik internet sitelerinde daha fazlasını bulabilirsiniz. Bence Necmettinov'la ilgili gizemli konu, Sovyetlerce, o zamanın Demir Perde gerisi denilen Sovyet Bloku dışına çıkmasına izin verilmemesi. Sebebinin Tatar ve Müslüman olması gösteriliyor ama Sovyetler Birliğinin pek çok Tatar ve Müslüman sporcusu-şampiyonu oldu. Kendisinin satrancın Naim Süleymanoğlu'su olmasından korktuklarına göre, rahmetlinin İslamiyet ve Türklük-Tatarlık üzerine radikal düşünceleri vardı belki de.

Oysa kendisi, ikinci dünya savaşında, Sovyet donanmasında başarılı ve bol madalyalı askerliği ile ülkesine bağlılığını da ispat etmişti. Necmettin Paşa unvanı  da kendisine askerliği sırasında Ruslar tarafından verilmişti. Demek ki satrancın Naim'i olması tehlikesi Rusları ciddi şekilde korkutmuştu.

Diğer yandan sadece Fide Mastır derecesinde kalmasını tek sebebi,  Rusların yurt dışına çıkmasına izin vermemesi de olmayabilir.  Kendisi bir deha olmakla beraber, satrancı biraz boks, biraz da poker gibi oynamış. Youtube'da analiz edilen bir kaç maçında gördüğüm kadarı ile aşırı saldırgan bir sitili var. Satrancın romantik döneminin gambitli oyunlarından bile daha saldırgan bir tarzı var. Blitz (Kısa süreli, hızlı satranç oyunları) oyunlarını analiz eden geri zekalıdır diye bir sözü de var.

Kendisini sadece Youtube'da bazı satranç kanallarının analizlerinden tanıyabildim. Kendisinin kitaplarının ya da kendisi hakkında kitapların Türkçeye çevrilmemiş.

Bu satranç dehasının ülkemizde tanıtılması gerektiğini düşünüyorum.


26 Mart 2021 Cuma

SUÇLULUK DUYGUSUYLA İNSANLARI YÖNETMEK 1 (SİYASET)




Yeni neslin jargonunda moda bir deyim var, duyar kasmak. Ben buna suç yüklemesi yapmak diyorum, ya da dolaylı suçlama. İnsanlar çoğu kez. bir şey konusunda duyarlılıklarını belirtiyorsa, kendi acılarından çok, diğerlerinin de canı acısın istediğindedir. 
İnsanların cezalarını kabullenmesi için, kendilerini suçlu hissetmeleri lazımdır. İnsanlara suçunu anlatmanın onlarca yolu vardır. En başta olaya sadece kendi bakış açınızdan bakılmasını sağlayacaksınız. Bunun içinde sadece kendiniz konuşacak, karşınızdakine cevap hakkı vermeyeceksiniz. Bunu en iyi 12 Eylül rejimi, ülkenin tek televizyon kanalı ve kontrolü altındaki medya ile yapmıştır Yıllarca yapılan 12 eylül öncesi propagandasında, solcular, grev yapan işçiler göze sokulmuş, solculuk ve grev yapmak suç gibi gösterilmiştir.


12 Eylül rejimi, bunu profesyonelce, sindire sindire yapmış, bir kuşağı toptan sağcı yapmıştır. Önce 12 eylül darbesinin sağ-sol kavgasını barıştırmak olduğuna halkı inandırdı. Bunu ülkenin 12 büyük gazetesi, devlet tekelinde tek tv kanalı ve devlet radyoları ile yaptı. Bütün işçi sendikalarını kapatırken, işveren sendikası başkanını  (MESS başkanı Turgut Özal) önce devlet bakanı, sonra başbakan yaptı. İşçilere haklarını vermeyen işverenler, grevlerde hiç suçlanmadı. İşverenler, TÜSİAD, MÜSİAD ve tüm bilmemnesiadlar, 27 mayıs, 12 mart, 12 eylül, 28 şubat ve ne olduysa karlarını arttırdı ama onları hiç suçlayan olmadı. Oysa grev yapan işçiler hep suçlandı.
Şimdi ise ülkemiz hemen hemen hiç grev yapılmadığı, iş mahkemelerinin de hep işverenden yana karar verdiği bir ülke haline geldi. İşçiler grev yapsa, herkes ekonomiye darbe vurulacak falan diyor. 
Oysa gelişmiş pek çok ülkede, işçiler Türkiye'de olduğundan daha fazla maaş alırken, Türkiye'den daha fazla grev yaparlar. Gene de ekonomileri daha sağlamdır.  Gene batı ülkelerinde, çiftçiler çok daha fazla sübvansiyon ve çeşitli destekler alırlar ve bunlardan biri biraz gecikse ya da azalsa, başkent sokaklarını domatese, domuz yağına falan bular, oto yolları kapatırlar.
Ayrıca zenginlerin sözüm ona başarı hikayeleri de, sizi suçlu hissettirmenin başka bir yoludur. Siz beceriksizsiniz, bu yüzden fakirsiniz deyip, fakirliğinize razı olmanız sağlanır.
Mesela Bill Gates bir çiftçinin oğludur ama Amerika'da çiftçiler fakir insanlar değildirler. Çok kazanan ve az vergi veren kimselerdir. Kullandıkları mazot-benzin vs markırlıdır yani ayrıca bir rengi vardır ve indirimlidir. Gübre, ilaç vs ise KDV-ÖTV gibi vergileri ödemeden alırlar. Serbest piyasa hikayeleri zırvadır, bolca devletten destek alırlar. Piyasaya da kendi kooperatifleri  aracılığıyla satarlar. Bu kooperatifler de öyle yüksek vergi vermez.
Çünkü  gelişmiş devletler bilir ki, bir ülkenin omurgası, tarımıdır.  Atatürk'ün, köylü milletin efendisidir sözünü kendilerine şiar edinmişlerdir. Gelişmiş ülke çiftçileri ise, ülkenin en bilinçli yatırımcıları ve seçmenidirler. Mahsulün parasını pavyonda yemez, kredi çekip, oğlanın düğününü yapmazlar. Bilinçli yatırımcılardır. Paralarını  çoğu kez gene işlerine yatırırlar.
Oylarını almak da zordur. Türkiye'deki gibi, şehir halkından daha dindardırlar ama her kilisede gördükleri politikacıya oy vermezler. Avrupa'da zaten çoğu kez sol-sosyalist partiye oy vermeleri bir yana, politikacılardan sadece kendi çıkarları konusunda istekleri vardır. İnce eleyip, sık dokur, icabında Müslüman-Arap adaylara bile oy verebilirler. Kaldı ki en fazla göçmen çalıştıran işverenler olarak, faşizme en uzak seçmenlerdir. Göçmenlerin hasat zamanında nasıl kurtarıcı ucuz işçi olduklarını bilirler.
Diğer pek çok ünlü ve zengin kişiler de, zaten varlıklı ailelerin çocuğudur. Elon Mask'ın ailesinin zümrüt madeni var. Sakıp Sabancı on beş yaşındayken babası Adana'nın en büyük pamuk tüccarıydı. Vehbi Koç'da öyle küçük bir bakkal dükkanı sahibi değildi. Kökleri Hacı Bayram Veli'ye kadar giden, Ankara'nın kalbur üstü eşrafındandı.
Kendi çabanızla zengin olabilirsiniz belki ama bu piyango çıkması kadar zordur.
(Yazı uzun oldu, 2'e böleceğim)