25 Mayıs 2021 Salı

ATSIZ'IN ÇANAKKALE GEZİSİ VE TÜRKÇÜLÜĞÜ

 


Aslında uzun süredir ırkçı yazarımız Atsız'ı okumadığım gibi de yazmıyordum. Daha doğrusunu Sebebi de Kanada'da yaşayan oğlu Buğra Atsız'ın her sene babasının ölüm yıldönümünü bahane ederek,  Atsızcı ergenleri gazlaması ve bence de bunu babasının kitap telifleri sebebiyle yapmasıydı Ben de yazılarımda cüzzi de olsa katkıda bulunmak istemiyordum. Diğer yandan da onunla ilgili her şeyi de yazdığımı düşünüyordum. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2017/06/ ) 

 Kendisi düzenli olarak çok satan bir yazar. İki kardeşte yıllarca, ırkçı babanın solcu oğlu unvanının  ekmeğini yedi. Buğra Atsız, Kanada'ya yerleşti, çocukları ve torunları Kanada'nın güvenli alanında Türkçülük-Turancılık yapmakta. Tıpkı bir zamanlar babasının arkadaşı olan, Türkiye'de askerlik bile yapmadan Amerika'ya yerleşip, Amerikan vatandaşı olarak Irkçılık-Turancılık yapan Reha Oğuz Türkkan'a özenmiştir. Yağmur Atsız'da yıllarca solcu olarak anılsa ve babasının  nefret ettiği Cumhuriyet gazetesinde yıllarca çalışsa da, yetmişinden sonra iktidarın yandaş basınında köşe yazarı olup, son günlerinde solla kavga etti ve düpedüz faşizm yaptı. Sonra da silindi, gitti. Solcu besteciler ve şarkıcılar, onun şiirlerinden yapılma şarkılarını dijital platformlardan bile sildiler. Oysa babasından bile büyük efsane olabilirdi.

Biz oğulları bırakıp, babaya, daha doğrusu kitabına geçelim. Kitap, aslında iki kitapçığın birleşimi. Her ay aldığım tarih dergisinde bahsedilince, kütüphaneden alma ihtiyacı duydum. 18 günlük  kapanma için kütüphaneden aldığım ve satın alıp okuyacağım kitaplar arasında oldu.

Kitap iki bölüm. İlki Çanakkale'ye Yürüyüş. İlk baskısını 1933'de yapmış. Kitapta Çanakkale ilgili bir yer, yön tarifi, anıtlarla ilgili pek bir şey yok. Çanakkale'nin meşhur Aynalı Çarşısının esnafının çoğunun Yahudi olmasına hayıflanıyor. Sonra Eceabat ya da Gelibolu ilçesinde bir köye gidiyor. Köyün adını vermiyor, yolda bir anıtın bakımsızlığından, savaştan kalma bir mayın veya merminin can almasından (en son 2014'de böyle bir olay oldu diye biliyorum.)ve en sonunda köyün bakkalının Yahudi olmasından hayıflanıyor. 

O anda fark ediyorum ki gezinin amacı şehitliği ya da savaş alanını  ziyaret değil. Gezi 1933'de olmuş, 1934'de de bugün pek az kimsenin hatırladığı ve on binlerce Yahudi vatandaşımızın evinden olması, tecavüze uğraması, soyulması ve yağmalanmasına sebep olan 1934 Trakya olaylarına (progrom) bir hazırlık olduğu anlaşılıyor. Progromlar, uzun hazırlık ister.  Öyle halkın galeyana gelmesi ile olmaz.  Kendisi de muhtemelen bir sene önceden bölgedeki ırkçılarla olayın organizasyonu için uğraşmış. Hatta aslında Romanlar (kitapta doğrudan Çingene diyor) için da halkı kışkırtmaya çalıştığını ama olmadığını da ima ediyor.



Buğra Atsız'ın Kanada'da Yahudi arkadaşları var mıdır, onlara da babalarının, dedelerinin marifetlerini anlatıyor mudur acaba?

Sonra Çanakkale savaşlarının kısa bir özetini yapıyor. Yalnız dikkat ettim, hiç bir komutanın adını anmıyor. Atatürk'ü sevmediğinin ilk işareti bu olabilir. Seksenli yıllarda da, bir Arap, sözde faizsiz (pratikte bal gibi faizli sistemler, borç alın da görün) bankacılığın finanse ettiği bir Çanakkale belgeseli vardı. Savaşta bir kaç çavuş ve erden bahsediyordu. Bu da onun gibi bir şey.,

Sonra hayatını anlatıyor. Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri adlı bu kitapçık, ilk defa 1959'da, Necip Fazıl Kısakürek'in  Büyük Doğu dergisinde, bu neslin pek bilmediği tefrika ile (yani dergi ya da gazetede  romanın bölüm bölüm yayımlanması)

Bu kitapta da yazılmayanlar dikkatimi çekti. Mesela lise, ortaokul yılları ya da çocukluğu hakkında hiç bir şey yazmamış. Hayatını anlatmaya askeri tıbbiye öğrenciliğinden başlatıyor. Askeri tıbbiye yaşamını, bir kız meselesi yüzünden Hukuk fakültesine topluca baskın yapılmasına ya da geceleri nasıl yurttan kaçtıklarına kadar ayrıntılı anlatmasına rağmen,  Atsızcıların çok övündükleri Arap teğmene selam vermemeyi anlatmıyor. Askeri tıbbiyeden o meşhur atılmasını hiç değinmeyip, içimde bir yaradır deyip, geçiyor.



Ne derseniz deyin, okuldan kaçmaları ya da Hukuk öğrencileri ile (kız meselesinden) kavgaların övüne övüne anlatması, Diyap Ağa'nın Cumhuriyet ilanını Askeri tıbbiye öğrencilerinden önce bilmesini, kırık notlarını doya doya anlatırken, o meşhur Arap olduğu için selam vermeme olayından hiç bahsetmemesi çok garibime gitti.

Türk akademisyenlerinin ders anlatma işini asistanlarına bırakması, o zamanlar da varmış. Kendisi de Köprülü dahil, hocalarının derslerini anlatmış. Ben de 1994-98 arasında Isparta'da okurken, İktisadi İdari Bilimler Fakültesinde derslere hep asistanlar girdi ve ben 98'de mezun olduktan sonra da uzun süre öyle oldu. Halen de öyle mi bilmiyorum.

Yaptığı dergilerden ve broşürlerden az da olsa, para da kazanıyormuş. Sözüm ona Atatürk ile İnönü arasında, Atatürk'ü tuttuğunu yazıyor. Oysa kendisi de, Atatürk ve silah arkadaşları ile alay eden Dalkavuklar Gecesi diye bir romanı var. Ona birisi bununda soruyor kitapta ama kendisi cevap vermiyor.

Ara bir paragraf olarak, Orhan Pamuk'un son romanı Veba Geceleri,   Dalkavukar Gecesi'nin taklidi. Bunu da kitabımın yayımcısı (yayımcısı dediysem, kendi paramla yayımladım) Alaattin Topçu'nun  odatv'deki özetli yazısından anladım. ( https://odatv4.com/orhan-pamukun-son-kitabi-hic-boyle-degerlendirilmedi-30042152.html )Yani kitabı okumadım. Özette bile, pek çok ayrıntı var. Mina Mingerli diye, Mina Urgan kastediliyor mesela. Yetmişinden sonra anıları ile ünlü olan İngiliz dili profesörüydü ve iki binli yıllarda kitabı çok satmıştı. Bıyıkları yukarı kıvrık kolağası Kamil, Atatürk'ten başkası değil. Atatürk'ün ölümüne yakın, Hatay meselesi ile uğraşması ile bile alay etmiş, kolağası Kamil'i üniforması ile öldürerek. Kamil adı da tesadüf değil, Nurcular, Atatürk'le alay etmek için ona Kamil der. Atsız'da, Pamuk'da yazdıklarını doya doya sahiplenmemiştir.

Köy enstitüleri ile ilgili olarak komünizm propagandası ve serbest cinsellik iddiası çok dillendirilmiş ama tek bir mahkeme kaydı da yoktur. Atsız, hepsinin sümenaltı edildiğini, kapatıldığını söylüyor. Sayın okurlarım, anlı şanlı köy enstitülerinin tüm  ömrü altı (6) yıldır. 1040-1946 arasında. Hasanoğlan Yüksek Köy enstitüsü sadece üç dönem mezun verebilmiştir. Ortalığı ayağa  kaldırıp, siyasi baskılarla kapattıkları köy enstitüleri hakkında ellerinde tek bir dosya bile yoktur. Nazilerin meşhur propaganda teknikleri, her zaman faşizmin ilkesi olmuştur.

İkinci dünya savaşının da kendince bir özetini yapıyor. Yalnız  öncesindeki İspanya iç savaşı ve Çin Japon savaşına değinmediği gibi,  savaşı da 1941 ortalarında, yani Almanya'nın zirvede olduğu noktada bırakıyor. Hitler'e bir sürü Rus ve Çıfıt öldürdüğü içinde hayır dua ediyor. Çıfıt kelimesini Yahudi anlamında kullanıyor. Oysa Çıfıt, özel olarak Kırımçak'da denilen, Tatar asıllı Yahudi toplumunu üyesi anlamına gelmekte.

Gene başka bir iddiası, 2. Dünya savaşı sırasında Türk ordusunun Trakya'yı tamamen boşalttığını,  Üsküdar'a kadar çekildiğini söylüyor. Oysa onun yakın arkadaşı ve öğrencisi Alparslan Türkeş, o yıllarda Trakya, Çorlu'da askerlik yaptığını kendisi anlatıyor. Yıllarca yaşadığı Maltepe'de askerler karargah kurmuşlar ve kışın, soğuk havada,  dışarıda yemek yerken görmüş. Kendisinin askerliği, askeri tıbbiye öğrenciliği ile sınırlı olduğundan bunu büyüttükçe, büyütüyor.

Öte yandan kendisini de çok büyütüyor. Hasan Ali Yücel, Sabahattin Ali, İsmet İnönü, hatta komple CHP ve polis sadece ona karşıymış . Asıl bomba kısım şu ki, sanki 1944'de sadece kendisi yargılanmış, sanki tek Türkçü o imiş gibi konuşuyor. (Sadece kendisi ile arkadaşlığı yüzünden başı yandığını söylediği bir arkadaşından bahsediyor)Beraber yargılandığı arkadaşlardan, arasının bozulduğu Reha Oğuz Türkkan hariç, hiç bahsetmiyor. Bir de Sabahattin Ali'ye karşı ani öfkesinin sebebi de, devlet konservatuarını ziyaret eden Hasan Ali Yücel'in, o zamanlar konservatuarda dramaturg olarak çalışan Sabahattin Ali'yi övmesiymiş.

Kısacası Atsız'ın tipik şişkin egolu ve mitomanik kişilik olduğunun ispatı bir eser.

21 Mayıs 2021 Cuma

KÖTÜLÜĞE HER ZAMAN HAYRET ETMELİYİZ

 


Doksanlı yıllar boyunca Norveçli yazar Jostein Gaarder'ın, Sofi'nin Dünyası adlı kitabı çok ünlüydü. Kitap, basit bir kurguyla ve çok kabaca felsefe tarihini anlatıyordu. Kitabın başında bir yerlerde, insanın felsefe yapması için ilk şartın hayret etmek olduğu yazıyordu. Bir insanın, bir şeyleri merak etmesi için hayret etmesi gerekliydi.

Bu, gerçekten de böyledir sadece felsefe için değil, tüm bilimler için de böyledir. Mesela bu demirden uçaklar nasıl uçuyor, demirden gemiler nasıl yüzüyor diye hayret etmezseniz,  daha iyi uçaklar, daha iyi gemiler tasarlayamazsınız. Hayret etmeyenler, olanı, olduğu gibi kabullenir ve bir şeylerin değişmesi için çabalamaz.

Toplumda da bir şeyler değişsin diye olana bitene hayret etmeliyiz. Değişmeye de hayret etmeliyiz, iyi ise hızlandıralım, kötü ise engel olalım. 

Hayret etmemek, kabullenmektir. Ahlak için kötülüğe, kötülüğün varlığına her zaman hayret etmeliyiz. Yoksa kötülüğü kabullenmiş oluruz. Kötülük, kaçıncı defa yapılırsa yapılsın, her gün bile görsek, ilk defaymış gibi hayret etmeliyiz. Yoksa psikologların duyarsızlaşma dedikleri tavrı takınırız. Bu da kötülüğün yayılmasına ve kendimizi de kötü biri yapmamıza sebep olur.



Bunun için kendimize, bulunduğumuz topluma, hatta yaşadığımız dünyaya, bir an için de olsa yabancılaşmak gerek ve felsefe biraz da budur. Öğretmenliğe ilk başladığımda sınıf öğretmeni bir arkadaş,  felsefeciler hafif çatlak oluyor derler, hocam sizce doğru mu diye sormuştu. Bende doğrudur hocam, felsefeci yaşadığı topluma biraz yabancıdır ve bu yabancılık da biraz delilik olarak görülür.

Mesela geçen bir internet sitesinde, A.B.D'lilerin kolaya fazladan şeker ekledikleri gibi bir kaç şey öğrendim ve çok şaşırdım. Oysa Türkiye'de şaşırılacak şeyler saymayla bitmiyor. Mesela bu siteye yazdığım eski bir yazı da ( https://habergalerisi.com/2019/08/29/hediyelesmede-eski-turkiye-ve-yeni-turkiye/ ) 12 Eylül döneminde devletin müzelerinden pek çok tablonun generaller başta olmak üzere çeşitli makam odalarına hediye edildiğini ve kaybolduğunu yazmıştım. Yurt dışında yaşayan bir okurum da hayretten neredeyse dilini yutacak gibi olmuştu. Dahası bu tabloların bir kısmı da, geride tek bir fotoğrafı olmadan kaybolmuştu ve bu gerçekten hayret edilecek bir olay. Geçen ÖSYM ile ilgilene bir arkadaş, ÖSS sınavlarında Din dersinden net sayısının bir olduğunu söyledi. Felsefede ise 2-3  civarında. Türkiye'de Felsefe dersi son 4 yıldır 10. ve 11. sınıflarda zorunlu. Daha önce sadece 11. sınıflarda ve haftada 2 saatti. Oysa 12 Eylülden beri 4. sınıftan, lise mezunu olana kadar har hafta. iki saat din dersi alıyor, üzerine de bir sürü imam hatip, kuran, siyer ve benzeri seçmeli din dersleri yığını var. Sonuçta artan dinsizlikle beraber, öğrenciler ÖSS ve benzeri sınavlarda din dersinden kaçınıyor. ( https://habergalerisi.com/2020/11/10/dinsiz-birakan-din-egitimimiz/dinsiz-birakan-din-egitimimiz/ )

Ben de Bütün bu koşullarda bir felsefe öğretmeni ve felsefeci olarak hayretimi, özellikle kötülüğe karşı hiç değişmeyecek hayretimi yazmaya karar verdim.


16 Mayıs 2021 Pazar

SUÇLULUK DUYGUSU İLE İNSANLARI YÖNETMEK-6 MAGAZİN

 




Yunanlılar dinlerini ibadet için değil, dedikodu için icat etmiş derler. Yunan mitolojisinin kişileri, başka çok tanrılı dinin mitolojisinden, hatta mitolojilerinden çok daha fazla magazin olayı içerir. Sebebi da daha çok Zeus'un cinsel iştahıdır ama diğer tanrılar da az değildir. Bütün bunlar eski Yunan dinini magazinleştirir.

Gerçek anlamda magazin, modern basın tarihinin ürünü de olsa, hep vardı. Osmanlı'da sultanların düğünlerini ve sünnetlerini anlatan surname denen destanlar olurdu. Düğünlerdeki gösteriş, yıllarca anlatılırdı. Sultanlar,  bu zenginlik anlatılsın diye şairlere para bile verirdi. Yazılı basınla beraber magazin kurumsallaştı. Kendince normları oluştu. Basın bu normları da pek takmadı. En son İngiliz Prensesi Diana'nın ölümünden sonra da itibarları kalmadı. 

Gene de her iki taraf da, magazinden vazgeçmiyor. Yani basın da, ünlüler-zenginler de. Magazin, hem müşterisi olan bir haber türü, hem de öyle fazla baş ağrıtmayan, düşman kazandırmayan bir haber türü. Öte yandan zenginliğin en büyük zevki hava atmak ve gösteriş yapmak.

Diğer bir unsur da, bu tür magazinleştirme, zenginliği masumlaştırıyor zira magazin izleyicisi, o zenginin hayatını yaşadığını zannediyor. Bu empati, kendinden çok, bu zengin-ünlü kişiyi düşünmeye kadar gidiyor. Öğreniyor ki kadın, Süreyya

Çok bilinen bir öykü vardır. Devrik İran şahının eski eşi Süreyya, bir dönem Türkiye'de yaygın bir magazin figürüydü. Tahtına varis isteyen ailesi yüzünden, Şah'ın, karısıyla arasının kötü olduğu da hep biliniyordu. Derken Şah, bu  baskılara dayanamayıp, karısını boşadı ve yeniden evlendi. Heyhat ki, İran'da monarşi devrildi ve adına İslam Cumhuriyeti denen din oligarşisi devleti kuruldu. (İsterseniz İran halkı olarak referandumla ve yüzde yüz olarak bir yasayı kabul edin; dini lider ve dini konsey onaylamazsa o yasa yürürlüğe girmiyor. Pek çok kilit kuruma da, dini lider ve konsey doğrudan atama yapıyor.

Neyse, konuyu dağıtmayayım, Süreyya'nın boşandığı gün, Türkiye'nin ünlü bir gazetecisi evine geliyor. Ünlü olduğu için evi biraz lükse ve evine de sık sık uğrayan gündelikçi, temizlikçi kadın var. Evine geldiğinde kadını iki gözü iki çeşme ağlarken buluyor. Kadının başına büyük bir felaket geldiğini düşünüyor. Oysa kadın, Süreyya'nın boşanmasına üzülüyor.

Muhtemelen Süreyya'nın kendisi o kadar üzülmemiştir. Sonraki yıllarını Avrupa'nı  milyonerleri ve milyarderlerinin yatağında geçirdi. Doğulu bir prensesle sevişmenin payesi uğruna, Süreyya hanımı paylaşamadılar. Kendisi zaten Şahla evlenene kadar İsviçre'de yaşamıştı. 

Ünlü ve zenginleri fazla izlemek, onları dizi film karakteri gibi içselleştirmemize neden oluyor. O zenginliği kendimiz de yaşıyoruz sanıyoruz.

Oysa onlar yüzsüzce gösteriş yapıyorlar. Şimdilerde magazin medyasına eskisi kadar ihtiyaçları yok. Magazin medyası, sosyal medya takipçilerini arttırmak için kullandıkları bir destek noktası. Bir de inatla takip etmeyenlere, eylemlerini duyurma, yani hava atma  yolu.

Kuranda en fazla yapılmaması istenilen şeylerden biri de gösteriştir. Sayın Müslümanlar, zahmet  edip okuyun. Din adamları da, alkole karşı öfkelerinin milyonda birinin gösterişe göstermiyor. Tamamen sünnet olan teravvih namazını, hatimli (tüm Kuranı baştan sonra okuyup, bitirmeli), hatta çift hatipli yapmalarını istemeyi biliyorsunuz. Şu ekonomik krizde, kırkta bir yani yüzde iki buçuk zekatını da zaten vermeyen zenginlere, yüzden yirmi, otuz falan verin demiyorlar.

İlginçtir namaz ve oruçta halkı fazlaya teşvik eden din adamları, iş zekata gelince, bu zekatı küçülttükçe küçültür. Şirketin ana sermayesine, ev, şuna, buna dokunmaz, sonra kırkta bir. Kırk hayvanınız var diyelim, sığır, koyun, keçi falan; en küçük keçiyi veriyorsunuz. Bu yüzden zekat keçisi diye bir deyim var.

Oysa bu zenginler, gösteriş yapmak için hiç de masraftan kaçınmıyor. İran'da düşen uçağı muhtemelen pek çoğunuz çoktan unuttu. Dünya havacılık tarihine tüm ölenleri kadın olan ilk hava kazası olarak geçti. Altı genç kız, bir pilot, bir de kabin görevlisi, nişan öncesi saçma sapan bir instagram etkinliği için koca uçağı Dubai'ye uçurmuştu. Üstelik uçak, şirketin uçağıydı ve muhtemelen bu turistlik gezi ve nice sosyetik etkinlikler, şirkete masraf gibi gösterilip, vergiden düşülecek.

Bunu azıcık dile getirenleri linç ettiler ve gencecik sekiz  kişinin ölümüne üzülmemekle suçladı. Hadi ben de acılı aile ile uğraşmamış olayım. 

Peki bütün bu gösteriş yapan sosyal medya maymunlarına, bide influencer deyip, para kazandırmak nedir? Onları avantajı zenginliklerini yüceltmek değil de nedir. Salgın nedeni ile işe gidemiyorken, para kazanamıyorken, onların İstanbul'da denize sıfır devasa köşklerinde, tam da denize inen merdiveninde foto çekip, millete akıl veriuyor.

Aslında tek amacı hava atmak. Üç nesildir süper zengin, hatta dolar milyarderi ama vasat bir yeni zengin gibi hava atma peşinde.

Magazin, influencer, fenomen takibi yapmak, kendi fakirliğini yüceltmektir.





15 Mayıs 2021 Cumartesi

HARPER LEE'NİN İKİ ROMANINDA FAŞİZM

 



Amerikanlı yazar Harper Lee, tüm yazı hayatı boyunca sadece iki roman yazmış, özellikle de ilk olan Bülbülü Öldürmek (1960) ile anılmıştır. Bu romanı yazdıktan sonra hemen hemen hiç  çalışmamış,  halen de sürekli olarak, hem A.B.D, hem de Dünya çapında çok satan roman, yazarı ömür boyu geçindirmiştir. Ölümüne aylar kala 2015'de aynı romanın devamı olan ve Türkçe 'ye Tespih Ağacının Altında diye çevrilen ikinci  romanını yayımlamıştır.

Konuşulması gereken ikinci romandır ama birinci okunmadan hiç bir şey anlaşılmaz. İlkinin konusu basittir ve bana Fransa'nın meşhur Dreyfus davasını hatırlatmaktadır. Yahudi kökenli bir Fransız olan Yüzbaşı Albert Dreysfus, 1894'de, Almanya için casusluk yaptığı  gerekçesi ile tutuklandı. İçinde gene Yahudi kökenli Fransız romancı Emile Zola gibi ünlülerinde olduğu ve çok tartışılan olaylar sonrasında  Yüzbaşı Dreyfus  1906 yılında sürgünden ve hapisten kurtulup, rütbelerine geri kavuştu. Olay tüm Avrupa'da ve dünyada yankılandı. Çünkü olayın bir yerinde Fransız faşizmi, ne olmuş yani masumsa, bir Yahudi olarak Fransız ordusunda ne işi var demeye başladılar. Bülbülü öldürmek dahil pek çok romana-filme ilham kaynağı olmuş.

Bülbülü Öldürmek de,  bir genç kıza tecavüzle suçlanan bir siyahi (tamam zenci demiyoruz) vardır ve onları savunacak siyah bir avukat yoktur. Romanın anlatıcısı o zamanlar okula bile gitmeyen 5-6 yaşlarında  bir kızdır ve babası da bu siyahileri, ırkçı halkın tüm baskısına kadar savunan cesur bir avukattır. Roman, küçük kızın gözünden dava sürecinin anlatılmasıdır. Babası bir kere bile pis zenci dememiş, zenci özel mülküne girmemiş,  zenci tavuğuna kışt dememiştir. Dava başarı ile biter, siyahiler kurtulur.



Yazarın ,elli beş yıl sonra yazdığı devam kitabı, olaylardan yirmi sene kadar sonrasında geçer. Genç kız, yıllardır yaşadığı New York kentinden, baba ocağı Maycomp kasabasına geri döner. Irkçılık gene vardır, hem de daha şiddetli olarak. Fakat siyahiler artık zavallı zenciler değildir. Artık ceplerinde ikinci el de olsa araba alacak ve yüksek sesli müzikle şehri turlayacak para vardır. Artık bir suç işlediklerinde onları savunmaya hazır siyahi avukatlar vardır ve her davada siyahi jüri üyesi olması için diretmektedirler. 

Epey bir aradan sonra Maycomp'a geri denen kahramanımız, hakikati görünce şok geçirmeye başlar. Babası o kadar da demokrasi kahramanı değildir çünkü. Suçsuz siyahileri, hem de avukatlık ücreti almadan savunmaya taraftardır ama ortalık siyahi hakim, savcı ve avukat olarak görmeye tahammül edememektedir. Ku Klux Klan'ın gürültü yapmasına, toplanmasına taraftardır ama siyahileri katletmesini, siyahi mülklere zarar vermesini istemez.

A.B.D ile ilgili pek çok yanılgımızın sebebi, film sanayisi sayesinde dünyaya onların gözünden bakmaya başlamamız. Örneğin ikinci dünya savaşında Alman askerlerinin yüzde sekseninden fazlası doğuda savaştığı halde, bize savaş daha çok Fransa'da olmuş gibi gelir.  Doğu cephesine Alman ordusunun en az yüzde onu partizan denen direnişçilerle uğraştığı halde ve Fransa'da Normandiya çıkarmasında De Goule'ün radyo konuşmasına kadar hemen hiç direniş olmadığı halde, direniş diye aklımıza Fransızlar gelir. O kadar ki, pek çok Alman subayı, cepheden sonra dinlenmek için Fransa'ya gidiyordu, çünkü müttefikler Fransa'yı bombalamıyordu. Ya da Vietnam savaşında Amerikan ordusunu  sivil halka acımasızlığından ziyade Vietkong militanlarının acımasızlığını hatırlarız.

Amerikan iç savaşı bittiğinde kölelik kalkmadı. Beyaz polisler, siyahileri özellikle pamuk hasadı döneminde toplayıp, mahkum olarak tarlalarda zorla çalıştırmıştır. A.B.D'de halen hapisteki siyahi sayısı, üniversite okuyan siyahi sayısının iki katı. A.B.D, dünyada hem en fazla mahkum olan ülke, hem de nüfusuna göre en fazla mahkum olan ülkedir. Diktatörlük olan Çin'in üçte birinden daha az nüfusu olduğu halde, Çin'in iki katı mahkumu vardır. Üstelik A.B.D, elektronik kelepçe, şartlı salıverme gibi uygulamaları ilk yapan ülkesidir.

Sadece bu kadar değil. Jim Crow yasaları ile siyahlar, özellikle yoğun oldukları güney eyaletlerinde oy veremediler, okula gidemediler,  otobüslere bile binmediler. Bütün bu hakları isyan ede ede teker teker aldılar. Merkezi yönetim ancak 1965'e Jim Crow yasalarını yasakladı.

Gerçekte faşizm, Nazizm ya da benzeri ideolojiler kadar saf değildir. Yugoslavya iç savaşı öncesinde milletler arasında evlilik çok yaygındı. Pek çok Sırp'ın annesi ya da ninesi Müslümandı. Boşnak ordusunun da dörtte biri Sırp'dı ve Boşnaklar asi Sırplara, Çetnik diyordu. 

Pek çok faşiste göre öteki, göçmen  ya da azınlık olan haddini bilmelidir. Ucuz işçi ya da küçük esnaf olarak sempati ile bakar ya da en fazla küçük memur olarak diyelim. 

Bülbülü Öldürmek'de saf faşizm ve ona karşı çıkışı görüyoruz. Bu tür faşizm saf ve nettir, gerçek düşmandır. Tespih Ağacının Altında romanında ise daha bulanık, daha iki yüzlü bir faşizmle karşılaşıyoruz. Aynı yazarın iki romanı arasında yarım yüz yıldan fazla zaman var ve birbirini bu kadar tamamlayan iki roman çok az.

 



30 Nisan 2021 Cuma

SUÇLULUK DUYGUSU İLE İNSANLARI YÖNETMEK-5 BAŞARI HİKAYELERİ

 


Şu yıllarda moda bir etkinlik var, kariyer günleri. Çeşitli işlerde başarılı olmuş kişiler, rol model olsun diye okullara getiriliyorlar. Onlar da kendilerince bir şeyler anlatıyor. 

Bence bu başarı hikayelerini dinlemek, gençlere nadiren yol gösteriyor ve hatta sadece zaman kaybı. En başta yalanlar ve yanlışlarla dolu. Pek çoğu da yanlışlarla  dolu. Eski destanlar gibi (onları da anlatacağım) abartılarla dolu.

Mesela seksenli yıllar boyunca ha bire hayatım şovu yapak Sakıp Sabancı'nın babası daha on beş yaşındayken, Adana'nın en büyük pamuk tüccarıydı. Babası da öyle anlattığı kadar uzun süre pamuk hamallığı yapmamıştı. Vehbi Koç, Ankara'nın küçük bir bakkal işletmecisi değildi. Soyu Hacı Bayram Veli'ye dayanan ve o zamanlar küçük bir şehir olan Ankara'nın önemli eşraflarındandı. Bil Gates'in babası çiftçiydi ama fakir değildi.

Atatürk'ün, köylü milletin efendisidir sözünü, gelişmiş ülkeler daha çok benimsemiştir. Özellikle de A.B.D, Kanada ve Avrupa'da,  destekleme alımları, doğrudan destek ile  iyice zenginleşirler. Tam hasat zamanı gümrükleri indirip, piyasayı düşürmek ya da kullandıkları mazot, gübre ve benzeri giderlerine KDV, ÖTV ve benzeri yükler vurmak, tarlaların, otlakların dibine taş ocağı, mermer ocağı kurmak, hükumetin ne haddine? Tonlarca sütü caddelere döker, şehirler arası yolları trafiğe kapatırlar. Direnenlere karşı copla, toma ile girişmek ne hadlerine. Bir de dünyanın her yerinde kırsalın oyu daha kıymetlidir. Normalde dünyada çoğu kez ortalama elli bin insan oyu bir millet vekilliği ederken,  kırsalda bu yer yer otuz bin, hatta yirmi bine kadar düşer. Sanayileşmiş ülke çiftçisi, dünyanın geri kalanı gibi genelde ülkenin geri kalanından daha dindar ve muhafazakarken, seçmen olarak onlardan ayrılırlar. Geri kalmış ülkelerde bir kaç din adamı, tarikat lideri yüzünden aynı partilere oy verirler, oysa gelişmiş ülkelerin dinra köylüleri, çiftçileri, mazotta ÖTV'yi indirmeyi vaat eden homoseksüel, ateist ve siyahi bir adaya bile oy verirler. Yalnız o indirimi sahiden yapmak zorundasındır. Son seçimde vaat edilen memura 3600 gösterge  gibi unutturacaksın,  o politikacının ne haddine?

Gerçi Türk çiftçisinin ektiği para etse bile,  bununla kendi işini geliştirmez, anca pavyonlarda yer. Pek çoğunun da hayal, büyüyen şehirler yüzünden arazisinden imar geçmesi ve arazinin fahiş değerlenmesidir ki, bu büyük rant parası da gene pavyonlarda su gibi akar. Ben, her Türk aydınının serzenişini ben de yapacağım, köy enstitüleri kapatılmamalıydı.

Gates, üniversitede esrar kullanımından ve alkollü bir şekilde araba ile sürat yapmaktan tutuklanmış. Üstelik araba da bir Poshe'ymiş. Sevgili okurlarım, Harvard gibi üniversitelerde bursla okuyanlar, öyle alkole, esrara, partilere, eğlenceler vakit ayırmaz, hatta o meşhur sosyal kulüplerde bile çok fazla zaman harcamaz. Onlar iki ana dal diploma-derece alır, başka bölümlerden dersleri takip eder, kütüphaneden, laboratuvardan çıkmaz.

İnanmıyorsanız Türkiye'deki Koç, Bilkent gibi süper zenginlerin üniversitelerine bakın. Doksanlarda Bilkent için o lüks barlarının, diskolarının kapılarında, köpekler ve burslular giremez diye tabela asılıymış diye efsaneler dolaşırdı. Barı, diskoyu geçtim, koca koca profesörlerin, yazarların davet edildikleri etkinliklerde bile, bursluların adı nadiren geçer.

Bu başarı hikayelerinde anlatılmayan şey de hileler, dolandırmalar, katakulliler falandır. Nasıl ki mafya babalarının başarı hikayelerinde ihanetler, infazlar ve kaybedilmiş dostlar varsa,, iş adamlarının hikâyelerinde de dolandırılmış, iflas etmiş ortaklar vardır. Bunun en iyi örneği Apple'ın kurucusu Steve Jobs'dır. Kendisi bir yazılım, elektronik ve  yazılım dehası olmakla beraber, dünya ticaret tarihinin en büyük sahtekarı hatta o.ç'dur. Üniversite öğrenciliğinden itibaren arkadaşlarını projelerini çalmış, çalışanlarına zorbalık etmiş, ortaklarını dolandırdığı için bir ara kendi şirketinden kovuldu ve Pixar'ı kurdu. Aslında pek çok başarı hikayesinde benzer unsurlar vardır ama Jobs, en berbatıydı. Muhtemelen ölümünün ardından ortakları ve çalışanları bayram etmiştir.

Bu başarı hikayelerinin temel amacı genç insanları kapitalist dünyaya teşvik etmek olduğu kadar, hayatındaki yoksulluktan dolayı da kendisini suçlamasını sağlamaktır. Başarı hikayesine kanan birey, sınıfsal engellenmişliğini görmez ve kendisini suçlar.

Bu kapitalizmin icadı değildir. Orta çağın şövalye masalları da böyledir. Yahya Kemal Beyatlı'nın meşhur bin atlı akınlarda dev gibi bir orduyu yendik şiiri de, böylesi bir orta çağ destanıdır. Orta çağda fakir bir çocuğun sınıf atlaması iki yoldan olurdu, din ve ordu. Orta çağ boyunca sürekli savaşan devlet ve derebeylerin, sürekli askere ihtiyacı vardı. Şövalye hikayeleri de, muhteşem savaşım, rütbece yükselen, servet ve toprak kazanan askerlerin öyküsü anlatılır. Oysa sıradan bir askere şövalye olmak imkansıza yakın bir durumdur.

  Benzer bir durum da, evliya-ermiş hikayeleridir. İnsan bir düşünmeli,bir lokma-bir hırka yaşayan dervişlerden, bu obez şeyhlere nasıl gelindi diye. Aslında o bir lokma, bir hırka tamamen masal. Tarikatlar geçmişte de kocaman holdingdiler.  Bu evliya masalları da gençler, tarikatlarda yükselmeye heves etsin diyedir. Oysa şeyhler genelde tarikatlarını, zengin bir aileden gelme damatlarına bırakır, oğulları da ticarete atılır.

Okurlarım, özellikle sevgili gençler, TED,  Kariyer günleri ve benzeri saçmalıklardaki başarı hikayelerini izlediyseniz ya da izleyecekseniz unutun.  Başarısızlık ya da başarı için kendinizi kıyaslayacaksanız, sizinle benzer koşullarda olanları kıyaslayın. Ben de onu yapmayın. 

Kendinizi objektid değerlendirmenin başka yollarını arayın.

26 Nisan 2021 Pazartesi

EDEBİYAT, SANAT TARİHİNDE LİNÇLER VE ORHAN PAMUK

 


Nobel ödüllü yazarımızın son kitabı gene tartışmaların odağında. Kendisi malum, bu tartışmaları çıkarmayı seviyor, çünkü batılı, Avrupalı-Amerikalı okurlara sesleniyor. Ayrıca kendisi zamanının önemli bir kısmını yazmaktan çok, tanıtıma harcıyor ve reklamın iyisi-kötüsü olmaz mantığı ile reklam çalışması yapıyor. Masumiyet Müzesi'nden bu yana her yeni romanı, Türkiye içinde düzenli olarak tiraj kaybediyor. Kendisi genelde batılı okura oynadığı için, bunu mağduriyet madalyası olarak kullanıyor.

Oysa son kitabı o kadar şiddetli bir tiraj düşüşüne uğradı ki,  Türk yayımcısı Yapı Kredi, panik halinde, son romanında Atatürk'le alay etmedi, aslında şöyle değil, böyle demek istedi minvalinde mesaj gönderdi, sosyal medya hesaplarından. Zira bu seferki düşüş öyle fena ki, Nobelli yazarımızın kitapları yakında kendisini ucuzluk sepetinde bulabilir.  Zira kendisi T24'de düpedüz evet alay ettim dedi. (Günümüze siyasi göndermeler yapmaktan çekinmedim dedi. Peki neden Osmanlı hanedanının zaten komik olan halleri ile alay etmemiş. Yoksa sık sık evine misafir ettiği ve daha 19-20 yaşında üniversite öğrencisi iken tanıştığı Fatih Tezcan, Nagehan Alçı gibi Nurcu ahbapları mı kızarmış?



Son on yıldır her Orhan Pamuk romanı olduğunda aynı şetler sıra ile oluyor. Mart-Nisan-Mayıs ayı gibi (genelde Mart sonu-Nisan başı)Pamuk, Cumhuriyet gazetesi, T24 veya bazı gazetelere  ülkem için endişeleniyorum diye başlayan ve ne dediği anlaşılmayan şeylerle ilgili röportaj veriyor (son 2 yıldır bu ritüel eksik). Sonra Ot'dan başlayarak aylık edebiyat dergileri Pamuk'u sıra ile kapak yapıyor. Pamuk'la ilgili tartışmalar sosyal medyada alevleniyor, hain diyenler, ama o Nobel kazandı diyenler falan.

Sonra Pamuk hayranları o meşhur nakaratlarını tekrarlıyor ''Orhan Pamuk bu ülkeye fazla''. Neymiş efendim, Pamuk'u linç etmeye hakkımız yokmuş. Ha bir de ''Böyle ülkede edebiyat ilerlemez' nakaratı var.

Oysa Pamuk, Nobel ödülüne dayanarak aldığı yetkiyle hem Türk milletini, hem de Atatürkçüleri çok şahane linç etmişti ve son kitabı üzerine yazılanlardan anladığım kadarı ile halen Atatürk ve Atatürkçülere saldırmakla meşgul. O bize halen saldırıyorken, biz de onu affetmemekte özgürüz. Bu konuda daha önce de yazdım (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/adalet-agaoglu-ve-affetmeme-ozgurlugumuz.html )

Bir de sanki hiç gelişmiş ülkelerde bu tür halk linçi olmuyor, olmamış gibi tavır takınıyorlar. Ben de kıt genel kültürümle linç edilen yazarlardan ve sanatçılardan bahsetmek istedim. Boris Pasternak ya da benzeri şekilde devlet tarafından dışlanan yazar ve sanatçılardan bahsetmeyeceğim.



İlk aklıma gelen Herman Menveille, kendisi bu günlerde en çok bilinen romanı Mobby Dick yüzünden linç edilmiştir. Sebebi de, nasıl olur da beyaz ırk, bir hayvana karşı kaybeder miymiş? Oysa Meville, olayı gerçek bir öyküden almıştı. Edebiyat dünyasından ve okurlarından öyle kötü eleştiriler ve hakaretler aldı ki, yazmayı bıraktı. Roman, yazıldıktan ve yazarı öldükten çok sonra, sinemanın icadı ile popüler oldu. Sinemacılar insanların dev bir balina ile mücadelesinin salonları dolduracağını keşfetti. Bu açıdan Mobby Dick, King Kong ve Godzilla'nın da atasıdır.



Diğer bir linç edilen sanatçı da, modacı Coco Chanel. Amerika 2. Dünya savaşı filmlerinin bir klişesi vardır. Alman subaylarıan metres olan ama müttefiklere bilgi sızdıran kadın. İşte o kadın Coco Chanel'dir. Nazi işgali sırasında Nazi subaylarına metres olan ve Fransızların yatay işbirlikçi diye aşağıladığı  kadınlardandı. Paris kurtarıldıktan sonra saçları kazıtılan, dışlanan, aşağılan kadınlardan biri olabilecekken İsviçre'ye gitti, orada yıllarca kaldı, Paris'e dönüp, modaevini tekrar açtı ama Fransızlar onu dışlamaya devam etti. Koleksiyonları daha çok Amerika Birleşik Devletlerinde itibar gördü. Gene de Coco Chanel,  ülkesinde dışlanmışlığı hep yaşadı. Oysa sırf Chanel no 5 parfümü bile, Isparta'nın gül yağı ihracatının Türkiye'ye sağladığı katma değerden daha fazlasını Fransa'ya  kazandırmakta. Kimse de Chanel, Fransa'ya fazla demedi.



Oysa Türk milleti, işgalcileri destekledikten sonra yurt dışına sürgüne giden işbirlikçi yazarlardan  Refik Halit Karay ve Cenab Şahabettin gibilerini devletle beraber affetmeyi bilmişti. Oysa Norveç, Knut Hamsun'u hiç affetmedi. Savaştan sonra önce bir genç kız, kütüphanesindeki Hamsun kitaplarını yazarın kapısının önüne attı, ardında neredeyse tün Norveç. Kimse de Hamsun, Norveç'e fazla demedi. Diğer bir linç edilen Norveçli, oyun yazarı Henric İbsen'di. Sebebi de Nora, Bir Bebek Evi oyunun finali,  ülkenin muhafazakar kesimince beğenilmemiş, İbsen'de oyuna, bu gün çoğunlukla ne oynanan, ne de basılan 4. perdeyi eklemişti.



Hamsun, Nazi olduğu için linç yerken Thomas Mann, Naziliğe karşı olduğu için linç yedi, öyle ki, savaştan sonra da Almanya'ya gitmedi.

Yenilmenin bedeli hep ağır oldu. Savaştan sonra Nazi yandaşları hep dışlandı. Heiddigger gibi felsefe, Heisenberg gibi fizik ve hatta Von Braun gibi roketbilim dehaları bile bu dışlanmayı hissettiler. Pek çok etkinliğe davet edilmediler ve pek çok kişi onların davetine gitmek istemedi, onlarla dostluk kurmak istemedi.



Herbert von Karajan ise, Naziliğine rağmen, savaştan sonra da şöhretini sürdürdü. Ancak A.B.D'de verdiği konser, boykotla ve tepkiyle karşılaştı. Konserine kimse gitmedi. Türkiye'ye gelmesine de Türk Yahudileri engel oldu. Türkiye'de seksenlerde  TRT'de seksenli yıllarda Hikmet Şimşek'in sunduğu Pazar Konseri programına sık sık çıkması yüzünden tanındı. Kimse de Karajan A.B.D'ye fazla;  A.B.D Karajan'ı haktemiyor falan demedi. (Kaldı ki bence Karajan hep Nazi kaldı. Sahnede Hitler'i taklit etti. Zira herhangi bir videosunda, orkestra karşısındaki halini, Hitlerin nutuk söyleyen hali ile kıyaslarsanız, anlarsınız. Abartılı el-kol hareketleri, söze aşırı terleme, bitkin düşme, göz yaşı seli, vs) 

Linç etmek eskiden fiziksel darp etmek anlamında kullanılırdı. Adını da Amerikalı yargıç Charles Lynch'den almıştır. Mahkumları, halkın öfkesine teslim ederek cezalandırırmış. Kalabalığın birini ya da birilerini darp etmesinin adı, dünyanın her yerince linç etmek yada linçlemek olmuş. Sonra bu linç, Ahmet Kaya'ya olduğu gibi klasik medya üzerinden itibar linçi; ardında da trol ordularınca aynı sosyal medya linçleri yapılmaya başlandı.

Peki Orhan Pamuk linç ediliyor diyelim; gerçek şu ki bu linçleri kendisi istiyor. Çünkü sonrasında mağduru oynayıp, batılı okura, işte böyle vahşi bir ülkede yaşayayım diye ağlıyor. Sonra kendi kitlesi de, Orhan Pamuk bu ülkeye fazla diye ağlıyor. Yoksa neden son romanına, karikatürize, çocukken karga kovalamış kolağası Kamil karakteri eklesin? Belli ki kavgaya hazırlıklı gelmiş. Onun yaşadığı şey linç falan değil, insanları kendisine küstürme.

Lakin, Profesör  Aziz Sancar'ın Nobel ödülü almasından sonra, ''ama o Nobel aldı''cı okur kitlesi düşüyor. Batı dünyasında ona karşı sempati de,  Türk toplumunu etkilemesi ile orantılı. Kendisinin istikrarlı bir siyasi ideolojisi yok. Son bir yıldır da kitaplarının piyasaya çıkışı ile ilgili. Yakında batılı 'o hem büyük bir Türk yazarı, hem de bizden''ci batılı okurlarını da kaybedecek. Kendisinin istikrarlı bir siyasi tavrı da yok. Kar romanı ile güzelleme yaptığı, yetmez ama evet diyerek desteklediği iktidar, şu an ona terörist diyor o ise yeniden iktidarın rakip gördüğü ideoloji ile uğraşmakta. Atatürk'e küçük burjuva devrimcisi diyerek çok solcu olmanın ve dine engel oldu diye liberal solcu olmanın modası, Gezi döneminden beri bitti. Z  kuşağı denen yeni nesil Orhan Pamuk'a tamamen yabancı. 

Pamuk, Nobel ödülüne pek güvenmesin. Nobel'e aday bile gösterilmediği halde ölümsüzleşmiş pek çok yazar olduğu gibi, Nobel aldığı halde pek hatırlanmayan ve satmayan da pek çok yazar var. Kendisi onlardan biri olma yolunda hızla ilerliyor.

19 Nisan 2021 Pazartesi

ARJAAN 2(ARZHAN) KURGANI-TÜRKLÜĞÜN GÖBEKLİTEPESİ

 


2019'da, Rusya Konfederasyonunun Tuva bölgesinde bir kurgan kazıldı. Kurganı İsviçreli bir profesör, uydu görüntülerinden keşfetti. Buna uzay arkeolojisi deniliyor. Türkiye'de yapılıyor mu, bilmiyorum.

Orta Asya-Sibirya tarihine dair, Kaşgarlı Mahmut ve benzeri orta çağ Arap yazarlarının tezi vardır. Aslında bölgede pek çok tarihi eser varmış ama özellikle mezarlar, değerli eşyalar yüzünden yağmalanmış. Bu kurgan da teorinin  ispatı. Etrafındaki diğer kurganlar tamamen ya da kısmen yağmalanmış. Arzhan 2 ise fark edilmediği için bu güne kadar sapasağlam kalmış.



Kurganda genç yaşlarda (tahminen 25 civarı) ölmüş genç bir prens ya da kral, eşi (tek gömülmüş ve üzerinde bolca altın ziynet var), sekiz tane cariye ya da kuma, üç yüze yakın da asker, beraber gömülmüş. (Muhtemelen ölüm sonrasında ona eşlik etmesi için.). Kalıntılarda toplan yirmi üç buçuk kilo civarında ağırlığı olan altın takılar ve bir sürü savaş ve yaşam malzemesi bulunmuş. Arkeologlara göre tahminen milattan önce 8-9. yüz yıllara tarihliyorlar  bu alanı. İşte burayı Göbeklitepe gibi efsane eden de bu.

Göbeklitepe, dinler tarihi, özellikle de Ön Asya dinleri üzerine bildiklerimizi silip, üç bin yıl kadar da geriden başlatmışsa, bu kurgan da, Orta Asya-Sibirya devletleri hakkında bildikleri misi 4-5 yüzyıl öncesine götürüp, hepsini de baştan yazılmak üzere silmiştir.

Olayın ciddiyetini şöyle yazayım. Büyük Hun İmparatorluğunun tarihi beş yüz yıl kadar geriye gidebilir.



Genç bir prens ya da kral, eşi, bu kadar çok cariye, asker, savaş, eşya ve takı ile gömüldüğüne göre, en az Türkiye ya da daha büyük bir alanın hükümdarı olabilir. Hun imparatorluğu, onlar Çinlilerle ilişkiye geçmeden evvel de büyük bir devlet olmuş olabilir.



Yazık ki kurganın keşfi son derece talihsiz bir zamanda oldu. Türk kelimesini kullanmak istemeyen bir iktidar ve yıllarca Türkçülük siyaseti yapmış (yeni neslin deyimiyle Türkçülüğün ekmeğini yemiş) ortağı, bu olayı iyice görmezden geliyor. Oysa oraya Türk arkeologları ve antropologları yığılmalı. Zira Orhun abidelerinde adı geçen Ötüken ormanı, bu günkü Tuva olabilir. Bölgenin maden zenginliğine bakılırsa, Ergenekon'da burası olabilir. (Aslında Kırgızistan-Tamgalı'nın da Ergenekon olma ihtimali var. Zira bölgenin binyıllarca bir çeşit dini ziyaret-hac mekanı olduğu belli. )



Keşif, Orhun Yazıtları, Kazakistan-Altı Adamından sonra Sibirya-Orta Asya arkeolojisinde üçüncü en önemli keşif ama Türkçü veya Türkolog geçinenler bile keşfe ilgisiz.

Diğer yandan da uydu ya da uzay arkeolojisi, Türkiye'de de kullanılabilir. Türkiye'de el ya da ayak değmedik yer kalmadı diye düşünebilirsiniz ama halen keşfedilmemiş çok yer var. Mesela Luvilerin varlığı ve Hitit öncesi Anadolu medeniyetleri daha yeni yeni konuşulmakta. Hititlerin bir dönemki başkenti Tarhuntassa nerede halen bilmiyoruz.  Mısırlılarla savaşı yönetmek adına, Toroslarda bir yerlerde olduğunu tahmin ediyoruz. Frig alfabesi halen çözülmedi ve Frigleri, Yunan efsanelerinden tanıyoruz.



Türkiye'nin batısında bile, yerleşim yeri olmayan geniş alanlar var. Mesela Eğirdir ve Beyşehir  göllerinin arasındaki Dedegül dağlarında yerleşim yoktur ve Isparta ili içinde,  Beyşehir ve Eğirdir gölleri arasındaki dikdörtgene benzer araziyi, kuzey batı, güney doğu ekseninde çapraz çizerek yürürseniz,  120 kilometre, bir insan yerleşimine rastlamadan gidebilirsiniz.  Ankara-Çankırı il sınırı ve Nallıhan-Bolu arazisindeki arazi de benzerdir. Eğirdir gölü, bu günkü sekiz (8) rakamına benzeyen şeklini, Osmanlı döneminde almıştır ve son tarihi araştırmalara göre meşhur Miryakefalon savaşının yapıldığı yer, gölün dibinde, gölün iki yarısının birleştiği yerde su yolunda olmuştur.



Muhtemelen doğu bölgemizde böyle araziler daha çoktur.

Bu yazıyı yazmak uzun zamandır aklımdaydı. Ben de bu yerden yaklaşık 5-6 ay önce, Magma dergisi vasıtası ile haberim oldu. Aklımda iken ülke gündemi değişti. Arada da ben bu konuyu unuttum.

Oysa ülkemiz, muasır medeniyetler seviyesine ulaşacaksa, iki eli kanda olsa, bilim, felsefe ve sanat ile ilgilenmeli.