11 Ağustos 2025 Pazartesi

O YAPARSA SEN DE YAPARSIN MODELİ SİNAN



Türklerde bir motivasyon şekki vardır, o mal yaparsa, ben de yaparım şeklinde. bu motivasyon şekli, başarılı insanları küçümsemeye dayanır. O kazanan kişinin yetenekleri ve zekası benden az, o kazanıyorsa, ben de kazanmalıyım düşüncesine dayanır. Kendi yetersizliğini, küçümsediği kişi üzerinden görmektir bu. Hem o kişinin, hem de kendi zeka ve yeteneğimiz üzerinde yanılmış olabileceğimiz anlamına da gelir. Kendimiz hakkında bile her şeyi bilemiyorken, bir başkasını nasıl bilebiliriz? Egomuz gereği, eğer sürekli hor görüldüğümüz bir ortamda değilsek, böyle büyümemişsek ve bizi hor gören insanlarla ısrarla arkadaşlık etmiyor yada etmek zorunda kalmıyorsak, kendimizi başkalarından üstün görme eğilimindeyizdir. Öte yandan bizden daha üstün, daha yetenekli ve daha zeki insanları örnek almamız zordur. Onların üstünlüğünü baştan kabul etmişizdir. Bu durumda o bile yapamamış bilgisine ulaşırız. Bezen de bu bilgi, o yapamadı, ben yaptıma dönüşür.

Benim son derece başarısız bir öğretim hayatım oldu. Otuz beş yaşıma doğru psikoloğum bana diskelsi, yani dikkat eksikliği, hiperaktivite ve öğrenme güçlüğü teşhisi koydu. O zamanlar böyle bilimsel tespitler yoktu. Herkese göre ben zeka özürlünün tekiydim. Öğrenciliğim süresince, ailem, arkadaşlarım ve öğretmenlerimin çoğu tarafından hırpalandım. İlk okulda, o yıllarda kırmızı kurdele uygulaması vardı. Ben onu ikinci dönem anca aldım. Öğrenim hayatındaki başarısızlığın daha o zaman başlamıştı.

Babamın bana karşı nefreti de o zaman başladı. Çok kitap okuyan bir çocuk olarak, derslere karşı isteksizdim. Birnci sınıfta, okulumuzun yanında, uzun zamandır futbol sahası olan boş arazide, tesisleri yapmak için inşaat başlamıştı. Her inşaat gibi, bu inşaatta harfiyatla başlamıştı. Bir kepçe ve bir kaç kamyonla harfiyat yapılıyordu. Pek çok kişi gibi ben de harfiyatı izliyordum (Harfiyatlar halen çok izleniyor, milli alışkanlığımız.) Derslere falan girmiyordum, öğretmenim de beni çağırmıyordu. Bir de su tulumbası vardı, onunla oynuyordum. Bu bir hafta kadar böyle gitti. Sonra olayı babam öğrendi, beni bir güzel dövdü. Tulumbadan su da içirdi. Bu olaydan sonra da zil çalınca sınıfıma girdim, bahçede oyalanmadım doğrudan sınıfa girdim. Bu olay benim Disleksi, yani öğrenme güçlüğü ve hiperaktivitesi olan bir çocuk olduğumun ilk belirtisiydi. Bu olaydan sonra babam beni hiö sevmedi yada sevgi belirtisi göstermedi. Beni, muhtemelen benim gibi disleksi olan kendi babası ile özdeşleştirdi, ona benzediğim için bana kızdı hep.

İlkokulu bir şekilde üç orta ile bitirdim. Orta birde iki zayıftan bütünlemeye (o zamanki sistem gereği) kaldım ve bütünleme sınavlarını verip, geçtim. Orta ikide yedi zayıfım vardı. Beşini verdim. Almanca'dan sorumlu geçtim. (Liseyi bitirene kadar Almanca, üniversite bitene kadar İngilizce ile cebelleştim) Orta üçte üç dersten bütünlemeye kaldım, birini verdi, ikisinden kaldım (Almanca ve Matematik) Zaten yaz boyu saatçide çalışmıştım, o sene de saatçide çalışmaya devam ettim.Şubat ve  Haziran'da, o zamanlar henüz dışarıdan bitirme olmadığı için dışardan bitirme sınavlarına giren yaşlı-başlı insanlarla sınava girdim. Eylülde matematikten geçtim ve o sene toplanan Milli Eğitim şurası, tarihinde ilk ve son defa, yabancı dil dersinden sınıfta kalmayı kaldırdı da sınıfı geçip, liseye başladım. Lise birde tekrar kaldım. O zamanda benden yirmi küsur yaş büyük olan amca oğlunun araba-kamyon galerisinde çalışıyordum, işime devam ettim. Lise ikinci sınıfta, Türk eğitiminin en kötü dönemi olan kredili sistem geldiği için, o dönem tüm öğrenciler, ÖKK (Öğretmenler Kurulu Kararı) ile sınıf geçti. Ben de son sınıfa kadar sorunsuz geçtim. Hatta son sınıfta, son dönemde Teşekkür belgesi aldım.Rahmetli kardeşim, ben de büyüyünce abim gibi teşekkür belgesi alacağım demişti de, babam, alırısın oğlum alırsın, abin gibi, okul biter, sen teşekkür alırısn demişti.

Son sınıfta hayatımın hatasını yaptım ve siyasete, üstelikte Ülkücülüğe bulaştım, arkadaşlarımla tartıştım, ocaklara falan gittim. Bu yüzden de fazla ders çalışmadım. Buraları yazsam bin sayfa roman olur ama artık anlatmak istemiyorum. İkinci basamak, yani ÖYS sınavına günler kala, ailem durumu öğrendi. Önce dershaneye ve derslere gidişim yasaklandı, ardından annem ve babam arasında büyük bir kavga başladı. O zamanlar tercihler, sınavdan evvel yapılıyordu. Bana da Ankara dışında bir yeri yasakladılar. Sonuçta o sene sınavı kaybettim.

Ertesi yıl tekrar sınava girecektim ama babam beni dershaneye göndermeyecekti. Üstelik o yıl, çoğu kez günde on- on üç saat ve hatta daha fazla olmak üzere, çeşitli işlerde çalışacaktım. Elimde kaynak yoktu. Sınıfta kalmalarım ve ilk sene kaybetmem yüzünden 1993 yılında 19 yaşındaydım ve 20 yaşından gün almaktaydım. Bu da askerliği tecil etmemi zorunlu kılıyordu. Bu iş, arabayla, babam ve benim bir gününü aldı. Merkaz (Çankaya-Yenimahalle-Mamak vesaire) askerlik şubeleri Bahçelievler'de, muayene de Etlik'de, GATA'nın yanında, Keçiören'deydi. (Mevki hastanesi 4 nolu yada başka bir nolu mevki hastanesiydi) Arabayla bir kaç kere Etlik ile Bahçelievler arasıda gelip, gittik. Bir ara babam bana döndü ve dedi ki:

-Sinan, sen ne bu sınavı kazanır, ne de bu okulu okursun, umut kalacağına emek kalsın.

1993-1994 Eğitim-Öğretim yılı, benim için zor geçti. Dershaneye gitmiyordum, çalışıyordum ve kaynak kitaabım da yoktu. Dershanemden bana üç konu anlatımlı test kitabı vardı. En kalını beyaz ve matematik olnadı, diskalküli (matematiksel  disleksi ) olan biri olafak sadece ucundan baktım. İncecik bir Türkçe kitabım, dört yüz sayfa civarı olan sosyal bilimler kitabım vardı. Bu bir yıl boyunca, sürücü kursuna gittim, bir matbaada çalıştım, bir markette çalıştım, iki ay evde oturdum ve amca oğlunun araba galerisinde çalıştım. Birinci basamak olan ÖSS'den önceki cumartesi günü saat beş gibi, İsmail amcamın emriyle eve gittim.

O zamanlar ÖSS'de sözel-sayısal ayrımı vardı, matematik-fen ayrımı yoktu.  ÖSS için taktiğimi değiştirdim. Sınavdan önce evde, kardeşlerimin ders kitaplarından bioloji konularına baktım. Bioloji bana her zaman kolay gelmiştir.  İlk 6-7 soru çok kolay oluyordu, ardından kitapçığın arkasını çevirip, bioloji sorularını yaptım. ÖSS puanımı, bir önceki yıla göre mikroskobik olarak da olsa arttırdım.105 barajdı, 105'i geçemeyenler, ÖYS'ye giremiyordu. ÖSS'den alınan puan, ÖYS'e taban oluyordu. 1993 ÖSS ouanım 139.998'di, 1994'de 141,5küsur oldu.  ÖYS'de, eşit ağırlık ve sosyal denen eşit ağırlığın başka türü bir puan için en az 4 matematik netine ihtiyacım vardı. İlk dört çok kolay soruyu yaptıktan sonra da tekrar Türkçe ve Sosyal bilimlere döndüm.  

İlkokulda hep arkeolog olmak isterdim. Orta okulda tarihçi oldum. Sürekli yanına gittiğim kitapçı Ahmet abi, beni sosyoloji konusunda ikna etmişti. Bu yüzden ikinci yılımda, sınava girmeden tercşh yaptığım için, ilk sıraya umutsuzca ODTÜ Sosyoloji yazdım. Ardından Ankara'daki bir kaç tarih ve sosyolojinin ardından, Ankara'nın batısındaki şehirlerde yeni açılan tarih ve sosyoloji bölümlerinin yazdım. Sınav sonuç belgesini alırken hatırlıyorum, Süleyman Demirel Sosyoloji 12. tercihimdi. İkinci öğretimin parasını babam vermezdi. Bu yüzden ikinci öğretimleri yazmadım.

Sınavdan sonraki günler İsmail amcam ve amca oğlu Aziz'in bana sataşmaları ve tacizleri arttı. Ben de sınavlara az kala oradan ayrıldım. O yıl İsmail amcamın benden dört yaş küçük oğlu da sınava giriyordu. Özel okulda okuyor, iki ayrı dershaneye gidiyordu. Sık sık bizi evine çağıryor ve nispet yapıp, öğünüyordu.

Derken sınav sonuçlarının açıklanacağı gün gelip çattı. Geçen yıl gittiğim dershanenin numarası bence halen vardı. Sonuçlar öğren birde açıklanıyordu. Derken öğrenci işlerinden sesini bildiğin kız çıktı, ÖSYM numaramı verdim. (O zamanlar TC numarası yoktu, cep telefonu da yoktu, evden arıyordum.) Kız, bir kaç dakika sonra, Süleyman Demirel Sosyoloji, dedi. Ben de vereceğim en komik tepkiyi verdim.

-Benim adım Süleyman Demirel değil, deyip kapattım. Oysa kızcağıza teşekkür etmeliydim. Bir saniyelik şoktan sonra durumu anladım ve kazandım, kazandım diye bağırdım. Babam kahvedeydi, kardeşlerim ve anneme söyledim. Sonra sokağa çıktım, bizimkilerin takıldığı Köşemn kıraathanesinde doğru koştum ve babama söyledim.

Bu olay herkes için şoktu. Sadece bir yardımcı doçentle açılan Süleyman Demirel üniversitesinin, Sosyoloji bölümü, yeterince tanıtılmadığı için çok düşük puanda kalmıştı. Ben 433 ile 1994'de birinci öğretime girerken, ertesi yıl ikinci öğretimin tabanı 434, birinci öğretim 453 olmuştu. İsmail amcamın oğlu da sadece Ankara'daki bir kaç inşaat mühendisliğini yazdığı için sınavı kaybetmişti.

Pek çok kere akrabalarımın itiraf ettiği üzere, pek çok akranımın üniversite bitirmesinde sebep oldum. Baba tarafından pek çoğu da özel (vakıf) üniversitelerine gitti. Bazılıarı bu vakıf üniversitelerini de bitiremedi. Bir hyaş küçük kız kardeşim, aşırı yoğun bir tempo ile çalışıp, üniversite sınavını kazanıp, mezun olup, giyim (moda ve tasarım) öğretmeni oldu.  

Oysa ben bir disleksi olarak, biraz ilgi ve şevkat gösterildiğinde her şeyi öğrenmek üzere odakalanabilecek,  en ufak bir baskı ve şiddette de hiç bir şeyi öğrenemeyecek bireydim. Elimden bu kadarı geldi.

Küçük kız kardeşim beni örnek alamamıştı. Üç kere üniversite sınavına girdi, kaybetti. Sonra o yıllarda çıkan ek ontenjanla (kazandığı bölüme gitmeyenler yüzünden boş kalan kadrolar. Efsanelere göre ODTÜ-Boğaziçi gibi üniversitelerde araştırma görevlileri, okula daha az öğrenci girmesi için her sene kendi bölümlerini kazanıp, gitmiyordu.)Karadeniz bölgesinde bir meslek yüksek okulunda Turizm bölümüne gitti. 2 yıllık okulu 4 yılda bitirdi. Annemin tüm itirazlarına rağmen Açık öğretimden dört yıllığa tamamlamadı. Bir kaç otelde çalıştıktan sonra, gümrük müşavirlik firmasına girdi, enişteyle tanışıp, evlendi.

Ben 2010 yılında Anadolu lisesi öğretmenliğini kazanınca bu sefer enişte beni örnek alıp, kız kardeşimei gümrük müşaviri olması için teşvik etti. Annesini dinlemeyen kardeşim, kocasını dinledi ve Açık öğretimle 2 yıllığı, 4 yıllığa tamamladı. Gümrük müşavirliği 2 yada 3 yılda bir yapılıyordu. İlk sınavı kyabetti ama ikinci sınavı kazandı. Ankara bölgesinde yazılı sınavı kazanan altı kişiden birisiydi. Sözlü sınavı da kazandı ve şu an gümrük müşaviri.

Eğitimde rol modeller önemlidir. Öğrencilere rol modelleriniz olsun.

30 Temmuz 2025 Çarşamba

TAVŞANOĞLANLAR (OSMANLI İSTANBUL'U)

 


Raks, bizde çok eskidir. Köçekler ve tavşanoğlanları tabir edilen raksların köçek raksları eskiden sebest olduğundan ve şimdiki gibi İstanbul'da balolar, tiyatrolar ve suvareler gibi eğlenceler olmadığından bütün yaz Silahtarağa ve Karaağaç mesirelerinde her gece sabahlara kadar köçek oynatma eğlenceleri olur ve resmi ziyafetlerde, bayramlarda Hünkar ve Sultan saraylarında, padişahların ziyafet ve düğünlerinde,  sair cemiyetlerde ve kış eğlencelerinde, helva sohbeti gecelerinde köçekler raks ederlerdi.. Raks esnasında kadife üstüne sırma işlemeli mintan ve sırma saçaklı canfes etek giyerler, bellerinde sırma kemer takarlar, başları açık ve saçları uzundur. Parmaklarında perçemden yapılmış zil bulunur. Tavşanoğlandarı da siyah çıhadan topuklarına kadar uzun şalvar ve sırtlarına yün çuhadan dar bir camedan giyer, bellerine şal sarar ve başlarına ufak fesler giyerlerdi.Raks ederken sazın usulüne uyarak, zil vurmak ve ayak atmak şart olduğundan, rakslar uzun müddet meşkhanlerde ders görürlerdi.

Eskiden İslam, İsevi (Hristiyan) ve Musevi, Kıpti gibi muhtelif millet ve mezhepten rakkaslar bulunurdu. Sonraları yalnız Rumlara inhisar etti. 1856 yılında meşhur İstefanaki Bet'in vaki ihtarı üzerine Reşit Paşa tarafından resmen kaldırıldı. Bu köçekler kış mevsiminde tavşan kıyafeti ile ekseriya meyhanelerde bulunup, zevk ve sefahat erbabının karşında bu kıyafet ile raks ederdi.

Bir Zamanlar İstabul- Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey  Tercüman 1001 eser. Hazırlayan: Mehmet Niyazi Banoğlu. SAYFA 286-287

Aynı kirabın 303. sayfasında, Kadın Çengileri başlığı altında, Tavşan raksından gene bahsediyor.

Üçüncü fasıl tavşan raksıdır. Bu raksda kadifeden yapılmış erkek biçimli kovalı şalyvar ve o renkte dar camdedan ve başlarında dal fes giyip, bellerine şal kuşanırlar. Fesin altında saçlar gelişigüzel salıverilmiştir. Parmaklarında yine zil bulunur.



        

29 Temmuz 2025 Salı

KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ-SAVAŞÇININ DÜŞÜ VE GERÇEĞİ



KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ:-Bir savaşçı için düş demek, gerçek demektir. Düş gücüyle verir kesin kararını ve ona göre davranır. Ya seçer alır, ya da defeder. Elindeki araçlardan , kendini başarıya ulaştıracak olanı seçer. Onları kullanır.

GENÇ ETNOLOG: -Don Juan Martus, düş ile gerçek arasında bir ayrım yoktur, düş, gerçeğin kendisdir mi demek istiyorsun?

KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ:-Hiç kuşkusuz düş, gerçeğin ta kendisidir.

GENÇ ETNOLOG:-Yani şu anda yaptığımız şey kadar mı gerçek?

 KIZILDERİLİ BÜYÜCÜ:-İlle bir karşılaştırma istiyorsan, daha da gerçek, derim. Düş görmek, düşlemek, bir güce sahip olmak demektir. Elindeki bu güçle, çok şeyi değiştirebilir insan. Gizli kalmış nice şeyi bu güçle bulup, ortaya koyabilir. Dilediği her şeyin dentimini tutabilir.

CARLOS CASTENEDA-Journey to Ixtian

TABİRNAME (FERİD EDGÜ-HAKKARİ'DE BİR MEVSİM)





Yağ kandilinin ışığında okunan bir kitap. Süryani'nin verdiği on kitaptan dokuzuncusu.

Bir karabasandan sonra yeniden uykuya yatmaktan çok korktuğum için, yağ kandili ışığında (bir süredir gazyağı yok) bir kitap karıştırayım dedim. Ve elime ilk gelen kitap: DÜŞLERİN ANAHTARI

Bir elyazması. Sökmeye çalışıyorum.

-Kim ki düşünde bir yılan görür,bir kadına özlemi ola.

-Kim k i düşünde kendini görmeye, ölümü yakın ola

-Kim ki düşünde hayvanlardan yırtıcı olanları, aslanı, kaplanı, kurdu, sırtları görür; Tanrıya yakara, namaz, niyaz eyleye

-Kim ki düşünde öldüğünü görür, o çok yaşıya

-Kim ki düşünde altın görür, günahlarının bağışı için kırk bin hatim okuta

-Kim ki düşünde birini öldürür, eline silah almıya.

-Kim ki düşünde cima (cinsel ilişki) yapar, tez elden evlene

-Kim ki düşünde bir kuyudan su çeker, ferahlıya

-Kim ki hep aynı düşü görür, iflah olmıya

Devam etmedim. 

Ada yayınları 1977. Sayfa 200

KAZVİNİ HURMA AĞACINI ANLATIYOR (Ferid Edgü- 0 (Hakkari'de Bir Mevsim))

 


Süryani'nin sunduğu dostlardan biri: Muhammed ben Kazvini. Bir gece açılıyor, deri kaplı, ince bir kitap: acaip Almahlukat. (Hicri 898 yılında yazılmış)

Bitkiler anlatılıyor. Hayvanlar anlatılıyor. İnsanlar anlatmıyor. (Bunu başkalarına mı bırakmış Kazvini?)

Hurma ağacı konusunda dediklerini not ediyorum bir kıyıya:

Hurma ağacı. Bu mübarek ağaç yalnız İslam ülkelerinde yetişir. Peygamber efendimiz (S.A.S) bu ağaçtan söz ederken, Hurma ağacına iyi bakın, o sizin halanızdır, demiştir. Zira, Adem peygamberin yaratıldığı limonun kalıntısından doğmuştur hurma.Hurma ağacı (bir palmiyedir) düz ve dik gövdesinin alımıyla, dişi  ve erkek iki karşıt cinsle ayrılışıyla ve bir tür çiftleşmeyle ürün vermesiyle, insan oğluyla şaşırtıcı benzerlikler gösterir. Hurma ağacının tepesi kesilecek olsa  ölür. Çiçeğiyse yoğun bir sperma kokusu salar. 

Ada yayınları 1977. Sayfa 162)

28 Temmuz 2025 Pazartesi

MERMER GERÇEĞİ

 


Son maden yasası sebebi ve babamın da uzun süre mermer ticareti yapması sebebi ile bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim. Ülkemizin ormanları ve yeşil alanları sürekli yağmalanıyor. Sürekli orman yangınları var. Meğere yanan pek çok yerde imar izni ve maden izni alınmış, yangından ÖNCE? (Önce mi?) Bir yerde orman yanmışsa,  oradaki tüm inşaat ve maden  ruhsatları iptal edilmeli. Ben mermer konusuna geçeyim.

1)Son 15 yıldır ülkemizi en çok tahrip eden madencilik, mermercilik. Çünkü pek çok yerde mermer aranıyor ve yarım bırakılıyor. Mermer aranırken bozulan arazi de öylece kalıyor. Madencileri bozulan arazileri tekrar düzeltmek, o araziyi orman, otlak, hatta tarla haline geri döndürmeleri gereklidir. Ege ve batı Akdeniz'de böyle harap olmuş bir sürü arazi var. Ben buralara gizlice Avrupa'dan ithal edilen çöplerin döküldüğünden şüpheleniyorum.

2)Mermer doğada çok bulunur ama az çıkarılır. Çünkü mermer, bir kaplama malzemesidir, bir sürü muadili vardır. En değerli mermer, mutfak tezgahı mermeridir, ona da İtalyanlar, seremik mutfak tezgahını icat ettiler. Mezarlık mermeri için de bir sürü alternatif malzeme icat edildi. Doğada her mermer, işlenecek, dilimlenecek kadar sağlam değildir. Toğrağın yüzeyine yakın mermerler kolay kırılırken, derinlerdeki mermer daha sağlamdır. Buna karşın mermerde desen de önemlidir. Lekesiz beyaz mermer (Afyon şeker mermeri), antik Yunan ve Roma'dan beri modayken, antik Mısır'dan beri de pembe mermer (Uşak), Araplar arasında  modadır. Amerikalılar da Elazığ'ın vişne çürüğü mermerine (sosyal medayda kuşbaşı et diye fotoğrafları dolaşıyor) düşkündür. Deseni moda olmayan, beğenilmeyen mermerler ne akdar dayanıklı yada işlenevilir olursa olsun, çöptür.

3)Mermer madenciliği zordur çünkü büyük ve çatlaksız parçalar çıkarmak zorundasınızdır. Bu yüzden kolay kolay dinamitleme yapamazsınız. Mermer tozu, çok para etmez. Bir efsaneye göre eskiden Türkiye'de mermer tozu çöpe atılıyormuş. Mermer ihracatında çalışan biri öğrenince istifa edip, işini kurmuş. Mermer tozu, logar kapakları ve halka açık heykellerde, demire katılıyor, böylece eritilmesi zor oluyor, hurdacılar da almıyor. Pek çok alanda kullanılan mermer tozu yada mermer parçaları, blok mermerin yerini tutmaz, bu da mermer madenciliğini zorlaştırır.

4)Mermerde modayı belirleyemiyoruz. Mermer bir taşıyıcı unsur değil, kaplama malzemesi. Alternatifi çok. En son İtalyanlar, porselene mutfak taşını icat etti. Giyim, mimari, dekorasyon gibi işlerde modayı Fransa-İtalya-İspanya üçgeni yönetiyor. Pek çok mermeri de, moda edemediğimiz için ya ucuza satıyor, ya da çıkartamıyoryz.

Sonuç olarak mermer madenciliği üzerine yapımlası gerekenleri tekrar düşünmeli, yeni politikalar oluşturmalı ve terk edilen arazilerin ıslahını şart koşmalıyız.

27 Temmuz 2025 Pazar

İSMAİL AMCAM GERÇEK BİR BURJUVAYDI



Rahmetli İsmail amcamla annemin arası iyi değildi, dolayısı ile de benimle de değildi. Diğer yandan İsmail amcam, hakkı yenecek biri de değildi. Başımız sıkıştığında yardımcı olur, bayramda -seyranda uğrardı. Onun ve onu sevenlerinin hayatını değiştirecek olay, 1986'dai trafik kazasında, belden aşağısının felç kalmasıydı. Muğla'nın ilçelerinden birinde, son odel AUDİ'siyle, gece vakti ve tahminen saatte 100 kiloömetrenin üstünde bir hızla giderken, önündeki mıcır yada kum birikintisini görememiş veya geç görmüş, taklalar attıktan sonra durabilmişti. Ertesi gün de bizi aramıştılar. Bizi arayanlar yengem miydi, yoksa Muğla'da şantiyeden birileri miydi, hatırlamıyorum ve anneme sormak istemiyorum. Çok da önemli olmayan bir ayrıntı. Babamgil altı kardeşti, temmuz 2025 itibarıyla dördü hayatta. Mehmet amcam ile İsmail amcam öldü. Babam en küçükleri, İsmail amcam bir büyüğü. Beş erkek, bir kız kardeşler, dedelerim ve nenelerim öleli de çok oldun. 1986'da hepsi hayattaydı ama sadece İsmail amcam ve biz Ankara'da yaşıyorduk. Diğer amcalarım ya Almanya'da, ya da İstanbul'daydı. Bir de Hasan ve Mehmet amcalarımın otuz yaşından yukarı kardeşleri, yani kuzenlerimizin evleri vardı. Yengem ev hanımı, kuzenlerim henüz ilkokul öğrencisiydi. En yakın ev de bizimkiydi.

Babam o zamanlar halen harfiyat kamyonculuğu yapıyordu. Aslında her sene Ankara dışında şantiyelere giderdi,  en fazla da Kütahya, Tavşanlı'ya. O yıl ise, Ankara şehir içinde harfiyat işleri kovalıyordu. Saat daha öğle olmamıştı. Annem, İsmail amcamın kaza geçirdiğini, bunu babamın duyması için, Dikmen'de, Dikmen caddesi ile Sokullu Mehmet Paşa caddesi arasında uzanan Mimar caddesinde, kamyoncuları durdrup, babama haber vermesini söylememi söyledi.  Daha cep veya ev telefonu icat edilmemişti. Evlerde telefon yeni yeni yaygınlaşıyordu ve bizim eve telefon geleli de çok olmamıştı. O zamanlarda bir şeylerin inşaatı için oradan harfiyat kamyonları vızır vızr işliyordu. Bir kaç tanesini durdurup, babama haber gönderttim. Öğleye doğru babam eve geldi.

Sonra zor günler, haftalar, aylar, yıllar geldi. Bazı şeyler için gereksizce keşke denildi. Amcamın zaten sağ ayağında platin denen, kemik destek protezi vardı. Yengem araba kullanmasın diye otobüs bileti almıştı. Bütün bunlar için üzülmeye çok geçti ama üzülünecekti. Sonra amcamın umutsuz tedavi çabaları oldu. Eğirdir Kemik Hastalıkları hastanesinde uzun süre kaldı.Daha ilkokul öğrencisi olan kuzenlerim, babamız Eğirdir'den  yürüyerek gelecek dediler.  Ardından gene uzun sürecek Almanya tedavileri başladı. Bunlar sadece ümitsizliğin, ümitlerinin son çırpınışları, kabullenme öncesi son avuntulardı. Böylesi bir olay, psikolojik bir yıkımdı ama iki küçük oğlu olan amcam, kendini toparlamak zorundaydı. Asıl sorun amcamın harfiyat şirketinin bir süre işletilip, sonra kapatılması, elde edilinecek gelirin, banka faizi gibi pasif gelire; arsa, hazine bonosu gibi kalıcı varlıklara dönüşmeliydi. Burada da işler büyük ölçüde babama kaldı.

Amcamla asıl yoğun ilişkim, 1990 yılında, lise bir yani şimdiki dokuzuncu sınıfta, sınıfta kalmıştım ve kuzenimin Ankara, Kazım Karabekir caddesindeki, Tuna Han'daki dükkanında çaışmaya başlayınca yoğun oldu. Aile, banka faizi ile geçinse de amcam, evde sıkıldığı için haftada en az dört gün dükkana geliyordu. Dükkanda şimdilerde ofis-boyluk denen, getir-götürcülük yapıyordum. Dükkanda kuzenim (o zamanlar ben 16-17, o ise kırklı yaşlardaydı) Rıza'nın yanında genel anlamda alım-satım muameleleri yapan Mehmet diye başka bir eleman ve ben vardım. (Mehmet daha sonra kendi alım-satım muamelecisi dükkanını açtı) Kamyon ve lüks otomobil satıyorduk. Sattığımız kamyonların çoğu, şimdilerde piaysada olmayan Chrysler'in As 600 ile 950 arası harfiyat kamyonlarıydı. Arada Rıza abimin (ona abi diye hitap ediyordum) kullandığı lüks araçları veya haciz koyduğu araçları da satıyorduk. Rıza abim, faizcilik de yapıyırdu. Bneim işim dükkanı temizlemek, lokantaya-bakkala gitmek, araçları yıkamak falandı. Yaptığım en ağır iş, İsmail amcamı, hanınn üst katındaki tuvalete götürmekti. Amcam o zamanlar nedense akülü tekerlekli sandalye almamıştı, oysa akülü sandalyeler o zamanlar da vardı ve amcamın alacak durumu da vardı. Amcam her geldiğinde günde en az iki kere tuvalete giderdi. Bizim dükkan binanın yanında, en arkasındaydı, Bahçeler Arası sokak diye  geçiyordu. Tekerlekli sandalyede, tahminen seksen kilo olan amcamı, önce iki yüz metre kadar düz sürüp, Kazım Karabekir caddesinin kaldırımına getiriyordum. Sonra sola dönüp, binanın tam önünde, bayağı büyük kamyonetlerin üst katlara çıkmasını sağlayan dik yokuşun önüne geliyordum. Sonra o dik yokuşu, tekerlekli sandalyeyle güvenli olarak çıkarma ve indirme çabası geliyordu. Çıkardıktan sonra, tuvaletin önüne kadar geliyordum. Amcam kendine has sondasıyla, kendi işini görüyordu. İndirmek çok daha zordu. Rıza abimin hanın üst katında, tuvaletin yanında ve kendi dükkanının tam üstünde başka bir dükkanı vardı ve oradan bazı malzemeleri ben getirip, götürüyordum. Amcamın ilk ziyaretinden evvel oradan bir kamyon tekeri indirirken kontrolden çıkmıştı da, neyse ki başka bir şeye çarpmadan, devrilmişti. Henüz orta okul öğrencisi olan iki kuzenimin babası amcamın kontrolden çıkması ve devrilmesi diye bir sorun olmamalıydı. Dükkanda kaslarımı en çok yoran, hatta ağrıtan iş, buydu. 

1993'de üniversiteye giriş sınavını ilk girişimde kaybettim. O yıl Ülkü Ocaklarına da gitmiş olmama çok kızan babam, beni dershaneye göndermedi. Ben de o yıl, evde ders çalışıp, gündüzleri de çeşitli işlerde çalıştım. Sınav sonucum belli olur olmaz, önce bir matbaada, sonra da mahallemde bir markette çalıştım. Bir ara markette çalıştım, telefonla istenen siparişleri, evlere götürüyordum. Oradan da ayrılıp, iki ay kadar evde yattım. Sonra başka bir kuzenim olan, nüfustaki adı Nazım olan ama bizim Aziz dediğimiz Aziz abim, kendi dükkanında çalışmayı teklif etti. Mecburen kabul ettim ve amcam oraya da uğruyordu. Bu sefer akülü tekerlekli sandalyesi vardı. 1994'ün Martından, Ağıustosuna kadar orada çalıştım. Amcam her zaman sivri dilli biriydi ve bu özelliği her zaman insanları kendisinden uzaklaştırırdı. Bu dönem, benim çok  zor zamanlardı. İki defa (8. ve 9. sınıflar) sınıfta kalmış, ilk girişte de sınavu kaybetmiş, ileri derecede disleksi ve hatta belki biraz otistik, 20 yaşından gün alan gençtim. Dershaneye gitmiyor, gün boyu dükkanda duruyor, dükkandaki boş zamanlarımda sosyal bilimler konu anlatımını, akşam da Türkçe konu anlatımını okuyordum. Durumum çok umutsuzdu. Mart ayında yapılan, o zamanlar ÖSS olan ilk sınav, pazar günüydü ve ben cumartesi akşam beşe kadar dükkandaydım. İsmail amcam beni göndermişti.  Bütün bu olumsuzluklara rağmen ÖSS puanım, geçen seneye göre mikroskobik de olsa artmıştı. 1993'de 139,9 yüz küsur olan puanım, 141,5 yüz küsur puan olmuştu.  Bu mikroskobik de olsa artış, büyük moraldi. Rakiplerim haftada bir soru bankası bitirir,  dersahne bir yana, özel ders alırken, ben hem işte çalışıyor, hem de ders çalışıyordum. Amcamın ve kuzenimse her geçen gün daha fazla benimle uğraşıyordu. Aziz'in dükkanına gelen-giden pek azdı. Haziran ortasında, ikinci basamağa kadar, sarı renkli sosyal bilmler kitabını tekrar tekrar okudum. İkinci sınavda, cuma akşam beş gibi çıktım.

İkinci basamak olan ÖYS sınavından sonra hem Aziz abimin, hem de İsmail amcamın bana karşı tacizleri giderek sertleşti. Sürekli bana ve aileme laf ediyorlardı. Ben de altta kalmıyordum. Yaz ayları boyunca onlara tahammül etmek giderek zorlaştı. Onlara göre benim sınavı kaybettiğim kesin gibiydi. Ağustos ayının sonlarına doğru, özellikle Aziz abimle ciddi ciddi kavga etmeye başlayınca, işten ayrıldım. Sonra büyük bir süpriz yapıp, sınavı kazandım. O yıllarda sınava girmeden tercih yapıyorduk. Geçen yıla göre göre netlerim beş yada altı tane artmıştı ve sonuç, kazandım.

1994 yılında amcamın büyük ama benden üç yaş küçük oğlu Cem'de sınava girdi. Cem, kardeşi  Can'la beraber, Ankara'da, özel bir lisede okuyor, üzerine de iki ayrı dershaneye gidiyordu. Amcam  kazanacağından çok emindi ve her sohbette adını anıyordu Cem'in. Kendisi inşaat mühendisi olmak, bunu da ODTÜ, İTÜ yada Hacettepe'de falan yapmak istiyordu. Tercihlerini de ona göre yaptı ve kaybetti. Her iki kardeş te 1995'de üniversiteye girdi. Can, dört yılda (özel okulda olduğu için İngilizce'si iyiydi) Bilkent İktisat'ı bitirirken Cem, Dokuz Eylül İnşaat'ı yedi yılda (hazırlığı atladığı halde), amcamların İzmir'e taşınıp, zorlamasıyla bitirdi. Ben, Süleyman Demirel, Sosyoloji'yi dört yılda bitirip, KPSS'nin hemen öncesinde Felsefe öğretmeni olarak atandım. Amcamın gerçek yüzüzünü görmeme daha yıllar vardı.

Amcamı asıl, yazlığına misafir olunca tanıyacaktım. Çocukluk, lise, üniversite ve onlarca yıl boyunca ne amcamın, ne de diğer akrabalarımın yazlığına misafir olmadım, misaifr olmayı da düşünmedim. 2010  yılında, psikoterapi almaya başladım. Psikologum bana tatile gitmemi önerdi. Annem de amcamın yazlığında tatil ayarladı. Ben ve annem, beraber Didim'e gittik. Bizi otogardan yengem aldı. Yazlık ev, bir site içinde iki katlı, müstalik bir evdi. İlk günler, sıradan ve rutindi (zaten on gün anca kaldık.) Amcam gene sivri dilliliğe devam ediyordu. 

Amcam, ilk gün bana, beni çok şaşırtacak bir soru sordu. Sinan, sen Rıza'nın dükkanda çalıştın mı? Ben de hatırlamıyor musun, sen dükkana gelrdin, ben seni iterek, tuvalete götürdüm ya, dedim. Amcamın bunu unutöasına çok şaşırmıştım. Sonra anlayacaktım ki aslında unuttuğu falan yoktu, bizi burada istemiyordu.Amcamında dahil olduğı yazlıkçı bir grupla sohbet ediyorduk. Dördüncü yada beşinci gündü,  ben, yazlık almaktanda her sene başka bir yere otele gitmek daha iyi dedim. Amcam da öyleyse kalk, git dedi. O akşam eve dönmek istedim, annem engel oldu. Ertesi gün yada bir sonraki gün, amcam durduk yerde bana sataştı, baban seni evlendirmiyor mu, diye. O tarihlerde 65-36 yaşlarında ve bekardım. Bu sefer laf sokma sırası bana geldi. Cem'le Can'da otuzunu aştı, sen onları evlendirmiyor musun, dedim. O da Sinan, bu dediğin çok zoruma gitti dedi. Yeğen olaak cevap veremeyeceğimi sanmıştı. Ertesi gün annem beni birden ısrarla Didim merkeze, dolaşmaya götürdü. Benim laflarım çok zoruna gidince, hemen oğlunu aramış, kız arkadaşı ile evlenme işlerini hızlandırmış, Devlet Su İşlerinde ihale kovalayan Cem, acele Didim'e geldi, o günlerde yakınlarda olduğu için kızın ailesini, kendi ailesiyle tanıştırdı.  Biz de o arada Didim'i gezdik ve dönüş biletleri aldık. Son akşam da amcam, bizi zaten kovmuştu ama hepten de s.ktiri çekmemiş olmak için bizi Didim (yada Kuşadası olabilir. Bu iki yer, birbirine yakındı.) Tam o gün, Hasan amcam, kendi yazlığına çağırdı. O da Almanya'dan yeni gelmişti. Annemin dediği gibi hizmetçiliğe çağırıyordu, başka bir şeye değil. Bir kaç gün sonra ev temiz oluca, onlar da bizi kovacaktı.

Annemin saçmalamasıydı bu olanlar, bir de tatile benimle gelme isteğinin sonucuydu. Belki de sayamayacağım kadar çok amca ve amca çocuğunun Ege-Akdeniz kıyısında yazlığı falan vardı ve onca çocukluk- gençlik geçmiş, yarım ağızla olsa davet etmemişlerdi. Amcam, Cem ve Can'ın okul arkadaşlarını misafir etmişti. Onlara da böyle laflar sokup, onları da böyle aşağılamış mıydı acaba? Ben ortaokul ve lise yıllarım boyunca Almanca'dan kaldım, Almanca'dan zerre anlamıyordum. Pek çoğu yıllarını Almanya'da geçirmiş, Almanya'da çalışan kişilerdi ama yarım ağızla bile olsa, Sinan, gel sana Almanca gösterelim dememişti. Sonraki yıllarda birisi, Kuşadası'nda pansiyon işletiyormuş, beni davet etti. Hem para vereceğim, hem de her olayım dedikodu malzemesi olacak, hiç akıllıca değildi. 

Amcamsa gerçek bir burjuvaydı. Görünüşte iyiliksever biriydi ama her iyiliğinde bir çıkar hesabı vardı. Babam yada başka birilerinin yaptıklarını iyilik değil, görev biliyordu. Disleksi ve öğrenme güçlüğü yaşayan bir devlet memurunun, asla onun sınıfına çıkamayacağı için beni de zerre kadar sevmiyordu. Her şey bir yana, Alevi ve Kürt olmasına rağmen, genel anlamda sağcı ve Tansu Çiller hayranıydı. Tam bir burjuvaydı.

Amcamla aramızda geri kalanların anlatılmaya bir değer yanı yok. Kendisi 2020 yılında vefat etti.