DOKSANLI YILLAR 7 YETMEZ AMA EVETÇİLİK
Yetmez ama evet kelimesi, 2010
referandumundan evvel dile dolandı. Referandumda evet oyu vererek, polis
devleti olmaktan kurtulacak, Avrupa Birliği bir ülkenin vatandaşı olacak,
vizesiz Avrupa’yı dolaşıp, istediğimiz işe girebilecektik. 7 sene sonra çok
saçma geliyor değil mi? O zamanlar HİZMET HAREKETİ’nin FETÖ olacağı
ve darbeye teşebbüs edeceği fikri de komik gelirdi. 2002’e kadar giden süreçte
halk, dinci bir iktidara psikolojik olarak hazırlandı. Bu operasyonun başında
da her zamanki gibi FETÖ vardı. FETÖ’nün, 17-25 Aralık olaylarına kadar diğer
tüm örgütleri de o yönetti. Mesela 28 Şubat sürecinde okullarda, devlet
dairelerinde türban çıkarılacak emri, okyanus ötesinden geldi ve diğer tüm
tarikatlar ve örgütler de kabul etti. Buna benzer pek çok karar Pensilvanya’dan
alındı ve tüm tarikatlar bu karara uydu.
Refah partisinin 1995 seçimlerindeki ani
çıkışına ve tarikatların ani yayılmasında rağmen halkın büyük çoğunluğu
muhafazakâr, dinci kesimden korkuyordu. Pek çok insan, özgürlüğe alışmıştı ve
dinci bir iktidar olduğunda, özgürlükten olacaklarından korkuyordu. Pek çok
yayın da tehlikenin farkında mısınız diye reklamlar yapılıyordu. O reklamlarda,
müftü nikâhı gelecek, şort giyen
kadınlara saldıranlar serbest kalacak, bin küsur odalı saraylar yapılacak, iki de bir bombalar patlayan bir orta doğu
ülkesine döneceğiz, parti başkanları
bomba patlamasıyla oylarımız artıyor diye sırıtacak, Özal’ın indirdiği gümrük
duvarları yeniden yükselecek, samanı bile ithal edeceğiz, Topkapı sarayının bahçesi
bile imara açılacak falan deniyordu. Bunun için önce soldan dönen Libareller
kullanıldı. Önce sağcılık, özgürlük diye , serbest piyasa diye, serbest piyasa
olmadan demokrasi olmaz diye sağcılık övüldü, üstelik bu, solun kalbi sayılacak
Cumhuriyet gazetesinden yapılmaya başlandı.
Hasan Cemal’in Cumhuriyet gazetesinde başlattığı liberalleşmenin öncesi
vardı lakin onlar daha hazırlıktı. 87-88 gibi bir liberal solculuk rüzgârı
esmeye başladı. Özellikle Sabah gazetesi ve kısmen de Hürriyet gazetesi, bu tür
yazarların merkezi oldu. Ali Rıza Kardüz, Engin Ardıç, Hadi Uluengin ve ikinci
cumhuriyetçilik yapanlar, bu işi ilk başlatanlardı. 1994’de Yeni Yüzyıl
gazetesinin yayımı ile ikinci cumhuriyetçilik ve liberallik yeni bir hal aldı.
Çetin Altan’ın oğulları Ahmet ve Mehmet’in öncülüğünde, liberalizm diye
Atatürkçülüğe saldırılmaya başlandı. Dinç Bilgin, uzun süre zarar ettiği halde
bu gazeteyi korudu. En sonunda kapandı,
YeniBinyıl diye tekrar açıldı. Ekürisi Radikal, zarar ede ede de olsa, 2016’a
kadar devam etti.
Önce serbest piyasa denilerek Özal övüldü.
Oysa Anap ve Özal hızla oy ve itibar kaybediyordu. Özal ölünce, Özal övücüleri
ibreyi Tansu Çiller’e yöneltti. Mesut Yılmaz, aşırı yavaş konuşması ve aşırı
poker oynamaktan sabitleşmiş yüz ifadesi sebebi ile alaya alındı. Tansu Çiller
ise gazları ve Türkçe ile İngilizceyi karıştırması yüzünden daha fazla alaya
alınıyordu. Sonra 1994-95 gibi birdenbire Refah partisini sistemin içine alıp,
eritmekten bahsedildi ve Refah partisi övgüsü başladı. Refah partisi sistemin
içine alınıp, merkez sağ parti yapılacaktı. Refah partisinin hiç de böyle
niyeti yoktu. Derken Hıncal Uluç liderliğinde, daha Alpaslan Türkeş
hayattayken, MHP’yi merkez sağ yapma lafını kalemine doladı. MHP’de hiç oralı
olmadı. Bir de, 2000 doğumlu bir öğrencimin dediği gibi, nedir bu merkez sağ?
Cevabı yok bu sorunun. Merkez sağ kendisini hiç tanımlamadı, kendisine hedef
koymadı. Oy alabilmek için her şeyi yapmak, ilkeli olmamaktı merkez sağ. Derken
bir gün (Tam tarihi hatırlamıyorum, galiba 95 ya da 96 yılıydı) liberal güruhun
lideri sayılacak Mehmet Barlas, birden İslamcılığa övgü yazısı yazdı.
Yetmez ama evetçiliğin 2. aşaması, Fetö ve
onu nezdinde tarikatları sevimlileştirme işiydi. Bunun uzmanı da Amerika’dan
gelen Şerif Mardin ve onun ta 1960’lı yıllarda kalma Said’i Nursi kitabıyla
geldi. Tam da o yıllarda, yıllardır yaşadığı Amerika’dan gelip, Merkez-Çevre çatışması ve bir sürü yeni
kavramlarla tarikatları savundu. Ardından Nilüfer Göle, Etyen Mahçupyan ve
benzeri birçok yazar geldi. Onlara göre Atatürkçülük, geleneğini yaşayan
zavallı çevreye zulüm etmişti. İnsanlara
peygamberi rüyada gördüren terlik satan, Atatürk’ün deccal olduğunu,
kendilerinin mehdi olduğunu, Said-i Nursi’nin Kuranı tefsirleri ile yüz yılda
bir yenileyen Bedüüzaman olduğunu, gavsların inşaatında bedava çalışmanın
nafile ibadetten hayırlı olduğunu falan söyleyen, kadınların çalışmasına,
yüksek mevkilere gelmesine karşı, mezhep düşmanlığı yapanlar, birer
özgürlükçüydü.
Şerif Mardin’in soyadı sizi yanıltmasın. 7
göbekten İstanbullu bir ailedir Mardinzadeler. Hatta meşhur Mısır’da kalan
miraslar olayının aktörlerindendir. Pek çok akrabası, ülke Osmanlı
egemenliğindeyken üst düzey yönetici, paşa, dolayısı ile tımar sahibiymiş.
Kendisi gibi profesör olan kardeşi Betül Mardin’in, bu miras için, dönemin
İsmet İnönü ile bir anısı da vardır. İsmet paşa kendisine bir bardak su ikram
eder ve biz de çok yabancının mülküne el koyduk, alacağın budur gibisinden.
Biz konumuza geri dönelim. Doksanların
ortalarından itibaren bir FETÖ övme operasyonları başladı. Tarikat yerine
cemaat, kendisine şeyh yerine hoca efendi hitabı, kanaat önderi unvanı veriliyor. 1993’den
itibaren tarikat yurt dışına açılıyor, Azerbaycan’da ilk kez yurt dışında okul
sahibi oluyor. Sonra dinler arası diyalog çalışması, Fetö’nün Papa, Maradona,
Barış Manço, Cem Karaca ve bir sürü ünlüyle bir araya gelmesi süreci başladı.
Dinler arası diyalog, Fetö’yü uluslar arası itibar sahibi gösterme projesiydi.
Ardından da Fetöyü entelektüel gösterme çabası başladı.
Bu dönemde sanki tornadan çıkmışçasına bir
grup kolejli fetö liberalleri çıktı. İstanbul’un köklü liselerinden birinden
mezun, İstanbul doğumlu, değilse de babasının görev yerinde doğup,
İstanbul’da büyümüş, İstanbul ve Ankara’da ki büyük ve eski devlet
üniversitelerinde lisans, yurt dışında ünlü üniversitelerin birinde mastır ve
doktora derecesi yapmış (bazıları üniversiteyi de orada okumuş), yabancı dili
çok iyi, 7 göbek ezelden İstanbullu bir aileden ya da yüksek bürokrat- siyasetçi
bir aileden gelme, abartılı bir Mevlana aşığı, Mevlana’ya ait ya da ait
zannedilen bir sürü özdeyişi ezbere bilen, özel hayatı pek gündeme gelmeyen,
Kürtleri seven, onlara karşı hassas, 2
Temmuz 1993 ve benzeri Alevilere karşı kıyımlara duyarsız, Atatürkçülük
düşmanı, cemaat dostu, cemaatin ve Avrupa Birliğinin (ki ondan da bahsedeceğim
bu başlıkta), sık sık da yurt dışına giden, orada ted talks’lara katılıp,
konferanslar verip, ödüller alan, 2010 referandumunda yetmez ama evet demiş,
gezi eylemlerini küçümsemiş, Radikal, Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl ve Taraf
gazetelerinde kısa süre de olsa yazarlık yapmış (bir kısmı Sabah-Hürriyet köşe
yazarı, özellikle ekonomi sayfalarından, Radikal-Taraf grubu idealdir) ya da röportaj
vermiş 16 Nisan 2017 referandumundan
sonra çoğu yurt dışına kaçmış, bir kaçı Gayrı Müslüm azınlıktan olan ve
şimdilerde kimselerin umursamadığı, bir kısmı pişman, yazar ve sanatçı ordusu. Bir kısmının pişmanlığı, artık Avrupa başta
olmak üzere, yurt dışında da itibar görmemelerinden dolayı. Avrupa için
AKP, radikal İslamcı, otoriter bir
parti, Recep Tayyip Erdoğan’da o partinin diktatörü. Fettullah Gülen’se bir
sürü salağı peşine takmış meczubun biri. Fetö’nün tek ciddi hamisi Amerika
kalmış durumda. Türkiye içindeki tek ciddi Amerika dostu FETÖ. Diğer
tarikatlar, Ülkücüler ve benzerlerinin hepsi 15 Temmuz’dan sonra Amerika ile
arasına mesafe koyma derdinde. FETÖ, sadece Türkiye’de değil, Sahra altı
Afrika’dakiler başta olmak üzere Müslüman azınlıklar ile Amerika arasındaki tek
iletişim bağı. Bu tarikat, dünyanın her yerinde Amerika’nın hizmetinde ve pek
çok kokuda Amerika, bu tarikata bağımlı. Doksanlar ve iki binler boyunca, kanaat
önderi diye onu yere göğe koyamayan Avrupa basını, onu ve AKP’yi destekleyen bu
kolejli çocukları da kalbinden silmiş durumda. Geçenlerde Orhan Pamuk, medyaya
ağlıyordu, ben 5 sene uğraşıp, roman yazayım, siz Tayyip’i soruyorsunuz
diyerek. Zamanında üzerine vazife değilken, yetmez ama evetçi güruha katılan
sendin. Gezi eylemleri için, kalkınan ülkelerde olur böyle protestolar diyen
sendin. Nobelden sonra yazdığı Masumiyet Müzesi’nden sonraki hiçbir kitabı,
ciddi satıl rakamlarına ulaşamadı. Profesör Aziz Sancar’ın Nobel almasından ve
Sancar’ın Atatürkçülük övgüleri, Pamuk’u demode etti. Nobelinin sihirini yok
etti. Şimdilerde sadece PKK sempatizanları onu arada sosyal medyada savunuyor.
O da arada bir, eskisi kadar Orhan Pamuk dendiğinde aşırı savunanı yok. Yeni
nesilde gayet kaliteli Kürt yazarlar var. Pamuk’un, Paris’in Saint German’ı
kadar elit mahallesi Nişantaşı’nda geçen romanlarını okumak zorunda değiller.
En son okuduğuma göre Roma’ya yerleşmiş. Ben batılı, seküler eğitim aldım,
antidemokratik ülkede yaşayamam diye ağlamış (gözyaşı dökmemiş bile olsa, böyle
konuşmak, ağlamaktır). Bir başkası, Elif Shafack’da, evli ve iki çocuk annesi
olması bir yana, hayatı boyunca İslamcılığı savunan biri olarak, Biseksüelim ve
ifade edemiyorum dedi. Nihat Genç’in dediği gibi, Avrupa’da düşen popülerliğini
kurtarma peşinde. Bir de kim olduğunu tutuklanınca öğrendiğim iş adamı Osman
Kavala var. İlginçtir, Birgün gazetesinin sahibi olduğu iddia bu şahıs için
sadece Ayşenur Arslan yazı yazdı. Sözcü, hemen hemen her gün Ertuğrul Akbay’ı,
en azından internet sitesinde manşetine alırken, Birgün, olay yokmuş gibi devam
ediyor ve alt sütunlardan duyuruyor. Gazetenin künyesinde adı yok. Paris
doğulu, Robert kolej ve manchester üniversitesi (İngiltere) bir olarak
yaptığım tanıma uyuyor. Ailesi de bir garip. Ekşisözlük’ten aynen kopyalıyorum.
‘’
ayşe buğra (eşi),
Tarık Buğra (kayınbabası),
meral akşener (anne
tarafından akrabası),
selim
sarper (babasının kayın akrabası),
reha oğuz türkkan (anne
tarafından akrabası),
yalçın doğan(kayın
akrabası)’’ Kayınbabası Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah adlı bir romanını yarım
bırakmıştım. Türkiye’de ki her kötü şeyi sola bağlayan bir faşistin
hezeyanlarından başka bir şey değildi. Reha Oğuz Türkan’sa bildiğin kafatasçı
ve ırkçıdır. Doksanlarda İletişim yayımlarını, solcu yazarlardan, İslamcı ve
(gene yukarıda tanımını yaptığım) yetmez ama evetçi liboşların yayınevi
yapmıştı. Nihat Genç başta olmak üzere, sevmediği yazarların kitaplarının baskı
adedini (3 yüz beş yüz falan yapmıştı. Utanmasa fotokopi ile çoğaltacak)
düşürüp, tanıtımını yapmayarak, kendisinden uzaklaşmasını sağlamıştı.
Tutuklanınca, kendisine desteği de bu liboşlar verdi. İşin ilginci İngiliz ve
Amerikan hükûmetlerinin endişeliyiz mesajı vermesi. Neymiş, birlikte çalışıyormuş. NATO’da
beraber çalıştıkları Türk subay ve generalleri, gülünç sebeplerden tutuklanır,
hapis yatarken endişeli değillerdi.
Doksanların bir de evler şenlik Avrupa
birliği ve üye oluyoruz, kalkınacağız, demokratikleşeceğiz propagandası vardı
ki bu propaganda 2010 yetmez ama evet sloganının temel direği olmuştu. Bu teze
göre Avrupa Birliğinin demokrasi kriterleri vardı ve üye olmayan, aday ülkeler
bile bu kriterlere uymak zorunda kalacağından, mecburen demokratik olacaktık.
Sonra bu masal iki binli yıllarda ve 2010 referandumunda da devam etti. Şu an sadece bir yıldan fazladır bulunduğumuz
olağan üstü halden ziyade, Macaristan ve Polonya’nın düpedüz diktatörlükle
yönetilmesinden dolayı da komik geliyor bana. Bir de Avrupa Birliği üyesi
olunca ekonomi şahlanacak yalanı vardır. 2004’de tam üte olan Bulgaristan ve
Romanya’nın hali ortada. Ekonomileri kötüydü, daha da kötüleşiyor. Üzerine
Avrupa ülkelerine çalışmaya gidenler ve düşük doğum oranları yüzünden nüfusları
azalıyor. Öyle ki Bulgaristan, nüfusu en hızlı azalan dünya ülkesi oldu. Gerçi
Bulgaristan’ın çöküşü, sosyalist rejimde iken faşist damarı kabarıp, 2 milyon
kadar Türkü, Türkiye’ye sürüp, daha doğrusu sürmeye kalkışıp, tarım sektörü
çökünce başladı. Tam üyeliğin Bulgarlara tek faydası, Avrupa ülkelerinde işe
girebilmeleri oldu. Türklerin buna ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Ülkeler
istedikleri vize engelleri koysun, Türkler bir yolunu bulur, o ülkede işe
girer, yerleşir, hatta işini kurar. Yeter ki iş olsun. Eskiden dünyada Türk
işçi olmayan ülke yoktu, şimdi Türk esnaf olmayan ülke yok. Döner tezgâhının
olmadığı kaç ülke kaldı acaba? Yapılacak iş olduktan sonra, hangi vize duvarı,
Türkleri durdurabilir. Vize bir yana, isterseniz sınırınıza kocaman yazılarla
TÜRKLER GİREMEZ yazın, hatta Türkleri aşağılamak için KÖPEKLER VE TÜRKLER
GİREMEZ falan yazın. Yapılacak bir iş varsa, eninde sonunda tükürdüğünüzü
yalayıp, Türk işçileri kendiniz çağıracaksınız. Türk halkını vize serbestliği
ile kandırmanın ne gereği var?
O yılların sihirli kelimesi hoşgörü idi.
Televizyonlar karşıt grupların konuşmalarından,
forumlarından geçilmezdi. En meşhuru, Ali Kırca’nın Siyaset Meydanıydı.
NTV’nin yakın zamana kadar süren Karşıt Görüş,
üç ekonomi profesörünün tartıştığı Ekodiyalog’da böylesi önemli
programlardı. 1993 5 Nisan ekonomik krizi sonrasında iktisat profesörlerinin
program yapması moda olmuştu. Rahmetli profesör Toktamış Ateş ile Abdurrahman
Dilipak, bir ara ayrılmaz ikili olmuşlardı. Hemen her gazete, en az bir tane
karşıt görüşten yazar barındırma ihtiyacında gibiydi. Bir de bu yıllarca
tarikatlar, milli görüş ve İslamcı-dinci sağ, bir okuma yazma furyasına
girmişti. Hekimoğlu İsmail, Ahmet Günbay
Yıldız, Emine Şenlikoğlu gibi yazarlar, o yıllarda, bu günlerde olduğundan çok
satıyordu. Minyeli Abdullah, Reis Bey,
Bize Nasıl Kıydınız gibi bir sürü dinci film çekildi. Bazıları sinema salonu
yerine, camilerde gösterime girdi. STV ve Kanal7’nin din dizilerinin kökeni
sayılırlar. Bu furyanın sinemalardaki son filmi, Fettullah Gülen’in ilk müezzin
arandığı yılları anlatan 2010 yapımı Eşrefpaşalılar filmiydi. Film, tam da
Fetö’nün en güçlü zamanlarında olduğu halde gişede çakıldı. Tıpkı Recep Tayyip
Erdoğan’ı anlatan ve onun en güçlü olduğu zaman gişede çakılan REİS filmi gibi.
O yıllarda dini tiyatrolarda çok modaydı. Hatta bir tanesine dayanmayıp, ben de
gitmiştim. adı, Gözyaşı Geceleri
idi. Afişinde yazan slogana göre tiyatro
değil, film değil, konser değil, o değil, bu değil, şu değil, gözyaşı geceleri
idi. Salak gibi para vermiştim. Oysa gösterimi beklerken, gişedeki adam bana el
altından bir tane daha vermeye kalkmıştı. Olay bir çeşit tiyatro oyunundan
ibaret bir gösteriymiş.. Önce çeşitli karakterler sinema perdesinden yansıyor.
Hiç biri oyuna uymuyor en sonunda bir Karadenizli, tipik şivesi ile önce
perdede görünüyor, sonra karakterimizu bulduk da diye sahneye iniyor. Bu
karakter sahnede birkaç komik laf edip, birkaç Temel fıkrasını anısı gibi
anlattı. Ardından da o zamanlar yeni çıkmış bir cep telefonunu alıp, faiz
konuştu. Parayı Şiş banktan (İş bankasını komikleştirmeye çalışıyor), Mimar
Bankasına (2000 bankalar krizinde kapanan İmar Bankasını kastediyor)
aktarılmasını söyledi. O sırada sanki mahzendeymişçesine yankılanan bir dış
ses, Helal Olsun Temel, demek iş
bağlantıları ha dedi. Temel de, yok valla, ibadet bağlantıları da var dedi.
Galipten gelen ses hadi hadi yapınca, sonra aniden Temel’in karşısına
sarıklı-cübbeli derviş haliyle çıkınca, temel korktu kaçtı. Sonra gösteri, en
azından benim izlediğim yere kadar, sahnede bu derviş kıyafetli adam vardı.
Hazreti Muhammed başta olmak üzere, İslam’ın önemli kişilerine ait hikâyeleri,
hem konuşarak, hem de beden dili ile anlatıp, ağladı. O arada salondan (Isparta
Belediye Kültür Merkezi) bolca hıçkırık ve ağlama sesi geldi. Derviş coştukça,
coşuyordu. Sonra yurdun kapısının akşam saat 11
(23.00)’da kapanacağı aklıma geldi. Son otobüse yetişmek için kalktım ve
çıkış kapısına yöneldim. Etraftaki gözler, sahneden, bana doğru döndü. Derken
cübbeli-şalvarlı ve sakallı bir derviş tipli biri önüme çıktı. Dizlerini kırıp,
çömeldi, ben de çömeldi. Gitmem gerektiğini, yurda geç kaldığımı söyledim.
Meğer o bölüm, kadınlara ayrılmış, öte taraftan çıktım. Bu dini tiyatrolar, o yıllarda çoktu, Akp’nin
iktidara gelişi ile bu İslamcı entellektüelleşme, kitaplaşma, sinema, tiyatro
falan azalarak bitti.
Son olarak tarikatlarla, milli görüşün
birleştirilmesi yani AKP’nin fikirde kurulması aşamasından bahsedeyim. Doksanlarda
tarikatlar da bir krizdeydi. Yükselen parti Refah-Milli Görüş ve MHP’ydi ve bu
iki parti de tarikatları sevmiyordu. Tarikatların ipinde oynayan partiler, DYP
ve ANAP ise, günden güne kan kaybediyordu. Ayrıca bu partiler sağcı da olsa,
laik dünya görüşünü benimseyen partilerdi ve tarikatlara, özellikle fetöcülere
istediklerini toplum tipini veremiyordu. Dinciliğin 3 ana alanı vardı. Diyanet,
yani devletin Sünniliği, Milli Görüş (MNP, MSP, Refah, Saadet partileri) denen
Din temelli anayasal devlet isteyen parti ve tarikatlar. Diyaneti bir kenara
alırsak, mesele merkez sağdan sora tarikatlara, özellikle fetöye ne olacağıydı.
Çare, tarikatlarla uyum içinde çalışacak bir Milli Görüş partisiydi. Bunun için
önce Necmettin Erbakan ekarte edilmeli, Refah partisi içinden bir kahraman
çıkartılıp, yeni parti kurulmalıydı.
Sonra olanları yazmasam da olur.