30 Nisan 2021 Cuma

SUÇLULUK DUYGUSU İLE İNSANLARI YÖNETMEK-5 BAŞARI HİKAYELERİ

 


Şu yıllarda moda bir etkinlik var, kariyer günleri. Çeşitli işlerde başarılı olmuş kişiler, rol model olsun diye okullara getiriliyorlar. Onlar da kendilerince bir şeyler anlatıyor. 

Bence bu başarı hikayelerini dinlemek, gençlere nadiren yol gösteriyor ve hatta sadece zaman kaybı. En başta yalanlar ve yanlışlarla dolu. Pek çoğu da yanlışlarla  dolu. Eski destanlar gibi (onları da anlatacağım) abartılarla dolu.

Mesela seksenli yıllar boyunca ha bire hayatım şovu yapak Sakıp Sabancı'nın babası daha on beş yaşındayken, Adana'nın en büyük pamuk tüccarıydı. Babası da öyle anlattığı kadar uzun süre pamuk hamallığı yapmamıştı. Vehbi Koç, Ankara'nın küçük bir bakkal işletmecisi değildi. Soyu Hacı Bayram Veli'ye dayanan ve o zamanlar küçük bir şehir olan Ankara'nın önemli eşraflarındandı. Bil Gates'in babası çiftçiydi ama fakir değildi.

Atatürk'ün, köylü milletin efendisidir sözünü, gelişmiş ülkeler daha çok benimsemiştir. Özellikle de A.B.D, Kanada ve Avrupa'da,  destekleme alımları, doğrudan destek ile  iyice zenginleşirler. Tam hasat zamanı gümrükleri indirip, piyasayı düşürmek ya da kullandıkları mazot, gübre ve benzeri giderlerine KDV, ÖTV ve benzeri yükler vurmak, tarlaların, otlakların dibine taş ocağı, mermer ocağı kurmak, hükumetin ne haddine? Tonlarca sütü caddelere döker, şehirler arası yolları trafiğe kapatırlar. Direnenlere karşı copla, toma ile girişmek ne hadlerine. Bir de dünyanın her yerinde kırsalın oyu daha kıymetlidir. Normalde dünyada çoğu kez ortalama elli bin insan oyu bir millet vekilliği ederken,  kırsalda bu yer yer otuz bin, hatta yirmi bine kadar düşer. Sanayileşmiş ülke çiftçisi, dünyanın geri kalanı gibi genelde ülkenin geri kalanından daha dindar ve muhafazakarken, seçmen olarak onlardan ayrılırlar. Geri kalmış ülkelerde bir kaç din adamı, tarikat lideri yüzünden aynı partilere oy verirler, oysa gelişmiş ülkelerin dinra köylüleri, çiftçileri, mazotta ÖTV'yi indirmeyi vaat eden homoseksüel, ateist ve siyahi bir adaya bile oy verirler. Yalnız o indirimi sahiden yapmak zorundasındır. Son seçimde vaat edilen memura 3600 gösterge  gibi unutturacaksın,  o politikacının ne haddine?

Gerçi Türk çiftçisinin ektiği para etse bile,  bununla kendi işini geliştirmez, anca pavyonlarda yer. Pek çoğunun da hayal, büyüyen şehirler yüzünden arazisinden imar geçmesi ve arazinin fahiş değerlenmesidir ki, bu büyük rant parası da gene pavyonlarda su gibi akar. Ben, her Türk aydınının serzenişini ben de yapacağım, köy enstitüleri kapatılmamalıydı.

Gates, üniversitede esrar kullanımından ve alkollü bir şekilde araba ile sürat yapmaktan tutuklanmış. Üstelik araba da bir Poshe'ymiş. Sevgili okurlarım, Harvard gibi üniversitelerde bursla okuyanlar, öyle alkole, esrara, partilere, eğlenceler vakit ayırmaz, hatta o meşhur sosyal kulüplerde bile çok fazla zaman harcamaz. Onlar iki ana dal diploma-derece alır, başka bölümlerden dersleri takip eder, kütüphaneden, laboratuvardan çıkmaz.

İnanmıyorsanız Türkiye'deki Koç, Bilkent gibi süper zenginlerin üniversitelerine bakın. Doksanlarda Bilkent için o lüks barlarının, diskolarının kapılarında, köpekler ve burslular giremez diye tabela asılıymış diye efsaneler dolaşırdı. Barı, diskoyu geçtim, koca koca profesörlerin, yazarların davet edildikleri etkinliklerde bile, bursluların adı nadiren geçer.

Bu başarı hikayelerinde anlatılmayan şey de hileler, dolandırmalar, katakulliler falandır. Nasıl ki mafya babalarının başarı hikayelerinde ihanetler, infazlar ve kaybedilmiş dostlar varsa,, iş adamlarının hikâyelerinde de dolandırılmış, iflas etmiş ortaklar vardır. Bunun en iyi örneği Apple'ın kurucusu Steve Jobs'dır. Kendisi bir yazılım, elektronik ve  yazılım dehası olmakla beraber, dünya ticaret tarihinin en büyük sahtekarı hatta o.ç'dur. Üniversite öğrenciliğinden itibaren arkadaşlarını projelerini çalmış, çalışanlarına zorbalık etmiş, ortaklarını dolandırdığı için bir ara kendi şirketinden kovuldu ve Pixar'ı kurdu. Aslında pek çok başarı hikayesinde benzer unsurlar vardır ama Jobs, en berbatıydı. Muhtemelen ölümünün ardından ortakları ve çalışanları bayram etmiştir.

Bu başarı hikayelerinin temel amacı genç insanları kapitalist dünyaya teşvik etmek olduğu kadar, hayatındaki yoksulluktan dolayı da kendisini suçlamasını sağlamaktır. Başarı hikayesine kanan birey, sınıfsal engellenmişliğini görmez ve kendisini suçlar.

Bu kapitalizmin icadı değildir. Orta çağın şövalye masalları da böyledir. Yahya Kemal Beyatlı'nın meşhur bin atlı akınlarda dev gibi bir orduyu yendik şiiri de, böylesi bir orta çağ destanıdır. Orta çağda fakir bir çocuğun sınıf atlaması iki yoldan olurdu, din ve ordu. Orta çağ boyunca sürekli savaşan devlet ve derebeylerin, sürekli askere ihtiyacı vardı. Şövalye hikayeleri de, muhteşem savaşım, rütbece yükselen, servet ve toprak kazanan askerlerin öyküsü anlatılır. Oysa sıradan bir askere şövalye olmak imkansıza yakın bir durumdur.

  Benzer bir durum da, evliya-ermiş hikayeleridir. İnsan bir düşünmeli,bir lokma-bir hırka yaşayan dervişlerden, bu obez şeyhlere nasıl gelindi diye. Aslında o bir lokma, bir hırka tamamen masal. Tarikatlar geçmişte de kocaman holdingdiler.  Bu evliya masalları da gençler, tarikatlarda yükselmeye heves etsin diyedir. Oysa şeyhler genelde tarikatlarını, zengin bir aileden gelme damatlarına bırakır, oğulları da ticarete atılır.

Okurlarım, özellikle sevgili gençler, TED,  Kariyer günleri ve benzeri saçmalıklardaki başarı hikayelerini izlediyseniz ya da izleyecekseniz unutun.  Başarısızlık ya da başarı için kendinizi kıyaslayacaksanız, sizinle benzer koşullarda olanları kıyaslayın. Ben de onu yapmayın. 

Kendinizi objektid değerlendirmenin başka yollarını arayın.

26 Nisan 2021 Pazartesi

EDEBİYAT, SANAT TARİHİNDE LİNÇLER VE ORHAN PAMUK

 


Nobel ödüllü yazarımızın son kitabı gene tartışmaların odağında. Kendisi malum, bu tartışmaları çıkarmayı seviyor, çünkü batılı, Avrupalı-Amerikalı okurlara sesleniyor. Ayrıca kendisi zamanının önemli bir kısmını yazmaktan çok, tanıtıma harcıyor ve reklamın iyisi-kötüsü olmaz mantığı ile reklam çalışması yapıyor. Masumiyet Müzesi'nden bu yana her yeni romanı, Türkiye içinde düzenli olarak tiraj kaybediyor. Kendisi genelde batılı okura oynadığı için, bunu mağduriyet madalyası olarak kullanıyor.

Oysa son kitabı o kadar şiddetli bir tiraj düşüşüne uğradı ki,  Türk yayımcısı Yapı Kredi, panik halinde, son romanında Atatürk'le alay etmedi, aslında şöyle değil, böyle demek istedi minvalinde mesaj gönderdi, sosyal medya hesaplarından. Zira bu seferki düşüş öyle fena ki, Nobelli yazarımızın kitapları yakında kendisini ucuzluk sepetinde bulabilir.  Zira kendisi T24'de düpedüz evet alay ettim dedi. (Günümüze siyasi göndermeler yapmaktan çekinmedim dedi. Peki neden Osmanlı hanedanının zaten komik olan halleri ile alay etmemiş. Yoksa sık sık evine misafir ettiği ve daha 19-20 yaşında üniversite öğrencisi iken tanıştığı Fatih Tezcan, Nagehan Alçı gibi Nurcu ahbapları mı kızarmış?



Son on yıldır her Orhan Pamuk romanı olduğunda aynı şetler sıra ile oluyor. Mart-Nisan-Mayıs ayı gibi (genelde Mart sonu-Nisan başı)Pamuk, Cumhuriyet gazetesi, T24 veya bazı gazetelere  ülkem için endişeleniyorum diye başlayan ve ne dediği anlaşılmayan şeylerle ilgili röportaj veriyor (son 2 yıldır bu ritüel eksik). Sonra Ot'dan başlayarak aylık edebiyat dergileri Pamuk'u sıra ile kapak yapıyor. Pamuk'la ilgili tartışmalar sosyal medyada alevleniyor, hain diyenler, ama o Nobel kazandı diyenler falan.

Sonra Pamuk hayranları o meşhur nakaratlarını tekrarlıyor ''Orhan Pamuk bu ülkeye fazla''. Neymiş efendim, Pamuk'u linç etmeye hakkımız yokmuş. Ha bir de ''Böyle ülkede edebiyat ilerlemez' nakaratı var.

Oysa Pamuk, Nobel ödülüne dayanarak aldığı yetkiyle hem Türk milletini, hem de Atatürkçüleri çok şahane linç etmişti ve son kitabı üzerine yazılanlardan anladığım kadarı ile halen Atatürk ve Atatürkçülere saldırmakla meşgul. O bize halen saldırıyorken, biz de onu affetmemekte özgürüz. Bu konuda daha önce de yazdım (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/adalet-agaoglu-ve-affetmeme-ozgurlugumuz.html )

Bir de sanki hiç gelişmiş ülkelerde bu tür halk linçi olmuyor, olmamış gibi tavır takınıyorlar. Ben de kıt genel kültürümle linç edilen yazarlardan ve sanatçılardan bahsetmek istedim. Boris Pasternak ya da benzeri şekilde devlet tarafından dışlanan yazar ve sanatçılardan bahsetmeyeceğim.



İlk aklıma gelen Herman Menveille, kendisi bu günlerde en çok bilinen romanı Mobby Dick yüzünden linç edilmiştir. Sebebi de, nasıl olur da beyaz ırk, bir hayvana karşı kaybeder miymiş? Oysa Meville, olayı gerçek bir öyküden almıştı. Edebiyat dünyasından ve okurlarından öyle kötü eleştiriler ve hakaretler aldı ki, yazmayı bıraktı. Roman, yazıldıktan ve yazarı öldükten çok sonra, sinemanın icadı ile popüler oldu. Sinemacılar insanların dev bir balina ile mücadelesinin salonları dolduracağını keşfetti. Bu açıdan Mobby Dick, King Kong ve Godzilla'nın da atasıdır.



Diğer bir linç edilen sanatçı da, modacı Coco Chanel. Amerika 2. Dünya savaşı filmlerinin bir klişesi vardır. Alman subaylarıan metres olan ama müttefiklere bilgi sızdıran kadın. İşte o kadın Coco Chanel'dir. Nazi işgali sırasında Nazi subaylarına metres olan ve Fransızların yatay işbirlikçi diye aşağıladığı  kadınlardandı. Paris kurtarıldıktan sonra saçları kazıtılan, dışlanan, aşağılan kadınlardan biri olabilecekken İsviçre'ye gitti, orada yıllarca kaldı, Paris'e dönüp, modaevini tekrar açtı ama Fransızlar onu dışlamaya devam etti. Koleksiyonları daha çok Amerika Birleşik Devletlerinde itibar gördü. Gene de Coco Chanel,  ülkesinde dışlanmışlığı hep yaşadı. Oysa sırf Chanel no 5 parfümü bile, Isparta'nın gül yağı ihracatının Türkiye'ye sağladığı katma değerden daha fazlasını Fransa'ya  kazandırmakta. Kimse de Chanel, Fransa'ya fazla demedi.



Oysa Türk milleti, işgalcileri destekledikten sonra yurt dışına sürgüne giden işbirlikçi yazarlardan  Refik Halit Karay ve Cenab Şahabettin gibilerini devletle beraber affetmeyi bilmişti. Oysa Norveç, Knut Hamsun'u hiç affetmedi. Savaştan sonra önce bir genç kız, kütüphanesindeki Hamsun kitaplarını yazarın kapısının önüne attı, ardında neredeyse tün Norveç. Kimse de Hamsun, Norveç'e fazla demedi. Diğer bir linç edilen Norveçli, oyun yazarı Henric İbsen'di. Sebebi de Nora, Bir Bebek Evi oyunun finali,  ülkenin muhafazakar kesimince beğenilmemiş, İbsen'de oyuna, bu gün çoğunlukla ne oynanan, ne de basılan 4. perdeyi eklemişti.



Hamsun, Nazi olduğu için linç yerken Thomas Mann, Naziliğe karşı olduğu için linç yedi, öyle ki, savaştan sonra da Almanya'ya gitmedi.

Yenilmenin bedeli hep ağır oldu. Savaştan sonra Nazi yandaşları hep dışlandı. Heiddigger gibi felsefe, Heisenberg gibi fizik ve hatta Von Braun gibi roketbilim dehaları bile bu dışlanmayı hissettiler. Pek çok etkinliğe davet edilmediler ve pek çok kişi onların davetine gitmek istemedi, onlarla dostluk kurmak istemedi.



Herbert von Karajan ise, Naziliğine rağmen, savaştan sonra da şöhretini sürdürdü. Ancak A.B.D'de verdiği konser, boykotla ve tepkiyle karşılaştı. Konserine kimse gitmedi. Türkiye'ye gelmesine de Türk Yahudileri engel oldu. Türkiye'de seksenlerde  TRT'de seksenli yıllarda Hikmet Şimşek'in sunduğu Pazar Konseri programına sık sık çıkması yüzünden tanındı. Kimse de Karajan A.B.D'ye fazla;  A.B.D Karajan'ı haktemiyor falan demedi. (Kaldı ki bence Karajan hep Nazi kaldı. Sahnede Hitler'i taklit etti. Zira herhangi bir videosunda, orkestra karşısındaki halini, Hitlerin nutuk söyleyen hali ile kıyaslarsanız, anlarsınız. Abartılı el-kol hareketleri, söze aşırı terleme, bitkin düşme, göz yaşı seli, vs) 

Linç etmek eskiden fiziksel darp etmek anlamında kullanılırdı. Adını da Amerikalı yargıç Charles Lynch'den almıştır. Mahkumları, halkın öfkesine teslim ederek cezalandırırmış. Kalabalığın birini ya da birilerini darp etmesinin adı, dünyanın her yerince linç etmek yada linçlemek olmuş. Sonra bu linç, Ahmet Kaya'ya olduğu gibi klasik medya üzerinden itibar linçi; ardında da trol ordularınca aynı sosyal medya linçleri yapılmaya başlandı.

Peki Orhan Pamuk linç ediliyor diyelim; gerçek şu ki bu linçleri kendisi istiyor. Çünkü sonrasında mağduru oynayıp, batılı okura, işte böyle vahşi bir ülkede yaşayayım diye ağlıyor. Sonra kendi kitlesi de, Orhan Pamuk bu ülkeye fazla diye ağlıyor. Yoksa neden son romanına, karikatürize, çocukken karga kovalamış kolağası Kamil karakteri eklesin? Belli ki kavgaya hazırlıklı gelmiş. Onun yaşadığı şey linç falan değil, insanları kendisine küstürme.

Lakin, Profesör  Aziz Sancar'ın Nobel ödülü almasından sonra, ''ama o Nobel aldı''cı okur kitlesi düşüyor. Batı dünyasında ona karşı sempati de,  Türk toplumunu etkilemesi ile orantılı. Kendisinin istikrarlı bir siyasi ideolojisi yok. Son bir yıldır da kitaplarının piyasaya çıkışı ile ilgili. Yakında batılı 'o hem büyük bir Türk yazarı, hem de bizden''ci batılı okurlarını da kaybedecek. Kendisinin istikrarlı bir siyasi tavrı da yok. Kar romanı ile güzelleme yaptığı, yetmez ama evet diyerek desteklediği iktidar, şu an ona terörist diyor o ise yeniden iktidarın rakip gördüğü ideoloji ile uğraşmakta. Atatürk'e küçük burjuva devrimcisi diyerek çok solcu olmanın ve dine engel oldu diye liberal solcu olmanın modası, Gezi döneminden beri bitti. Z  kuşağı denen yeni nesil Orhan Pamuk'a tamamen yabancı. 

Pamuk, Nobel ödülüne pek güvenmesin. Nobel'e aday bile gösterilmediği halde ölümsüzleşmiş pek çok yazar olduğu gibi, Nobel aldığı halde pek hatırlanmayan ve satmayan da pek çok yazar var. Kendisi onlardan biri olma yolunda hızla ilerliyor.

19 Nisan 2021 Pazartesi

ARJAAN 2(ARZHAN) KURGANI-TÜRKLÜĞÜN GÖBEKLİTEPESİ

 


2019'da, Rusya Konfederasyonunun Tuva bölgesinde bir kurgan kazıldı. Kurganı İsviçreli bir profesör, uydu görüntülerinden keşfetti. Buna uzay arkeolojisi deniliyor. Türkiye'de yapılıyor mu, bilmiyorum.

Orta Asya-Sibirya tarihine dair, Kaşgarlı Mahmut ve benzeri orta çağ Arap yazarlarının tezi vardır. Aslında bölgede pek çok tarihi eser varmış ama özellikle mezarlar, değerli eşyalar yüzünden yağmalanmış. Bu kurgan da teorinin  ispatı. Etrafındaki diğer kurganlar tamamen ya da kısmen yağmalanmış. Arzhan 2 ise fark edilmediği için bu güne kadar sapasağlam kalmış.



Kurganda genç yaşlarda (tahminen 25 civarı) ölmüş genç bir prens ya da kral, eşi (tek gömülmüş ve üzerinde bolca altın ziynet var), sekiz tane cariye ya da kuma, üç yüze yakın da asker, beraber gömülmüş. (Muhtemelen ölüm sonrasında ona eşlik etmesi için.). Kalıntılarda toplan yirmi üç buçuk kilo civarında ağırlığı olan altın takılar ve bir sürü savaş ve yaşam malzemesi bulunmuş. Arkeologlara göre tahminen milattan önce 8-9. yüz yıllara tarihliyorlar  bu alanı. İşte burayı Göbeklitepe gibi efsane eden de bu.

Göbeklitepe, dinler tarihi, özellikle de Ön Asya dinleri üzerine bildiklerimizi silip, üç bin yıl kadar da geriden başlatmışsa, bu kurgan da, Orta Asya-Sibirya devletleri hakkında bildikleri misi 4-5 yüzyıl öncesine götürüp, hepsini de baştan yazılmak üzere silmiştir.

Olayın ciddiyetini şöyle yazayım. Büyük Hun İmparatorluğunun tarihi beş yüz yıl kadar geriye gidebilir.



Genç bir prens ya da kral, eşi, bu kadar çok cariye, asker, savaş, eşya ve takı ile gömüldüğüne göre, en az Türkiye ya da daha büyük bir alanın hükümdarı olabilir. Hun imparatorluğu, onlar Çinlilerle ilişkiye geçmeden evvel de büyük bir devlet olmuş olabilir.



Yazık ki kurganın keşfi son derece talihsiz bir zamanda oldu. Türk kelimesini kullanmak istemeyen bir iktidar ve yıllarca Türkçülük siyaseti yapmış (yeni neslin deyimiyle Türkçülüğün ekmeğini yemiş) ortağı, bu olayı iyice görmezden geliyor. Oysa oraya Türk arkeologları ve antropologları yığılmalı. Zira Orhun abidelerinde adı geçen Ötüken ormanı, bu günkü Tuva olabilir. Bölgenin maden zenginliğine bakılırsa, Ergenekon'da burası olabilir. (Aslında Kırgızistan-Tamgalı'nın da Ergenekon olma ihtimali var. Zira bölgenin binyıllarca bir çeşit dini ziyaret-hac mekanı olduğu belli. )



Keşif, Orhun Yazıtları, Kazakistan-Altı Adamından sonra Sibirya-Orta Asya arkeolojisinde üçüncü en önemli keşif ama Türkçü veya Türkolog geçinenler bile keşfe ilgisiz.

Diğer yandan da uydu ya da uzay arkeolojisi, Türkiye'de de kullanılabilir. Türkiye'de el ya da ayak değmedik yer kalmadı diye düşünebilirsiniz ama halen keşfedilmemiş çok yer var. Mesela Luvilerin varlığı ve Hitit öncesi Anadolu medeniyetleri daha yeni yeni konuşulmakta. Hititlerin bir dönemki başkenti Tarhuntassa nerede halen bilmiyoruz.  Mısırlılarla savaşı yönetmek adına, Toroslarda bir yerlerde olduğunu tahmin ediyoruz. Frig alfabesi halen çözülmedi ve Frigleri, Yunan efsanelerinden tanıyoruz.



Türkiye'nin batısında bile, yerleşim yeri olmayan geniş alanlar var. Mesela Eğirdir ve Beyşehir  göllerinin arasındaki Dedegül dağlarında yerleşim yoktur ve Isparta ili içinde,  Beyşehir ve Eğirdir gölleri arasındaki dikdörtgene benzer araziyi, kuzey batı, güney doğu ekseninde çapraz çizerek yürürseniz,  120 kilometre, bir insan yerleşimine rastlamadan gidebilirsiniz.  Ankara-Çankırı il sınırı ve Nallıhan-Bolu arazisindeki arazi de benzerdir. Eğirdir gölü, bu günkü sekiz (8) rakamına benzeyen şeklini, Osmanlı döneminde almıştır ve son tarihi araştırmalara göre meşhur Miryakefalon savaşının yapıldığı yer, gölün dibinde, gölün iki yarısının birleştiği yerde su yolunda olmuştur.



Muhtemelen doğu bölgemizde böyle araziler daha çoktur.

Bu yazıyı yazmak uzun zamandır aklımdaydı. Ben de bu yerden yaklaşık 5-6 ay önce, Magma dergisi vasıtası ile haberim oldu. Aklımda iken ülke gündemi değişti. Arada da ben bu konuyu unuttum.

Oysa ülkemiz, muasır medeniyetler seviyesine ulaşacaksa, iki eli kanda olsa, bilim, felsefe ve sanat ile ilgilenmeli.



15 Nisan 2021 Perşembe

SUÇLULUK DUYGUSU İLE İNSANLARI YÖNETMEK- 4 ERİL FAİLLİK

 


Geçen yılın son günlerinde twitter'da  yer yerinden oynadı. Yirmi kadar kadın, Hasan Ali Toptaş başta olmak üzere bir çok yazarı tacizlikle suçladı, ifşa etti. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/01/twitterda-kizkardeslik-hareketi.html ) Bu olaydan sonra Hasan Ali Toptaş bir garip tweet yazdı. Özür mü, itiraf mı olduğu bu tweet, kamuoyunu sakinleştireceğine, iyice Hasan Ali Toptaş'a cephe açılmasına yol açtı.

Normalde bir suçumuz ya da kabahatimiz olduğunda, hatta başımıza bir felaket geldiğimizde ilk tepkimiz inkar etmek olur (suçlu ya da masum olalım). Psikolojide bile travmatik bir olayda ilk devre şok, ikinci devre de inkar devresidir. Eğer bir insan, suçu inkar etmiyorsa, delillendirileceğini bildiğindendir. Yani bu olayı bilmese de tahmin ediyordu. Muhtemelen inkar ettiğinde bir veya daha fazla video-foto falan gelecek,  daha beter rezil olacaktı.

Yaptığı açıklamada, kendi icadı bir kelime, daha doğrusu kelime tamlaması olay oldu; eril faillik. Şu cümleye bir bakalım:  "İnsan eril failliğin ne olduğunu anlayana kadar karşı tarafta ne büyük yaralar açtığını bilmeden, fark etmeden, düşünmeden hatalar yapabiliyor" .

Özetle, ben yapmadım, pipim yaptı, ya da erkektir yapar ideolojisen sığındı. Özetle erkekliğim (eril) aktif, fazla yaklaşırsanız yaparım (fail) dedi. Bu dediğini yıllar önce doksanlar, seksenler, yetmişlerde falan deseydi, paçayı yırtardı.

Mesela 1975-80 arasında Türk sinemalarını işgal eden, bu çağda ne komedi, ne erotik  olarak izlenen ve sadece adları ilgi çeken (Dolapta Pekmez Yala Yala Bitmez, Beş Dakka'da Beşiktaş, Fırçana Bayıldım Boyacı, Bakireler Çiftliği vs) o berbat filmlerin kadın oyuncuları (Karaca Kaan, Feri Cansel, Zerrin Egeliler, Arzu Okan vs) furya bittikten sonra toplumdan ve film dünyasından dışlandılar. Pek çoğu hastalıktan ve yoksulluktan öldü. Ya aynı filmlerin erkek oyuncularına ne oldu (Bülent Kayabaş, Ali Poyrazoğlu, Aydemir Akbaş, Salih Güney vs)? Aynen işlerine devam ettiler. Çünkü onlar erkektiler ve yaparlardı.

Bu mantık, o kadının o saatte orada ne işi vardı mantığıyla aynıdır. Erkektir yapar, sen kendini koruyacaksın, çünkü pek çok din (İslam'da dahil) tanrı ya da Allah kadar, erkekliğe de tapar. Pek çok ülkede pratikte erkeklere zina ya da tecavüze ceza yoktur. Mesela meşhur recm (toprağa gömülüp, taşlanarak öldürülme) cezası çoğu kez erkeklere uygulanmaz çünkü erkekler beline, kadınlar göğsüne kadar gömülür. Sonuçta erkek kazarak kendini kurtarır, kadınınsa şansı yoktur.

Türkiye'de zina neden suç olmaktan çıktı, biliyor musunuz? Çünkü anayasal olarak kadına ve erkeğe aynı ceza verilmek  zorundaydı. Oysa ceza erkeğe altı ay, kadına altı yıl hapisti. Sonra zinanın tanımı da kadın ve erkek için farklıydı. Kadının, başka bir erkekle el ele tutuşması bile zina sayılırken; erkeğin, başka bir kadınla ve herkesin bileceği şekilde beraber yaşaması zinaydı. Sonuçta zina suçuna  eşitlik uygulanmazdı. Devletin bekçisinin koruduğu resmi genelevlere giden erkeklere mi ceza verilecekti?

Sonra uzun yıllar yürürlükte kalan, tecavüz ettikten sonra evlenip, kurtulma olayını halen isteyenler var. O olayla ilgili korkunç bir ayrıntıyı anlatayım. Hastanenin birinde bir hizmetli, bir kadını, doktorum deyip, bağlayıp, tecavüz ediyor. Sonra kadına, adamla evlenmesi teklif ediliyor. Kadın da, doktor olsaydı evlenirdim, hademeyle (o zaman hizmetlilere hademe denilirdi) evlenmem diyor. Olayın korkunçluğunu görüyor musunuz? Adamın suçu tecavüzcü olmak değil, doktor olmamak ya da kurbanını kendine uygun sosyal sınıftan seçmemek.



İslamcılar türbanı ve çarşafı da benzer sebeplerden savunmaktadır. Bir ara internette sık dolaşan bir fotoğraf vardı. Biri üzeri kağıt sarılı, diğeri de açıkta iki lolipop. Sinekler açıktaki lolipopa gidiyor. Aslında bu karikatür, kadınlardan çok erkeklere hakaret içermekte. Erkekleri cinsellik konusunda şekere saldıran sinekler olarak göstermekte. Biz de toplum olarak bunu  böyle olduğunu kabul etmişiz.

Oysa pek çok şeyi insani ve evrensel sansak da,  başka toplumları tanıdıkça, kendi toplumumuzun bir parçası olduğunu anlarız. Bazen de toplum değişir o şeyin öyle olmaması gerektiğini anlarsınız. Mesela doksanlarda, seksenlerde ve daha öncesinde kadınlar aldatılmalarına rağmen, dayak yemelerine rağmen kolay kolay boşanmazlardı. Hatta erkeklerin açtığı boşanma davalarının yıllarca sürmesi meşhurdu. Sonra doksanlar ve iki binli yıllarda  hem ekonomik krizler boşanmaları arttırdığı, hem de kadınlar baba evine maaşları ile geldiğinden, boşanmış olmak, sıradan bir durum oldu. Sonra da kadınlar aldatmaya ve dayağa katlanamaz oldu. Erkekler de öyle eskisi gibi göstere göstere zamparalık yapamaz oldu.
Geçenlerde 14 yıldır Kanada'da yaşayan bir Türk kadını, sosyal medyadaki hemcinslerine hiç tacize uğradınız mı diye sordu ve ardından da kendisi 14 yıldır hiç tacize uğramadığını yazdı. Uğramaz tabi, oralarda eril faillik ya da erkektir yapar durumu yok.
Aslında ülkemizde de öyle eril faillik yok, Rahmetli Erdal Atabek'in kitabının adı gibi Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık vardır. Köpeksiz köy bulup, değneksiz gezmek vardır. Saldırganlar, saldırdığı için suçludur, kurbanlar kışkırttığı için değil.
Son olarak bu olayda Toptaş'ı İslamcılar savunmaya çalıştı. Bir kaç ay sonra da bir kararname ile İstanbul Sözleşmesi feshedildi. Sizce tesadüf mü? Toptaş'da aslına ciddi bir şekilde geleceğin Orhan Pamuk'u olarak yetiştirilmekte idi ama artık tarihe gömüldü. Bu son açıklaması da bence bunun göstergesi oldu. 
(Buradan kışkırtılmaya bağlayacaktım ama yazı yeterince uzun oldu)



12 Nisan 2021 Pazartesi

ÜCRETLİ ÖĞRETMENLİ SORUNUMUZ

 


Bu ücretli öğretmenlik konusunu bir daha yazmak istedim. Çünkü ücretli öğretmenlikte ısrar, ülkemizdeki zaten düşük olan eğitim kalitesini daha da düşürmekte. Üstelik bu uygulama zannettiğiniz gibi ıssız dağ köyleri ve sapa ilçelerle sınırlı bir uygulama değil. İl merkezi ya da büyük şehirler bir yana, proje, kaliteli hatta tarihi denilen okullarda bile sık görülen bir uygulama.

Milli eğitimin bu uygulamanın yaygınlığına göz yumması ve hatta bence teşvik etmesinin birinci sebebi, ucuz emek politikasıdır. Hatta bundan bahsetmiştim. (https://habergalerisi.com/2020/12/11/ucuz-ogretmenin-ya-da-iscinin-yahnisi/ )Bu şekilde sadece ders ücreti alan öğretmen, kadrolu bir öğretmenden çok daha ucuza çalışmakta. Bu ucuz öğretmen de, kalitesiz iş yapmakta.

Oysa o yazıda anlatmadığım başka bir olgu da, ücretli öğretmenliğin,  yerel siyasetçilerin elinde bir silah olması, pek çok işsizin bir şekilde geçim kaynağı olması ve bu ücretli öğretmenliklerin, il-içe milli eğitim bakanlıkları tarafından ulufe dağıtılır gibi dağıtılır. Bazı yerlerde ücretli öğretmenliğe birilerini bulmak zorken, bazı yerlerde yıllardır aynı okulda ücretli öğretmenlikle geçinenler vardır.

En fazla ücretli öğretmen çalıştırılan dersler, okul öncesi (anaokulu), İngilizce, Almanca ve bilgisayar dersleridir. Öğretmen olarak atama yapmaya bin türlü belge, pedagojik formasyon,  yüksek lisans falan isteyen milli eğitim; bir sürü lisans, ön lisans mezununu bu şekilde çalıştırmakta. Pek çoğu eğitim yada fen edebiyat mezunu olmak bir yana, tavukçuluk,  arıcılık, işletme, iktisat gibi alakasız bölümlerden mezunlar. Önemli bir kısmı da, bazı önemli memurların ev hanımlığı yapan eşleri,  iş arayan çocukları falan.

Ücretli öğretmen isteyenlerin sayısı, işsiz üniversite mezunları ile orantılı. Mesela polis alımlarında bir anda ortalıkta ücretli öğretmen kalmıyor. İki yıl kadar önce de, Almanya, Türk beyaz yakalılara kapılarını açınca, ücretli Almanca öğretmenleri gidince, Almanca öğretmeni kıtlığı olmuştu.

Ücretli öğretmenlik, hem aynı kurumda aynı işi yapanlar arasında bir sınıf farkı yaratıyor, hem de ücretlendirme ve sigortalama şekli çok ahlaksızca. Bir kere girdikleri ders saatine göre ücret alıyorlar.  Bu, bir imamın kıldırdığı namaz rekatına göre maaş alması gibi bir şey. Hatta daha saçma. Sırf aldığı ders artsın diye ilgili-ilgisiz bir sürü ders, ücretli öğretmene yükleniyor.

Ülke olarak eğitimi düzeltmemiz acil iş oldu. İlk yapmamız gereken de öğretmenlik mesleğine layık olduğu onuru vermek, bunun için de yapılması gereken, ücretli öğretmenliği kaldırmak ve öğretmenlikte tek ve asil modeli yaygınlaştırmaktır.


10 Nisan 2021 Cumartesi

MARTİN EDEN VE SINIF ATLAYAMAMAK



 DEĞİŞİM

Ince uzun bir hayvan,/ çarpıyor çarpıyor çarpıyordu kendini taslara, canımı sıkılıyor canim çekişiyordu yoksa? yok efendim dedi yanımdaki adam, gömlek değiştiriyor yılan bu hallerden anlarız dedi az çok, bizde sınıf değiştirmiştik bir zaman: (Can Yücel)

Bu şiirden de anlaşılacağı gibi sınıf değiştirmek zor iştir. Ortalıkta bir sürü aslınca Can Yücel'e ait olmayan Can Yücel şiiri dolaşırken, bu şiirin pek bilinmemesi de bahtsızlıktır.

Şiirde de anlatıldığı gibi, sınıf atlamak zor iştir. Sadece para kazanmanız yetmez, o sınıfın alışkanlıklarını da öğrenmeniz gerekir. Alt sınıf insanlar, sürekli bir sınıf atlama çabasındadır. Pek çok kere bu çabasında başarısız olur, bazen de pişman olur.

Amerikalı biri ile tanışsam, Jack London'ı neden sevmediklerini soracağım. Konu London'ın sosyalistliği ise halk olarak Dalton Trumbo ve senatör Mc Carty'in kara listesindeki senaristleri çok seviyorlar. Oysa kendi yaptıkları en geniş Amerikan edebiyatı analojilerinde bile London'ın adı geçmez ya da pek az geçer.

Romanda pek çok öğe, London'ın kendi hayatından kesitler içerir. Oda Martin Eden gibi alt sınıftan birisiyken, yazarlıkla şöhret olmuş, on un da ölümünün intihar olduğu düşünülmektedir. Romanda Martin Eden'ın sevgilisi Ruth Morse, aslında London'ın ilk aşkı Mabel Applegarth'dır. London'da, Martin Eden gibi işçi sınıfının bir bireyiyken, yazar olarak ünlenmiş, bunun için çok uğraşmış ve sonunda başarmıştır ama ne pahasına?

Hani bir söz vardır, paran yokken sen insanları tanırsın, paran varsa insanlar seni diye. Hah, aslında paran olunca da insanları tanırsınız. Romanın sonunda da böyle bir bölüm var.

Bence Z kuşağı denen günümüz gençlerinin okuması gereken bir roman. Çünkü bu nesil için, eğitim alarak sınıf atlamak çok zor, hatta imkansız gibi. İş bulmanın zorluğu bir yana, mavi yakalı pek çok işçi, beyaz yakalı pek çok işçiden daha fazla kazanıyor. Beyaz yakalılar, staj, tecrübe kazandırma ve benzeri bahaneler ile daha çok sömürülüyor, Şimdi de buna evden çalışma eklendi.

Kitap, ilginç bir şekilde insanı, sınıf atlamaya çabalamaktan vazgeçirmese de isteksizleştiriyor. Roman kahramanı okula gitmiyor, onun yerine daha iyi bir yazar olmak için okuyarak, tiyatroya giderek kendisini geliştirmeye çabalıyor. Elit sınıfın mesleği olan yazarlar arasına giriyor ama ne pahasına.

4 Nisan 2021 Pazar

SUÇLULUK DUYGUSUYLA İNSANLARI YÖNETMEK 2- DİN



 Dinde daha önce de gözyaşı cihadı diye anlattığım olguyu, daha geniş çaplı açıklamaya çalışacağım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/06/aglama-cihad-bu-deyime-ilk-defa-nevsin.html )Ağlama da, insana suçluluk duygusu yükleme yollarından biri ve en garantili olanıdır. Duyar kasan ya da suç yüklemesi yapan kişi, bunu çoğu kez ağlayarak destekler. Bunu en fazla din adamları yapar, siyasilerden daha fazla yaparlar.

Bunu hemen hemen her din yapıyor. Mesela Buda, gut hastalığından ölmüş. Her heykelinde özellikle göbekli olarak gösterilir. Kendisi aydınlanma yolunda rahatından ve zevklerinden hiç ödün vermemiştir. Buna rağmen çilekeş, inzivada sadece yağsız pirinç pilavı ve baklagillerle beslenmekte. Buda hiç bir din yada ırk  mensuplarına düşman değilken, Myanmar'da Budistler Müslüman düşmanlığı yapmakta.

Dinde, din adamlarının sözde dünyadan uzak, yoksul yaşamları bana Breaking Bad dizisindeki Gustavo adlı mafya babasının sözde mütevazı ve hayırsever yaşamını aklına getiriyor. Türkiye'de her tarikatın arkasında bir kaç holding var ama sorsan Allah rızası için çabalamaktadırlar. Holdinglerin yönetim kurulu üyeleri, bayram namazlarını şeyhlerinin tripleks villalarında kılıyor. Tarikatlar, Afrika'da bir yerlerde su kuyusu açmak için halktan dünyanın parasını toplarlar ama, kendileri ile aynı sokaktaki  evsizler ya da sokak çocukları için hiç bir şey yapmazlar.

Dinlerdeki suçluluk duygusu, önce kendilerine inanmayanlara karşı tavırları ile başlıyor. Bu tavır da, inanmıyorsan saygı duy saçmalığı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/12/inamiyorsan-saygi-duy-ben-sana-duymasam.html ) Burada kendileri başkalarının inanç ve arzularına karşı daima bir saygısızlık içindedirler, hele o başkaları azınlıksa. Kendileri çok eşliliklerine, küçücük kız çocukları ile evliliklerine, hoparlörün sesini sonuna kadar açtıkları ezanlarına saygı isterler. Oysa başkalarını  bu mantıksız inançlarına inanmamalarına, arada bir eğlenmelerine karşı zerre kadar saygı göstermezler. Bir de şu var ki, toplumu suçluluk duygusu ile yönetmeye çabalayanların arzuladıkları saygının sınırı yoktur. Ezan okunurken ayak ayak üstüne atmamakla, paraya dokunmamakla başlıyor. Sonra tüm Ramazan yemek yememizi istemekle devam ediyor. Kendileri eğlence mekanlarında tebliği diyerek başkalarına rahatsız etmeyi kendilerine görev biliyor. Üstelik bunu da AVM'lerde yapamıyorlar çünkü AVM'lerde tarikat holdinglerinin de payı var. Bir ara gündüz kuşağındaki yiyecek reklamları ile uğraşıyorlardı, tarikatlarında televizyon kanalları olunca, ondan da vazgeçtiler.

Bu inanmıyorsan saygı duy tavrında da bir, Bakara-Makara durumu var. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/bakara-makara.html ) Mesela üniversitede oruç tutmayanları döven reislerin pek çoğu ramazanda sigara içmeyi bile bırakmaz. Milletin başında oruç oruç diye öten softaların pek çoğu da obezdir. Bence yüz elli kilo ya da boyuna göre obez biri din konusunda, hele de İslam konusunda hiç konuşmamalı. Obez biri olarak, bir ay ya da üç ay boyunca, hakkını vererek oruç tuttuğunu nasıl iddia edebilirsin? Babamın dükkanında oruç yiyen Sünni müşterilerinden bahsetmiştim. Bir de orucu tembelliğe, uykuya tutanlar var. Bunlar olmasa bile, bu kadar obez olmuş birinin tuttuğu orucun da bir kıymeti yoktur. (Şeker veya benzeri bir hastalık da buna dahildir, yani bence)

Namaz konusunda ortalıkta şov yapanlar, normalde pek çok namazı çok kolay kazaya bırakırlar, cuma namazlarında da, farzdan hemen sonra kaçarlar. Alevi olduğumu öğrendikten sonra namaza, sırf beni de çağırmış olmak için başlayanları biliyorum. Amaçları da bana havalarını atmak ya da beni çağırarak kendi suçluluk duygularını aşılamak.

Din de, önce dine saygıya davet ediyor. Sonra dindarlıkla sınıyor seni ve dindarlığın sonu yok, şimdiki gençlerin deyimiyle bir üst level'a, ya da bir üst seviyeye davet ediyor. Ramazan orucu yetmiyor, üç aylar, beş vakit yetmiyor, sünnet olarak yedi vakit namaz kılınıyor. Sadece iki rekat olmasına rağmen çok uzun süren tesbih namazı, ikindiden sonra kılınan kışluk namazı gibi değişik namazlar var. Dinin bu istekleri bitmiyor ve kişi bir noktadan sonra eski hayatına veya ona benzer bir hayata dönüyor. Ancak çoğu kez dindarlığı becerememenin suçluluğunu yaşıyor.

Muaviye'ye ya da diğer başka önemli din kişilerine dair anlatılan bir hikaye vardır. Bir namaza geç kalacaksın diye Muaviye'yi uyandırır. Muaviye'de kendisini uyandıranın şeytan olduğunu anlar. Zira şeytan, onun namazı kaçırmanın üzüntüsünden mahrum etmek istemiştir.

Bir Alevi olarak, Sünnilerin alkolik ve ibadetten uzak olanlarının, Alevilere karşı şiddete daha eğilimli olduğunu gözlemledim. Bu özellikle üniversitede öyleydi. Sonra öğretmen oldum ve ilk atandığım yerde böyle biri ile aynı evi paylaşma durumunda kaldım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2016/07/torpilli-evliyanin-sizofren-dusleri.html ) O anlattığım arkadaşın il merkezine tayininin çıktığı gün, yerine başka bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Halefinden daha ilginç birisiydi. Trabzonluydu ve atandığı zaman 32 yaşındaydı. Üniversiteyi Azerbaycan, Bakü'de okumuş, okulunun ilk iki yılında kafe-bar karışımı bir yer işletmişti. 23. yılımı yaşadığım öğretmenlik hayatım boyunca, onun kadar geçmişi karanlık bir öğretmene rastlamadım, rastlayacağımı da sanmıyorum. Azerbaycan'da, kısmen kendi iddiasına göre MİT ya da Ülkü ocaklarına bağlı bir oluşum için de çalışmış ve Aliyev'e  karşı başarısız darbe girişiminde bile parmağı olan birisiydi. Onun Azerbaycan anıları bol bol seks içerir, o yıllarda yıkılan ve dağılan Sovyetler birliğinin bir anda ucuzlayan fuhuş pazarından nasıl faydalandığını öğüne öğüne anlatırdı. Azerbaycan'a gitmeden önceki hayatı da karışıktı. Orta okulu imam hatipte ve beş yılda bitirmiş, lisede öğretmeninin dövmüş ve bu yüzden polis olamamıştı. Bir ara Kars'ta bir hafta kadar, asker kaçağı olduğu gerekçesiyle hapis yatmış ve dediğine göre bir albayın sayesinde kurtulabilmişti.

Benimle beraber askere gitti. Aslında yargılanması ve dört ay sonraki dönemde gitmesi gerekiyordu. Ancak ne oldu ise atlattı ve askere alındı. Ben kısa dönemdim,  o asteğmen olmuş. Tuzla piyade okulunun zor eğitiminden sonra yeniden alkole başlamıştı. Zaten düşmanlığı belirgindi, askere gitmeden evvel, aynı evde (lojman) kalıyorduk ve kapı-kacağı ayırmanın derdine düşmüştü. Askerden sonra daha da çekilmez oldu ama neyse ki hem askerliği 15 gün uzatmıştı, hem de benim tayinim çıktı.

Kendisi, tipik Alevi düşmanı Ülkücüydü ve alkol ve suça yatkınlığı oranında Alevi-Kürt-Solcu düşmanı oluyordu. Askerden sonra iyice yoldan çıkmış ve daha ileri nefretlerle bürünmüştü. Çünkü suçlulık duygusunu, başkalarını suçlayarak dışarı vuruyordu. Sağın yetiştirmeye çalıştığı insan prototipi de buydu.

Bu suçluluk duygusuyla insanlar, kendilerine fakirliği ceza olarak görüp, zenginlerden zekatını istemiyorlar. Fakirler üç ayların orucunu tutamadığı ya da sünnet namazları, hatta adı üstünde nafile namazları kılamadığı için suçluluk duygusu ile kıvranırken; zenginler vermeleri gereken zekatı bile suçluluk duygusu hissetmeksizin gösteriş için harcar. Yoksullar içlerinde kabaran arzular için bile suçluluk duyarken, zenginler en rezil arzularını bile kolayca gerçekleştiriyor.

Din de, bunu arttırmak için bolca evliya masalı anlatıyor. Yok darı üstünde namaz kılarmış, bir tanesi bile kımıldamazmış; yok bir hurma ile oruç açarmış falan da filan. Oysa bu evliyaların, hatta peygamberin soyundan geldiğini söyleyen evliyalar, koca koca saray gibi köşklere sığmadığı gibi, göbekleri de kendilerinden yarım saat önce içeri giriyor.

Son peygamber bir hurma ile oruç tutardı diyorlar. Oysa o peygamber öldüğünde 30'u cariye, 13'ü eşi, 43 kadınla beraber yaşıyordu. Damadı ve amca oğlu Ali, öldürdüğü adamların karılarıyla, kızlarıyla evlenip, onlardan çocuk yaptı. Torunu Hasan, muta nikahını o kadar çok kullandı ki, karısı Sara (Cude), onu zehirleyerek öldürdü. Peygamber ölür ölmez öyle bir saltanat kavgası çıktı ki, cenaze günlerce yerde kaldı. En sonunda damadı Ali imamlığında ve o da dahil 17 (on yedi) kişilik bir cemaatle, gece vakti defnedildi. Ebu Bekir halife olur olmaz, peygamberin ailesinin elinden hurmalıkları alıp, devlete ait yaptı.

Din, bu suçluluk duygusunu hep kullanır ve sürekli mağduriyet üretir. Sürekli kendisi dışındakileri bir suçlama içindedir. Bize hep dinsiz olduğumuzda depresif ve huzursuz olacağımız söylenmişti. Oysa dini  terk ettiğimde içimde bir ferahlama geldi. Bu günlerde fark ettim ki bunun sebebi, sürekli suçluluk duygusundan kurtulmamdı.

Oysa Alevilerin de her ne kadar evliyaları varsa da, Alevilik size dini açıdan bir suçluluk duygusu yüklemez. Bunu bana yükleyen zorunlu din dersleri ve beni Sünni yapmaya çalışan arkadaşlarımdı. Zorunlu din derslerinin amacı gençliği dinin suçluluk duygusu ile doldurmaktı. Bunda önce başarılı oldular, sonra da ters tepmeye başladı. Doksanlardan itibaren Alevi gençliği, iki binli yıllardan itibaren Kürt gençliği, şimdi de Türk gençliği dinsizleşmeye başladı. İmam hatipler, hatta tarikatçılardan bile deistler yetişmeye başlıyor. İnsanlar artık bu suçluluk duygusu yüklemesinden bıktı.