26 Ağustos 2018 Pazar

AZINLIK SUÇLARINA DEVAM -ZENGİNLEŞMEK

       
3)Zengin olmak ve kadrolaşmak: İşte asıl mesele, işte azınlıkların asıl suçu. Faşizm için öteki ta köle-hizmetçi, ya da hiçtir. Ötekileşmiş azınlıklar,orta çağ alışkanlıkları ile bazı devlet işlerine alınmaz. Bunların başında askerlik ve polislik gibi güvenlik alanları ile, hakimlik, savcılık, valilik, kaymakamlık ve benzeri yüksek devlet memurlukları gelir. Pek çok faşiste bu kişileri işe almaz, işe alsa da yükseltmez.
          Sonuçta size kalan bazı alanlar vardır ve oralarda yoğunlaşırsınız. Bunlar genelde yetenek  ve çalışma olmadan yapılamayan ve bağımsız çaba gerektiren şeylerdir. Bu yüzden en yaygını esnaflıktır. Bu başka alanlar da olabilir. Örneğin Amerikalı siyahiler için spor, iyi bir çıkış noktasıdır. Osmanlı devletinde Türkler, asker deposu olarak görüldüğünden genelde tarıma yönlendirilmişlerdir. Türkler sadece deri işinde tekel olmuştur.
          Osmanlı'da  Türkler ve Müslümanlar, tarımdan ve askerlikten soğutmak istemediğinden, ticaretten uzak tutulmuştur. Osmanlı, orta çağ zihniyetinde bir devletti ve kendisine göre asıl yapılması gereken iş yeni topraklar fethetmek,  bunun için de kalabalık bir orduya sahip olmaktı. Gerileme ve yıkılma döneminde de bu bakışı değişmedi. Daha modern silahlanmış bir ordu ile kaybedilen yerleri yeniden fethetme düşleri gördü. Silahlanma yetmeyince, batı orduları gibi örgütlenmeye, giyinmeye ve bando-mızıka çalmaya başladı.
          Osmanlı ve Türkler, devrin ticaret, sanayi, bilim ve teknoloji devri olduğunu anladıklarında iş işten bayağı geçmişti. Dönüm noktası 6/7 eylül olaylarıydı. Azınlıklara saldırılarda mal yağması hedef alındı. 1978 Kahramanmaraş katliamında ise camilerden, kafir Aleviler zengin, siz Müslümanlar fakirsiniz, onların malları size helaldir anonsları yapıldı.
       Orta Çağda devlet sisteminde Osmanlıda müsadere denen ve aslında her devlette olan bir sistem sayesinde devlet bir zenginin tüm mallarına el koyabiliyordu. Zengin olan Yahudilere de benzer uygulamalar kitlesel olarak yapılabiliyordu. Meşhur Engizisyon mahkemelerinin temel işlevlerinden biri de  buydu. Engizisyonun can çalma özelliği çok konuşuldu ama mal çalma özelliği hiç tartışılmamıştır.
        Engizisyonun mal ve para çalmak için çeşitli yöntemleri vardı. Progrom çıkarıp, Yahudilerin kovulduğu ya da gettolara kapatıldığı ülkelerde, Yahudilerden kalan her şeye sahip olurdu, şimdiki gençlerin deyimi ile çökerdi. Aynı şeyi dinsizlik, iki dinlilik (gizli Yahudi, Müslüman,dinsiz vb olmak), cadılık ve benzeri suçlarla öldürdüğü, diri diri yaktığı insanlara da yapardı. Diğer bir yöntemi ise suçladığı insanlardan şantajla para almak, bunun karşılığında ya bir endülüjans ile affetmek ya da kişi yerine kuklasını yakmaktı.
           Ernest Hemingway, İşgal İstanbul'u ve İki Dünya Savaşı adlı kitabının bir yerinde, Almanya'da Hitler öncesi enflasyon dönemini anlatıyor. Anladığım kadarı ile Almanya'nın yaşadığı süper enflasyonun kökeni 1921'de başlıyor, 1929 'da doruğa ulaşıyor, 1932 para reformu ile birden bitiyor ve bu enflasyon bilinçli. Çünkü Versay antlaşmasında Almanların ödeyeceği tazminat, Alman markı olarak istenmiş. Almanlarda kurnazlık yapıp, bolca para basmış.
           Hemingway'in bu kitabı, ünlü romanları arasında kaybolmuş. Özellikle ilk bölümleri Toronto Star diye bir Kanada gazetesi ve diğer bazı muhabirlik notlarından ibaret. Muhbirliğe tam Yunan ordusu dağıldıktan sonra gelmiş. Resmen Yunan ordusunun yenilgisinin yasını tutuyor. Trakya'nın boşaltılmasına karşı ve Yunan ordusunun Trakya'da, Fransızların 1. Dünya savaşında Marne hattındaki gibi direnmesini falan bekliyor.
         Kitap, muhabirlik notlarından seçmelerden oluşuyor. Tamamı yayınlanmamış, mesela İsmet İnönü ile Lozan'da röportaj yapmış, bu röportaj kitapta yok. Hemingway'in bir çok kitabını okudum, sayısını bilmiyorum. İlk defa ünlü yazarda faşistlik gördüm. Açıkça Türk düşmanlığı yapıyordu.
             Almanya ile ilgili olarak da bir yerde,  ülkedeki yoksulluğu anlatırken, lobide zengin Yahudiler purolarını tüttürüyordu diye yazıyordu.peki iş hayatına NAZİ üniformaları yaparak  başlayan Hügo Boss, bizzat Hitler'in emri ile Vosvosu tasarlayıp, sonra kendi şirketini kuran Porshe ne oluyor. Ya da ta 1921-23 yıllarında grevleri kırsın diye Hitler'e pirim veren Alman çelik şirketleri? (Ek olarak Hemingway'in bu kitabında ara ara alıntılar ekleyeceğim)
        Başka bir konu da, belli mesleklerde Yahudi yoğunlaşması. O yıllarda Almanya'nın sadece %0.75'ini, yani %1 'in dörtte üçü Yahudidir. Buna karşın doktorların onda biri, akademisyenlerin %17'i Yahudidir. İşin gerçeği şudur ki Almanlar Yahudileri, 1918'de kendi egemenliklerinde olan Polonya'nın güneyinde stel denen ve Yahudi olmayanların yaşamadığı kasaba ve köyler ile, gene Polonya'da Napolyon döneminde yıkılacak olan getto denen Yahudi mahallelerine yerleştirmişlerdi. Fakat Polonya'ya yerleştirilen Yahudilerin işleri Almanya'da kalmıştı ve pek çoğu da Naziler iktidara gelene kadar mevsimsel olarak Almanya ile Polonya arasında mekik dokudu. Almanya'da kalanlar, işleri orada olanlardı.
          Diğer bir olay da doktorluk ve akademisyenlik gibi işlerin uzun eğitim süreleri sebebi ile 19. yüz yılda çok da popüler olmamasıdır. Bu akademisyen ve doktorların Almanya'ya katkıları unutulmakta.
            Bu kadrolaşma suçu, öyle doktorlukla sınırlı değildir. İlk atandığım yerde müdürüm bana askerde çok Alevi olduğunu söyledi ve kendi birliğinden bir kaç kişinin adını verdi. Bahsettiği kişilerin hepsi astsubay ya da uzman çavuştu ona göre bu bile yeterliydi.
        Faşizme göre dışlanan azınlık sadece ucuz işçilik, hizmetçilik, kölelik falandır.


17 Ağustos 2018 Cuma

Suyun Çatlağı ve Partisiz Örgütlenme




Seçimler ve partiler ile ilgili olarak gözümü açan ve fikrimi tamamen değiştiren Özcan Yüksek’in tweet mesajı oldu. Yurt dışında, muhalefet partisi liderleri, az da oy kaybetmişlerse, istifa ediyorlarmış. İktidar durumunda da ciddi oy kaybında mutlaka istifa geliyormuş. Ünkü insanlar o lideri yenilgi ile özdeştiriyormuş. Bu yüzden de hemen lider değiştiriyorlarmış. Çünkü o lider hep yenilgi ile anılıyormuş.
                O an Kemal Kılıçdaroğlu’nu folk duygularımla destekliyor olduğumu anladım. O da Kürt ve Aleviydi. Ben o gece, partililerin bile sabah dört buçuğa kadar ulaşamadığı Muharrem İnce’yi de kaybedenler listesine koydum. Seçimden önce, bu iş birinci turda biter diyen adamla, seçimden sonra ikinci tura kalsa alamazdım diyen adamla aynı kişi değil. Selanik göçmeni olması da bizi kandırmasın. O da artık kaybedenlerdendir.
                22 Haziran günü Muharrem İnce’nin Ankara mitingindeydim. Hem kalabalık, hem de kalabalığın heyecanı sahiciydi.  Aradan on gün geçmeden de, Tandoğan meydanında 2 Temmuz anmasındaydım. Yirmi yılın en heyecansız ve tenha mitingiydi. Muharrem İnce, her ikisinin de mimarıydı.
                Muharrem İnce’nin mitinglerindeki heyecan sahici ve CHP’nin başarısıydı. Peki, ne oldu da 24 Haziran’da bu heyecan söndü? Laf kalabalığı arasındaki gerçeği bulmaya çalışalım. O gece olanları, bu satırların okurları az ya da çok biliyordur. Lafı çok uzatmayacağım. Cumhurbaşkanına verilen yetkileri biliyorsunuz. Bir kimse, ya tüh, seçimde az oy almıştım,  bırakıp, gideyim demez.
                Demek ki bir devrime ihtiyacımız var.
                En başta söyleyeyim, hiç öyle ekonomik krize bakmayın. Venezüella’da, Hitler’i iktidara getirdiği söylenen enflasyon kadar enflasyon var, uzun zamandır. Rusya’da da ekonomi hiç iyi gibi değil.  Ayrıca ekonomi de her şey değil. Kaddafi devrildiğinde Libya’da ekonomi tıkırındaydı ve petrol fiyatları zirvedeydi.
                Atatürk’ün dediği gibi sadece kendimize güvenmek zorundayız. Solcular olarak malumunuz, Venezüella devlet başkanı Nikholas Maduro’dan kazığını yedik. Zira altın madenleri olan Venezüella’nın, altın rafinerisi yok.  İstanbul’da bir tane var, Amerikan yaptırımlarından dolayı, eskiden İsviçre’de yaptıkları rafineyi, mecburen Türkiye’de yaptırıyor. Amerika’da bundan memnun, zira Venezüella gibi bir ülkenin ürünlerinin, özellikle petrolünün piyasadan silinmesi, petrol fiyatlarını yükseltir ve bu da Rusya’yı güçlendirir. Amerika’nın istediği yaptırım uyguladığı ülkelerin ürünlerinden para kazanamaması, daha doğrusu ucuza satmak zorunda kalmasıdır.
                Şimdi bizim sosyalistlerin, ya da çok solcuların tuhafına gidecek belki ama AKP’nin Küba ile de arası iyi.  Küba, Türk hastalar, özellikle kanser hastaları üzerinden iyi para kazanıyor. Ülkede hem doktor başta olmak üzere sağlık çalışanı maaşlarının düşük olması, hem de devletin sağlık konusundaki destekleri sayesinde,  Küba pek çok tedavide ucuz bir ülke. Özellikle kanser tedavilerinde, aşılacak koca Atlas okyanusuna rağmen, İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkelerinden daha ucuz olabiliyor. Sağlık bakanlığı da Küba tedavilerini destekliyor.
                Ben Küba devletinden de bir Maduro  tavrı bekliyorum. Yani solcu bildiklerimiz bile bize madik atabiliyor.
                Avrupalılardan da ümit yok, onlar bu tek adam rejimini destekliyor. Yalandan birkaç muhalife sığınma hakkı veriyor, birkaç muhalif derneği destekliyor, o kadar.
                Yani tüm mücadelemizi kendimiz vereceğiz. Dıştan gelen gelenler ancak tuzak olur.
                Açıkça söylemeliyim ki,  Atatürkçüler olarak içte de, düşmanımın düşmanı dostumdur manasında da yok.
                Mesela ben, daha önceki yazımda da söylediğim gibi 2006’da MHP’nin ve son birkaç seçimdir de HDP’nin barajı geçmesi için destek verme mevzusuna karşıydım. Açılım masalına hiç inanmadım, en ateşli günlerinde bile. Eninde sonunda AKP’nin ve HDP’nin yollarını ayıracaklarını biliyordum.
                O zamanlar nasıl çözüme ve birliklerine inanmadıysam, şimdi de ayrılıklarına inanmıyorum. Habur olayı olduğunda dahi, AKP’nin HDP ile yolları ayırıp, AKP’nin MHP ile müttefik olacaklarını biliyordum. Şimdi de Selahattin Demirtaş hapisteyken bile, yollarının tekrar birleşeceğini ve icabında tekrar CHP ve Atatürkçülere cephe alacaklarını biliyorum.
                Tam da bu iktidarın en güçlü oldukları bu dönemde, bu iktidarın bir gün düşeceğini biliyorum.
                Ben en baştan söyleyeyim, mesele bu iktidarın düşmesi değil, düştüğü zaman o iktidarı Atatürkçülerin alması gerektiğidir. Büyük devletlerin neredeyse yüz yıllık oyunudur. Önce bir kriz getirip, sonra iç savaş çıkarıyorlar, Irak, Libya, Suriye ve onlarca ülkede olduğu gibi.
                Bu iktidar sonrası iç savaşı gözünüzün önüne getirin, cemaatler birbirine ve Atatürkçü ya da batı tip yaşayanlara karşı iç savaşı. Buna bir de Ülkücüleri ekleyin.
                Daha şimdiden birbirlerine girmiş durumdalar. Reisleri de bundan faydalanmaya bakıyor. Herkes Adnan hocacılardan sonra, diğer tarikatlara da sıra geleceğini biliyor.  Üstüne son seçimle beraber iktidar ortağı olan Ülkücüler de var. Son seçimde AKP’den MHP’ye kayan oyların bedeli devlet kadrolarında ve ihalelerden pay olacaktır. 2002’den evvel polislerin, hele de özel harekâtçıların çoğu Ülkücüydü. 
                2002’den önce tüm tarikatlar, kısmen yarı açık bir kavga halindeydiler ve birbirleri aleyhine yayımlar yaparlardı. Bu yayımlar daha ziyade gazete ve dergilerinin köşelerinden ve bastıkları broşürlerden oluşurdu. Hatta diyanete de bir tarikatmış gibi davranış, tarikatlar diyanet, diyanette tarikatlar arasında da bu broşür kavgası sürerdi. Bir diyanet çalışanı olan Turan Dursun, Nurculuğun, İslam dışı olduğuna dair bir kitap bile yazmıştı.
                Kadere bakın ki, Turan Dursun, Ateizmi seçim, İslam’dan çıktı. (Nurculuk ve Müslümanlık adlı kitap, yazarın Müslümanlığı zamanında yazdığı tek kitaptır.) Diyanet ise Nurcuların eline geçti.
                2002 ile 2005 arasında birden barıştılar. Mesela Süleymancılar, kendi kuran kurslarına rakip gördükleri imam hatiplere karşıydılar, kendileri imam hatiplere yardım etmeye başladı.  Bu süre içinde Fetullah Gülen cemaatinin büyük abiliğine de sessiz bir barış antlaşması yaptılar. Bunu rejimi değiştirmek için yaptılar.
                24 Haziran seçimlerinden birkaç ay önce, tekrar kendi aralarında kavga yapmanın sinyalini verdiler,  seçimlerden sonra da birden 2002 öncesi gibi yayımlar arttı. Sebebi de yeni rejimde sağ kalma çabası. Bence hiç biri sağ kalmayacak.  Olay sadece sıra meselesi, bu süreçte kimsenin yeri sağlam değil. Osmanlı tarihi, katledilen oğullar ve damatları tarihidir. Yavuz Sultan Selim müstesna o, babasını tahttan indirmiş tek Osmanlı hükümdarıydı.
                Bu kavganın dışarıdan kişilere de büyük zararı olacak. Ben tekrar olarak söylüyorum, Adnan Hoca’dan bu kadar ucuz kurtulamayacağız. En az 15 Temmuz kadar (250 ve üzeri) şehit ve ölüye mal olabilir bu Adnan hoca.
                Diğer tarikatlar da bu tasfiye sürecinde, sıra kendilerine geldiklerini anladıkları andan sonra topluma şiddetle zarar vermeye başlayacaktır.
                Buna bir de beklenen ama hali hazırda olan ve giderek derinleşen ekonomik krizi ekleyin. Önümüzdeki dönemin çok parlak olmayacağı bellidir.   Bu olanlar AKP’de de bazı çöküşler yaşanacaktır.
                Bu çöküş, badanası parlayan ama içi çürümüş bir binanın, yağmur sırasında aniden çökmesi gibi olacaktır. Dış güçler, tek adamı önce destekler, sonra da bir iç savaş çıkaracak şekilde yıkmaya çalışırlar.
                Bizi bu bunalımdan çıkaracak sadece Atatürkçülüktür ve bu ideolojinin müttefiki yoktur, müttefik denenler ya ayak bağı ya da sırasını bekleyen haindir.
                Yıllarca MHP’yi müttefik gördük de ne oldu, tam AKP’yi düşürecek duruma gelmişken,  onu kurtarmadı mı Bahçeli. Hiç şüphe etmeyin, çözüm süreci denen zırvalık, ihtiyaç halinde gene başlayacak ve HDP ile de pişman olacağız. Çözüm sürecinin en ateşli günlerinde bile nasıl çözümün bitip, yeniden kavgaya düşeceklerini biliyorduysam, bir gün gene çözüme benzer bir ortam yaratacaklarından eminim. Meral anne dediğiniz kadın, Çiller ve beyaz Toroslar dönemi içişleri bakanıdır. Temel Karamollaoğlu’da 2 Temmuz’un belediye başkanıdır.
                Daha acısı da CHP’de, diğer sol partiler de bize çok da ilaç değildir. Sözüm ona çok solcu, komünist-sosyalist partiler (ÖDP-TKP vs vs) ile ilgili olarak da zaten yeterince uzamış bu yazıyı uzatmaya niyetim yok. CHP ise bir devrim yapmak için ağır, hantal ve sistemin bir parçası olmuştur.
                Yapmamız gereken partisizce örgütlenip, gençlere doğruları anlatacak bir propaganda örgütü kurmak. Parti kurmak işimize yaramaz. 12 Eylülden kalma partiler yasası ve seçim yasası, düzeni yasa ile değiştirmeyi zorlaştırmaktadır.
                Atatürkçülük,  bir siyasi partiye sığmayacak ve bir tarihlerde sabitlenemeyecek ideolojidir.  Bu yüzden görevimiz sadece propaganda değil,  yeni fikirler üretmek olmalı. Temel alanımız internet ve sosyal medya olmakla beraber, bulabildiğimiz her yolla insanlara, özellikle de gençlere ulaşmaya çalışmalıyız. Bence kırk yaş ve üzerine hiç propaganda yapmayalım, emeğimize yazık.
                Ana minvalimiz tabi ki internet ve sosyal medya olmalıdır lakin diğer iletişim kanallarını da ihmal etmemeliyiz.
                Bizi kurtaracak kahraman yoksa, kahraman biz olmalıyız.

16 Ağustos 2018 Perşembe

AZINLIKLARIN SUÇLARINA DEVAM

AZINLIKLARIN SUÇLARINA DEVAM

             2: Dinsel suçlar; dini bozmak, dinde sapma ve benzeri suçlar: Azınlıklara saldırıların kökeni genelde dindir ve aynı mezhep içinde bile onlarca ayrı uygulama, alışkanlık varken, azınlıklar suçlanır. Kendileri en doğru dindir ve ötekiler kafirdir.
mezar başında zikir ile ilgili görsel sonucu          Oysa aynı mezhepte bile bir sürü fark vardır. Mesela Cengiz Aytmatov'u okurken dikkatimi çekti. Kırgızistan, Kazakistan ve Orta Asya'nın çoğu da, Türkiye halkının çoğu gibi Hanefi. Türkiye'de ne Hanefiler, ne Şafiler, ne Aleviler, cenaze namazında rükuya eğilmez, secdeye yatılmaz. Lakin işte orta Asya'da, cenaze namazında rüku var, secde var.
           Dini farklar sadece bununla sınırlı değil. Pek çok tarikat, Kuranı pek umursamadan hükümler sunmakta. Şeyhlerini ahir zaman evliyası yapmakta, müritler tövbe için şeyhlerinden izin almak zorunda vesaire...
       Üniversiteye gidene  kadar, sağcıların Alevilere öfkesinin sebebinin inanç ve ibadet olduğunu sanırdım. Üniversitede pek çok kişi, Alevi olduğumu öğrendikten sonra namaza başladı ve beni de çağırmaya başladı. Pek çoğu da namaz ya da oruçla alakası olmadığı halde, namaz kılmayan ve oruç tutmayanlarla uğraşan reislerdi. Ülkücü reislerin pek çoğu böyleydi.
       Öğretmen olup, taşraya atanınca gördüm ki faşizan nefretin dereceleri var. Bu nefret çok da inançla,  ibadetle ilgili değil. Kendi içlerindeki ateistlere, solculara hatta en rezil suç işleyenlere bile, sana nefret ettikleri gibi etmiyorlar.
mülteciler adi suçlar ile ilgili görsel sonucu        3:Adi suçlarda yoğunluk ve mültecilik: Bu, daha ziyade göçmenlerde olur. Bu yazıyı yazarken, azınlıkları ikiye ayırmaya başladım. Birincisi Kürtler gibi bölgesel azınlıklar, diğeri de Aleviler gibi tüm ülkeye yayılmış, yaygın azınlıklar. Birinci tip, yani bölgesel azınlıklar, genelde dilleri ve ırkları farklı azınlıklar olmakta, dini azınlıklar ise genelde bir kaç yörede yoğun da olsalar, tüm ülkeye yayılıyorlar. Bu genelleme, sanayileşme dolayısı ile ülke içi ve ülkeler arası göçler yüzünden belli kesinliklerini kaybetmiştir. Bir de Osmanlı devletinin Kafkasya'dan göç eden Çerkezleri, tüm ülkeye dağıtması, Kutsal Roma (Alman) imparatorluğunun Yahudileri, veba salgınından dolayı insansızlaşmış güney Polonya'ya yerleştirmesi gibi uygulamalar, bu genellemenin bilimselliğini azaltırsa bile, gerçekliğini yok etmez. 
         Devletler, azınlıkları ve göçmenleri tüm ülkeye dağıtmak ister. Çünkü bir bölgede yoğun olmak, o bölgeyi sahiplenme manasına gelebilir. Öte yandan insan sevdiği ile beraber olur atasözü gereği, insanlar, kendi özelliklerine uygun insanlarla bir arada yaşamaya meyillidir. Mesela benim akrabalarımın çoğu Dikmen semtinde, özellikle de Sokulu Mehmet Paşa caddesi civarında. Yıllar içinde pek çoğu diğer semtlere dağıldı ise de akrabalarımın çoğu bu semtte. Şehirde geçen yıllar ve sınıf atlamalar, daha ucuza başka yerlerde ev bulma imkanları bizi dağıttı.
             Gelen göçmenler, özellikle mülteci olmuş ve zorunluluktan gelmişlerse, suça yatkın olurlar. Bunun belli başlı nedenleri vardır. En başta ne varsa geride bırakmaları, bu geride bırakılan ne varsanın arasında gelenek, görenek ve ahlak da vardır, çoğu kez. Aile birlikleri ve sistemleri de o göçle bozulmuştur.
bulgaristan türkleri ile ilgili görsel sonucu          Peki Bulgaristan Türkleri neden öyle olmadı diye sorarlar. Saddam'ın önünden kaçan Kürtler'de suç işlemeden Türkiye'ye geldi. Hatta Peşmerge denen Kuzey Irak Kürtleri, halka da çok karışmayıp, bölge güvenilir olunca geri dönmüşlerdi. Her iki topluluğun da ortak özellikleri, bolca yardım görmeleri, örgütlü olamları ve kendi içlerinde kavgaları en az olmasıdır. Onları mülteci  yapan devlet, onları ayırmaksızın sürülmek zorunda bırakmıştır.
        Suriyeliler ise, herkesin herkese düşman olduğu bir iç savaştan, tamamen bir kargaşalık içinde kaçtılar. Bulgaristan Türkleri ve Kuzey Irak Kürtleri ise en azından kendi içlerinde disiplinli idi.
          Azınlıkları ve göçmenleri suça iten, ülkeye geliş şekilleri ve nedenleri ile, yaşadıkları ülkelerindeki ortamlarıdır. Aynı toplumun üyeleri, farklı ülkelerde, farklı davranmaktalar. Örneğin Afrikalı göçmenler, Avrupa'da terör estirirlerken, Türkiye'de gayet halim, selim davranmaktalar. Türkiye'de şikayetçi olduğumuz pek çok işçi ya da göçmen, Avrupa'da sorunsuzca yaşamakta.
             Diğer yandan son yıllarda Orta Asyalı Azeri, Türkmen, Özbek vs kadınlar da, bakıcılık, tekstil işçiliği gibi legal ve yasal işlerin yanı sıra, seks işçiliği gibi illegal ve ahlaksız işler de yapmakta. Yani bu işi yapmanın çok da ırki bir durumu yok.
         Hitler'e göre muhteşem Alman halkı, süper hızlı ürediği için, geniş ülkeleri işgal edecek, oradaki halkları katledip, kendi yaşam sahasını açacaktır. Oysa savaştan sonra gelişmiş ülkeler, ekonomileri kadar hızlı büyümedi hatta nüfus yaşlandı ve azaldı.
nüfus azalması ile ilgili görsel sonucu         Bunun bir sebebi de, Hitler'in büyük çaplı savaş başlatıp, kadınları da iş hayatına katmasıdır. Aslında bunu istememişti. Her faşizan ideoloji gibi erkek egemen olmak bir yere, penisperest bir düşünce yapısına sahipti. Kadınların yeri evidir ve kadınlar mümkünse bol bol doğurup, ırkın dünyaya egemen olmasını sağlamaktır. Savaş yayılıp, erkeklerin tamamı asker olunca, savaş esirleri de her işe yetmez, yetse de kritik işlere gelemez, kadınlar da yaygın olarak işçi olmaya başlamıştır.                  Kitabında nüfus artışını durduran Fransızlarla alay eder. Savaştan sonra Almanlar, Fransızlardan beter olmuştur. Nüfus azalmasının tek sebebi çalışan kadınlar olmadığı gibi, en büyük sebebi de çalışan kadınla değildir. Nitekim Japonya'da kadınların çalışma oranı, kendi kadar sanayileşmiş diğer ülkelere göre) düşük olduğu halde neredeyse otuz yıldır korkunç denebilecek şekilde nüfusu azalıyor.
        Bu konu ile ilgili ayrıca daha uzun bir yazı yazmalı. Sonuçta bu gün dünyanın üçte biri nüfusun azaldığı  ülkelerde yaşamakta. Gelişmiş ülkeler hali hazırda sürekli olarak işçiye ihtiyaç duyuyor. Çte yandan da kendisine doğru gelecek insan hücumundan da korkuyor.
      Hitler'de Yahudilerin  Almanya ve diğer orta Avrupa ülkelerine önce mülteci olarak geldiklerini belirtir. Yahudileri, Polonya'ya ilk yerleştiren de Silezya ve Pomeranya'nın Alman derebeyleridir. Ona göre artan nüfusla bütün Avrupa, ari ırkın yaşam sahası olacaktır.
       Bu günlerde ise mültecilere karşı istemem, yan cebime koy tavrı ile yaklaşmaktalar. Ben son yıllardaki iç savaşları, mülteci üretsin diye kışkırttığını düşünmekteyim. Daha bu gün bir haber gördüm. Bir Ezidi kadın, kendisine işkence eden İŞİD elemanını Almanya'da mülteci olarak görmüş, ceza verdiremeyince Irak'a geri dönmüş.
         Mültecileri, 1961-72 arasında Almanya'nın Türk işçilerini çağırması gibi davet edip, en azından işçinin kendisi için bir konut ayırmıyorsun, iğrenç mülteci kamplarını ayırıyorsun. Almanya gibi bir ülkeye mülteciler deniz ve kara yolu ile süzüle süzüle gelmekte çünkü kolay kolay vize alamadığından, uçarak gelse bile geldiği yere geri gönderilmektedir.
ezidi ile ilgili görsel sonucu        Pek çoğu Türkiye, Libya gibi henüz Avrupa birliği üyesi olmamış ülkede bekler ve orada çalışıp, insan tüccarlarına kaptıracak paralarını kazanmakla ömür tüketirler. Sonra bir kısmı Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi güney Avrupa'da, henüz o müreffeh kuzey ülkelerine henüz çok uzak yerlerde takılı kalırlar. Mesela izlediğim bir habere göre Yunanistan'a gelen mülteciler, eğer iade edilmezlerse, yüzde seksen oranında Yunanistan'da kalmakta, ucuz işçilik ve fuhuş yapmakta.
          Almanya ya da İsveç'e gidince de cennete düşmüyorsunuz. Afgan'ın biri, gönüllü hemşirelik yapan bir Alman kıza tecavüz edip, öldürüyor. Sonra ülkedeki mülteci kamplardaki tüm Afganları toplayıp, geri gönderiyor. Aralarında biri ile röportaj yapıyorlar.  Adam üç yıldır Almanya'da ve vergi levhası olan bir işletme sahibi. Üç yıldan beri de mülteci kampında yaşamakta ve üç yılın sonunda memlekete geri gönderilmekte.
          Yani mülteciler tam gelişmekte olan ülkelerin aradığı göçmen. Beğenmezsen kabul etme, gönder, yıllarca mülteci yap, haklarını azalt, örgütsüz, köklerinden kopmuş ve asimile olmaya meyilli.
        Azınlıkların adi suçlarından daha önce de bahsetmiştim, burada özet geçiyorum. Bütün Romanların (Çingene de denir)suçları Cosa Nostra ya da Ndrangeta gibi İtalyan suç örgütlerinin tozu eder mi?