15 Mart 2020 Pazar

MODERN ÜFÜRÜKÇÜLÜK

Modern Üfürükçülük
Şu günlerde tılsımlı olduğu iddia edilen bir kitap piyasaya çıkınca, o kitap da çok satınca, bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Bundan on sene kadar önce kapış giden SIR kitabını şimdilerde bilen var mı? Ben o kitabı hiç okumadım.
İşin doğrusu bu şekilde satış, tekke ve zaviyeler kanununa aykırı. Gerçi peygamberi rüyada gösteren terlik satıldığı ülkede bu kanun unutulmuş durumda.
Günümüz hurafecileri, metafizik kavramları, fizik kavramlarla karıştırmayı seviyorlar. Mesela geçenlerde bir videoya denk geldim, terk edilmiş bir mekanda cin arıyorlar. (Bir de cinlere üç harfliler deme modası çıktı. Arap alfabesinde sesli harf olmadığından,  iki harfle yazılır, iki harfliler mi diyelim?)Biri diyor ki, cinlerin enerjisini hissediyorum. Tamamen metafizik varlık olan cinlerde, fiziki bir varlık olan enerji ne arar?
tılsımlı kitap ile ilgili görsel sonucu
Bilimsel kavramlar, giderek daha fazla günlük dilin içine giriyor. Mesela insanlar birisinden hoşlanıp, hoşlanmamayı,elektrik almak olarak tanımlıyor.
Klasik yıldız falcıları da artık matematik ve fizik dili ile konuşuyor. Yıldızların yaptıkları açılardan bahsediyorlar. Her güneş-ay tutulması haberinde kafalarını kaldırıp, tutulmanın burçlara etkilerinden bahsediyorlar. Hayatta ellerine teleskop ya da horoskop aldıklarını da sanmıyorum.
Horoskop (Usturalp) kelimesini çok kullanırlar ama bunun yarım küre şeklindeki gök haritası olduğunu bildiklerini de sanmıyorum. Önlerine konacak bir gök haritada yıldızların yerlerini bulacakları da şüpheli.
yeni yüksektepe ile ilgili görsel sonucu
Böylesi üfürükçü bir oluşumun bayağı bir içine girmiştim bir zamanlar. Küçük bir ilçeden, Kırıkkale'ye gelmiştim ve hafta sonlarını Ankara'da ki ailemin yanında geçiriyordum. Bir felsefe öğretmeni olarak, sokaktaki ilan üzerin, Yeni Yüksektepe Felsefe derneğinde kurslara gitmeye başladım.
Derneğe hemen üye olamıyorsunuz, haftada bir, genelde cumartesi günleri 3-4 saat süren kurslara gidiyorsunuz. Ben bazı saçmalıkları görünce bıraktım.
Önce bazı Hint destanlarını falan anlattılar, sonra da birden bire Platon'a geçtiler. Platon anlatımları çok ilginçti zira Platon denince akla ilk gelen idealar alemi, geometri ve jimnastiğe hiç değinmeden Platon anlatmayı başardılar. Üstelik hocası Sokrates'ten hiç bahsetmeden.
Sonra bütün diğer çağları geçip, 20. Yüz yılda Madam Blavatsky diye birine geçtiler. On altı yaşındayken elli beş yaşında bir generalle evlendirilmeye kalkınca,  hafiften delirmiş; kafayı mistisizme (gizemciliğe) takmış. Tibet senin, Meksika benim dolaşmış.
Kadınlar ilgili tuhaf tuhaf şeyler anlatmaya başladılar. Bir ara İstanbul'a gelmiş de, köpeği kaybolmuş, aynada bulmuşlar falan.
madam blavatsky payitaht ile ilgili görsel sonucu
Her cumartesi günleri derslerim bu minvalde giderken,  dernek içinde bir de burç falı kursu açıldı. Kursu verecek olan kadın üye ciddi ciddi burçlarla geleceğin okunacağını iddia ediyordu.
Bu saçmalık üzerine derneğe ve kursa daha eleştirel gözle bakmaya başladım. Mesela en başta matematiksiz ve idealar dünyasız Platon da neydi? Felsefe derneği neden materyalist felsefeyi öğrenmeyi ret ediyordu?
Sonra dernekteki Türkler neden ömür boyu ders alıyordu da, derneğin asıl yöneticisi olan İspanyollar en üst gruba ders verip duruyordu? Anlatılanlara göre dernek uluslar arası New Akropolis kurumunun Türkiye şubesiydi. Van dahil 8-10 ilde, 15-20 şubesi falan vardı.
Dernekten ayrıldıktan bir süre sonra, şimdilerde çoktan kapanmış bir dergi, derneği haber yaptı. Kapakta Sokrates tarikatı olarak geçiyordu ve yazılanlara bakılırsa Satanistlerle bir olmuş, Papayı tehdit  etmişlerdi.
new age ile ilgili görsel sonucu
Bir New Age (Yeni Çağ)topluluğu olan grup,  Ankara'da diplomatik misyon temsilcilerince kurulmuş. (İlk kurucuları arasında Antonyo hoca dedikleri yüzünü hiç görmediğim bir İspanyol vardı. Ankara'dan sorumlu kişi de, bir süs köpeği ile gezen ve yetmişlerinde olduğunu tahmin ettiğim Maria hoca dedikleri bir İspanyol kadındı.)
Aslına tamamen ioe-sapa gelmez bir New Age inançlarını, felsefe kılığında yayıyorlardı.
Bilimin hiç olmadığı kadar popüler olduğu bir çağdayız. Bilimsel yayınlar ara ara eğlence yayımları kadar izleniyor ve satılıyor. Bazı imam hatipler ve kurslarda, Kuran odasına, Kuran laboratuvarı diye tabela koyuyorlar.
Günümüz üfürükçüleri de, dini kullanır gibi, bilimin dilini kullanıyor. Bu da onlara karşı mücadeleyi daha da zorlaştırıyor.

4 Mart 2020 Çarşamba

TUĞGENERAL TAHSİN YAZICI'NIN ANILARINDAN KORE SAVAŞI İNCELEMESİ

Kore Savaşı İncelemesi
Geçenlerde Tuğgeneral Tahsin Yazıcı'nın Kore Anıları'nı okudum. Kitabın uzun süredir baskısı yok, nadirkitap.com gibi sahaf sitelerinde bile bulamıyorsunuz. 
Kitap, savaş sırasında Kore Türk tugayında kendisinden sonraki en yetkili  komutan ve kendisinin yardımcısı piyade kurmay albay Celal Dora'nın anılarına cevap olsun diye yazmış. Celal Dora'nın anılarını okumadım. Belki bir gün elime geçer.
Kore savaşında cepheden üst düzey komutanın anılarını yıllar sonra okumak ilginç bir duygu ve ben bu okumadan edindiğim bazı çıkarımları yazmaya karar verdim.
Kitabın başında Kore tarihinden bahsediyor. Kore'yi merak edenlere sağlam bilgi kaynağı.

kore savaşı haritası ile ilgili görsel sonucuEn başta savaşın gidişatı çok ilginç. Bir kere Türk ordusu savaşa girdiğinde savaş, görünüşte bitmek üzere. Çünkü Türk ordusu gemilerde yolda iken, Amerikan askerleri Kore'nin Çin sınırın dayanmış. Hatta Amerikalılar ara ara Türklere, savaş bitti, siz savaşa katılıyorsunuz diyor. (Böyle bir diyalog, Kore savaşını konu alan Ayla filminde de vardı.
kore savaşı ile ilgili görsel sonucu
Sonra Türk askeri yarımadaya gelir gelmez meşhur Kunuri bölgesine yerleştiriliyor. Ondan sonra savaş bir çeşit geri çekilme harekatı ve Türk askeri Amerikan askerini koruyor. Hatta kayıpların pek çoğu, Amerikan askerini aşırı koruma gayreti ve çabası sonucu Türk askerinin geri çekilmede gecikmesinden oluyor. Anladığım kadarı ile harekatın böyle gerçekleşeceği en baştan belliymiş zira olanlara bakılırsa en azından subaylar savaştan evvel Amerikalıların geri çekilmesini kollamak için eğitim almış.

Savaşın bir yerinde Türk askeri, Amerikan askeri ile beraber, Kore-Çin birlikleri yolu kesmiş. Türk askeri şiddetli çatışmadan yeni çıkmış ve Amerikan askeri daha donanımlı. Ama gene de yolu açmaya Türk askerini öne sürüyorlar ve destek ateşi bile açmıyorlar. Buna benzer pek çok olay yaşanıyor.
Geri çekilme de uzun süre bir hat direnişi yok. Kuzeyin başkenti Pyonyang'dabile direniş olmuyor, hep geri çekilme ve bu geri çekilme boyunca Amerikalıların hayatı, Türk askerinin kanı ile korunuyor. Amerikalılar Türklere çoğunlukla o çok gelişmiş silahlarını bile vermiyorlar.
Tahsin Yazıcı bu gerçeği olur olmadık yerde araya soktuğu uzun duygusal metinler ve teknik bilgilerle saklamaya çalışıyor. Aniden birilerinin duygusal mektuplarını yayımlıyor ya da bir askerle duygusal diyaloğunu aktarıyor. Silahlar ve savaş taktikleri üzerine uzun uzun  tasvirler yapıyor. Hele Mao'nun gerilla taktiği üzerine yazdıkları küçük hacimli de olsa bir kitap eder.
Hani Çanakkale savaşı ile ilgili olarak bir anekdot anlatılır. Savaşta çok şehit vermemizin bir nedeni de, Goltz paşa başta olmak üzere Alman paşaların, sırf Almanya'yı batı (Fransa) cephesinde rahatlatmak için olmadık yere hücum ettirmesiymiş denir ya; işte aynısı Kore'de de olmuş.
kore savaşı ile ilgili görsel sonucu
Savaşta ateş desteği veya silah yardımında cimrilik eden Amerikalılar, propagandaya hiç cimrilik etmiyorlar. Ayla,  Merlin Moonro konserini göstermişti. Tahsin Yazıcı'da kurban bayramı için uçakla Avusturalya'dan koyun eti getirilmesini anlatıyor. O yıllarda Kore'de küçük baş hayvan hiç yok, keçi bile yok. Gene o dönemde Türkiye'de kurban olarak koç kesilir, zenginler 7-8 koç keserdi. Traktör henüz yaygınlaşmamıştı ve dana demek, traktör demekti. 1980'lerde ise nereden bilmiyorum, galiba Diyanet'ti, 7 ortağa kadar büyük baş alınabilir dendi.
Bitmeyen harp: Kore Savaşı
Kitaptan çıkan ikinci sonuç, Kore'ye giden Türk askerlerinin, gitmeden evvel ve gemide, çok sıkı bir ideolojik eğitimden geçtiği. Kore'de Türk esirlerin hiç birinin komünist propagandaya kanmaması  tek nedeni tesadüf veya Anadolu insanının özelliği değil.
Türk ordusunun en baştan ve çok önceden Kore'ye gönderilmesinin planlandığı ve bunun temel amacının da Demokrat Partinin siyasi yatırımı olduğu açık.
Öte yandan yardımcısı Albay Celal Dora ile ayrılıkları, Dora'nın görevden alınması ve farklı partilerden politikaya atılmaları ile sonuçlanmış. Yazıcı dönemin iktidar partisi Demokrat Partiden,  Celal Dora'da ana muhalefet partisi CHP'den uzun süre milletvekilliği yapmış. Daha doğrusu 27 Mayısa kadar. 27 Mayıs'tan sonra Yazıcı üç yıl hapis yatmış. Anladığım kadarı ile önce Celal Dora anılarını yazmış, sonra kendisi ona cevaben yazmış.
Kendisi görevinin sonlarına doğru milletvekili adaylığı almış ama kabul etmek için görev süresinin dolmasını beklemiş. Ben yazdıklarından daha Kore'ye gitmeden aday olduğunu düşündürdü.
Bence yeniden basılması gereken bir kitap.

27 Şubat 2020 Perşembe

TUZLU SU-İMAR AFFI

Tuzlu Su İmar Affı
Gelecek korkunç depremleri, Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi romanın okur gibi beklemekteyiz.
Bu romanda olacaklar önceden bellidir ve okur bazı insanların bu olacakları engelleme, bazılarınınsa seyretme eylemini okur.  Roman 19.yy Kolombiyasında , küçük bir köyde geçer. O yüzyılın Kolombiyası, Anadolu gibi bakireliğe önem vermektedir ve gerdekte kız çıkmayan gelin, baba evine gönderilir. Burada bir fark var ki, aile bakire çıkmayan kızlarını değil, onu kızken kandıran toprak beyinin oğlunu öldürecektir. Beyin oğlu evinde uyumaktadır. Sabit telefonun da olmadığı çağda, evde kapı altına bir pusula (kısa not yazılı küçük kağıt) atılır. Bütün köy oğlanın öldürülmemesi için uğraşır, hatta belediye başkanı (Bizdeki muhtar diyebiliriz. Orada büyüklüğü ne olursa olsun yerel yönetici belediye başkanıdır.) bile araya girer ama delikanlı kaçınılmaz olarak ölecektir.
kırmızı pazartesi ile ilgili görsel sonucu
Sonra öykü geriye döner. Zengin oğlan ile fakir kız aşkını okuruz. Kıza, o oğlandan hayır gelmeyeceğini söylerler ama kız, oğlana kapılır. Kız, oğlanı evlenmeye ikna etmeye çalışır ama bu bir masal değildir. Sonra başarısız düğünden sonra kız, kocası ile barışmak ister, yıllarca ona mektup yazar lakin kız çıkmamış geline kimse dönmeyecektir.
Bütün bunların kaçınılmaz olmasına rağmen insanların olayları değiştirme çabası, bu kısa romanı okunur yapar.
Bu kadar çürük bina ve plansız şehirleşme ile deprem felaketini önleme çabamız aynen buna benziyor.
Şu an dende ki 5 sene sonra ağustosun beşinde, saat beş buçukta İstanbul'da deprem olacak, bunu da biliyoruz; gene de felaketi engelleyemeyiz. Aklı başında bir bireyin yapması gereken bir şekilde İstanbul dışına taşınıp, felaketi azaltmaya çalışmak.
Pek çok kişi deprem ile ilgili konuşsa da unutulan başka bir şey var; Kaçak yapılar ve imar afları.
Önce en başta imarlı-planlı yapılarımızın da çok sağlam olmadığı gerçeğini bir kenara koyalım.
İmarsız, kaçak, imar affı ile kurtulmuş binalar ise esas tehlike. Son imar affı olmak üzere bu afları pek çok kişi önceden haber aldı ve derme-çatma yapılarına ruhsat aldı.
Devlet bundan büyük bir gelir elde ettiyse de, daha büyüğünü de götürecek.
Bu tıpkı tuzlu su içmenin daha çok su kaybına sebep olması gibi. Dünya yüzeyinin üçte ikisinden fazlası sudan oluşsa bile, kaliteli içme suyu çok az.
Vergi afları, vergi ödeme alışkanlığını aksatacağı için tuzlu sudur.
İmar afları ise yaratacağı yıkımlar yüzünden devlete kazandırdığından daha çok kaybettirebilir.
İmar affı derken aklınıza tek katlı gecekondular deryası mahalleleri falan anlamayın. Ankara'nın Demetevler semti on ve daha fazla katlı kaçak binalarla dolu. Daha fazla kata imar izni verilmediğinden, kentsel dönüşüm için müteahhitler de uğramıyor. Zira fazladan ev yapılacak ki, para kazanılsın. Bölgede belki de elli-altmış bin ve daha fazla insan yaşıyor.
istanbul depremi ile ilgili görsel sonucu
Demetevler en çarpıcı ve en korkunç örnek. Ankara'da ve Türkiye'de nice örnekler var.
Ankara birinci dereceden deprem bölgesi değil, demeyin. Yanı başında Kaman-Keskin fayı var ki, 1938'de şiddetli bir depremi Ankara'yı ve böyle çürük binaları yıkabilir.
Manisa'da daha bir kaç gün önce 5.2'lik deprem yıkıma ve ölüme sebep oldu.
Oysa sağcıların geri kalmış diye örnek gösterdiği Küba 7.7'lik depremde hiç yıkım yaşamadığı gibi, hayatta hiç aksamaya uğramadı. (Japonya gibi örnekleri saymıyorum bile)
Turgut Özal'dan beri hemen her iktidar, özellikle seçim öncesinde imar affı çıkardı. Öyle ki İstanbul, çatısında beton demirleri açıkta, olası bir imar affında kat çıkmak için fırsat bilen sahipleri ile dolu yapılar adım başı. Hatta bu yüzden her katı farklı (bir kat gazbeton, bir kat biriket, bir kat tuğla vs) binaları görmek bile çok olağan.
Üstelik bu kaçak yapılar, köylerde ve yaylalarda da yaygın. Yok yayla evi, yok göl manzaralı diye fahiş fiyata satılıyor. Deprem başta olmak üzere afetlerde ise küçük yerleşim birimleri, hem arama- kurtarma, hem yaşamsal (yiyecek, çadır vs) yardım, hem de sonrasındaki yeniden inşa sürecinde en son yardım alıyor
Ülkemizin beşik gibi sallandığı şu günlerde, en azından okuyan olur diye bunları yazmak istedim. Devlet yetkililerinden umudum yok. Onlar artık vergilerimize ne oldu sorusunu bile küfür sanacak kadar kibirli.
Halk nasılsa, devlette ona benziyor. 1999 depreminin simge ismi Veli Göçer, hapis cezasını çektikten sonra Yalova'ya da yeniden emlak bürosun kurmuş Şaşırtıcı olan halen müşteri bulabilmesi.
Ben ise belki bir kaç kişiyi bu konuda uyandırabilirim diye yazıyorum.
veli göçer ile ilgili görsel sonucu

3 Şubat 2020 Pazartesi

HASAN TAHSİN'İN ÇİĞNENEN ONURU


15Hasan Tahsinin Çiğnenen Onuru Mayıs 1919'da Yunan birlikleri İzmir'e gösterişli bir törenle girdi. Bu gösterişi bozan bir kişi vardı. Tabancası ile sancak taşıyan eri ve bir kaç kişiyi öldüren, sonrasında da Yunan erleri İzmir'in yerli Rum halkı tarafından linç edilerek öldürülen gazeteci Hasan Tahsin.
Hasan Tahsin'den önce de düşmanlarla çatışma olmuştu şüphesiz. Sonuçta Anadolu halkı  buna tepkisiz kalamazdı Aslında hiçbir halk tepkisiz kalamazdı. 
Lakin Hasan Tahsin gibi cesurane bir tepkiyi de pek az kimse vermiştir ve hatta Kurtuluş Savaşında bile tektir.
Fransız General D'Esperey, beyaz bir at üzerinde, İstanbul Beyoğlu'nda gösterişli törenler yapmıştır, acaba bir Hasan Tahsin daha çıkacak mı diye. Yunanlılar da işgal ettikleri şehirlerde benzer törenlerle girişlere devam etmişlerdir, bir Hasan Tahsin daha çıkmamıştır.
Hasan Tahsin, bir intihar komandosu değildi. İntihar komandosu anında ölür ve acı çekmez. Bulunduğu konumun etrafındaki bir avuç insanı hedef alır ve cürmü kadar yer yakar. Düşmanla bire bir dövüşme cesareti yoktur onda.
beyoğlu işgal kuvvetleri ile ilgili görsel sonucu
Hasan Tahsin'in amacı bir parlayıp, bir sönen direniş parçaları yerin, büyük bir toplumsal infial (uyanış) yaratmaktı. Kendisi de bunu başardı.
Buna rağmen 1970 öncesi kaynaklarda adı pek geçmez. Buna pek çok sebep söylenir. En fazla da, binlerce Türk'ün öldüğü katliamının bir Türk'ün suikastı ile başladığını saklama çabası olduğu söylendi.
Öte yandan sebebi bu ise, Yunan veya diğer batılı kaynaklar neden Hasan Tahsin'den bahsetmemişti?
Gerçek sebep Hasan Tahsin'in Sebataycı olmasıydı.
Sebataycıların zor anlaşılma sebebi, mantığa uymayan insanlar olmasıdır.
Şimdi Aristo'nun mantık üzerine koyduğu üç kural vardır:
aristo mantığı temel ilkeleri ile ilgili görsel sonucu"
1)Bir şey ne ise odur. A, A'dır.
2)Bir şey kendisi olmayan olamaz. A, A olmayan olamaz.
3)Bir şey hem kendisi, hem de kendisi olamayan olamaz. Hem A, hem A olmayan olunmaz.
Bunu hem Müslüman, hem de Müslüman olmayan olunmaz, dolayısı ile hem Yahudi, hem Müslüman olunmaz diye okuyabiliriz.
Oysa Sebataycılar hem Müslüman, hem Yahudidir. Zira onlar Yahudilere göre Müslüman, Müslümanlara göre Yahudidir.
Çünkü Sebataycılık sadece Yahudi iken Müslüman gibi görünmek değildir. Aynı zamanda İslam'a ve Muhammed'in peygamberliği gibi pek çok şeye inanmayı da içerir. Başka türlü olsa, rahatça İsrail'e göç ederlerdi.
sabatay sevi ile ilgili görsel sonucu"
Kaldı ki Osmanlı devleti, Yahudilere karşı o kadar hoşgörülüydü ki, Yahudiler, altı yüz küsur yıllık Osmanlı tarihinde hiç isyan etmeyen tek millet Yahudilerdir. Kaldı ki Sebataycıların büyük çoğunun yaşadığı Selanik şehri, 1492'den 1913'de Yunanistan işgaline kadar nüfusunun çoğu,  Sebataycıları Müslüman saysak bile, Yahudidir.
Onlar ölümden korktukları için değil, Sebatay Sevi'nin peygamberliğine inandıkları için öyle yaşamışlardır.
Üstelik Sebataycılar ya da mürtediler (veya Dönmeler) kendilerini o kadar da iyi gizleyememişlerdir. Osmanlı kayıtlarını ve soy kütüklerini itina ile takip etmişlerdir.
Osmanlı'da hatta Selçuklu'da dinsel ve mezhepsel ayrım hep vardı. Faşizm her ne kadar 20.yy'da politik bir ideoloji olmuşsa da, İngeborg Barchman'ın dediği gibi faşizm iki kişi arasındaki ilişkiden başlar.
Hasan Tahsin'in tekrar hatırlanması ve heykelinin sancakarı öldürdüğü ve linç edildiği yere gömülmesi; İzmir'in kurtarıldığı gün, Sakallı Nurettin Paşa tarafından linç ettirilen metropolidi Hristosmos Kalafattis'in (not; Nurettin Paşa İstanbul'dan gazeteci Ali Kemal'i (şu anki Büyük Britanya-İngiltere başbakanı Boris Johnson'ın dedesi) heykeli Atina'ya meydana yapılınca; İzmir Konak meydanına da onun heykeli kondu.

ŞimdHrisostomos Kalafatis ile ilgili görsel sonucu"ilerde ise onun yaptıklarını kökenleri yüzünden tekrar  gözden düşüyor.
Solcu görünen faşist yazarlar Yalçın Küçük ve Soner Yalçın, bu insanları tekrar faşizan öfkenin hedefine koydular. İstanbul Bülbülderesi'ndeki  meşhur mezarlığı, o mezarlığın hepsinin Sebataycılara ait olmadıklarını bile bile,  taşlardaki isimlerden listeler hazırlamak için uğraştılar.
Oysa ülkedeki her etnik topluluk gibi onlar da başkaları ile evlenmişler, onlarla akraba pek çok kişi de bu ikili sayesinde damgalanmıştı.
İlginçtir Soner Yalçın pek çok kişiyi Sebataycı diye damgalarken, Hasan Tahsin'e çok az yer ayırmıştır, sadece Bülbürderesi mezarlığında bir taşı (naaşı değil) olduğundan bahseder.
Hasan Tahsin cesur bir adamdı, kökeni ne olursa olsun, gerçek bir vatanseverdi. Adını daima saygı ile anmalıyız.
Onunla ilgili elimizde fazla belge yok ama onun sancaktarı öldürmesinden sonra Yunan ordusunun İzmir'de estirdiği terörün videosu var, size linkini bırakıyorum. (28.saniyden sonrasına bakın):
https://alkislarlayasiyorum.com/icerik/361275/izmir-yunan-cikarmasi-15-mayis-1919

bülbülderesi mezarlığı ile ilgili görsel sonucu"

30 Ocak 2020 Perşembe

DEPREM-ARTIK PANİĞE KAPILALIM

Deprem Artık Paniğe Kapılalım
Dün gece (24 ocak 2020) ülkemiz gene şiddetli bir depremle sarsıldı. Bundan bir kaç gün önceki deprem sırasında Yalova'daydım. Bu deprem de bundan bir kaç gün önce oldu. Merkezi Yalova'ya epey uzak olan Manisa olduğu halde üzerinde olduğum yatak yaklaşık 20-30 santim sağa-sola sallandı.
Geçen yazım ile bu yazım arasında çok bir zaman farkı yok ama ülkemiz bu kısa süre içinde pek çok deprem yaşadı. Bu kadar depreme akıllanmamız gerekirdi.
Oysa artık iş o durumda ki,  akıllanmamız değil, paniğe kapılmamız gerekli, özellikle beklenen İstanbul deprem ile ilgili olarak.

1939 deprem ile ilgili görsel sonucuErzincan depreminden bu yana Kuzey Anadolu Fay hattı, her seferinde biraz daha batıya doğru olmak üzere deprem üretmeye meyilli. 1999 Gölcük depreminden sonra İstanbul açıklarında 30-40 yıl geçmeden bir deprem olacağı kesin gibi.Bu üç-beş yıl da olabilir.
Diyelim ki bir fırtına başladı ve siz de rota üzerindesiniz. Yapmanız gereken fırtınanın önünden kaçmak mı, fırtına yolu üzerindeki araziden para kazanmak mı?
1939 erzincan depremi ile ilgili görsel sonucu
1999 depreminden bu yana tek olumlu gelişme binaların daha sağlam  olması. Bunun da ilk sebebi hazır betonun artık tüm ülkede zorunlu olması. Zira o depremde yıkılmayan binaların çoğu, hazır betonla yapılandı. Bir de binalarda demir ve diğer malzemeler artık daha çok kullanılıyor ve daha özenli bir mühendislik var vs vs.
Bunların yanında inşaatlarımız halen güvenli sayılmaz. Zira ülkemizde inşaat işçileri genelde en eğitimsiz sınıf olduğu gibi, en çok iş yeri değiştiren ve iş verenlerin sözüne en az uyan sınıf.
Öte yandan 2002 sonrası tüm binaların sağlam olduğunu varsaysak dahi, bu tarihten, hatta 1999'dan önce yapılmış ve halen kullanılan on binlerce bina var. Kentsel dönüşüm en çürük binalardan değil, en karlı muhitlerden  devam ediyor.Kentsel dönüşüm adına yapılan ise, yıkılan binalar yerinde daha büyük binalar yapmak.
Oysa içme, kanalizasyon, doğal gaz, köprü ve otoyollar ne kadar sağlam, çok iyi diyebilir miyiz. 17 yılı muktedir tek parti iktidarı olduğu, deprem vergileri kalıcı olduğu halde altyapının kaçta kaçını yapabildik?
central park ile ilgili görsel sonucu
Yaptığımız diğer bir iş de tüm yeşil alanları, toplanma yeri bile bırakmayacak kadar binalarla doldurmak. İnsanları İstanbul'u terk etmeye, ticaret ve sanayiyi Anadolu'ya yaymaya çalışmak yerine, inşaatçılar daha çok kazansın diye tersi teşvik ediliyor.
O boş alanların tek amacı toplanma yeri değil. Yoksa Amerikalılar bilmiyor mu Central Park'ı imara açmayı, göl manzaralı evler satmayı?
Bu sadece oksijen alma veya benzer bir durum da değil. Japonya'da güneş kanunu var. Bir bina asla en yakınındakinin güneşi görmesini engelleyecek kadar yüksek olmamalı.
Bunun bir amacı da bina temellerine ve zemine esneyecek alan bırakmak olmasın sakın?
İktidarın hayali, koca boğaz varken ve boğazdan geçen gemiler her yıl azalıyorken (1990'sa Sovyetler Birliğinin dağılması ile Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Romanya gibi ülkeler, Adriyatik denizi ve Atlas Okyanusu limanlarını kullanma ve buralara boru hattı döşeme imkanı buldu), bir de kanal yapmak.
İyi ki İstanbullu değilim ve İstanbul'da yaşamıyorum. Öyle olsa korkudan uyuyamazdım.
Herkes korkmamız gerekenin 7,2-7,6  gibi bir deprem olduğu söyleniyor. Oysa korkmamız gereken Kıyamet-i Suğra, yani 1509'daki efsanevi deprem. Şiddeti muhtemelen 8'in üzerindeydi zira tsunamilerin boyu surları aşmış, Adalar'dan biri, içindeki minik Rum köyü ile beraber suya gömülmüştü. Tsunamiler güneyde Bursa ovasını Uludağ'a kadar sele batmıştı.
Jeolog, sismolog, Jeofizikçi falan değilim, hatta liseli argosu ile söyleyeyim bir sözelciyim. Bana öyle geliyor ki, Silivri açıklarındaki 5,8-4,7 gibi depremler, çok daha büyük bir depremin habercisi. Kanal İstanbul'a daha ilk kazma bile vurmadan, bu deprem öyle bir ekonomik yıkım yaratacak ki, iktidar mevcut projelerini bile yarıda bırakacak.
kıyameti suğra ile ilgili görsel sonucu

28 Ocak 2020 Salı

ALTIN NESLİN DİNSİZ ÇOCUKLARI

altın nesil ile ilgili görsel sonucu
Devletimiz büyük bir panikle din eğitimine verdi kendisini. Kendince de haklı, zira Ateizm, Deizm, Agnostisizm, Tengricilik ve dine karşı olan ne varsa aşırı bir yükselişte. Devlet, kendi usulünce tedbir alıyor. Daha çok din eğitimi, daha ağır din eğitimi ve daha zor din eğitimi.
Oysa gerçekte ülkedeki dinsizlik akımını başlatan, din eğitiminin bu aşırı  yoğunlaştırılmış hali ve gençlere dayatılan bu zorbalık.
12 Eylül sonrasının, Akp öncesinin haftada 1-2 saatlik, herkesin zorlanmadan yüksek not aldığı din dersleri ile yetişen çocuklar, halen şu anki iktidarın ana tabanı durumdalar. Üstelik o yılların çoğu tek kanallı televizyon, TRT ve Polis radyoları ile geçmişti. Doğru dürüst gazete, dergi ve kitap okunmuyordu. Kitap okuma oranları bu günlere kıyasla bile acınacak seviyedeydi.
Bu da 12 Eylül rejiminin başarısıydı. Uzun yıllar zaten günde 4-5 saat olan tek kanallı televizyon yayınının (genelde 18-19 gibi başlar, saat tam gece yarısında da biterdi.) yarım saati haberler, bu yarım saatin on- on beş dakikası da bitirilen örgütlerle ilgili eski militanların ifadeleri olurdu.  Sonra örgütsel doküman diye bol bol gazete, dergi ve kitap gösterilir, hatta bu kitapların bazıları da çok bilinen roman-öykü kitapları olurdu. Zaten 12 Eylül rejimi, ünlü kitap yayımcısı Muzaffer İlhan Erdost'u askerlere döverek öldürtmüş, pek çok evde de kitap araması yapmıştı.
Sonuçta Türkiye'de kitap satışları uzun yıllar inanılmaz düştü. Öğrenciler de tüm bilgiyi sadece öğretmenden ve ders kitabından alıyordu.
12 eylül darbesi ile ilgili görsel sonucu
Buna rağmen o yıllarda da Ateizm patlaması başlamıştı. Lakin bu patlama genelde Alevi ve bazı solcu ailelerin çocukları ile sınırlıydı. Sağcı iktidarlar ve diyanet bunu zerrece umursamıyordu. Tarikatlar üye patlaması yapmakta, her tarafa imam hatipler yapılmakta, dini kitaplar, özellikle kupon karşılığında gazete promosyonu olarak, çok satmaktaydı.
Zaten o yıllarda Alevilerin Müslüman olması için, önce Hristiyan olması gerekir diye, bu gün dahi bana anlamsız gelen bir söz pelesenk olmuştu sağcıların diline. Bu söz, doksanlarda Alevilerin ne derece ciddi bir oy potansiyeli oldukları, özellikle de DYP-ANAP rekabeti sırasında görülünce, unutuldu. Bu sefer de Aleviler namaz kılmalı falan diyerek, asimilasyon çabalarına hız veridi.
Oysa doksanlarda yeni bir dinsizlik rüzgarı Kürtlerden geldi. Hatta bu rüzgar bir ara, 2010'lu yıllarda, bu günlerin Tengricilik akımı gibi Zerdüştlük akımına döndü. Gene hatta geçen sene sağcı bir gazete, bir PKK katliamını Zerdüştler manşeti ile duyurmuştu.
Bunlar sağı pek yaralamaz, çünkü sağın olması için, solun da olması gerekir. Faşizm için düşman gerekir. Onlara göre memleketin %70-80'i sağ, %20-30'u soldur. Bu oran pek değişmez ve bu azınlık 20'in dini, imanı da öyle değildir.
ateizm ile ilgili görsel sonucu
Oysa şimdi başka. Bu dinsizlik salgını sağcı gençliğe daha doğrusu sağcı ailelerin çocuklarına da sıçramış durumda. Sağın, 1950'li yıllardan beri hayalini kurduğu ALTIN NESİL'in çocukları arasında dinsizlik (deizm, ateizm,agnostisizm vb) hızla yayılmakta.
Bunu sırf youtube'dan bile görmek mümkün. Ben internette ateistlerin mekanı ekşisözlük sanırdım, meğer youtube'muş. Youtube, din karşıyı yayım yapan ve bundan az ya da çok para kazanan yayımcılarla dolu. Videoların altları da geçen seneye kadar beş vakit namazı aksatmazken, şimdilerde imansız olması ile övünen gençlerin yorumları ile dolu.
Bunun en büyük sebebi, gençliğe dayatılan hayat tarzının, sağcı gençleri bile zorlaması. O kadar ki, Leman Kültür, Ot Kafe,  Zaytung Zone gibi mekanların müşterileri arasında da çoğunlukta. Bu yüzden bu dergiler, özellikle Leman, çok fazla muhalefet etmiyor, çok muhalif olduğu sayılar da kafelerde dağıtılmıyor.
Şair Ahmet Telli,  Hacettepe Üniversitesinde linç girişimine uğradığında, onlarca edebiyat dergisinin hiç biri manşet yapmak bir yana, haber bile yapmadı. Sadece Leman arka kapağında gösterdi.
Leman'da özellikle taşra şehirlerindeki kafelerinin sağcı müşterilerini kışkırtmamak için miniminnacık boyutuna indi.
leman kültür ile ilgili görsel sonucu
Siyasal İslamın iktidarının gençlere biçtiği rol, gençleri zorluyor ve bunaltıyor. Üzerinde Atatürk resimli-imzalı tişörtle gezen pek çok genç, sırf biraz rahatlamak için böyle yapıyor.
Geçen sene çalıştığım okulda bir çift vardı ve öğrenci velilerinin dilinde hep bu çift vardı. Çiftimizi önce sınıftan birbirine uzak yerlere oturttuk. Sonra da ertesi sene oğlan başka bir okula gitti  ve mesele kapandı.
Oysa bu ikli okulumuzdaki tek aşk vakıası olmadığı gibi, en ateşli vakıa da değildi. Çiftimiz Ediz Hun-Hülya Koçyiğit tarzında gayet masumdu. Velileri bu kadar öfkelendiren şey, kızın türbanlı olmasıydı.
Şu yıllarda türbanlı kadınlara en fazla  zulmeden muhafazakarlar. Onlar doksanlı yılların türbanlı kızlarını-kadınlarını arıyorlar. Tıpkı donsanlardaki gibi makyajsız, çalı gibi kaşlı, asık suratlı, erkek arkadaşı olmaz, bakışları genelde önde olan kızları istiyorlar. Şimdiki türbanlılarla, o zamanın türbanlılarını karşılaştırıyorum da, o zamanlar türban harbiden siyasi bir kıyafetmiş. Şimdi hatırlıyorum da,  o zamanlar türban denen bu giysi, solcuların parka giydiği gibi giyilirdi. Sizin kurallarınızı umursamıyorum ve takmıyorum tavrı takınılırdı giyildikten sonra.
Şimdi ise o ideoloji iktidarda ve kimse böyle bir tavra ihtiyaç duymuyor.
Bu baskın ideoloji gençliği boğuyor ve gençlik çıkışı dinsizlikte (ateizm, deizm, agnostisizm vs) buluyor.
Bu iktidar ise, kendisini iktidara getiren altın nesle yaptığı gibi, bolca din dersi ve tarikat desteği ile bu krizi aşma çabasında. Halbuki bu nesil kitap okuyan (bir önceki nesle göre daha fazla), sosyal medyada aktif ve dünyayı daha fazla tanıyan bir nesil ve bu yaptığınız sorunu büyütmekte.
Üstelik o ders kitabı ve ya her neyin kitabıysa,  çizmeye çalıştığı imajdan çok kötü muhafazakarların imaj kötü.
O kadar ki, pek çok okul tarikatların elinde olduğu halde, pek çoğu Atatürk resimleriyle reklam yapıyor. Şu anki milli eğitim bakanının kendi özel okullarında ki Atatürkçülük de bu yüzden. Ayrıca devlet okullarında bazı fen liseleri bile, neredeyse imam hatipler kadar seçmeli din dersi (siyer, peygamberin hayatı vs) alırken, özel okullarda sadece zorunlu din dersi var. Pek çok okulda da din dersinde ders falan işlenmiyor, test çözülüyor.
Özel okullardaki din dersi kimsenin umurunda değil. Zenginler dini zaten bilir. Din, fakirlere öğretilen ve fakirlerin yaşadığı bir  şeydir.
 Pek çok özel hastane tarikatların elinde ama devlet hastanelerini türbanlılarla dolduran tarikatlar, kendi hastanelerinde türbanlı hemşire çalıştırmıyor.
Sonuçta ortaya attığınız muhafazakarlık gençleri boğuyor.
Yapmanız gereken gençleri biraz daha rahat bırakmak., onların iş ve gelecek heveslerini teşvik etmek.
Yoksa Türkiye'de dinin geleceği çok daha karanlık olabilir.

26 Ocak 2020 Pazar

Gözden kaçmış bir kitap-Kırmızı kadife

kırmızı kadife ekrem marakoğlu ile ilgili görsel sonucu"Bu gün okurlarıma kamuoyunun gözünden  kaçmış Kırmızı Kadife adlı kitap. Yazarı da bir dönemin ünlü avukatı Ekrem Marakoğlu. Bir dönem kamuoyunun bildiği bir isimdi, mesleği avukattı ve genelde mafya babalarının avukatlığını yapardı. Kitabı 2002'de yazmış, 2006'da kanserden ölmüş.
Dediğine göre normal iş adamlarının da davalarını alırmış ama hep mafya babalarının avukatı olarak anılmış.
Daha bürosunu ilk açtığında, yazıhanesinin misafirleri hep yeraltı dünyasının elemanları olmuş.
Dediğine göre bu kişilerle hemşehri ( Gaziantep) olması sebebi ile tanışıyormuş. Ben yeraltı dünyasında Kürt ve Karadenizli çok diye biliyordum, meğer bayağı da Gaziantepli varmış. Diğerlerine de onlar vasıtası ile tanışmış, bazıları üniversiteden ve komünizmle mücadele derneğinden arkadaşları.
Onlara Ülkü ocaklarında tanıştım demiyor hiç.
lucky-s gemisi ile ilgili görsel sonucuKitapta iki husus ilgimi çekti. İlki uyuşturucu piyasası ile ilgili. Yazdığına göre Avrupa ve Orta Doğuda en fazla uyuşturucu yakalanan ülkenin Türkiye olması, Türk güvenlik güçlerinin başarısı olmadığı gibi, tesadüf de değil. Zira Marakoğlu'na göre Avrupalı devletler, kendi mafyalarını koruyor. Yakalanan uyuşturucunun maddi kaybını Türk aracılar çekiyor. Böylece uyuşturucunun ekim alanı olan Kaynağı olan Afganistan ve Pakistan'daki üreticiler de, bu kayıptan korunuyor. Örneğin meşhur Kısmetim1 ve Lucks-S gemilerinin yakalanması için Pakistan'daki üretici barona paranın gönderilmesi beklenmiş.

Tabi bu da geçmiş yıllarda narkotikçilere  uyuşturucunun ağırlığınca verilen parayı da açıklıyor. Bu para ödüllerinin uluslararası bir fondan ödenmiş olabileceğini bile akıllara getirebiliyor. Gerçi öyle olsa kamu oyu  bir şekilde duyar, Marakoğlu gibileri de yazardı. (Yoksa yazmaz mıydı ) Marakoğlu'nun yazdığına göre, bu para her operasyondan sonra en az yüz elli polise pay edilirmiş ki, bazılarının operasyondan haberi bile olmayanlarmış.
Bu uyuşturucu ödülü bir ara çok tartışılmıştı. Türkiye'ye giren uyuşturucunun %80'inin  (yazı ile yüzde seksen) girdiği Hakkari'nin Yüksekova ilçesinde narkotik büronun kurulmama sebebi olarak, büyük şehirdeki polislerin bu arayı paylaşmak istememesi gösterilmişti. En sonunda rahmetli Eşref Bitlis, jandarma narkotiği kurduktan sonra Yüksekova'ya narkotik büro kurulmuştu.
ömer lütfü topal ile ilgili görsel sonucuOlayın başka bir boyutu da, Avrupa'da uyuşturucu bollaştığında, rakip çetelerin birbirini ihbar etmesi. Zira uyuşturucu da olsa bir ürün, iktisadın temel kurallarına bağlı, piyasada bollaşınca, fiyatı düşüyor. (hem uyuşturucu ticareti, hem de vurgunculuk, ilginç)
Kitapta ikinci çarpıcı olan ise Ömer Lütfü Topal ile ilgili anlattıkları. Topal'ın yurt dışında uyuşturucu ile yakalanıp, hapis yatmasından kısaca bahsediyor. Öbür türlü meleğin biraz aşağısı. Kumarhanelerinde adam dövmeler, iflas edip, intihar edenler, adam dövenlerin hızla yükselip, müdür olması, ondan habersiz olmuş oysa.

Öldürülmesinin de tek sebebi, bir akrabasını işten çıkarması, onun da bilinmeyen (?) bir şekilde öldürülmesiymiş. Tabi zavallının ölüsünün bir bulunup, bir kaybolması da ayrı bir muamma..
Kendisi öldürülünce arka arkaya kamuoyu kumarhanelere karşı basının da yardımı ile kışkırtılıyor. Derken kumarhaneler yasaklanıyor ve en sonunda da kapatılıyor.
Kendisi kumarhanelerin kapatılmasına karşı. Ayrıca Ömer Lütfü Topal, harbiden kumarhaneler kralıymış. Zira Türkiye'deki kumarhanelerin tamamına yakını ona ait, olmayanlar da ona bağlıymış. Kendisi neredeyse tüm bürokrasiyi (ki buna yargıtay, danıştay vs hakimleri de var) ve siyaseti maaşa ve bedava tatile bağlamış. Topal ölünce de hepsi tanımazdan gelmiş. Ya ne olacaktı?
Kendisi kitabı 2002'de yazmış 2006'da da kanserden ölmüş. Tahminim kanser olduğunu öğrendikten sonra yazmış. Kitap yazıldığında meşhur Kurtlar Vadisi dizisi yeni başlamıştı. Diziye de, ben onun (Ömer Lütfi Topal) hiç tombalacılık yaptığını görmedim diyor.
Kurtlar Vadisi demişken, aklıma dizideki avukat Nizamettin Güvenç geldi ama dizinin fanları başka bir avukatı işaret ediyor.
Kitap bu kadar da değil, tamamı da yeniden keşfedilmeli bence.
nizamettin güvenç ile ilgili görsel sonucu