16 Mayıs 2020 Cumartesi

DİNSİZLİK TÜRLERİ 7: KUTUPLAŞMA SONRASI DİNDEN UZAKLAŞMAYA


Dinlerin kimlik özelliğinin kökeni, kin üretmen özellikleridir. Meşhur dizedeki gibi dinine bağlı insanlar, kinlerine de bağlıdır.
Kin, sadece bir tarihte işlenmiş ve affedilmeyen suçlardan oluşmaz. Kini diri tutmak için olayı her anlatışta daha da büyütmek, bunun için de yalanlara yalanlar katmak lazımdır. Dinde her şey olduğu gibi yalanlar da kutsanır. 
Yalanların kötü yanı. bir gün er yada geç ya da ne kadar geç olursa olsun açığa çıkmasıdır. Hatta siz inanmaya devam etmek isteseniz bile açığa çıkmasıdır. Hatta bazı yalanlar siz inansanız da yerlerini gerçekliğe terk ederler.
Adnan Oktar Darwinizm'i fikren yerle bir etti! - evrim teorisi ...Son bir kaç yıldır dikkatimi çeken evrim kitaplarının satışlarının artması oldu. Zaten çok kitap okuyan bir toplum olmadığımız ortada. Belli kitaplar ise, belli popüler simalar ya da basın tarafından popüler yapılıyor. Oysa şu günlerde basın evrimle özellikle ilgilenmiyor sanki. Basın da çok da evrim tartışması görmüyorum.
Sonra biraz düşününce sebep olarak Adnan Oktar ve tarikatının dağıtılmasını gördüm. (O ve tarikatı kendi başına bir yazı konusu) Bol silikonlu, yarı çıplak denecek dekolteli ve kedicik adını verdiği kızlarla yayı yaptığı A9 televizyon kanalı ile bilinen Oktar ve tarikatının tek Müslümanlık alameti, evrim düşmanlığı olmuştu.
Tarikat sürekli evrim teorisi aleyhine kitap, broşür basıyor, bunları bedavaya dağıtıyordu. Yaptığı evrim aleyhine programları da yerel ya da uydu kanalları aracılığı ile günün her saatinde yayımlıyordu.
Evrim Ağacı בטוויטר: "#Varyasyon (çeşitlilik), #adaptasyon, #evrim ...Aslına yayımladıklarının hepsi Amerikan Evangelistlerden aynen tercüme ettiği şeylerdi. Lakin dindarlara göre Oktar'ın en iyi yaptığı şey, evrimcilere ağzının payını vermesiydi.
Sonra bu yayımlar birden kesildi. Adnan Oktar bir günde tutuklandı. Direnmek için tek yapabildiği popüler bir köşe yazarını aramak oldu. Ardından da evrim karşıtı yayımlar birden kesildi.
Ancak kamuoyu bu sefer evrimi kendi merak etti. Önce yavaş yavaş Evrim Ağacı gibi Youtube kanalları, internet siteleri derken, kütük gibi kitaplar gençlik tarafından çok okunur oldu.
Bunun benzeri hep oldu.

Seksenli yıllar boyunca din dersi öğretmenleri, Alevilik aleyhtarı propagandanın bayrak başı oldular. Alevi öğrencileri sınıf dışına çıkarıp, biz Sünni çocuklarıyla özel şeyler konuşacağız demek modaydı.
Bu tür olaylar yıllarca öğretmenlerin tavrı olarak gösterildi. Öğretmen olduktan sonra öğrendim ki,  devletin en çok kontrol ettiği dersler, din dersleridir ve hiç bir davranışları, devletin politikasından bağımsız değildir. 12 Eylülden sonra zorunlu din derslerinin iki amacı vardı.
Birincisi malumunuz, boğucaksan solu, yetiştireceksin sofu ilkesi ile, dindar ve sağcı gençlik yetiştirmekti.
İkincisi de Aleviler başta olmak üzere, azınlıkları asimle etmek, bunu da. onları aşağılayarak ve onlara kendilerini utandırarak yapmaktı.
Birincisinde tamamen başarılı oldu. İkincisinde de en azından seksenli yıllara büyüyen Sünni çocukların Alevilerden nefret etmesini sağladı.
Öte yandan devletin bu politikaları da tersine döndü.
1993 Sivas katliamından sonra o zamanlar fazlası ile amatör olan Alevi dernekleri profesyonelleşti ve sıkı konfederasyonlar kurdu.
Ardından da uydu hatlarında Alevi televizyon kanalları kuruldu. İnsanlar Alevileri tanımaya ve merak etmeye başladı.
Ünlü röportajcı, gazeteci ve ressam Fikret Otyam, vasiyetnamesi gereği cemevinden cenazesi kaldırıldı. Çocukluğunda, memleketi Ürgüp'de çocukken babasından, bir Alevi satıcıdan bal aldığı için dayak yediğini anlatmıştır.
Hikayenin bir de karşı tarafı var tabi. Orta Avrupa Yahudilerinde HOY diye bir kelime varmış ve Yahudi olmayan kadın anlamına geliyormuş. Hahamlara göre Yahudi olmayan kadınlar, cinselliğe aç ve sadakatsiz kadınlarmış. Bu yalan Yahudi erkeklerini yabancı kadınlarda uzak durması için uydurulan bu yalan,  bir zaman sonra zengin Yahudi erkeklerinin, yabancı kadınlara ilgi duymasına sebep olmuş.
Sonuç olarak her yalan, bir gün biteceği gibi, çok tekrarlanan yalanlar da merakı arttırır.



14 Mayıs 2020 Perşembe

GİTMENİN SİYASETİ



1.ÖNERME; ÇOK UZUN SÜRE KALMAK MARİFET DEĞİLDİR
Gelmek kadar gitmek de zordur. Gelmek her zaman kaçınılmaz değildir ama gitmek her zaman kaçınılmazdır.
İnsanlık tarihini okuyup, incelerken; gelmekten çok, gitmenin önemli olduğunu öğrendim.
En başta uzun süre kalmanın bir anlamı yoktur.
Mesela 2. Bayezit 42 yıl ile ,Osmanlı tahtında en fazla kalmış 2.padişahtır. Birincisi torunu Kanuni Sultan Selim'dir ki o da 46 yıl tahtta kalmıştır. Bu uzun taht süresine rağmen, Osmanlı tarihi kültür, sanat ve bilim tarihi olmaması, daha ziyade fetihler devri olması nedeni ile tarihte adları pek az geçer. Döneminde fetih ve seferler o kadar azdır ki, bazı tarihçiler döneme. yükselmede duraklama denmektedir. Oğlu Yavuz Sultan Selim ise sekiz yıllık kısa süren saltanatında ülkesinin sınırlarını iki kat arttırmıştır. Bu yüzden Osmanlı tarihi kitaplarında kendisine sayfalar ayrılır.
Osmanlının altı yüz yıllık tarihi, üç kıtaya yayılan fetihler tarihi de olsa,  bilim ve felsefe açısından önemsizdir. Bu altı yüz yılda bir tane bile önemli matematikçi yetişmemiş, tek önemli  matematik teorisi Osmanlı topraklarında yazılmamıştır.  Benzer şekilde Osmanlı, fizik, kimya ve diğer bilimlerde de yoktur.
Üç yüz yıldan fazla Mısır'a hakim olmuşsa da, piramitler ya da mumyalar ile ilgili tek belge bırakmamıştır. Üç sene kalan Fransızlar, eski Mısır yazısını çözmüşlerdir.
Rosetta Taşı - VikipediOsmanlının sanat tarihinde de pek yeri yoktur. Mimar Sinan gibi bir dehayı yetiştirmesine rağmen, Osmanlının bir mimari tarzı yoktur. Bu yüzden Neo Osmanlıcılkık mimaride Selçukluyu taklit etmektedir. Osmanlı'da bütün camiler veya saraylar birbirinin kopyasıdır. Duvarlardaki desenler bile birbirinin aynısıdır. Aynı lale ve gül desenleri, fotokopi gibi tüm duvarları kaplamıştır. Yerel ya da yöresel çiçek ve desenler neredeyse hiç bulunmaz.
Osmanlıdan çok daha kısa ömrü olmuş Timur impatorluğu ya da yüz ölçümü çok daha küçük Floransa beyliğinin bilim ya da sanattaki yeri çok daha fazladır.
Bürokratlarda da makamda uzun süre kalma çabası vardır. Emeklilikte yaş haddi yokken öğretmenler 25. yılda emeklilik isterken, müdürler ve büyük bürokratlar yaş hadlerine kadar kalırlar. Son on yıldır rotasyon adı altında yöneticiler il içinde okul okul gezmekte. Ondan evvel aynı okulda  yirmi yıldan fazla müdürlük yapmış çok kişi vardı. Bir süre sonra her lafa ben şu kadar yıldır buranın müdürüyüm demeye başlarlar. Son on yıldır da ben şu kadar zamandır müdürlük yapmaktayım diye başlamaktalar.
Mustafa Necaati Uğıral sadece 4 yıl (1925-29) Milli Eğitim bakanı oldu. İsmail Hakkı Tonguç'un ilköğretim genel müdürlüğü 11 yıldır ve bu görevden de görevden alınarak bırakmıştır.
Her ikisinin de izlerini eğitimde halen görmek mümkündür.
Tonguç, günlük dilde kullanılmayan bir sözcük. İnternete baktığımda bazıları en büyük çocuk diyor, bazılarında baykuş.
İsmail Hakkı Tonguç - VikipediTonguç adı erkek  çocuklarına konuyor. Tanıştığım üç Tonguç'da babası da öğretmen olan öğretmenlerdi.

Tonguç diye bir eğitim şirketi var, internet üzerinden hizmet ediyor. Muhtemelen bu ismi, İsmail Hakkı Tonguç'un isminin verdiği güvenden almışlardır. Kendisini sevmeyenler için bile İsmail Hakkı Tonguç, kendisini eğitime adamış biridir.
Peki siz hiç Bener Cordan adını duydunuz mu? Kendisi Milli Eğitim bakanlığında 1992-94 arasında müsteşar yardımcısı, 1994-2001 arasında da müsteşar; bakandan sonra en yetkili kişi oldu. Bu gün olmayan müsteşarlık makamı, bakandan sonra en yetkili kişi demek oluyordu.
Ben 1998'de öğretmenliğe başladığımda Bener Cordan, bakanlığı tek başına yönetiyor gibiydi. O zaman Milli Eğitim Bakanlığının personele yönetmelik ve yönergeleri, Tebliğler Dergisi denen ve on beş günde bir yayımlanan bir yayım ile gelirdi. Yılık planlarda da şu şu sayılı tebliğiler dergisine uygundur yazardı.
Bu süreli yayınların çoğunda bile bakanın adı yazmaz, Bakan.A diye Bener Cordan'ın adı yazardı. 2001'de yaş haddinden emekli olana kadar bakanlık müsteşarı olarak kalmak bir yana Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyesi ve YÖK üyesi de oldu.

2001'de emekli olunca da YÖK üyesi YÖK başkan vekili oldu 2004'de  ölene kadar.

Peki Bener Cordan'ı benim gibi eski öğretmenler haricinde, onlar da hayal meyal hatırlıyorlar. Memleketi Trabzon'da bir orta okula adı verilmiş. 15 Temmuz'dan sonra okulun adı değiştirilmek istenmiş. Akrabaları da uğraşmış ve o ortaokul ve beraberinde birkaç yerin adının değiştirilmesine engel olmuş.
Trabzon'un yerel bir gazetesinin makalesine denk geldim. Yazar eski DYP'lilere isim değiştirmesine engel olmasını istiyor, beraber iş yaptınız diyor ama bu işler neler demiyordu.
Bener Cordan'ın hayatı akademisyenlik ve bürokratlıkla geçmiş de olsa, ne çok bilinen akademik bir yayımı vardı ve de şu Bener Cordan eseridir denen bir kalıcı işi vardı.
Bener Cordan'ın müsteşarlık yılları, ziraat mühendislerinin sınıf, bankacıların İngilizce öğretmeni atandığı, öğretmnlerin özlük haklarının tırpanlandığıyıllardır. Sağcı ve muhafazakar olarak tanınsa da,meşhur 28 Şubat döneminde Milli Eğitimi tek başına, bakanları zerre kadar umursamadan yönetmiş kişidir. Türban yasaklarının, imam hatip kapatmalarının arkasındaki isim olduğu halde, bunun suçunu politikacılara attı.
Bu gün birileri Bener Cordan akademi kurabilir mi, bununla övünebilir mi? Demek ki ilk önermemizi ispat etmiş olur. Bener Cordan ile İsmail Hakkı Tonguç'u kıyaslamak buna yeterlidir.



2. ÖNERME; NASIL GİTTİĞİNİZ, NASIL GELDİĞİNİZDEN, NE KADAR KALDIĞINIZDAN VE HATTA NELER YAPTIĞINIZDAN ÖNEMLİDİR

Zannedilenin aksine, seçimle iş başına gelmiş bayağı bir diktatör vardır. Adolf Hitler ile Tunus'u 23 yıl demir yumrukla yöneten ve devrilmesi Arap baharının başlangıcı olan Zeynel Abidin gibi az da olsa seçimle iktidara gelmiş diktatörler de vardır.
Diktatörler çok nadiren seçimle iş başına gelmiş de olsalar, sık sık göstermelik de olsa seçim yaparak, meşrutiyetini kanıtlamak isterler. Bu yüzden Kenan Evren ya da Sisi gibi darbeciler bile, darbeden hemen sonra seçim yaparlar.
Doğrusu darbe ile de olsa diktatörler, çoğunlukla ilk yıllarında ciddi bir halk desteğine sahiptir.  Diktatörlerin iktidarından önce büyük bir kargaşalık ve yoksulluk vardır. Halk bu sayede diktatörlüğe ve baskıya razı olur.
Gene ilk yıllarında diktatörler iyi biri imajını çizmeye çalışırlar. Çocuklarla resim çektirmeler,  fakirlere yardım etmeler falan gırla gider.

Todor Jivkov bir zamanlar Bulgaristan'da Türkler ve diğer azınlıklara daha fazla hak verilmesini talep ediyordu. Humeyni'de kadınlardan oluşan bir kalabalık tarafından karşılanmıştı. (6 sene sonraa televizyonda Allah'ın yarattığı mübarek yaratıklar sıralamasında 8, sırada hamamböceklerini, 16 sıraya kadınları koymuştu.

Mesele demokratik olarak gelmek değil, gidebilmek ve giderken de ülkeyi sağlam teslim etmektir. Rus komünist partisi ve Yugostlav komünist partisi, arkalarında parçalanmış bir ülke bıraktı. 1990'da Rusya 1917'de olduğundan; Sırbistan'da 1914'de olduğundan bile daha küçüktü.

Son Doğu Roma imparatoru, elinde kılıçla, bir yeniçeri ile savaşarak öldü. Son Osmanlı padişahı ise sarayından son defa bir ambulansın içinden çıktı. Ardından bir İngiliz gemisine binerek, hayatı boyunca yaşadığı şehri terk etti.
Son Bizans imparatoru, son günlerinde imparatorluğun sok kalesini korumak için ittifaklar kurmak, savunma için orduyu toparlamakla meşguldü. Son Osmanlı padişahı ise; Anadolu'da Yunanla savaşılırken, bahçıvanının 17-18 yaşındaki kızı Nevzat'la yeni evlenmişti ve günlerce yataktan çıkmadığı oluyordu. Bu yüzden şehir halkının alay konusuydu.



3.ÖNERME: KENDİNİZ GİTMEZ DE BAŞKALARI GÖNDERİRSE ÇOK HAZİN BİR ŞEKİLDE GİDERSİNİZ. HATTA NE KADAR ZOR GİDERSENİZ, GİDİŞİNİZ O KADAR HAZİN OLUR
Tarih, gitmek istemeyenlerin zorla nasıl gönderildiklerini anlatır. 
Adnan Menderes, sabık (eski) başvekil olmayacağım, demişti. Sonunda şehit başvekil oldu. Menderes'in sonunu hazin olduğunu düşünebilirsiniz. Kendisi ve biri kayın biraderi iki arkadaşı için öyle olmuş olabilir.

Ancak partisi ve ideolojisi bu askeri darbe ile daha da güçlenmiş, 2002'e kadar da ülkeyi yönetmiştir. Darbeden önce mahkeme görevi derdiği tahkikat komisyonlarında, ispat hakkı isteyenler, İsmail Hakkı Mı diye alay edip, Yassıada'da yargılanırken muhterem reis hazretleri demesi bile unutuldu.
Daha hazin sonlar da vardır. Çavuşesku alelacele yargılanıp, kurşuna dizildi. O en azından kurşuna dizildi ve bir mezarı var. Öte yandan Mussolini'de kurşuna dizilmişti. İspanya'ya kaçmaya çalışırken Partizanlar yakaladı. Metresiyle beraber yargılanıp, kurşuna dizildikten sonra Milano'da bir direğe bağlanan cesetlerine günlerce tükürüldü ve işendi.
Mussolini'nin cesedine yapılanlar, Hitler'i o kadar etkiledi ki; ölümünden sonra yakılmak için adamlarına sıkı emirler verdi. Cesedi yakılırken, Rus askerleri yaklaşık iki yüz metre kadar uzağındaydı.
En kötü ölen diktatör, benim bildiğim Kaddafi'ydi ve nasıl öldüğünü buraya yazamam.
Peki boyu iktidarda kalmak çok mu iyi bir şeydir? Değildir.



4.ÖNERME; ÖMÜR BOYU İKTİDARDA KALMAK MUTLAKA DEVLET VE İDEOLOJİ İÇİN İYİ BİR ŞEY DEĞİLDİR

Bu önermeyi ispat etmeye de pek çok örneğimiz vardır. İlk akla gelen Stalin'dir.
Stalin daha naaşı soğumadan, heykelleri yıkıldı-kaldırıldı. Stalingrad (Volgagrad) başta olmak üzere, Stalin'in adını taşıyan her şeyin adı değişti. Stalin için; Seviyorum onu, Marks'ı Lenin'i sevdiğim gibi diye şiir yazan Türk şair Nazım Hikmet Ran ölümünün ardından; Taştandı, kağıttandı, bir sabah üzerimizden kalkıverdi diye şiir yazdı. Karısı ile kızı düşman Amerika'ya mülteci oldu.

Sovyetler Birliği, Stalin'den sonra kırk yıldan fazla yaşadı. Adı radikal solcular arasında halen efsanedir.
Oysa Mareşal Tito ise bir efsane iken unutulmuştur. Ölümünden on sene sonra ülkesi Yugostlayva, bir sürü parçaya, uzun savaşlar sonucunda ayrılmıştır.  Sovyetler Birliği kısmen az kanlı ve çabuk dağılmıştır.
Rusya sadece petrol zengini Azerbaycan haricinde bu dağılma sırasında çok kan dökmemişlerdir (20 Janvar). Oysa Yugostlavya parçalanırken en kuzeydeki Slovenya ile en güneydeki Makedonya hariç,  uzun süreli ve kanlı, yer yer de sokak sokak, ev ev savaşlar ile parçalandı.
Önümüzde bir de Franko örneği var. Öldükten sonra daha sağlığında yaptırdığı devasa anıt mezara gömüldü. Mezarın bir tarafında iç savaşın sağcı şehitleri, bir tarafında da solcu şehitleri vardı. Anıt mezar da tam ortadaydı.
Oysa Franko bir sağcı olarak Valensiyalı köylüleri sırf okuma yazma biliyor diye; genç çiftleri de sırf sadece belediye nikahıyla evlendi diye katletmişti.
Ölümünden sonra İspanya yavaş yavaş demokrasiye geçti. İç savaş sonrası sürgün edenler geri döndü.  Bu arada sol yeniden güçlendi, öyle ki sosyalistler on dört  yıl aralıksız tek başına iktidarda kaldı. Gene de Franco'nun mezarına dokunamadı. Ekim 2019'a kadar kimse mezarına dokunamadı. Tam 44 yıl sonra, ailesinin ve son bir avuç sempatizanının çığlıklarına rağmen anıt mezar taşındı.
1961'de darbe yönetimince idam edilen Adnan Menderes ve arkadaşlarının mezarlarının 1990'da devasa bir anıt mezara naklinin tam tersi işlemdi.
En kötü örneğimizi yıllardır iç savaş yaşayan komşumuz Suriye. Daha baba Esat hayattayken Lazkiye limanının Rus askeri uzmanlarca derinleştirilmesi; buna nezaret eden istihbarat albayının MOSAD  tarafından kaçırılması; bazı Suriyelilerin baba Esat'ın sağlığında ülkesini terk etmesinden; ardından iç savaş çıkacağı belliymiş meğer.
Esad ailesinin iktidarının bu iç savaşı kazanacağı görünüyor. Gelecek nasıl olur bilemeyiz. Şimdi korona gibi hiç tahmin edilmeyen yeni bir faktör var.
Öte yandan asıl düşündürücü olan, bir iç savaşı da atlatan bir rejimin sonu nasıl olur? Belli ki her iktidarın sonu var. Önemli olan sondur ve bu son daima belirsizdir.




ÖNERME 5: İKTİDARI HER AN BIRAKMAYA HAZIR OLUNMALIDIR.

İktidarı bırakmak ölüm gibidir.  Bir gün olacağı muhakkaktır ama mümkün olduğunca geç olmasını isteriz. Yaş ilerledikçe olma ihtimali çoktur ama gençken, yani iktidarın ilk yıllarında da olmayacak demek değildir.

Romanın zalim imparatoru Kaligula, saltanatının daha 4. yılında suikasta kurban gitti. Hitler, 3. Reich'ın (imparatorluk) bin yıl yaşayacağını söylemişti, 15 sene yaşamadı.
Yaşlı insanların genelde  hep bir on sene falan yaşayacaklarına inanmaları gibi, iktidarlar da düşeceklerine inanmaz, bu krizi de atlatacaklarına; bu isyanı da bastıracaklarına inanırlar.
İktidardan düşen diktatörlere bakın, düşeceklerine hiç kanaat getirmemişlerdir.
Zaten demokratlık, bir gün iktidardan düşeceğini öngörmek, iktidarı bırakmaya hazır olmaktır. Zira bir önceki önermede de belirttiğimiz gibi nasıl gittiğimiz her şeyden önemlidir.

ÖNERME 6: GERÇEK İKTİDAR, PARTİNİN YA DA KİŞİNİN İKTİDARDAN GİTMESİNDEN SONRA DA DÜZENİN VE DEVLETİN KALABİLMESİDİR

Ölümden ya da seçimi kaybettikten sonra toplumsal düzenin hepten değişmesi, gerçek iktidar olmadınız demektir. Bir isyan ya da darbe ile iktidardan düştüyseniz de, iktidarı kaybettiniz demektir.
CHP 1950 seçimlerini kaybedince, Hilafet yanlıları heveslendi. Her tarafta Atatürk büst ve resimlerine saldırılar arttı. Demokrat Parti de 1951'de Atatürk'e karşı suçlar kanunu diye bilinen yasayı çıkardı.
1960 darbesi ile Demokrat Parti iktidardan indirilse, Demokrat parti isim değiştirerek (Adalet Partisi) 1962'de iktidar ortağı, 1965'de tek başına iktidar olmuştur.
Ordu ise 1971, 1980, 1998 'de darbe yapmış, sonra siviller politikalarına geri dönmüş, sistem büyük ölçüde aynı kalmıştır. 2006' 5 Nisan 2016 15 Temmuzunda ise yapamadı.Sandinistler 3. kez iktidarda
Başka bir örneğim de İsveç'in meşhur sosyal demokrasisi, sadece Sosyal Demokrat partinin iktidarı ile yürümüyor. 2014'de tekrar iktidara geldiler. Bazı yıllar ana muhalefet partisi bile olamıyorlar.
Gene de İsveç, bir sosyal demokrat ülke ve sosyal demokrasi için rol modeli olmayı sürdürüyor. Yerlerini alan sağcı partiler, sosyal demokratların düzenini koruyor ve geliştiriyor.
Bence gerçek iktidar budur. Eskidiğinde, yıprandığında veya kriz anında iktidarını muhalefete teslim edip, sonra ilk fırsatta geri döneceksin.
Nikaragua'da Sandilistler, 1979'da bir devrimle, Somoza ailesinin diktatörlüğünü yıkarak, iktidara geldiler. Başarılı çalışmalarıyla (çiftçilere toprak dağılımı, okuma yazma bilmeyen oranının %52'den, +4' düşürülmesi vs) Amerikan destekli kontra gerillalarıyla iç savaş, ülkeyi zayıflattı. ve 1990'da seçimleri kaybettiler. 2006'da tekrar seçimleri kazanıp, iktidara geldiler ve halen iktidarlar.

Konu, her hangi bir partinin değil de, sistemin korunması da olabilir. Bu durumda da iktidar, başka bir partiye devredilebilir veya bir süreliğine emanet edebilir.


İngiltere de yüz yıllarca siyaset iki parti üzerinden yürüdü, Liberal parti ve Demokrat parti. 20. yüyz yılın başından itibaren İngiliz İşçi Partisi önce bu ikili sisteme 3. küçük ortak, sonra da 2. büyük ortak ve bazı dönemlerde iktidar partisi oldu. Liberal parti ise genelde Güney Galler'in partisi olarak yoluna devam etti. İngiliz parlamenter sistemi de aynen işlemeye devam etti.
Yunanistan'da ise ülkenin kuruluşundan beri kalıplaşmış partiler, ekonomik krizi çözemeyince iktidarı Syriza ve onun yakışıklı lideri Aleksis Çipras'a verdi. Kriz biraz düzelir gibi olunca, Makedonya ile anlaşmayı bahane edip, iktidardan indirdi.
Buradan da, her iktidarın bir gitme siyaseti belirlemesi gerekir.


ÖNERME 7: HER İKTİDAR KENDİSİNE BİR GİTME SİYASETİ BELİRLEMELİ VE UYGULAMAYA GEÇMELİDİR

Bu önermemiz de, sonuç önermesidir. Demokrasiyi belirleyen iktidarın gelme şeklinden çok, gitme şeklidir ve iktidarı kansız, iç savaşsız, gösterisiz ve olaysız teslim etmek de bir marifettir.
Bunu başaran çok az iktidar olmuştur. Biri de CHP' dir. Pek çok kişi CHP' nin çok partili hayata erken geçtiğini savunurlar.
Bence geç kalmıştır. 1946 seçimlerinde başarısız olan Demokrat Parti değil, Cumhuriyet Halk Partisidir. Gerçi Şevket Süreyya Aydemir'in dediği gibi, 46'a yeterince örgütlenmemiş DP'nin iktidar olma şansı yoktu. Ancak DP'ye mecliste ve belediyelerde daha etkin olma şansı verilebilirdi.

Demokrat Parti başkanı Menderes, sabık (eski) başbakan olmayacağım deyip, meclis soruşturma komisyonları ile muhalefeti yok edip, seçimlere öyle gitmek istedi. Böylece darbecilere meşrutiyet bahanesi yarattı.
Bence CHP, iktidarda kalmaya inat etseydi. cumhuriyet çok erken bir dönemde Yugostlavya ya da Sovyetler Birliği gibi dağılabilirdi.
Antik Mısır medeniyeti üç bin yıldan fazla yaşadı ve 33 ayrı Firavun sülalesi gördü. Bunlardan biri Libyalı, biri Habeşistanlı siyahi ve sonuncusu Yunanlıydı. Bu arada nereden geldiği ve nereye gittiği belli olmayan Hiksosları kovdular. İki yüz yıldan fazla süren İran (Pers) imparatorluğu döneminde , İranlıları üç kere ülkeden kovdular.
Bütün bu süreçte asıl iktidar Amon rahipleriydi ve kriz zamanları usulca Firavun sülalerini değiştirdiler.
Roma-Bizans'da bu kadar uzun yaşamasının sırrı, gerektiğinde imparatoru değiştirmenin hukukunu kurmuş olmalarıydı. Osmanlı, aynı sülalede padişah değişiminin bile hukukunu kuramamıştı.
Kafamdaki bu  tez, İngiltere Kraliyet ailesinin mülklerinin, tahttan inseler bile ellerinden alınmayacağını öğrenince netleşti ve yazmaya karar verdim.
Her iktidar, ülkesinin selameti için iktidarı bırakmaya hazırlanmalı ve hazır olmalıdır.




6 Mayıs 2020 Çarşamba

AYŞE ÖZYILMAZEL VE HER KADIN BİR GÜN FEMİNİST OLACAKTIR

Yılın düğünü havuzda bitti
Aslında bu olayı yeni nesil ne kadar bilir, bilmiyorum. Bu konu pek çok kişiye göre magazin konusu gibi de görünse, penisperestliğin ve çürümüşlüğün en net göstergesi olduğu için yazıyorum. 
Bir de onediocular olayı eksik anlatmışlar ve bundan sonraki pek çok belge olayı eksik anlatacak. Hatırlayan birleri en azından her şeyi tam olarak anlatsın istiyorum.
Bir kere olay Ayşe Özyılmazel'in, Reklamcı Ali Taran'ın boşanmasından 20 (yirmi)  gün sonra evlenmesinden ibaret değili. Söz konusu kadının (Selma Desmond)  kanser hastası olması ve hasta olduğu öğrenilince otuz yıldan fazla aynı yastığa baş koyduğu ve çocuk verdiği eşi olması bunu daha trajik yapıyor ama Ayşe hanımın şımarıklıkları olayı daha rezil hale getiriyor.
Diyorlar ki Ali Taran'ın hiç mi suçu yok? Kadın hasta ve üzüntü haldeyken boşanıp, yirmi gün sonra başka bir kadınla evlenmek insanlığa sığar mıymış?
SELMA ANN DESMOND'UN İTİRAFLARI ŞOKE ETTİ!Ali Taran mı Ayşe'ye dedi git twitter hesabından 10 gün, 5 gün diye teskereci askerler gibi gün say? Ali Taran mı dedi kadın hastalıktan ve terk edilmekten inim inim inlerken twitter ve Türk basınının amiral gemisi Hürriyet gazetesindeki köşende düğününün ve aşkının reklamı yap diye. Kadının üzüntüsünü görmezden gelerek düğün yap diye.
Ayrıca o ne biçim düğündü öyle? Düğünden çok, komplo teoricilerinin varlığını iddia ettiği gizli tarikatların, işemeli-şıçmalı ayinlerine benziyordu. Öyle çılgın atmalı, havuza atlamalı, sonra bunları sosyal medyada bol bol paylaşmalı bir düğün, olabilecek en görgüsüzce bir düğün.
O ölmek üzere olan kadının gözüne sokarcasına düğün yapmak zorunda mıydınız?
O yıllarda da moda olan Roma büyük elçiliğinde dostlarla mütevazi bir nikah ile geçiştiremez miydiniz?
Sonra rüya çabuk bitti. Muhtemelen sıkı bir antlaşma yapmış olan Ali Taran, fazla bir tazminat-nafaka vermeden boşandı. Tek kaybettiği, zaten pek olmayan itibarı ile televizyon yarışmasındaki jüri koltuğu oldu.
Benim buradan sonra diyeceğim farklı. O zamanlar hatırlarım nasıl da feministlere laf çakıyordunuz siz boyalı medyanın kadınları. Tam o zamanlarda da feminsitlere saldırmak yeniden moda olmuştu.
Şimdi femistlere laf çakın. Şelma Desmond'a (Ali Taran'ın eski eşi) en azından acıyan, üzülen vardı. Size ise tek üzülen, muhtemelen sizle aynı haltı yemiş, yiyen veya yemeye hazırlanan yarım-çeyrek ünlüler, maaşlı trolleriniz ve parası rdıilereklam yaptığınız Onedio gib basın kuruluşlar.
Onlar bile feminist söylemlerle sizi savunuyor. Oysa kanserli bir kadının acılarına rağmen yaptığınız gürültülü düğün, penisperestliğin kutsanmasıydı. Siz  erkeğe, gerekirse sizi de Selma gibi bir kenara atma hakkı verdiniz.
Bu gün başkasına ihanet eden, yarın da size ihanet eder.
Doksanlardan kalma bir söz vardır. Komünizm parayı, feminizm kocayı bulana kadardır. Ben tam tersini diyorum.  Komünizm parayı, feminizm kocayı kaybedince ortaya çıkar.
Selma Ann Desmond kansere yenildiFeministlerin genelde çirkin olduğu iddialar doğrudur zira düzenimiz erkek egemenden ziyade penisperesttir ve bu düzende güzel bir kadının erkeklerden elde etmeyeceği şey yoktur.
Güzel bir kadın feminist ise ya kendisi bir erkekten darbe yemiştir ya da annesi veya annesi kadar yakın bir kadın erkeklerden darbe yemiştir.

Komünizm ya da diğer sol düşünceler de kısmen varlıklıyken birden fakir olanlar arasında daha yaygın olmuştur. Refahını kaybetmek, yoksul olarak yaşamış olmaktan daha kötüdür çünkü.
Herkes bir gün engelli olma ihtimalini unutup engellilere; mülteci olma ihtimali oma ihtimalini unutup mültecilere düşman olur. Hatta hayata tutunan mülteci ya da mülteci çocuğu yeni  gelen mültecilere düşman olur. Zenginler ise genelde yoksul kalma korkusu ile yoksullara düşmandır.
Kadınlar ise bir gün feminist olacaklarını bile ile feministlere düşman olur.
Bu düzende kadınlar güzel olduklarında, gözde olduklarında kıymetlidir. Güzel ve gözde olmak da dinç bir vücuda bağlı olduğu gibi de görecelidir.
En güzel kadın bile, bir süre bıkkınlığa sebep olur. Hele de zengin bir erkekse, bu düzende kadınlar, erkekler üzerinden zengin olmayı kültür haline getirdiği bu düzende, kadından çabuk bıkar. Çünkü başka kadınlar zaten etrafında pervanedir.
Nasıl Alevi, Aleviyi ; Kürt Kürdü savunursa; kadın da kadını savunmalıdır.  Sonra papaz Neilmöller gibi erkek dünyasında yalnız kalırsınız.

2 Mayıs 2020 Cumartesi

GENÇLERE SAYGI

Gençlere Saygı
12 Eylül darbesi sonrası bence üç şey itibarını halen geri alamadı.  12 Eylül medyası, seksen öncesi adını verdiği dönemin terörünü bu üç şeye bağladı ve halka da bunu inandırdı.
Birincisi sol ve sol akımlar oldu. O dönemin tüm terörünü önce sağ-sol çatışması, sonra aşırı sol dediği Stalinist-Leninist-Marksist gruplara, sonra da tüm sol partilere suçu yükledi. Maraş'ta çorum'da küçücük çocukları bile katletmekten geri kalmayan Türk-İslam sentezci sağcı gruplar veya meşhur Konya mitinginde ayağa kalkmayanlar itina ile aklandı ve unutturuldu.
İkincisi grev yapan işçilerdi.  İşçilerin grev hakkı kısıtlandıkça kısıtlandı ve bakanlar kurulu, valilik gibi kurumlara bırakıldı. Oysa iş yeri sahiplerinin işçi çıkarma ya da iş yerini başka şehre; hatta ülkeye taşıması için kimseden izin almasına gerek yok.
12 Eylül askeri darbesi olduğunda işveren sendikası başkanı Halit Narin; bu güne kadar işçiler gülmüştü, biz ağlamıştık; şimdi ağlama sırası işçilerde demişti.
İşçilerin göz yaşları halen dinmedi.
Kronoloji: Öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül | Al Jazeera Turk ...
Son düşman ilan edilen ise gençler oldu. Önce Kenan Evren kürsüden dillendirdi bunu. 12 Eylül öncesi tüm terör eylemlerini gençlerin heyecanına ve siyasete karışmasına falan yordu. Uzun yıllar oy verme yaşı 21 oldu. Oysa o yıllarda insanlar, ailenin izni ile de olsa kızlar 16, erkekler 17 yaşında evlenebildiği gibi, 18 yaşında yasalar önünde reşit olup, büyükler gibi yargılanabiliyordu.
İlk defa 1994 seçimlerinde seçme ve seçilme yaşı 21'den 18'e indirilmişti. Hatta o günlerde, yaşları 18-21 arasında milyonlarca  gencin seçime gitmek için nüfus memurluklarına başvurması gerekiyordu. Buna rağmen çoğunluğu seçime gitmedi.
Çünkü gençlere siyasetle ilgilenmemesi öğretilmişti. Bu yaş grubu gençlerin %80.'den fazlası seçimlerde oy vermedi. Oy verenlerin çoğu  da, şimdilerde cumhurbaşkanımızın o zamanlar belediye başkanı seçildiği partinin gençlik örgütünden idiler.
12 Eylül öncesi politikacılar, o sokak kargaşalıklarından, katliamlarından kendilerini bir güze akladılar. 12 Eylül öncesi gençleri sevk ve idare eden liderlerin hemen hepsi de otuzunun, hatta kırkının üzerindeydi.
Yaşlılara saygı | islamevimAlparslan Türkeş, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve hatta Turgut Özal ile Deniz Baykal bile o seksen öncesi dönemde politikacıydı ama gençleri halen suçlayan halkımız; onları tekrar seçti.
Ben de öğretmenliğe başladığım yıllardan itibaren gençlerin saygısız olduğunu düşündüm. Sonra ben de yaşlandım ve gördüm ki, aslında ülkemizde gençlere bir saygısızlık var, gençler genelde gayet saygılı. 
Zaten muhafazakar ve feodal değerlere bağlı bir toplum olarak yaşı büyüklere saygı gösterilerek büyütülmüşüzdür.  Yaşımızın ilerlemesini bizlere seslenilen hitap şeklinden anarız. Erkek isek abi, dayı, emmi, amca; kadınsan abla ve hala. Bu sesleniş, o kişinin yaşının küçük olduğunu bize bildirme şeklidir.
Öte yandan toplumumuzda gençleri küçültücü ve kırıcı bir yetişkinlik anlayışı vardır. Yetişkinin kafasında iyi bir meslek vardır. Özellikle sanata gönül vermişse, sanatçının aç kalacağına inanırız. Çocuğun tıp ya da çok yüksek puan tutturacağına da, hele de biraz uzakça akrabası isek pek inanmayız.
Öğretmenler bile öğrencilere herkesin bildiği meslekleri tavsiye eder.
Bize hep, küçüklerini sevmek, büyüklerini saymak gerekir dendi. Oysa insan nasıl büyüklerini sevmesi gerekiyorsa, küçüklerini de sayması gerekir.
Genç olmak da saygı duyulması gereken bir durumdur. Yıllarca gençlerden saygı bekledim. Öğretmenlikte yirmi iki yılı doldurunca onlara çok da saygı göstermediğimi fark ettim.
Çünkü iz, bize yaş, makam veya başka şeylerden dolayı büyüklerimize gösterilen bir şey olduğunu sanmıştık.
Oysa gençler, küçüğümüz de olsa ki ben artık yaşça küçük olmaları küçüğümüz olmaları anlamına gelmez, saygı duymamız gereken bir varlıktır. Hayallerin olması, bunun için çabalamak için hazırlıklı olmak, saygı duyulacak ve destek olarak  bir şeydir.
Bu hayaller siyasi bir kariyer yapmak da olabilir.

22 Nisan 2020 Çarşamba

İNEBAHTI'DA KESİLEN KOLUMUZ


Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı
Ülkemiz üç yanı denizlerle çevrili ve denizcilik bakanlığımız yok. Cumhuriyet tarihimiz boyunca denizcilik müsteşarlarının çoğu da çoğu, tıpkı İnebahtı yenilgisi sırasında donanmanın başında olan Müezzinzade Ali Paşa gibi karacı, hemen hemen hiç denizcilik yapmamış, hatta gemiye bile binmemiş kişilerdir.
Atatürk ve Denizcilik - Yelken OkuluBen de aslen Erzincanlı, doğma büyüme Ankaralı biri olarak deniz insanı değilim. Günü  birlik yat gezileri dışında Heybeli adaya ve Bozcaada'ya seyahatlerim dışında gemiye binmiş değilim. Gene de denizcilikle uzun zamandır ilgiliyimdir.
Tassavvuf ve İrfan Terimleri Sözlüğü: Fednerg-i Istılahat ve Tabirat-iEmekli amiral ve kumpas gazisi Cem Gürdeniz'i Mavi Uygarlık adlı kitabını okuyunca, bu konuda yazmaya karar verdim.

Bu ilgim, deniz adamlarının en az iki bin dolar ve daha fazla maaş aldıklarını öğrenmemle oldu. Sonra Türkiye'nin ithalat ve ihracatının %90'nından fazlasının deniz yolu ile yapıldığını öğrendim.
Fakat Türkiye'de denizciliği, kabotaj hariç çoğunlukla yabancılar yapıyor ve ticaret filomuz Yunanistan'ın bile gerisinde.

En kötüsü de yolcu taşımada şehir hatları haricinde yok gibiyiz. Koca Karadeniz kıyısı, otobüslere teslim. Sebebi de Karadeniz'in fırtınalı ve dalgalı olmasına bağlanıyor. Cem Gürdeniz bahsetmemiş ama bence çift gövdeli gemiler ve havayastık (howarcraft) gemiler ile bu sorun çözülebilir ve Karadeniz kıyısından İstanbul'a uzanan otobüs kirliliği azaltılabilir.
Bir kaç yıl önce Sinop'a gezmeye gitmiştim. Turist rehberliği de yapan (aslında mühendisti, tercümanlık ve emlakcılık da yapıyordu) Sinoplu arkadaş,  eskiden Karadeniz'in üç limanı var dediklerini söyledi; Temmuz, Ağustos ve Sinop. Zira havasına zerre güvenilmeye Karadeniz'de öyle her mevsimde limana girmek, korunaklı bir liman olan Sinop hariç, mümkün değildir.
Oysa bu gün modern gemi mühendisliği pek çok  sorunu büyük ölçüde çözmüş bulunmaktadır.
Halikarnas Balıkçısı (1886-1973) – Edebiyat ÖğretmeniBir türlü yapılmayan Trabzon-Erzincan demir yolu ile Trabzon; İran'ın Balkan yarımadası, Rusya ve Doğu Avrupa'ya açılan kapısı olabilir. Hatta Trabzon limanı bu şekilde Afganistan, Pakistan gibi ülkelere de hizmet edebilir.
Denizcilikte İnebahtı'nda kesilen kolumuz halen uzamadı. Denizcilikte her açıdan geriyiz. Deniz turizmi, deniz madenciliği (başta petrol ve doğal gaz olmak üzere), deniz taşımacılığı (yük ve yolcu) ve balıkçılık.

Hatta deniz edebiyatında da yokuz. Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat hariç cumhuriyet döneminin deniz edebiyatı yoktur. Altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde o da yoktur.
Sadece gemi sökümünde öndeyiz. Bunun sebebi de eski gemilerde çok kullanılan asbest maddesi. Asbest; akciğer kanserinin 2. (birincisi sigaradır), deri kanserinin 1. sebebidir.  Bu yüzden de gemi sökümünde rakiplerimiz Hindistan, Bangladeş gibi gelişmemiş ülkeler.
Geçen sene kaza sonucu batan bir İtalyan yolcu gemisi vardı ya? O de gemi bir ara sökülmek üzere Aliağa'ya getirilecekti. Ancak devasa ve asbestsiz metal dağını Türklere kaptırmak istemeyen İtalyanlar; antlaşmayı bozup, söküm işini Cenova'ya götürdüler.
Ülkemizin acilen denizcileşmesi, bunu için de bol bol denizci yetiştirmesi gerekiyor. İnebahtı'da kesişen kolumuzu yeniden uzatmamız gerekiyor.
Bir öğretmen olarak benim yapabildiğim, öğrencileri denizcilik mesleğine teşvik etmek. Bunun için en büyük silahım işsizlik bir yana maaşların çok iyi olması. Geçen seneki mezunlardan iki tanesi denizciliği seçti. Çok da memnunlar, maaşlar halen çok yüksek ve işsizlik yok.
18112012 Hover boat entering the water - YouTube
Gene de denizcilik pek çok gencin ilgisini çekmiyor. Sebebi de denizciliğin yaşam koşulları. Gemi zaten büyüklüğü bellidir, bir de yetkiniz yüzünden giremiyceğiniz yerler vardır. Gemiler eskisi kadar kara görmeden aylarca denizde kalmıyor ama modern dev gemiler yükleme-boşaltma için günlerce limanda beklerken, liman sahibi ülkenin kanunlarına göre karaya ayak basamayabiliyorsunuz.
Tanıştığım bir gemici, bu şartlar yüzünden tecrübeli eleman yokluğundan bahsetti. Dolar ile verilen maaşı fazla da harcayamayan denizciler, kırklı yaşlarında kabotaj veya şehir içi hatları gemilerine geçip, karada kendilerine iş kuruyorlarmış.
Oysa asgari ücretle madenlerde çalışılan bir ülkeyiz. Asgari ücretin de, Avrupa'da en düşük olduğu birkaç ülkeden biriyiz.
Sorun gurbetçilik ise, gurbetçi bir ülkeyiz. Babam harfiyatçıydı, harfiyat kamyonu vardı ve her sene Marttan, Ekim'e kadar ailecek babamızı görmezdik. Babam da öyle şehir merkezlerine çalışmazdı, şantiyeleri genelde hep dağ başlarıydı.
Pek çok gencimizin denizci olmak istememesi, deniz kültürümüzün olmaması. Bir an önce deniz kültürümüzü yeniden oluşturmak; İnebahtı'nda kopan kolumuzu yeniden uzatmak zorundayız.