28 Nisan 2018 Cumartesi

Sosyal Medyadan Dönüş Yok


 
Sosyal Medyadan Dönüş Yok
Sosyal Medyadan Dönüş Yok
En başta son olan rezaleti savunmadığımı ve asla savunmak istemeyeceğimi söyleyerek söze başlayayım.
Sosyal medya, her alan ve daha doğrusu her şey gibi dikensiz bir gül bahçesi değildir, asla olmadı.
En başından Twitter’da bot hesaplar ve trol ordularında trendlerin manipülasyonuna ve toplu spam saldırılarına alışıktık.
İnternet sitelerinin bizim profilimizi çıkardığını da biliyorduk.
Örneğin google’da bir kere mobilya aradıysanız ve bu mobilya ayakkabılıksa, size sürekli mobilya, ayakkabılık gardırop reklamları geliyordu.
Bu son facebook skandalında da  profil çıkarma olayı var. Şimdi olay en basit hali ile şöyle.
Antropoloji, etnoloji, psikoloji, sosyal psikoloji ve sosyoloji bilimleri çok gelişti.
Ülkemizde halen bu bilimlere gereken önem verilmiyor.
Sizi sosyal medyadan izleyen ve bu saydığım ve saymayı unuttuğum bilimden anlamasa da deneyimli bir kişi, sizin hakkınızda pek çok şeyi, sosyal medya davranışlarınızdan öğreniyor.
İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül,  Berdan Mardini vb Kürt olduğunu bildiğiniz sanatçıları dinlemiyor ya da size verilen müzik listelerinden siliyorsanız, sizde bir Kürt nefreti olduğu ortaya çıkıyor.

Bu açıdan Onedio testleri profil çıkarmaya çok uygun.

Bu son krizde de Cambridge Analiz, quiz, yani testlerden profil çıkarmış.
Hangi ünlü türkücüsün testinde, Kürt olduğunu bildiğin türkücüleri işaretlememişsen, senin üzerinde çalışmaya başlıyorlar.
Bulunduğun semtteki sekiz-on dükkânı olan market zinciri sahibinin Kürt olduğu haberini size sunuyorlar.
Haberin yalan olması, market sahibinin yedi göbek sülalesinde Kürt gelin ya da damat almamış bir Rizeli olması, haberi çıkaranların umurunda bile değil.
Hatta market sahibinin PKK’ya haraç verdiği de yazılıyor. Sonra bu bilgi siyaset alanında da kullanılıyor.
Zaten Tuncelili Alevi ve Kürt, Kemal Kılıçdaroğlu yüzünden CHP’ye oy vermeyeceğiniz belliyken, bir de Meral Akşener’in Kürt sevgisi varmış, DYP milletvekili iken bu yüzden İç İşleri Bakanlığı görevinden alınmış dedikodusu veriliyor size.
Cambiridge Analiz’in yaptığı tam olarak bu. Diyelim ki tam tersi Kürt ya da Kürtlere sempati duyan birisisiniz.
Bu sefer de başka bir profil çıkarılıyor, buna uygun yalan haber-reklam üretiliyor.
Bu seferde market sahibinin 1978 Maraş katliamına katılan ve Kürt düşmanı bir Irkçı Turancı olduğu dedikodusu çıkıyor, Aşener’in İç işleri bakanı iken fail-i meçhul cinayetlere kurban giden Kürt iş adamları hatırlanıyor vs vs.

Bu yapılanlarsa çok etkili oluyor.

Mesela hatırlarsanız facebook’un ilk yıllarında sürekli İsrail’i destekleyen, Yahudi firmaları adı atında uluslararası büyük yiyecek-içecek firmalarını n adları ve markaları dolaşıyordu.
Şimdi bu listeler pek yok. Pek çok markanın da Türkiye’ de satışları azaldı.
Çoğu Amerikan firması, Amerikan sitesine yapılan reklamlarla vuruldu.
Fast Food dediğimiz ayaküstü yemekte bile yerli restoran zincirleri üstün gelmeye başladı.
İşte bunu siyasette de yapıyorlar.
Cambiridge Analiz, bu manipülasyon sistemini kullanarak, A.B.D dahil 27 ülkede seçimleri Facebook üzerinden yönlendiriyor.
Üstelik Zuckerberk bile Hilary Clinton yanlısı iken. Üstüne üstlük olaya Rusya’da dâhil oluyor.
Trump, Amerika’nın bu kadar derdi varken, Orta Doğuyla, orayla, burayla uğraşma yanlısı değil.
Putin de trollerini olaya dâhil ediyor.
Kendisi Amerikan seçimleri umurumda olmadı diyor ama Rusya devlet başkanı dediğin Mozambik seçimleri için bile endişelenmeli.
Aynı manipülasyonları Hilary yanlıları da yaptı muhakkak.
Üstelik bütün klasik medya grupları da, Hilary’in yanındaydı.
Gene de Trump kazandı. Neo Liberalist politikacılar, Amerikan halkının da canını sıkmıştı.
Trump’ın politikaları da Neo Liberallerin canını sıkınca, skandal patladı.

Cambiridge Analiz’e gizli kamera çekimi yaptılar.

Skandalın patlamasının bir nedeni de klasik medya araçlarının dehşete düşmesiydi.
Oysa yıllardır aynı manipülasyonları onlar çok daha iyi yapıyorlardı. Üstelik bundan kaçışında yok.
Yalan haber çabucak gerçekmiş gibi tüm topluma sunulabiliyordu, Ahmet Kaya’nın başına gelenlerde olduğu gibi.
2006’da seçimler öncesi %47 anketinin uydurma olduğunu çok sonra öğrendik.
Sahte anketler yıllarca seçimlerden evvel halkı yönlendirmek için kullanıldı.
Kaldı ki onlarca gazete, dergi, televizyon, radyonun ortak yayını, muhaliflerin fikrini değiştiremiyorsa bile, bir çaresizlik duygusu yaratıyor.
Muhalif kişi, oy vermeye bile gitmeyecek kadar bezgin oluyor.
Oysa sosyal medya, kendisi gibi düşünen veya kendisi gibi zevk alan ve daha önce hiç tanımadığı insanlarla buluşma yeri oluyor.
Sonuç olarak medya devlerinin .sahiplerinin güçleri azalıyor.
Oysa eskiden medya patronları için dünya ne güzeldi.
Mesela Hakan Uzan, karısı Yeşim Salkım’la arası bozuk olan pek çok ünlü şarkıcıyı harcayabiliyordu.
Bu gün hiçbir medya kanalının ünlü bir şarkıcıyı ününden etme gücü yok.
Ünlü etme biraz, o da tam değil.
Televizyonlar bir tek dizi filmlerle etkinler, o da yavaş yavaş internete kaymakta. Politik güçleri de hızla azalmakta.
Son facebook krizine atlamaları da biraz da bu yüzden.
Lakin artık çok geç. Sosyal medya hayatımızda yer aldı. Artık her birey bir yayımcı, haberci, sadece haberi alan değil.
Facebook’u sil kampanyası bile twitter üzerinden yürütülüyor.
Ünlü brir yıldız (Adını hatırlayamadım özür dilerim), benim şu kadar twitter takipçim var, o kadar tirajlı gazete çok az, basınla muhattap olmuyorum demişti.
Artık vazgeçilmez hale gelen facebook değil ki, sosyal medyanın kendisi.
Zaten gençler İnstagram’a geçti, pek çoğu Facebook’u kullanmıyor artık.
Benim artık uzun süredir. Hürriyet gazetesini almamam gibi.
Bir zamanlar HBB,Teleon ve benzeri pek çok televizyon kanalı vardı, onlar artık yok ama televizyon halen var.
Belki facebook, yüz yılları deviren Times  ya da onun gibi basın yayın gibi kalacak, belki de silinip gidecek.
On sene evvel de herkesin elinde Nokia cep telefonu vardı, şimdi bu marka kimsede yok.
Rusya’da vk.com’un üye sayısı, Facebook’u geçmiş. Çin’de  Weibo benzer bir konumda.
Belki Türkiye’de benzer mecralar çıkar, sosyal medya olarak.
Artık sosyal medya çağındayız, yeni haber, eğlence mecramız burası.

21 Nisan 2018 Cumartesi

GÖNÜLSÜZCE BİR HİTLER, KAVGAM KİTABI İNCELEMESİ

1.BÖLÜM YAZMA SEBEBİM
     Önümde bir fotoğraf var. Yıl 1941, bir grup Alman çocuk, Yahudi bir kadını taşlıyor ve kovalıyor. Ari ırk masalı ile büyütülmüş çocuklar. Muhtemelen pek çoğu 4 sene sonra, son Berlin savunması için alelacele toplanan orduya katıldı. Ölmeyenler, esir oldu, esir olanlarının da yüze 90'ından fazlası köle olarak çalıştıkları Rusya-Sovyetler Birliğinde öldü. Altı buçuk milyondan fazla Alman savaş esirinden beş yüz bin kadarı, 1954'de Stalin ölünce ülkesine dönebildi. Çoğunun da anneleri, bacıları, teyzeleri falan, Sovyet askerlerinin tecavüzüne uğradı. Yaşadıkları şehirler bombardımanla dümdüz oldu.
      Şimdi bu çocuklara acımalı mıyım? Bir kaç sene öncesine kadar acırdım. Berlin'de Bir Kadın kitabını ya da Günter Gras veya Herinrich Böll'ün (veya 47'liler grubundan başka bir yazarın romanını okurken) üzülürdüm. Son bir kaç yılda yaşadıklarım ve gördüklerim bana, faşizme destek veren kitlelerin de, hatta onları iktidardan indiremeyen muhalefetin de, faşizmin suçlarına ortak olduğunu öğretti. 
        Son yıllarda garip bir akım var. Drasden bombardımanı bahanesi ile Almanlara acımak. 1945 Şubatının son günlerinde yaklaşık altmış bin insanın öldüğü bombardımana ağıtlar yakmak, internet ortamlarında, özellikle ekşisözlük'de çok moda. Teslim olmuş Hollanda'nın güzelim şehirlerine, hele de deneysel mimarinin ucubelik denecek kadar uçuk yapılarıyla dolmuş Rotterdam'a acımayıp, orta çağ Alman  kalıntıları ile dolu Drasden'e acımak, toplama kamplarında ya da Nazi bombardımanlarında ölmüş milyonlar yerine, en başından en sonuna Nazi destekçisi Drasden halkına acımak da bence Naziliktir.
           Çünkü Nazilere ya da Almanlara (veya bir şekilde faşist toplumlara) acıyanlar, aslına kendi içlerindeki faşiste acıyor, onlar için üzülüyor. Kendisi ya da kendileri de devasa ülkeler işgal etmek, sevmediği azınlıkları öldürmek istiyor. Hem de Hitler kadar vahşice yaparak. Lakin Hitler'in, Mussolini'nin, Kaddafi'nin, Saddam'ın ve onlarca diktatörün ve diktatör destekçilerinin sonuna uğramaktan korkuyorlar. Ülkelerinin bombalanıp, yıkılmasından,  esaretten, mahkemelerde hesap vermekten,  kadınlarının tecavüze uğramasından, kendi yarattıkları dehşetin kendilerine dönmesinden korkuyorlar. Sukharto yönetiminde 1965'de üç ayda beş yüz bin, bir yılda bir milyondan fazla solcu öldürenler yargılanmadıkları gibi,  aradan geçen yetmiş yıl sonra bile katliamcılar ülkede kahraman gibi görülüyor. mağdurların soylarından gelenler, siyasi haklarından mahrum,  öğretmenlik, gazetecilik gibi meslekleri yapmaları yasaklı bir halde yaşıyorlar. Üç senelik kanlı bir iç savaşta ve iç savaş sonrasında, sırf okuma yazma biliyor diye köylüleri, kilise nikahı kıymadı diye genç çiftleri katleden Franko hiç yargılanmadı. Maraş-Çorum katliamlarını yapanların çoğu ceza almadı. MOSAD, Eichman'ı ve pke çok NAZİ'yi, kulağından tutup, İsrail'e getirdi, yargıladı. Pek çok NAZİ ise hiç yargılanmadı. Hatta bazıları muhtemelen halen yaşıyor. 
      Buna rağmen NAZİ'lerin yargılanmasına üzülüyorlar, NAZİ'lerin ya da Mussolinin'nin yaptıklarını yapmak ve yaptıklarından yargılanmamak istiyorlar. Bir kısmı da olsa, zalimlerin yargılanması onları korkutuyor. Bu yüzden 12 Eylül rejimi Ülkücülerin bazılarını yargıladı ve astı, Endonezya rejimi işgal ettiği minicik Doğu Timor'u terk etti,  Franko rejimi demokrasiye geçişi yaptı vs vs.
          Dünyadaki tüm faşistler, Hitler ve Musolini'yi örnek alır, hatta sever. Biz farklı milliyetçiyiz, ithal ideoloji değiliz falan diye yalan söylerler. Giyimleri, söylemleri, jest ve mimikleri ile onları taklit ederler. Geçen yıldı galiba, dünya çapında, internet üzerinden Hitler'in doğum günün kutlayan gruba baskın yapılmıştı. İçlerinden 6 tane İsrailli Yahudi çıkmıştı. Tüm Yahudi dünyası şok olmuştu. Aslında şaşırmalarına  gerek yoktu. Onlar artık progrom denen katliam ve yağma olayları ile canlarından, mallarından olan, sürekli ülke değiştirip, vatandaşlık isteyen sefil Avrupa azınlıkları değildir. Azınlıklara haşmetle zulmeden ulus devletin çoğunluğunu oluşturan mutlu ve zengin bir kitledir. Bunların Nazizme sempati duyması, Avrupa'da yaşayan Türklerin, Avrupa'da sola, Türkiye'de sağa oy vermesi kadar normaldir.  Onlar Avrupa'da emekleri için varlıklarına katlanılan ve hor görülen göçmenler. Türkiye'de ise, üstelik sermaye sahibi ve zengin sayılabilecek kadar varlıklı, ülkenin çoğunluğu oluşturan etnik grubun bir üyesi. Avrupa'da türbanını bile çıkarmadan, Yeşillerin Ateist, Solcu ve Homoseksüel adayı için oy isterken, Türkiye'de sol, ateizmi, ibneliği yaygınlaştıracak diye yaygara koparır. Hatta Avrupa'da, belediyenin Cemevi'nin elektrik ve su parasını ödenmesini kendisi teklif eder, Türkiye'de Alevi düşmanlığı yapar. Yurt dışında grev, gösteri ve yürüyüşleri kaçırmaz, bunlar Türkiye'de olursa kıyameti kopartır. İşte Nazilik ya da Faşistlik böyle tatlı bir şeydir ki, güçlü olduğunu hisseden gurbetçi bile, Yahudi bile faşistlik yapmanın tadına varmak isteyebiliyor.
          Bütün bunların sonucu olarak, Hitler'in Kavgam adlı kitabı, son yıllarda Türkiye'de çok satılır oldu. Bu satış patlaması ilk önce 2001-2002 gibi AKP iktidarından hemen önce oldu. Bir sürü yayın evi, yeni baskılar yaptı. Uzun süre okumamakta direndim. Pek çok gencin Hitler benzeri sözler ettiğini duyduğumda ve okuduğumda (Örneğin iç savaşların ülkeyi güçlendireceği gibi saçma iddialar vs) daha da merak ettim. Kitabın baskısı, Almanya'da telifi ile ilgili meselelerden dolayı kağıt üzerinde yasak. Dolayısı ile piyasada bulunsa da, kütüphanelerde pek bulunmuyor. Böyle bir pisliğe para vermekte istemedim. Para verecek bile olsam bir kitapçıdan, ya da ödünç almaya bir kütüphaneciden bunu isteyemezdim. Derken bir akşam Olgunlar sokakta yırtılıp, atılmış olarak buldum. İtina ile birleştirdim, tamir ettim. Koca kitabın sadece 6-7 sayfası eksikti. Okumaya ve izlenimlerimi aktarmaya karar verdim.
          Aslında din ile ilgili yazı dizime devam edecektim, bu yazıyı ertelemiştim. Bir sohbet sırasında, bir kişi, Atsız hakkındaki yazıma öfkesini söyleyince, ben de bu yazıyı önceliğe almaya karar verdim.
Erkeklere Bağımlı Kadınlar
Malumunuz ünlü spikerlerimizden biri kendisine youtube kanalı açtı ve kızlara tavsiyler veriyor, makyaj hileleri falan gösteriyor.
Son videosu olay oldu. Konu, ilk buluşmaya giderken çantada neler olmalı.
Diyor ki, cüzdana gerek yok ama siz ne olur ne olmaz alın. Ardından da doğal bir sosyal medya linçi başlıyor.
Bu da çok doğal, hanım efendi kendi kalesine gol atıyor.
Ben ne linç kervanına katılacağım ne de bu hanımı savunacağım. Olayın başka yönüne bakacağım.

Aslında bu sadece bu hanımın düşüncesi değil.

Hem zaten erkek egemen sandığımız, benim penisperest dediğim kültürün bir parçası, hem de kapitalizmin ve şu anki iktidarın bize dayattığı bir zorlama fikir.
Muhafazakâr erkeğin kadında aradığı namustan önce, erkeğe bağımlılıktır.
Daha doğrusu namus sandığı şey, kadının erkeğe bağımlı olmasıdır.
Kadın çalışmasın, çalışsa da lükse alışsın, bu yüzden kocasına bağlı olsun.
Ya da boşanmış kadın, doğal olarak kötü kadın, kolay av olsun, yeniden evlenmeye mecbur olsun, evlenme olmasa bile birilerinin dostu olsun ister.
Boşanmaya korkan kadın, erkeğin hayalidir.
Dilediğince zamparalık yapsın, üstelik bunu göstere göstere yapsın, övüne övüne anlatsın, ardından karısının yatağına dönsün.
Hatta onu dövsün, ona sövsün, tanıdıklar ya da şikâyetçi olmaya gittiği karakoldaki polisler, kocandır affet diye barıştırsın, geri göndersin ve hatta zamparalıktan paraları tüketsin, karısı ile kapıcılık falan yapsın, karısı hiç bir şey diyemesin, tam bir erkek cenneti, kadın cehennemi.
Bu tip kadınlar giderek azalıyor, artık çoğu boşanma davasını kadın açıyor.
Gene de erkeğe bağımlı kadınlar var. Bunlar iki tip.
İlki baştaki gibi hayatında erkek olmadan kendini rahat ya da güvende hissetmeyen kadınlar.
Bunlar eski gelenekteki gibi yetişen, zorba bir ailede büyüyüp, hayatta kurtuluşu bir erkekte arayan kadınlar.
Bunlar giderek azalmakta. İkinci tip, lükse ve erkeğe bağımlı kadın tipi, bu tip kadınların azaldığını söyleyemeyiz.
Zira bu tip kadınlık biraz da kapitalizm tarafından pohpohlanıyor.
İşin ilginci, makyaj malzemesi, hijyenik kadın bağı gibi ürünleri satan firmalar, bağımsız kadın tipini desteklemekte.
Hele Orkid ve Molpet reklamlarını izlerken, sanki feminist bir devrim yaklaşıyor diyorsunuz.
Oysa ev eşyası ve mücevherat reklamlarında kocacımlı, sevgilimli reklamlardan geçilmiyor.
Geçenlerde bir halı reklamı izledim, kapanan İmar bankasının Macit Beni Otomobillendir reklamını hatırladım.
Bunun da sebebi şu ki, erkekler, kadının kişisel bakımından anlamadığından, bu tip durumlarda en ucuzunu alıyor.

Oysa mücevherde alacaksa en pahalısını, iyisini alıyor.

Ev eşyaları ve mobilyalarda da, ev sahipleri çalışan karı-koca ise basit desenli, uzun süre dayananı tercih ediyor.
Ev eşyasının parası erkekten çıkıyorsa, en şatafatlısı seçiliyor.
Bu tip kadınlar, çoğunlukla ergenliklerinde erken gelişiyorlar, uzun boylu oluyorlar ve daha lisedeyken erkeklerin dikkatini çekiyorlar.
Erkek çocukları birazcık sohbet uğruna harçlıklarını boşaltmaya razı oluyorlar.
Derken arabası olanlar, pahalı hediye alanlar falan derken, kendi kendisini zahmetsiz lükse alıştırıyorlar.
Sonra bunlar sevgililerinden genelde dayak ve kötü muamele görüyorlar, pek de şikâyetçi olmuyorlar.
Dertleri, en lüks arabaya onlar binsin, en son model telefonları olsun, en pahalı lokanta ve barlardan konum, history falan atsın da ne olursa oldun.
Zorba ve sosyopat erkekler bu her iki tip kadını da biliyor. İlkini zorba ailelerden, ikincisini de lüks yerlerden buluyor.
Öte yandan azalsa da popüler kültürde halen erkeği sömürme kültürü kadınlara aşılanıyor.
Olay sadece reklamlarla sınırlı değil. Film ve televizyon dizisi sektörü büyük  ölçü Sinderella konsepti ile işliyor.
Magazin dünyası ve sosyal medya, kocasının parası ile hava atan kadınlarla dolu.
Kadınlar, özellikle genç kızlar, erkekleri sömürmek ama esir olmamak, erkeği kendisine bağlamak ama erkeğe bağlanmamak istiyor.
Bütün erkeklerin bilip de, kadınların pek çoğunun halen anlamadığı şey şudur ki, bir insanın parasını harcarsanız, sizden maddi ya da manevi bir şeyler bekler.
Bu, biraz da harcadığınız paranın miktarına bağlıdır.
Şimdi bu satırları okuyan pek çok kadın, biz o şekil kadınlardan mıyız diye isyan edecekler.
Geçerli bir sebep olmadan bir erkeğin çokça parasını harcarsanız, sizi öyle görür.
Sonra da arkanızdan konuşur, gösterip de vermiyor diye. İnsanın bağımsızlığı biraz da parası ile olur.
Bağımsızlığı kazanmanın bir yolu da başkasının parasını ret edebilmektir.
Sadece para da değil, eşya, belli işleri becerebilmek falan da önemlidir. Kaldı ki erkekler de aptal değil.
Bunu okuyan hanımlara, dediklerimi dost acı söyler babında anlarsa sevinirim.
Sinan Kemal

14 Nisan 2018 Cumartesi

DİNİ İNANÇLARIMI KAYBETMEM 2 ALEVİLİK, İSLAM VE YAŞAM

            Din ile ilgili düşüncelerimin devamı uzun bir aradan sonra yazmaya karar verdim. Blogumun pek okuyanı yok ama olsun. Turan Dursun'u daha lisedeyken okudum. O yıllarda kafa karışıklığma yol açmıştı gene de çok etkilemedi. Sünnilerin çoğunun Aleviliği İslam dışı görmekte hakkı vardır. Beş vakit namaz ve Ramazan orucu bir yana,  Sünniliğin pek çok inanç akidesi Alevilikte bulunmaz. Turan Dursun'un Din Bu serisi o zamanlar biraz kafamı karıştırdı diyebilirim. Gene de dikkatli okumuştum ki, bazı bölümleri neredeyse bire bir kafamda kaldı. Mesela İslam'da ki pek çok kural ve akideyi, Sabii'lik denen bir inanca bağlamıştı. İskenderiye kütüphanesi yangınının Halife Ömer döneminde olduğunu söylüyordu. Buna benzer pek çok yalanını fark edince de, turan Dursun beni o kadar da etkilemedi.
      Üniversiteye evden ayrılıp, Isparta'ya gittiğimde,  benim için sorun, beni Sünni yapmaya çalışanlardı. garip bir şekilde benimle konuşunca, inançlarımı değiştireceğimi sağlayan çok kişiye rastladım. Uzun zun sohbetler, kafa ütelemeler, Alevilik üzerine en aşağılık dedikoduları gerçek gibi anlatmalar falan. İşin doğrusu beni zerre etkilemedi. Bir dinin peygamberinin katillerinin koyduğu akidelere inanıp, peygamberin yolundan gittiğine inanmak bana hep saçma geldi. Peygamberin damadı ve torunlarının babasının elinden tahtı alıp, kendi soyuna veren birisi ve onun soyunun koyduğu akideler, dinin temeli olamazdı. Uzun yıllar inançlı kalmamın sebebi, annemden aldığım Alevilik inancıydı.
        Öğretmen atandığım zaman, devletin verdiği lojmanda, apartman dairesini bir de beden eğitimi öğretmeni ile paylaşmak zorunda kaldım. Kendisi babasının torpili ile spor akademisini kazanıp, beden eğitimi okumuş ve ciddi anlamda şizofren birisiydi. Liseyi 5 yılda bitirmiş, üniversitenin 2. yılına kadar da baba parası ile çok rahat yaşamıştı.O seneden itibaren tahminim şizofreni başlamış, halüsülasyonlar görmeye başlamıştı. Bu halüsülasyonlar, sakallı, sarıklı birilerini görmeye başlayınca, kendisini ermişi-evliya zanneder olmuştu. Beraber yaşadığımız 3 buçuk ay süresince hep benimle didişti. Sonra anne ve babasının uzun uğraşları sonucu Isparta il merkezine tayin oldu. Aklımda hep torpilli evliya olarak kaldı.
        O küçük ilçede en yakın arkadaşım, dedem yaşında bir emekli öğretmendi. Onun diğer arkadaşlarımdan farkı, diğer Sünni arkadaşlarım beni Sünni yapmaya çalışırken, o Alevi olarak kalmamı isterdi. Bana okumam için Fuzuli'in Hakikat-ü Saada (Saadet ermişlerini bahçesi) kitabını vermişti. Çok etkilenmiştim, geri vermek istememiştim. Sonra ilçedeki bir müftülük çalışanı aracılığı ile almıştı. Sonraki yıllar çok aradım, tesadüfen buldum. Aleviliği merak edenlerin mutlaka okuması gereken bir eser. Beni çok etkilemişti.
        Sonraki yıllarda da beni Sünni yapmak isteyen çok olmuştu. En son olarak sevgilim istedi. Kendisi Süleymancı ve türbanlıydı. İlişkiyi en başta bitirmemiş olduğuma halen pişmanım.Ayrıntı anlatmak istemiyorum. Tek diyeceğim arada bir evlenme-boşanma yaşasam da, hale bunun izlerin taşıyorum. Hem ikimizi ayırmak için aleyhime dedikoduları ona ulaştırıyorlar, hem de bana başka kızları evlenmem için tavsiye ediyorlardı. Uzun süre etrafımdaki insanlara güvenmedim. Tanıştığımızda ben otuz iki, o yirmi dört yaşındaydı. Etrafımdaki insanların, özellikle sağcı olanların iki yüzlü olduğunu düşündüm. Halen de her zaman şüphelenirim. Sonrasında bir sürü insan, bekar olduğum için beni birileri ile tanıştırmak istedi, hep ret edip, kaçtım. Beni sürekli hırpalar ve aşağılardı. Daha önce kız arkadaşım olmadığından, bunları kadın kaprisi sanırdım. Sonra bana aşık olduğundan utandığını söyledi.  Ayrıldıktan sonra da uzun süre başka biri ile ilişki kuramadım. İlk krizde, inatta terk ettim, devamını getiremedim. Yeniden aşağılanmak istemiyordum.
          Dini duygularımın son şahlanışı, Sağlık Meslek lisesinde çalışırken oldu. Olay tamamen ortamdan etkilenmiş olmamdı. İlk önce caminin imamı seninle tanışmak istiyor diye çağırdılar. Yalan olduğunu bile bile, sırf hatırlarını kırmamak için gittim. Sonra her cuma gittim ve hatta cuma günü dersim yokken (evim okula yakındı) de gidiyordum. Hatta bir ara evde de namaz kıldım.
          Bırakmam önce her cuma namazdan sonra imamın para istemesinden bıkmamla oldu. Üstelik artık diyanet veya ona bağlı kurumlar için değil, tarikat yurtları, özellikle de FETÖ'ye bağlı kurumlar için de para istemeye başlamıştı. Sonra sıkıldım, ben de farzlardan sonra kaçar oldum. Sonra evde kılmayı bıraktım.
          Tamamen bırakmama ise, kardeşimin yanına Kars'a gitmem vesile oldu. Sondan bir önceki camiye gidişim oldu bu.Cami ile aramda bayağı mesafe vardı. o sırada cemaat, okunan ezanla beraber abdest alıyordu. Cemaat, uzun uzun abdest aldı,camiye girdi. Çok fazla zaman geçmeden ben de cami avlusuna girdim. Cemaate yetişeyim diye çabucak abdestimi aldım, içeri girdim, bir de ne göreyim. Cami boş, imam bile yok ortada. Uzaktan gördüğüm akdarı ile en az 10-15 kişi olan cemaat, öyle hızlı namaz kılmıştı ki, bunu şeytan bile zor görmüştü muhtemelen. Demek ki namazın tek amacı gösterişti. Göstere göstere namazını kılan cemaat, içeri girince hemen kaçmıştı. Günlerden cuma mıydı, çok net hatırlamıyorum. Cuma değil, sıradan bir öğle namazı da olsa, durum çok garipti. Demek ki amaç kendini camide göstermiş olmaktı. Bir daha da camiye gitmemeye yemin ettim.
        Bu yeminimi daha sonra bir dostum için ilk ve umuyorum ki son kez bozdum. Samimi bir arkadaşım, namaza başladığımı biliyordu. Beraber bir cuma günü Kırıkkale'den Ankara'ya gelmiştik. Kızılay'da Metro istasyonundaki camiye sürükledi beni. Bu yaptığı beni dinden ve camiden biraz daha soğutmak oldu. Sebebi de caminin içinin o kadar da dolu olmaması idi. Oysa bu caminin cemaati her cuma, istasyonun güney ucundaki tüm merdivenleri kapatıyordu. Daha sonraları da dikkat ettim, merdivenlerden bazen caminin içi görünüyordu. Caminin içi boş da olsa illa birileri dışarıda namaz kılıp, insanların yürümesine engel olma hakkını kendisinde buluyordu.
         Bu olaydan sonra da dinin insanların veya toplumların işleyişinde hayati rolü olduğuna dair inancım azalmaya başladı. Bu konuda düşünmeme sevk eden ilk kitap, Berlin'de Bir Kadın adlı kitaptaki bir bölüm oldu. Kitap, 2. dünya savaşının sonunda, Rusların Berlin'e girdiği günleri anlatıyordu. Kitabın bir yerinde Rusların şehit arkadaşları için bir anıt mezar yapmıştı. Kadın buna şaşırmıştı. Çünkü Almanlara, Komünist ve Ateist Rusların, ölülerini yaktıkları ya da çöpe attıkları söylenmiştir. Ben de bu konu üzerinde düşünmeye başladım. Maneviyat için din şart mı?

12 Nisan 2018 Perşembe

Çocuklar Sana Emanet Filmi ve Çağan Irmak Sineması Üzerine
Bu film üzerine bir yorum yazmak için geç mi oldu bilmiyorum. Film halen de vizyonda.
Tam da sınav haftasındayız ve okulda pansiyon nöbetlerim de arka arkaya geldi. Şu anda nöbetteyim.
Hafta sonu olduğu için ortalıkta öğrenci yok ve ben işimi rahat rahat yapabiliyorum.
Salı günleri dersim yok bu dönem.
Pazartesi günü pansiyon nöbetimden çıktım ve Facebook kan gönüllüleri sayfasından bulduğum bir hastaya trombosit (sarı renkli olmakla beraber, beyaz kan denen şey) verdim ve ardından da öğleden sonra filmi izlemeye karar verdim.
Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi filmi izlemeye bir alış veriş merkezine gittim.
Malum, başka yerde sinema kalmadı. Biletimi aldım ve salona geçtim.
Hafta içi ve öğle vakti olduğu için avm ve sinema boştu, benim olduğum salon bomboştu, tek ben vardım.

Hatta bir görevli içeri girdi ve beni görünce çıktı.

Film başlamadan evvel uzun uzun reklamları izledim. Bir de bu çıktı.
Para veriyorsun bir de televizyon ya da internette izlediğinden fazla reklam izliyorsun.
Üç tane gelecek program filmi izledim ve üç filmi de izlememeye karar verdim.
Biri henüz daha yeni bitmiş Afrin operasyonunun filmiydi.
Daha Afrin merkezine girileli bir hafta olmadı, filmi geçtim, fragman görüntülerini ne zaman çektiniz?
Muhtemelen gündemden yararlanma filmi. Diğeri de absürt, yöre şiveli bolca bel altı esprili bir filmin tanıtımı.
Küfür dinlemenin nesi zevki anlamamam zaten?
Ayrıca bu tür filmler sinemada izlemesen de, televizyonda zaplasan da bir şekilde karşına çıkıyor.
Mesela Recep İvedik’in ilk 3 serisini, Hababam Sınıfı 3 buçuk ve böyle birkaç absürt filmi, Ankara-Kırıkkale otobüslerinde defalarca izledim.
Üçüncüsü de Hülya Avşar’ın filmi. Sözüm ona hayat hikâyesini anlatıyor, Türkiye güzeli seçilmesinden itibaren.
Bütün jüriyi tanıdığını ve buna rağmen boşanmış dul olarak (yarışmanın şartlarındandı o zamanlar) yarışmaya katılıp, birinci yapıldığını, ardından da basında ha bire tacı çalınan güzel diye reklamının yapıldığını anlatmıyor.
Sonra bir film çekeyim demiş, onlarca film çekmiş. En son 2004 Kalbin Zamanı ile bitiriyor filmografisini.
2004’den sonra da film yaptı ama o filmleriş yapmadığından saymıyor.
Kalabalık bir sülaleymişler de, ailede ona Terekeme derlermiş. Hani Kürt’tünüz, hep ununla övünürdün?

Tabi, çözüm süreci denen saçmalık bitti.

Sonra taklit edilmeyen tek şey samimiyettir sözü ve elinde Atatürk resmi olan bir çocuk görüntüsü.
O dediğiniz cesaret, cesaret, taklit edilmeyen tek şeydir.
O kadar reiscilikten sonra fazladan iki bilet satacağım diye Atatürkçülük iması size yakışıyor mu Hülya Hanım?
Sonra nihayet filme geçiyoruz.
Yazıyı okuyanların sözü filme getirmemi beklemesi gibi ben de filmin başlamasını bekledim.
Filmin başında ana karakter zincirlerle bağlı, elinde çekiç var.
Ege şiveli biri tepsi ile yemek getiriyor ana karaktere önce, sonra geri bas, geri bas diye bir değnekle kovalıyor.
Anlıyoruz ki final ya da finale doğru bir sahnenin bir kısmı.
Sonra tipik karakter tanıtımı ile klasik bir Çağan Irmak filmi başlıyor.
İyi eğitimli, iyi gelirli bir beyaz yakalı (iç mimar), çocuğu olmayan, çok sevilen bir eş, egede bir köyde geçirilmiş çocukluk, halen arada gelinip, gidilen akrabalar ve üzerine olmaz sa olmaz yetmişli yıllar Türkçe pop şarkı.
Bir tanesi de filmin tema müziği. İçinizden bu kız ölecek diyorsunuz, film klişesidir.

Bu kadar birbirini seven çiftten biri mutlaka ölür.

Sonra o Ege kasabasına gidiyorlar arabayla, kesin kazada ölecek diyorsun. Öyle de oluyor.
Kazanın oluş şekli, emniyet kemeri temalı kamu spotu gibi. Kazada bir de çocuk ölüyor.
Babası öfkeli falan, sonra depresyona giriyor, halüsülasyonlar görüyor.
Çağan Irmak’ın Prensesin Uykusu filminden beri sürekli kullanmayı sevdiği animasyonlar işin içine giriyor.
Adamımızı cinci kocakarıya götürüyorlar.
Buradan itibaren finale atlayacağım.
Önce şunu söyleyeyim ki, Mustafa Hakkında Her Şey filmindeki gibi olay, çocukluk suçlarına dönüyor.
Karakterimiz, hakkındaki her şey üzerine film yapılan Mustafa gibi cinayet işlemiş, bu sefer kötü adamı öldürmüş.
Kötü adamın görüntüsü belirişiz de olsa, oyuncuyu Yetkin Dikiciler. Çağan’ın Ulak filminde de kötü oyuncuydu.
Finalde görüyoruz ki cinci kadın, yani Şerif Sezer, cinci değil, şaman. Sibirya’nın bağrından gelmiş gibi bir görüntüsü var.
Dedemin İnsanlarında açıkça tüm insanlar kardeştir, hatta Türk-Kürt kardeştir mesajı veren Çağan, bu sefer titre kendine dön mesajı mı veriyor acaba diye düşündüm.
Sonra birden fark ediyorum ki adamımızın elindeki çekiç Demirci Kawa’nın çekici.
Hani acımasız Asur kıralı Dehak’ı tahtından eden Kawa. Filmde de çekiç, acımasızca kötünün kafasında patlıyor.
Öyle herkesin anlamayacağı, anlamayanların da kolay kolay yorumlayamayacağı bir mesaj bu.
Prensesin Uykusunda, Aziz’in bir sözü vardı.
Normalde masallar uyutmak için anlatılır, ben uyanman için anlatıyorum diyordu.
Uyanmak ve düşünmek lazım.
Son olarak,  bir ara izleyemediğim diğer Çağan Irmak filmlerini izleyeyim.
İnternetten baktım, 3 tane var. Bence halen en iyisi Prensesin Uykusu.