Bakara benim yıllar önce yazdığım bir romanın ve Kuran - ı Kerim'in en uzun suresinin adıdır. Buzağı ya da dana demektir. Yahudilerin, Musa peygamber Tur dağına çıktığı bir kaç gün için dayanamayıp, taptığı altından buzağı heykelinden alır. Ben de insanların hakkında tanrı ya da peygamber gibi bahsettikleri din adamlarını birer sığır gibi gördüğüm için romana bu adı vermiştim. Şimdi de artık çekinmeden açıkta dolaşan, müritlerinin artıklarından şifa şeyler, gavsları aynı görüyorum. Onlar da bol sakalları ile bizonlara benziyorlar bence de.
Bakara suresi malum Fetö'nün sızdırdığı Bakara-Makara sallıyoruz bir şeyler videosundan sonra da moda oldu. (Fetöcüler sıkça çeşitli sitelere atıyor bu videoyu. Arayan bir şekilde bulur. Bakara-Makara sözü de, kamu oyunda dindar görünenlerin, perde arkasında dini pek de takmadıklarının simgesi oldu. İşin doğrusu bu Bakara-Makara durumlarını görmeniz için bu gerici milletimin telefonlarını dinlemenize veya içlerine sızmanıza bile gerek yoktur. Biraz yakınında olmanız kafidir.
https://urun.n11.com/oyku/bakara-P407277596
Bazı durumlarda da uzaktan da olsa sorgulamalı ve bunu zihnimizden yapmalıyız. Mesela namaz-oruç diye yırtınan din adamları neden zekat-sadaka için yırtınmaz. Neden yoksullara tahammülü önerdikleri kadar, zenginlere paylaşmayı önermiyorlar? Her seçim ya da referandum öncesi, Umut Sarıkaya'nın meşhur karikatüründeki gibi evet, tam destek diye böğüren ünlüler, neden bağış kampanyalarına sessiz? Krizde para kazanamıyorum diye ağlayanlar hep yandaş sanatçılar oldu, oysa muhalifler daha zor iş buluyor, onlardan ağlayan yok.
Diğer yandan medyada hep denildiği gibi hiç villadan, lüks evden şehit cenazesi gelmiyor. Hatta lüks konutu geçtim, kısmen refahı yüksek semtlerden bile şehit cenazesi görülmüyor. Politikacıların bırakın çocukları, uzak akrabaları bile pek şehit olmuyor. Ben bir kere merhum Muhsin Yazıcıpğlu'nun yeğeni Kahramanmaraş'da mayına basıp, şehit olmuştu, bir de eski bakanlardan Ali Babacan'ın bir akrabası Bitlis'de şehit olmuştu. Son bir kaç yıldır politikacı yakınları ve zenginler askere bile gitmiyor. Bedelli askerlik iyice yaygınlaştı.
Şehitlik ve cennete ilişkin din adamlarının anlattıklarına zenginler ve politikacılar inansalardı, askerlik yapmak için para verirler, askere gitmek, hacca gitmek gibi bir şey olur. Vitamin değeri biraz daha yüksek, nadir meyveler için fazladan dünyanın parasını veren, birazcık daha fazla proteini ve kalsiyumu olan peyniri gariban marketlerine bile sokmayan zenginler, o cennet taamlarını, huri kızlarını kaçırır mı sanıyorsunuz?
Şehitlere vaat edilen o cennet gerçek olsaydı, fakirlerin askere gitmesi yasaklanırdı.
Hani Araplar için denir ya, Kuranı minder yapıyorlar, bizdeki hürmet, onlarda yok; işte o hürmet bizim dinbazlarda da yok, merak etmeyin. Bunu Isparta'nın bir ilçesinde imam hatipte çalışıreken yaşadım. 28 şubat sürecinin hemen ardından, altı yüz kadar öğrencisi olan okul, otuz küsur öğrenci ve on iki-on beş kadar öğretmenle kalmıştık. 28 şubat ve öğrencileri mağdur eden katsayı krizi (Katsayı krizi: imam hatip ve meslek liselilerin çözdükleri sorular daha düşük puanlı alıyor, sınavı kazanması zorlaşıyordu.) çıkınca okul müdürü başta olmak üzere neredeyse herkes çocuğunu başka okullara almıştı. Okulda bir sürü boş sınıf ve terk edilmiş ders kitapları, dini kitaplar ve Kuran-ı Kerimler vardı. Dersimin olmadığı bir nöbet günümde kısmen düzenlemiştim. Bir tanesinde bayağı aşırı miktarda Kuran vardı ve galiba orası Kuran odasıydı. Bir tanesini aldım ve halen bende durur.
Kuran okunurken veya ezan okunurken konuşulmaz kuralı vardır. Pek çok dinci laik ya da laikçi (Fetöcülerin icadı bir laftır bu) dedikleri insan yoksa, buna pek aldırmazlar. Gerek imam hatipler, gerekse tarikat üyesi yöneticilerimden böyle davranışları sık gördüm. Hatta birisi ezan okuyan radyoyu kapatmıştı.
Diğer yandan dinbazların meydanlarda şişirdikleri din büyüklerine de pek saygıları yoktur. Mesela Süleymanıclar, şeyhleri Süleyman Hilmi Tunahan'ı istediği yere değil de Karacahmet'e gömüldü diye idam edildiğini düşünürler. O Kuran'ı aldığım imam hatipte, herkes nurcu olmakla beraber, Said-i Nursi ile ilgili olarak pek saygılı konuşmazlardı. Çünkü benim varlığımı sık sık unuturlardı. Said-i Nursi'nin gardiyanları ikna edip, cuma namazına gidişini, hapishane savcısının da görünce başka bir hapishaneye gönderilişini anlatıp, gülmüşlerdi. Çünkü bu olay Nursi'nin aynı anda iki yerde olması ve savcının da Nursi'nin talebesi olması gibi anlatılmıştı. Ayrıca kendisinin Barla kasabasında sürgünü de yalandı. Zamanının büyük bir bölümünü Isparta'da, şehir merkezinde, orduevinin karşısındaki Bedüüzaman caddesinin, Sait-i Nursi caddesindeki evinde ve ben Isparta'da öğrenciyken yerinde duran evinde kalmış ve gene ben oradayken yerinde duran ve şoförünün kullandığı lüks otomobili ile çevreyi gezmiştir, devletin gözü önünde örgütünü kurmuştu. Fetöcü olup da, 17-25 sonrası AKP'li olan bir müdürüm vardı. Bir keresinde Süleymancılar aleyhine bayağı ağır laflar etmişti arkalarından. Sonra Süleymancılar bizi misafir edip, yemek yedirince, yüzsüzce hediye istemiş, onlar da bize küçük birer kavanoz bal verdiler. O da gene arkalarından söylediklerinin hepsini yuttu.
Politik açıdan da dinbazlar, Bakara-Makara kafasındadırlar. Adnan Menderes, yeni yapılacak bir caminin kubbesindeki hilal için saatlerce tartışır ama İstanbul başta olmak üzere yüzlerce tarihi camiyi, aralarında Mimar Sinan'a ait olanlar da vardır, yol genişletme bahanesi ile yıktırırdı. Oy için Said-i Nursi'nin elini öper, Birleşmiş Milletlerde Fransızlardan yana olup, Cezayir'in bağımsızlığına karşı oy vermişti. Yıllar sonra Turgut Özal, yollar sonra bunun için Cezayir'den özür dilemişti. Kendisi de Allah'ın ipine sıkı sıkı sarılın derken, Ermenilere karşı yardım isteyen Elçibey'e bir helikopteri bile çok görüp, Azeriler Şii, onlara İran yardım etsin demişti. Şu anki iktidar da, Azerbaycan'a hararetle yardım ederken, Uygur Türklerine sırt çevirmekte. İran'ın Ermenistan'a yardımını ise ülkenin yerel halkının Azeriler engellemekte (2020 Ekim; Azerbaycan-Ermenistan savaşı ile ilgili olarak).
Tarikatların durumu da pek farklı değildir siyasi olarak. İskilipli Atıf'ın idam edilme sebebi, İngiliz Muhipler Derneği üyesi olmasıdır. Nursi, risalelerinde bu adam diye Atatürk aleyhine çok konuşur ama Amerika ya da İngilizler aleyhine tek kelime etmez. Süleyman Hilmi Tunahan ya da Süleyman Hilmi Işık da benzer şekilde büyük batı devletleri aleyhine tek kelime etmezler. Fetö'nü Müslümanlığın yasak olduğu Afrika ülkesi Angola'da (Müslüman olursanız vatandaşlıktan çıkmanız gerekiyor. Kim Angola vatandaşı olmak ister, o da ayrı soru.), Müslümanları zulüm görmek bir yana, zorla göç ettikleri Myanmar'da falan okulları vardır ve bu okulları İslam'a ve oradaki Müslümanlara gram faydası yoktur. Ayrıca diğer tarikatların da Amerika, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, pek çok ülkede teşkilatları vardır. Genelde oradaki Türklerin üzerinden para kazanmak ve onları tarikatlarına katmak dışında pek bir işe karışmazlar. Dinbazların önemli liderlerinden Mehmet Şevket Eygi, o dönem solculara, Amerika'ya hayır mı, Allah belanızı versin demişti. Meşhur kanlı pazarda, Kıble, Marmara denizi tarafında olduğu halde, boğaza demirlemiş 6. Filoya dönüp, namaz kılmışlardı saldırganlar.
Tarihte de böyle olmuştur. Türk sarığını Papa külahına tercih eden Hristiyanlar olduğu gibi, Hristiyan egemenliğini tercih edenler de olmuştur. Hem de çok eski tarihlerde bile. Tunus fethedildikten sonra üç kere elden çıkmış, Barbaros Hayrettin Paşa, en sonunda isyan edip, çöle kaçan Bedevileri ezmek için toplarını rüzgarla yürütmek zorunda kalmıştı. (Çünkü topları çekecek öküz bulamamıştı.) Ecyad kalesi başta olmak üzere Osmanlı eserlerini itina ile yıkan Suudi Arabistan, İngiliz casus Lawrence'ın evini restore ediyor. Öte yandan Osmanlı'da Endülüs Araplarını Tunus ve Fas'a yerleştirirken, Yahudileri de Ege kıyılarına yerleştirmiştir. Zira bu Yahudiler, tekstil işinde usta zanaatkarlar, yüksek vergi veren tüccar ve bankerlerdir. Rodos, Kıbrıs ve Girit alındıktan sonra, adalTıara Türk göçmenden evvel, Yahudi göçmen alınmıştır. Sokullu Mehmet Paşa sadrazamken, kardeşi de Hırvat Katolik kilisesi kardinaliydi ve Sokullu ailesi yıllar boyunca amcadan yeğene bu kardinallik makamını bir saltanat ailesi olarak yönetti. Sokullu'nun pek çok akrabası da Yeniçeri Ocağı ve Enderun'u doldurdu. Sokullu ailesinin Topkapı sarayından daha büyük olduğu iddia edilen sarayı da Patrona Halil İsyanı sırasında yıkılıp, yağmalandı; izi bile kalmadı. (Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa olmak üzere İstanbul ve Yeniçeri isyanları, İstanbul'un pek çok lüks yapısını yağmalayıp, yok etmiştir. Bunu ders kitapları yazmaz)
Bireysel yaşam tarzlarında da bu Bakara-Makara tavırları geçerlidir. Bu blogda Torpilli Evliyanın Şizofren Düşleri diye yazdığım arkadaşa ilişkin pek çok olay vardır. Tarikatların ya da muhafazakarların gençleri, gençliklerini gayet hovardaca yaşarlar. Sonra yaş ilerleyince birden bire imana gelip, kendilerini imana verirler. Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece adlı romanında çok güzel anlatır. Anadolu'da eşkıyalar yaşlandıklarında birdenbire imana gelir ve tarikatlara üye olurlar.
Bir zamanlar türbanlı ve Süleymancı tarikatı bir sevgilim olmuştu. İşin ilginci ondan Süleymancılık hakkında hiç bir şey öğrenmedim ve onun ilk sevgilisi de değildim. Kendisinin, benim gibi Alevi olmasa da, daha önce de sevgilileri olmuştu. İlişkimizi sözüm ona gizlemeye çalışıyorduk ama tüm ilçe biliyordu ve genelde bilmezden gelmeyi tercih ediyordu. Bilmeyenler de vardı ama sona doğru öğrendiler. Sebebi de Esra'nın babasının üst kademede yer alması ve Ankara'da yüksek bürokrat olmasıydı. Yaptıkları sadece beni Esra'ya karalamaktı. O da bunları hevesle bana anlatıyor, ben de bunu onun beni sevmediğini gösterdiğini düşünüyordum. Bana ise hiç bir şey anlatmıyorlardı. Konuyu uzatmayacağım, sinir bozucu, inişli, çıkışlı bir ilişkiydi. En son 2006 Haziranında okulların kapandığı gün evime geldi, beni olmayacak bir şeyle suçladı, kimden duyduğunu da söylemedi, sağcıların klasik dedikoduyu övme sözünü söyledi, herkesmiş bunu söyleyen. Kim bu bay herkes, bilen yok. Sonra biz telefon üzerinden tartışmaya devam ettik ve temmuz ayı gibi de ayrıldık. Bir hafta sona ahmak gibi yeniden aradığımda da, hayatımda başka biri var, dedi.
Asıl konu ilişki bittikten sonra, Esra Ankara'ya, ben il merkezine atandıktan sonra öğrendiklerimdi. Esra evime son kez geldiğinin ertesi günü evlenmiş, ardından da Haziran bitmeden Ankara'ya eş durumundan tayin olmuştu. Dahası göreve başlamaya da evleneceği erkekle gelmişti. Tayin işlerini yaptırmaya da onunla gelmişti. Üniversiteyi bitirdikten sonra son bir öğrenci flörtü yaşamak istemişti. (Oysa bana ne çok benle evlen demişti)
Bu olayı kendime özel sanırken, aslında son derece yaygın olduğunu öğrendim. Muhafazakar, özellikle de Ülkücü ailelerin (Esra'da üniversitede okurken Ülkücülere katılmıştı) kızları, flört denen şeyi yaşamak istiyorlar, bunun için de başlarından kolay savacaklarını düşündüklerini Solcu -Alevi erkeklerle yapıyorlardı. Hatta kuzenim MHP eski milletvekilinin birinin kızı ile evliliğin kıyısına kadar gelmişti. Özetle tarikat-muhafazakar kısmın zenginlerin kızları da, öyle yoksulların ahlakı ile yaşamıyor.
Esra ile birlikteyken, Süleymancılık ile ilgili pek bir şey öğrenmedim. Kendisi gayet lüks büyümüş, lüks alışkanlıklar edinmişti. Tarikatın kendine özgü iğnesiz türban bağlamasını bile öğrenmemişti. Oysa daha 23 yaşında olduğu halde kısa bir süre de olsa tarikata ait bir kız öğrenci yurduna müdürlük yapmış, tarikat için Almanya ve Bulgaristan'da çalışmıştı. Sadece bir kez bu tarikat yurtlarının aslında resmi olandan çok daha fazla öğrenci barındırdığını kabul etmişti.
Süleymancılıkla ilgili bilgilerimi internet ortamlarında (özellikle rahmetli alkışlarlayasiyorum'da, oradan okuyan varsa yorum yazsın) Esra'yı anlatınca birilerinin özelden mesajlarından öğrendim. Tarikatın yurtlarının ve yatılı kuran kurslarının binalarının yarısı müdür ve hocaların özel alanıydı ve misafir ağırlıyoruz bahanesi ile lüks yaşıyorlardı. Zengin çocuklarının kendi özel odaları vardı ve onlar dini sohbetlere, Kuran okumalarına katılmıyorlardı. Bir de açıkça söylemeseler de pek çoğu cinsel tacize uğramıştı, yazılarındaki nefretten bunu anlayabiliyordum.
Samimiyetsizlikle ilgili bir konu da şu günlerde sık sık çıkan yerli otomobil söylemleri. Ülkemizde üç yüz bin civarı makam arabası var ve hemen hepsi de Mercedes-BMW-AUDİ üçlüsüne ait. Doksanlarda Renoult (Özellikle Megan ve 21 modelleri) ve Toyota marka makam arabaları da vardı. Kaldı ki AKP, ilk yıllarında makam arabalarını kaldıracağını söylüyordu ama daha da arttırdı. Türkiye'de, en azından Türk işçisinin emeği ile üretilen arabaları makamlarına tercih etmeyenlerin, yerli marka araba konusunda ciddi olduklarını mı sanıyorsunuz.
Oruç konusunda da, bir zamanlar sokaklarda yemek yiyenlerin dövüldüğü taşra şehirlerinde bir günah köşesi vardır ve genelde pasajın dibidir buralar. AVM'lerin çoğalması, taşra şehirlerinde de bu durumu azaltmıştır. Öte yandan oruç üzerine şokumu, babamın dükkanında yaşadım. Dükkana nadiren uğrardım, genelde müşteri tek tük olurdu. Zira orası bir mermer deposuydu. Bir keresinde bayağı kalabalık bir müşteri grubu geldi, aylardan Ramazandı ve hepsi de çaya hücum etti. Çoğunlukla Yozgat başta olmak üzere iç Anadolu ve muhafazakar görünen bu kişilerin hiç biri de oruç tutmuyor ama tutar görünüyordu.
Namaz konusu da ayrı bir iki yüzlülük ve samimiyetsizlik konusu. Mesela pek çok kere cami imamları, yıllık izinde kendi camilerine veya başka bir camiye gitmezler. Ben namaz ve cami konusunda samimiyetsizliği, kendi kısa süreli namaz kılma maceramda gördüm. Arkadaşlarımın, imam seninle tanışmak istiyor yalanını çok aşırı bir rica sayıp, camiye gidip, gelmeye başladım. Sonra şehir içinde başka bir okula tayinim çıktı. Bu arada ben evde kendi kendime de namaza başlamıştım. Sonra şehir içinde başka bir okula tayinim çıktı. programda Cuma günleri boş oldukça gene cumaları oraya gidiyordum ama bir süre sonra okulun din kültürü öğretmeni hariç başka kimseyi camide bulamamaya başladım. Ayakkabım çalındıktan sonra da o camiye gitmemeye ve namazı azaltmaya başladım Bırakmam ise kardeşimi ziyarete gittiği Kars'ta oldu. Şehri dolaşırken uzakta bir cami ve aheste aheste abdest alanları gördü. Oraya varmam yirmi dakika, yarım saat kadar sürdü ve ben oraya varmışken abdest alanlar camiye girdi. Bir-iki dakikada abdest alıp, camiye girdim ki, cami boş. Yarım saat abdest alamayan on küsur kişi, dördü farz, on rekat namazı çabucak kılıp, çıkmıştı. Bu olay sondan ikinci camiye gidişim oldu. Sonuncusu da namaza başladığım bir arkadaşa kalbini kırmamak adına bıraktığımı, hatta artık dinsiz olduğumu söyleyemediğim için oldu.
Alkol meselesine gelince. Konya'nın kişi başı en çok alkol tüketildiği il olduğu şehir efsanesidir. Gerçek şu ki ülkemizde sağcılar pavyonlarda ya daparklarda-ormanlarda içer, solcular barda-evinde. Bu kadar alkolü nüfusun üçte biri olan solcular tüketmiyor.
En son bu dinbaz tayfayı iktidara getiren türban konusuna gelelim. 15 Temmuz 2016'dan beri türbanını çıkaran kadın sayısında astronomik bir artış var. Özellikle twitter'da açıldığını ilan etmek moda oldu. Yurt dışına çıkan ve geri dönme ümidi kalmayan basketbolcu-futbolcu eşlerinin türbanı çıkarma olayını da kamuoyu gördü. 28 Şubat sürecinde de büyük çoğunlukla Pensilvanya'dan gelen emirle türbanını çıkardı ama asıl bahsedilmesi gerek türban üzerine erkeklerin iki yüzlülüğü.
Namazla, oruçla bir alakası olmayan pek çok kadın türbanlı-çarşaflı kızla evlenme peşinde. Bazı erkekler de türbanlı bir kız aramak yerine, başı açık kızları evlendirme derdinde. bunların pek çoğu da içki-hovardalık derdinde olan erkekler. Türbanla evlendikleri kadınlar, onlardan dinin gereğini isteyecek diye korkuyorlar. Erkeklerin çoğu için türban, İslam'dan çok , erkekliğe tapmak. Pek çoğu başı açık kadınlarla aşna fişne etsin, evde de dizini kırıp, evde bekleyen türbanlı kadın olsun hevesinde.
Bu yazı günlerimi aldı ve uzun zamandır bu kadar uzun yazı yazmamıştım ama değdi.
https://www.kekemekitapyayin.com/bakara?search=bakara&category_id=0
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder