Okumak kelimesinin Türkçe'de bir kaç anlamı vardır. İlk anlamı, yazılan bir yazıyı okumaktır. En basit anlamı budur. İkinci olarak da bir okulda eğitim almak, eski dilde söylersek tahsil görmektir. Falan okulda okuyorum gibi. bu gün pek kullanılmayan başka anlamları ise, duyurmak, söylemek anlamlarını taşır. Mesela bazı eski gazino ilanlarında, şarkıcı için, okuyucu sıfatı kullanılır. Eskiden köylerde düğün yada başka bir olayı duyurmak için ev ev yada köy köy gezenlere de okuyucu denilirdi. Sadece bir kere tanıştığım birisi, Kuran'ın ilk ayetindeki okunun, kitap okuma değil, meydan okuma olduğunu söylendi. Bunu kitap okuma olarak anlayak, muhtemelen sadece Türk milleti. O da Elmalılı Hamdi Efendi çevirisi sebebi ile. (Aslında çeviriye Mehmet Akif Ersoy ile başlamışlardır ama Ersoy, her şeyi yarım bırakıp, Mısır'a gitmiştir)
İslam tarihi de, bu adını unuttuğum şahsın dediklerini doğrular nitelikte. Şu an bile, bizzat ülkemizin cumhur başkanın bir kaç yıl önce dünya Müslümanlarının yüzde elli beşinin, yani ikisindne birinin okuma-yazma bilmediğini söyledi. Buna rağmen bin dört yüz yıllık İslam tarihinin en yüksek okuma-yazma oranı olabilir. İslam tarihi boyunca mütefekkirler, tasavvufçular ve hatta Meşşailer, öyle herkese eğitimden yana olmamıştır. İlk tasavvufçulardan Cüneyd-i Cürcani, Nişabur'lu, okuma-yazma bilmeyen kadınlara özendi hep. Farabi, İbni Sina gibi Meşai filozofları da ilmin zeki ve seçkin sınıfa ait olduğunu söyledi. İslam dünyasında halkın aydınlanmasını, herkesin kuran ve din öğrenmesini savunmuş yazar-çizerleri zor bulursunuz. Osmanlı'da, aydınlanmayı anlamak istememiştir. Tanzimat döneminde bir tuba ağacı nazariyesi çıkmıştır, ilk çıkaran belirsizdir, hemen hepsi buna sığınmıştır. Nazariye, Osmanlıca da teori demek. Buna göre az ve iyi yetişmiş bireyler, geri kalan herkesi aydınlatacaktır. Tuğba yada tuba (u harfi üzerinde inceltme olması gerekiyor), İslam mitolojisine göre cennete yetişen ağaçlardır. Kökleri gökte, dalları yerdedir ki, cennetlikler meyvelere rahatça ulaşabilsin. Bu teoriye göre, az ve çok iyi eğitilmiş küçük bir grup, halkı ileri götürecektir.
Teori asla pratikte işe yaramaz. En cahil toplumlarda bile okumuş-yazmış bir azınlık olur, hele günümüz toplumlarında. Bu çok absürt durumlara sebep olabiliyor. Mesela üniversite mezunlarının en fazla doktora yaptıkları ülke, Irak. Her üç üniversite mezunu Iraklıdan biri doktoralıdır. Oysa ülkede okuma-yazma oranları çok acınasıdır. Ahmet Nazif Yücel'in yazdığı, Modern Irak Tarihini okuduğum bir kitaba göre de çok acınasıdır. Şii Araplar arasında özellikle düşükmüş. Kürtler arasında yüksek olmadığı da besbelli.
Kuran'a karşı Müslümanların, daha doğrusu Müslüman ruhban sınıfın tepkisi ilginç. Ana dili Arapça olanların bile çoğu okumamış, okumamakta ve okutmamakta ısrar ediyor. Kuran'ın Türkçe 'ye çevrilmesi için cumhuriyetin beklenmesi tesadüf mü? (Namaz suresi denen kısa surelerin bir kısmı, Selçuklular zamanında tercüme edilmiş.) Hadi diyelim Kuran yüce kitap, tefsiri çok zor, ya hadis kitapları, mezhep kurucularının (imam Hanefi, Şafi vesaire) niye Türkçe 'ye çevrilmemiştir?
Aslında cevap basittir, iktidarlarını korumanın en iyi yolu budur. Diktalar, iktidarda kalmak için her dediklerine inanan ve okumamış insanlar ararlar. Demokrasinin, demokrasi olabilmesi için, herkesin yada mümkün olduğunca çok siyaseti bilmesidir ki, o kişiler siyaset yapsın. Ne demiştik? Demokrasi, herkesin siyaset siyaset yapmasıdır.
https://onbinkitap.blogspot.com/2019/11/demokrasi-herkesin-siyaset-yapmasidir.html
Demokrasi işin bir yönü. İşgal edilmemek, sömürülen olmamak için de aydınlanmış, yani okumuş insana ihtiyaç vardır. İngilizler, Hindistan'ı işgal ettiğinde, ülke Müslüman, Babür (Mughal) imparatorluğunun elindeydi. Hindistan'ı, İngiliz ordusu işgal etmedi. İngiliz, Hindistan şirketi işgal etti, daha doğrusu satın aldı. Sadece Mughal hanedanlığını değil, Şeyhleri, hocaları, Hint Rajalarını falan satın almıştı. Cahil Hint halkı da, kompradorluk yapan yerel liderlerinin izinden gitti. Hindistan'da İngilizlere karşı yerel isyanlar, gerek gerilla hareketleri, gerek kitlesel isyanlar, gerçek anlamda halk örgütlenemediği için, sonuca ulaşamadı. Gandi'de, halkı aydınlatmak için uzun süreli sivil iteatsiz- pasifist eylemler yaptı. Tuz tekelini kırdığı tuz yürüyüşünde sonra, İngiliz tekstilcilerin canına okumak için her Hint evine bir çıkrık ve dokuma tezgahı kampanyası yaptı. Yani öncelik halkı aydınlatmaydı. Fidel Castro, uzun süre neredeyse hiç kimsenin dinlemediği radyosu ile uğraştı. Dünyayı Değiştiren On Gün adlı kitaptaki ilginç noktalardan biri de, o kadar yoklukta insanların tiyatro ve edebiyata merakı, insanların okumaya olan aşkıydı.
Atatürk devrimlerine vurulan ilk darbe, köy enstitülerinin önce kalitesizleştirilip, sonra kapatılmasıydı. Köy enstitülü emekli bir öğretmenle arkadaşlık etmiştim. Onun bir kaç arkadaşıyla da tanıştım. Köy Enstitüsü mezunlarının hepsi de sanıldığı gibi solcu değildi. Bu okullar daha kurulduğu an, gericilerin saldırısına uğradı. Sebebi de aydınlanmanın halka, hele de gericilerin en sevdiği köylü kitlesine ulaşmasıydı. Bu okullar düşünüldüğü kadar çok solcu yetiştirmediği gibi, öğrenci aldıkları kaynaklar da bu insanların tamamının yada çoğunun solcu olmasına imkan verecek değildi. Sorun aydınlanmada tuba ağacının dallarının yere değmesiydi. Eşrafın, tarikatların güçlü kalması için dallar mümkün olduğunca yukarıda kalmalıydı.
Galatasaray lisesi, Kabataş Erkek lisesi, Arnavutköy Kız Koleji falan, gericilerin umurunda değildi, hiç de olmadı. Bu okullara kökeni Osmanlıya dayanan aristokrat çocukları alınırdı. Kabataş Erkek Lisesi, taşralı eşrafın ve uzak taşra şehirlerinde okuyan memurların çocukları içindi. 12 Eylül rejimi bu liseleri, Anadolu lisesi yapınca bu okullara girmek kolaylaştı. Bu İstanbul liseleri, tuba ağacının dallarıydı. Bu dallar Anadolu'ya pek ulaşmıyordu. Aralarında bolca edebiyatçı, akademisyen, tiyatrocu yetişse de, Anadolu'da çalışmak isteyen yoktu ve pek de olmadı. Sonuçta önce yetmişlerin sonlarında Anadolu liseleri kurudu, sonra İstanbul liseleri, Anadolu lisesi oldu. Bu seferde bu üst sınıf, özel okullara taşındı.
Tuğba ağacı dediğim bu ayrıcalıklı ve kökü dışarıda okullar, her ülkede var. Her ülkede, o ülkenin kaymak tabakasına hizmet ediyorlar. Darbeci malum tarikatın, dünyanın dört bir yanına dağılmış okulları da, bu tür okullar. Aslında Amerika ve diğer batı devletlerine hizmet etmekle beraber, sömürgeci tarihten dolayı beyaz adamdan nefret eden halka, Türk kimliği ile daha yakın olmayı hedefler.
Bu tuba dalları, kalkınmaya da engeldir. Sürekli bir Japon mucizesinden bahsederiz ya, sırrı okumaktır. Her iki anlamda da okumaktır ve ülkede mümkün olduğunca çok kişinin okumasıdır. Hemen her konuda Japonya-Almanya örneği veririz ya, hani özellikle Japonya. Japonlar, M.Ö 7. yy'da Çin'de yazıyı öğrenmişler, ülkelerinde kendi yazılarını icat etmişlerdir. Bundan sonra Japonlar arasında okuma yazma erkeklerde %40, kadınlarda %10'un altında düşmemiştir. (Japonlar da, Türkler gibi erkek egemen bir toplum) Japonya'da bu gün halen popüler kültür ve modanın özü, manga denen çizgi romanlardır. Mangalar, edebi olarak Tolstoy, Hemingway eserleri değildir. Gene de okuyarak, öğrenmek önemlidir. Öğrenmede sadece zihnin olması ve duyguların minimuma inmesi, okuma ile mümkündür. Din adamlarının çoğu, kendi yazdıkları dahil, kitap okunmasını sevmezler. Onların sevdiği etkinlik, sohbettir. Sohbetin konusu, programı yoktur yada yok gibidir. Sohbette hocanın destek ekibi vardır. Bunlar arada aaaaa, oooo gibi hayret nidaları çıkarır, arada peygamberlerin, sahabelerin, evliyaların acılarını, çilelerini anlatırken ağlarlar. Arada da konuyu hoca ile beraber, yeni gelene anlatırlar. Oysa okuma, tamamen kişi ve zihni arasındadır. Düz anlatım da buna yakındır. Okumada ise yazıyı, beyinde anlamlandırma vardır.
Nurettin Topçu ve Cemil Meriç, meşhur Alman şairi Goethe ve pek çok meşhur Alman aydının (Herder, Shiller, Wieland vs) yaşadığı Weinmar düklüğünde, bu meşhur Weimar laismi çağında, düklükte okuma-yazmanın en fazla %10 olduğundan bahsederler. (İki yazar da ilginç bir şekilde Nurcu'dur ama Said-i Nursi'nin bu isimleri bildiğini sanmam) Öte yandan Almanya'yı birleştiren Winmar, Saksonya yada Bavyera değil, herkese okuma-yazma öğretmeyi kendisine görev edinen Prusya oldu.
Zira cehaletin feeraseti yoktur ve hiç olmadı.
https://onbinkitap.blogspot.com/2018/06/cehaletin-feraseti-mi-var.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder