29 Kasım 2024 Cuma

MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ ELEŞTİRİSİ

 


Hem nalına, hem mıhına derken, Muazzez İlmiye Çığ'ın başkanı olduğu HZİ (Hamide Zekeriya İtil) vakfı ve nöroloji profesörü kardeşini Turan İtil'den bahsetmeyeceğim yada uzun uzun anlatmayacağım. Hem bu konulara hakim değilim, hem de bu vakfın Doktor Menegene veya Unit731 vari deneylerine muhattap olanlar, her şeyi ayrıntısı ile anlatmıştır. Onun altı- yedi kitabını okumuş biri olarak, onun popülist tarihçiliğini eleştireceğim. En başta kamu oyunun pek az bildiği bazı şeyleri maddeler halinde sıralayayım.

1)Sümerler, Anadolu'da yada Türkiye Cumhuriyeti, hatta Misak-ı Milli sınırları içerisinde yaşamadı. Yaşadıkları coğrafya Irak'ta, Bağdat'ın güneyindeydi. Hitit kralı 1. Murşili, Babil'i yağmalarken,  yüz binlerce tableti de başkenti Hattuşa'ya taşımıştı. O zamanlar da Sümer devletleri yıkılalı bin yılda yakın bir zaman olmuştu. Babil'i yöneten Akadlar ise bir Sami yani Arap-Yahudi toplumuydu. Türkiye'de bu kadar çok Sümer tableti olması, British Museum yada her hangi bir Avrupa müzesinin, dünyanın dört bir yanından eserlerle dolu olmasıdır. Dünyadaki Sümer tabletlerinin üçte biri de, Murşili'nin bu yağması sonucu Türkiye'dedir. Hititler tüm bu Sümer-Akad tabetlerini sadece almakl kalmayıp, sınıflandırıp, tercüme etmişler ve hatta yorumlamışlardır. 

2)Sümerler, bölgenin ilk sahibi olmadıkları gibi, ilk şehir kurucuları da değillerdi. Sümerler bölgeye ne  zaman geldikleri ile ilgili tahminlerde iki bin yılık bir tahmin var. Daha önce bölgede, Tel el Ubeyd köyünde ilk defa Sümerlerden ayırt edildikleri için Obeyd kültürü denen (Batı dillerinde U sesi kolay telaffuz edilmediğinden böyle denilmiş) halk vardı. Bu halk insanlığa biriket tuğlanın icadını armağn etmiş, tuğla sayesinde insanlık hemen hemen her yere ev yapabilir olmuştur. Obeydler aynı zamanda kabristan denen toplu mezarlık alanlarının da mucidiydiler. Daha önce insanlar ölülerini ya doğaya terk ediyor, ya dolmen denen bireysel mezarlık yapılıp, öldükleri yer yada yakınına gömülüyor, ya da Çatalhöyü'deki gibi, evlerinin altına gömüyorladı. Obeydiler köyleri ve kasabaları için toplu mezar alanları, yani kabristanlar kurmuşlardı. Sümerler bin yıl önce yada sonrası yanılma ile M.Ö .5000'lerde arkeologlara göre Kafkasya'dan, Çığ'a göre Orta Asya'dan, bölgeye gelip, bölge halkına egemen olmuşlardı.

3)Babilliler ve Asurlular, Sümer değildi. Buna ilk maddede değinmiştik. Asurlular, farklı bir dil ve milet olmalarına rağmen (hatta Hitit kültürünü de yok etmelerine rağmen), Babil imparatorluğunda ara dönem yada sülale değişimidir. Akadlar,  göçebe çöl kütürü olarak önce kendi şehirlerini kurmuş, sonra da Sümerler ve diğer miletlere (Sümer, Elba, İsrail vesaire) egemen olmuşlar fakat önce İran (Pers) sonra Makedon krallıklarının egemnliği ile tarihten silinmişlerdir. Hattaherkesin tablet çözümü sandığı ama büyük ölçüde Çığ'ın kurgularının da eklendiği meşhur şair Loudungirra, Akad egemenliğinde yaşamaktadır ve Sümer kültürünün kalıcı olması için 

4)Sümerler, Türk olamayacak kadar eskidirler. Sümerler şehir devletleri kurduğunda dünyanın %90'ı halen avcı ve toplayıcıydı. Hani deniliyor ya, Giza piramidi yapıldığında halen Mamutlar yaşıyordu. Sümerler, Giza yapıldığında çoktan Akad egemenliğine girmişti. Türklere yada Türk diyebileceğimiz insanlara ait en eski kalıntı, Rusya'nın Altay  bölgesindeki Arjaan 2 höyğündeki alıntılardır ki, buranın Mezopotamya'ya uzaklığı, on binlerce kilometredir. Kazakistan'daki Altın Adam bile Sümerlere binlerce kilometre uzaktır. Sümer yazısı ile Göktürk yazısı arasında bir ilgi yoktur. Orta Asya yada Türkistan denilen bölgenin kesin bir sınırı yoktur. Sümer dini ile Türkistan-Sibirya inançları arasında bir ilgi de yoktur. Nodurgan bayramı denen şeyde, Çığ'ın uydurmasıdır ki bu söz, Sibirya-Göktürk tarihi üzerine uzman Profesör Ahmet Taşağıl'ın fikrdir. (Ben de bu fikirdeyim.)

5)HZİ vakfı ve 12 Eylül ile ilgili çok az bilgimiz var ve 12 Eylül asla yeterince araştırılmadı ve yargılanmadı. 12 Eylül ile ilgili bek çok kişi ve kurum korunuyor.  2010 12 Eylülündeki meşhur yetmez ama referandumu kocaman bir fasaryaydı. Bunamış emekli generalle Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Kenan Evren, sembolik bile denmeyecek uyduruk bir şekilde yargılandı. Askeri mezarlığa gömüldüler, ünvanları bile ellerinden alınmadı. İleri derecede bunamış iki emekli orgeneal, idam edilse ne olacaktı? Bu darbede sadece  beş kuvvet komutanı yoktu.  Tüm holdinglerin, bankaların yönetim kurularında, çeşitli yöneticiliklerinde emekli general ve albaylar vardı. Astsubaylar bile bu darbenin nimetlerinden faydalandı. En basitinden uzun yıllar süren Bizimkiler dizisindeki Sabri bey, emekli bando astsubaydır ve apartman yöneticisi olarak agresifliği de 12 Eylülün topluma verdiği asker korkusundandır. Tüm olumsuzluklarına rağmen, uzun süre apartman yöneticiliğinden alınamaz. Sık sık şimdi zaptı tutuyorum diye etrafındakileri tehdit eder. Bu tehditler, 2024 yılları için aptalca ve komik gelebilir ama darbenin psikolojik etkisinin güçlü olduğu yıllarda, bir askerden böyle bir tehdit, insanı korkutabilirdi.  Aradan bir kaç yıl geçip, insanlar 12 Eylül psikolojisinden urtulmaya başlayınca, Sabri bey, yöneticilik makamından indirilir. Makamını terk ederken de karısına, yazık, faizlerden olduk, akmasa da, damlıyordu, der. Yani bu apartman yöneticiliğini de bedava yapmıyordur. Yöneticiliği bırakınca, özel müzik dersi vermeye başlar.

Sorun sadece askerler değil, baştan bir toplumsal çürüme ve belli bir kesimn zenginleşmesidir. Devlet Güzel Sanatlar müzesinden, bazıları fotoğrafları bile kaybolan resimlerdir. On bin kadar bürokrata (Albay'dan yukarı suba, vali, kaymakam, bilumum genel müdür ve benzeri makamdaki bürokratlar,  üst düzey bürokratlar vesaire) ve belk dahafazlasına her yılbaşı gönderilen hediye setidir aynı zamanda sorun. (Bu muhteşem sette, puro, kanyak, köpüklü şarap gibi o yıllarda Tekel idaresinin ürettiği bir sürü üründen numuneler vardır). Tüsiad üyeleri bu dönemde servetlerini kat ve kat arttırmışlardır. Tüsiad üyesi olmayıp, o yıllarda ticarete atılmış ve servet yapmış çok kişi vardır. Bunlardan hiç birine hesap sorulmamıştır. Ankara Emniyet Müdürlüğünün meşhur DAL (Derin Araştırmalar Labavatuarı) grubuna ait kısımları yıkılmış ama işkenceci DAL polislerinin hiç biri yargılanmamıştır. 12 Eylülün asl zengini Doğramacı ailesidir. Ailenin sahibi olduğu Tepe holding, halen ülkeyi sömürüyor. ÖSYM'nin tüm basım ve optik okumasını yapan Tepe matbaasını, devlete ait olduğu zannediliyor. Kopya sıkandalında Tepe matbaasının rolü hiç sorgulanmadı. Sorgulanmayan diğer bir önemli ve unutulan konu, dönemim hava kuvvetleri komutanı Tahsin Şahinkaya'nın şaibeli serveti, sık sık kaza yapan CASA uçakları ve hem dünürü, hem ortağı Toprak Seramik para kazansın diye, o zamanlar devlet iştiraki olan Petrol Ofisi istasyonarının Kale Bodur ile döşenmesidir. Daha nice nice konudur. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz,  asıl yolsuzluklar, darbe dönemlerinde olmuştur, demişti bir röportajda. Bunlar hiç araştırılması, araştırılamadı çünkü 12 Eylül vesayeti devam ediyor.

HZİ varkfı, sadece Türkiye'de HZİ vakfı değil, pek çok NATO ülkesinde, aynı gayrı insani yapan kurumların adı da HZİ ve bu ismin, Muazzez hanımın anasının, babasının adı ile alakası yok. HZİ Vakfı, bir NATO kurumu. 12 Eylül darbesi de Türk ordusunun iktidara el koyması değil, NATO'nun iktidara el koymasıdır. Bu dernek hakkında bu kadar az şey bilinmesinin sebebi, iktidarlara bağlı medyanın, bu ve benzeri dernekleri görmezden gelerek korumasıdır.

6)Muazzez İlmiye Çığ'ın ideolojisi de aslında faşizmdir ve Atsız ırkçılığının bir yansımasıdır. Atsız'ın güneş dil teorisine ve Batı Asya'nın kadim halklarının Türk ilan edilme ideoojisine karşı olduğu, Atsız'ı bilen herkesçe malumdur. Sırf bunun için Atsız, Dalkavuklar Gecesi diye bir roman yazmıştır ki bu roman aynı zamanda Atatürk'e doğrudan saldırıdır. Çığ ise karşı kamptadır ama batı Asya- orta doğu denen ülkelerin, ilk çağ medenyetlerinde, biinenler arasında,  Ural-Altay dilini konuşan toplum yoktur. O da Sümer dilindeki bazı benzerlikleri baz aldı. Dilde bazı benzerlikler yakalasa da, inaçta ve geleneklerde Sibirya-Orta Asya inançlarıyla  bir benzerlik yoktu. O da Sümer inançları ile İslam ve diğer İbrahimi dinler arasındaki ilişki üzerinde durdu.

Oysa bu, Mısır'da, Rosetta taşının okunmasından beri sır değildi. Her yeni tablette, bu sır daha daaçığa çıktı. Antik Mısırlılara göre Yahudiler, istilacı Hiksoslarla beraber ülkeye gelmiş olan Mezopotamyalı bir kavimdi ve Hiksoslarla beraber Mısır'dan gitmemişlerdi. Bir süre Mısır devletine hizmet etmiş, sonra da kovulmuşlardı. Geri kalanı mitolojdi. ( Bu konu ile ilgili Türkçe'de, Dinler Tarihinde İlkler diye bir kitap var) İnsanlığı İbrahimi dinlerle ilgili olarak asıl heyecanlandıran Ebla tabletleriydi. Gudea Silindirlerinde ise,  Aleviliğin cem ibadetinin 12 hizmeti anlatılıyor. Muazzez hanımsa Sümerlerde kalmış. Oysa kendisi Dil Tarih ve Coğrafya'nın Hititoloji bölümü mezunudur. Hitit inançları ile İslam, Alevilik, Anadolu köylülerinin batıl itikatları arasında da bolca uygunluk vardır. 

Muazzez hanım bir TV yayınında, Kürtleri bir millet olarak kabul etmemiştir. Genel anlamda Faşizmin azınlıkları tanımama, küçümseme tavrını devam ettirir. Oysa Çığ'ı bugünkü şöhretini birKürt olan Turan Dursun'a borçludur.

7)Muazzez İlmiye Çığ, bir pop-bilim ikonudur, bilim insanı değildir. Ben nasıl felsefe öğretmeni olarak okullarda çalıştıysam, o da müzede çalışmıştır. Benim de, onun da mastır tezi bile yoktur. Çalıştığı yıllarda bir kaç kongreye dinleyici olarak gitmiştir. Sümerlerle ilgili bir kaç kitapta (en ünlüsü Tarih Sümerle Başlar) kitabında kataloglama uzmanı olarak adı geçer.  Katıldığı bilimsel kongrelerde de izleyicidir. Durumu benden bir yada iki gömlek üstündür. Kendisi 1972'den beri emeklidir ve bu süre içinde arkeoloji çok gelişmiştir ve pek çok sır öğrenildiği gibi, pek çok da yeni sır ortaya çıkmıştır. Dünyanın gözü Göbekli Tepe'de olsa da,  sadece Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bile tarihi değiştirecek çok yeni bulguya ulaşıldı. Bir kaç gün (yada hafta) önce Afyonkarahisar'da, Aslankaya anıtında bir kelime okundu. Bu kelime Materan kelimesiydi ve bu kelime, tanrıca Kibele ile ilgiliydi. Bu bir kelime, bir kaç yıl sonra önce bu anıtın, sonra da Frig yazısının çözülmesini sağlayabilir. Yazıyı okuyabilmek için yazıtın hem eski fotolarına, hem de anıtın gün batımındaki görünümüne bakmışlar. On küsur yıl önce, bazı Hitit kabartmalarındaki yazıların, gün ışığında başka, karanlıkta başka anlama geldiği, kabartmalarda aslında iki ayrı yazı olduğu keşfedilmişti. Muhtemelen araştırmacılar da bu yüzden bu yazıt ve diğer yazıtlar üzerinde araştırmalarını bu yönde yoğunlaştırdılar. Bu durumda Muazzez İlmiye Çığ'ın tezleri de çöp olacaktır ve muhtemelen oldu bile. İnsanlık ekmeği Sümer yada Mısır toplumunun icat ettiğini sanıyordu. Çatalhöyük'te, bir kaç yıl önce bulunan ekmek kalıntısı, ekmeğin icadını en az beş bin yıl geriye atıyor. Bu astronominin güneş sisteminde beş yeni Jüpiter büyüklğünde gezegen keşfetmesi gibi bir şey.

Bütün bunların ışığında, Muazzez hanım gibi pop bilim ikonları, bilim heveslileri için meze, yani iştah açıcıdır. Bilim açlığınızı doyuracaksanız, ciddi bilimsel kitaplar okunmalıdır.

25 Kasım 2024 Pazartesi

AZINLIK OLMANIN İDEOLOJİSİ



 Azınlıklar her zaman faşistlerin hedefi olmuş, her zaman progromlara, ayrımcılığa ve cam tavanlara çarpmaları yaşamıştır. Bu açıdan toplumda yaşayan her etnik grubu azınlık saymamalı. Azınlık olmak için, hem sayıca az, hem de devlet ve toplum tarafından hissedilebilen ayrımcılığa uğramalı. Bu da azınlık olma kavramını bulanıklaştırıyor. Çünkü her azınlık toplumu, aynı ayırımcılık ve baskılara uğramayabiliyor. Kıyaslamak için antidemokratik sayılan Rusya'yı, demokrat A.B.D ile  kıyaslayalım. Rusya'da, Lenin'den beri bir kel, bir sırma saçlı devlet başkanlarından hiç biri Tatar yada Müslüman olmayacaktır, yani bir Rus Obama, Rus, Kamala Haris olmayacak. Gene Rusya'nın Muhammed Ali yada Mike Tyson'u olmayacak. Müzik yada sinemada da ünlü Tatar, Kafkasyalı Rus'da muhtemelen olmayacak. Oysa Amerika'da Siyahi, Arap yada onların nefret ettiği başka bir milletten birileri, milyarder, ünlü yada ciddi bir mevkide politikacı olabilir. Bu durum, Amerika'da bir azınlığın, Rusya'dan daha iyi olduğu anlamına gelmez. Rusya'da hiç bir polis, Tatar, Müslüman yada Rusların pek sevmediği biri milletlerden birini, boğarak yada döve döve öldürmez. Hiç bir hakim yada savcı, bir suçluyu, ırkından, dininden, milletinden diye suçluya daha fazla ceza istemez. A.B.D'de hapiste yaşayan siyahi sayısı, üiversite okuyan siyahi sayısının iki katından fazla. Polis kurşununa hedef olanlar çoğunlukla siyahi ve Latin'dir. Her toplumun faşizmi, kendisine göredir.

Bu yüzden insanlar, azınlık olmayı pek sevmezler. Bunun için göç eder, azınlıklara ve göçmenlere zorbalık eder, ülkede ayrı bir devlet kurmaya çalışır yada kurarlar. Gene de azınlık olmaktan kurtulamazlar.  Bu seferde kendi içlerindeki ayrılıklar göze batar. Çünkü azınlıkların içinde de azınlıklar, yani azınlıkların azınlıkları vardır. Bu azınlık içi çatışmalar da, belli dönemlerde ortaya çıkar. Türk topluluklarına bakınca, azınlık oldukları dönemde, kendi içlerinde azınlığın azınlığı yaratmıyorlar yada çok az yapıyorlar bunu. Balkan Türkleri ve Kıbrıs Türkleri, Alevi-Sünni ayrımı yapmaz kendi aralarında. Müslüman diğer Balkan toplumlarını (Goralılar, Pomaklar, Müslüman Romanlar vesaire) da dışlamazlar. Rauf Denktaş'ta, Korkot Deresi adlı anı kitabında Alevi-Bektaşi kökenli olduğunu yazmıştır. Kıbrıslılarda Alevi ayrımcılığı yoktur, hatta Kerkük Türkmenlerinin de yüzde on kadarı Alevidir ve onlar da kendi aralarında bu ayırımı yapmaz. Azınlık olduğunu bilir, ona göre siyaset yapar. Çoğunluk olduğunda ise, kendi içindei azınlığın azınlıkları ortaya çıkarır.

Bu blogda daha önce de yazdığım gibi, Türklerde, Ruslarda ve pek çok millette, düz ve net ayrımcı bir faşizm yoktur yada nadiren ortaya çıkar. Böylesi düz ve sürekli bir ayırımcılık, ancak tamamen köleleşmiş, sınıf atlaması mümkün olmayan ve çoğunluğun tamamen ezdiği azınlıklara karşı yapılır. O topluluktan bir birey ileride ciddi bir makama gelirse, başınız belaya girebilir. En basitinden, Çingene diye alay ettiin Roman, sanayide usta olduğunda arabanıza hasar verebilir. Bu yüzden faşistliğinizi gizlemeniz yada başka bir kılığa sokmanız gerekir. Söz konuzu ötekiye suç yüklemeniz gerekir. Örneğim Alevi-Sünni çatışmasına, sağ-sol köenli olduğu söylenir. Oysa Ülkücüler'in ilk ölümlü Alevi saldırısı, benim bildiğim 1964'de Aydın'da 5 Alevi'nin öldürülmesidir ki bazı kişiler daha öncesinden de bahsediyor. Saldırılar 1960-61, Türkeş daha Milli Birlik Üyesiyen yada bir on dörtlü olduğu ve Hindistan Büyükelçisi olarak sürgündeyken bile vardı. İlk Komando kampları 1961'de kurulduğunda daha sağ-sol kamplaşması yok. Yani bu çatışmalar çok önceden hazırlanmış.

Azınlıklar olarak sorunlarımızı nasıl çözeceğimiz de başka bir problem. Gene bu konuda Türk toplumlarına bakalım. Yaşadıkları onlarca acı ve baskıya rağmen Kıbrıs hariç, Türkler azınlık oldukları yerlerde silahlı mücadele yada ayrılıkçı hareketlere başvurmamıştır. Daha ilginci Gagauzlar'da özerkliklerini, Rusların müdahalesi ile, Transdinyester ile beraber özerklik aldı. Moldova, eğer Romanya ile birleşirse, bu iki bölge, bağımsızlığını ilan edebilir. Trasndinyester, filen bağımsız gibi bir şey. Bütün bunlara rağmen Türk azınlıklar, en azından Cumhuriyetten beri, dillerini ve kültürlerini büyük ölçüde koruyorlar.

Ayrı bir devlet kurmak, ne kadar sorunun çözümü yada çözümü mü sorusunu kendimize sormalıyız. Balkan yarım adasının hali bize bunu özetliyor. Balkanlarda Romanlar (Rumen değil, Çingeneler) hariç her topluluğun özerk bölgesi yada devleti var veya dilleri Kosova veya başka bir yerde resmi dil. En son Bektaşi (Alevi) özerk bölgesi de oldu, Aranvutluk'un başkenti Tiran'da ve Vatikan'ın dörtte biri kadar. Bunlar Balkanlara ne barış getidi, ne huzur, ne de refah.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/balkan-yarimadasinin-soguk-savas.html

Bağımsız devlet kutmak, dünyayı mikro devletlere bölmek, faşizme karşı çözüm değildir, çözümse de en son çözümdür. Kıbrıs'ta bile, en milliyetçilerin bile bir Avrupa Birliği kimliği var. Adada beraber yaşamak zorunda olan ve birbirinden nefret eden iki toplum var. Bu durum Balkanlar'da, Lübnan'da, Filistin'de ve Dünyamızın genelinde olduğu gibi, insanlar birbirinden nefret ediyor ve birbirine mecbur. Bu nefretten de zarar gören çoğunlukla azınlıklar olur ve buraya kadar anlattığım gibi ayrı devlet kurmak da çözüm yada nihai çözüm değil. Bu çoğunuk olma çabası, Konfiçyüs'ün dediği gibi, bir kölenin, özgür olmak değil, bir köle sahibi olmaya çalışmasıdır. Balkanlarda ve eski imparatorluklar dünyalarında olan da budur.

Azınlıklar, kendilerine vahşi saldıran faşist sürülerine karşı sadece pasif yada barışçıl mücadelelerle de çok kan kaybedebilir. Azınlığın mücadelesi, faşizan mücadele ve faşizan odaklarla, gerektiği kadar şiddette içeren bir mücadele olmalıdır. Kendine minik bir ülke kurmak yerine,  pek çok ülkede bulunmayı avantaja dönüştürmeliyiz.

Çoğunluk olunca nasıl ki siyasete teslim olunmuyor, mücadele devam ediyor, sürekli, akılıcı ve gerçekçi mücadele yapılmak gerekiyorsa, azınlık olunca da durum aynıdır.

20 Kasım 2024 Çarşamba

MUKTEDİRLİKTE İKTİDARSIZLIK

 


Reis, yetme amayı savunurken, iktidarız ama mujtedir değiliz demişti. Bunu sadece kendisi için değil, kendisinden önceki tüm sağcı iktidarlar için söylemişti. Sağın ülkemizdeki iktidarı 1950'de resmen başlasa da daha geride, köy enstitülerinin kapatıldığı 1946 yada Kadro dergisinin kapandığı 1935'de bile devrim düşmanları bayağı etkindi. 2010 yetmez ama ile yargı engelini de aştılar, üzerlerine bir cesaret geldi. Daha önce bu kadar muktedir değillerdi çünkü anayasa vardı, kandırılmamış halk vardı, dürüst aydınlar vardı. Şimdi de var ama onları bastırmak, en erkeni 12 Eylül, hatta 12 Mart cuntalarına kadar sistematik bir ezme, kandırma ve satın alma süreciyle 2010'a gelindi. 

Şimdilerde hem muktedirlik, hem de iktidarsızlık var iktidar veyanlılarında. Muktedirler çünkü istedikleri kişiyi, istedikleri gibi tutukluyorlar, görevden alıyorlar, tehdit ediyorlar, küfür ediyorlar vesaire vesaire. Diğer taraftan da oksimoron (zıddını ispat) durum var ki, bir iktidarsızlık diyebileceğim bir durum var. İsrail ile ticaret, Batı Şeria'da kurulmuş, sözde Filistin devleti üzerinden devam ediyor. İsrail askerleri, Türk markalı ürünlerin fotoğraflarını internetten gösteriyor. İnsanları oturduğu kafeler üzerinden aşağılıyorlar ama Siyonizmi açıkça destekleyen pek çok marka ile ilgili bir şey demiyor. Hangileri mi? Meşhur Alman otomobil markaları Mercedes, BMW, AUDİ. Türk insanının aklına makam arabası denilince akına bu üç Alman markası gelir. Volvo'nun dayanıklığını yada İtalyan spor arabalarını ( Ferrari, Alfa Romeo vesaire) kalitesini takdir eder, Japon arabalarını satın alır ama iş makam sahibi olduğunu göstermek konusu gelince, halkımızın zihni bu üç Alman markası ile sınırlıdır. Bu markaların İsrail'i açık desteğini görmezden geliyor iktidar cenahı. Kendi arabası var ama onu kullanmak için değil, hediyelik eşya olarak üretiyor.

Dinciler artık doya doya İsrail protestosu da yapamıyorlar. Bütün yaz ayları boyunca Ankara'da, Kızılay meydanı civarında afişler gördüm, insanları İsrail' protesto için yürüyüşe çağıran. İlginç olan yürüyüşün güzergahı ve saati. Genelde akşam üstü beş gibi, Adakale Sokak yada Selanik caddesinden, Kurtuluş parkınaymış yürüyüşleri. En son Kurtuluş parkında namaz kılıp, dağılıyorlarmış. Katılmayı zaten düşünmediğim gibi, izlemek de istemedim; MOSAD ajanı ilan edilme ihtimali var, o açıdan. Buralar, Kızılay gibi merkezi bir bölge için ara sokaklar, tenha sayılmaz ama herkesin bildiği yerler değil. Oysa isteseler Kızılay meydanını, 15 Temmuz sonrasındaki mitingler gibi trafiğe kapatabilirler yada en küçük solcu gruplar gibi Sakarya caddesinde veya Yüksel caddesinde, İnsan Hakları Heykeli önünde yapabilirler.  Bunu bizzat İsrail büyük elçiliği önünde veya benzer yerlerde yapabilirler. 

Yoksa yapamazlar mı? İsrail aleyhine yürüyüşten çok, afiş yapıştırmak ve iktidarda olduklarını göstermek çabasında gibiler. Havalar soğumaya başlayınca, bu yürüyüşler de yapılmaz oldu. Soğuk ve yağmurda, dışarıda namaz zor tabii.  Mühim olan İsrail'e karşı olmak değil, muhtedir olduklarını göstermek. Olay Türk'ün, Türk'e propagandasıdır. İsrail elçiliğinin önünde yapmaya muktedirler ama bunu yapacak iktidarları yok. Sebebi de iktidarlarını kaybetmek.

Siz zannediyorsunuz ki, mülakatlarda, yolcu garantili köprülerde, havaalanlarında, ayarlanmış ihalelerde,  sadece Alevilerin, Ateistlerin, kafirlerin ve sizce diğer Müslüman olmayan yada kendinizce Müslüman sayılmayanların hakkını yediğinizi zannediyorsunuz. Oysa Filistin'in, Uygurların, Çeçenlerin ve uğruna savaştığınız diğer insanların da hakkını yiyorsunuz. Çünkü yaptığınız adaletsizlikler ve alıştığınız lükseler,  sizi mücadeleden uzaklaştırıyor. İktidarınızı kaybetiğinizde, bunları da kaybedeceksiniz. Hani din diyor ya, her nefs ölümü tadacaktır, her iktidar da sonu tadacaktır. İktidarların son günü, boynuzsuz koçların, kısa çöplerin günüdür. 

İktidarın ölümünden daha kötü ideolojinin, ideallerin, ülkülerin ölmesidir. O zaman soru, idelojiye sorulur,  muktedirdin, neden yapmadın? Neden adil davranmadı, doğru yönetmedin, neden İsrail'le ticarete devam ettin, neden neden ve daha nice nedenler. 

Tabi bütün bunlar için tek tedbir, iktidarda kalmak için daha fazla çabalamak değildir. Muktedirken, ideali iktidar yapmaktır.

19 Kasım 2024 Salı

FÖCÖ İCADI CİMER VE ÖZEL SEKTÖRE GÜDÜLME



https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/populist-siyasetin-devlet-memurlarina.html

Sıradan insalar FÖCÖ (Google ve sosyal medya sansürü yüzünden böyle diyorum) ve diğer tarikatların kumpas operasyonlarını küçümsediğini görüyorum. Herkes sadece kutlu doğum haftasını kutladığımız şeyhin tarikatını ve onun da Harbiyelilere, subaylara, üst düzey bürokratlara kumpaslarını biliyor. Tarikatların kumpas işleri o kadarla sınırlı değildir. Onlar sadece Harbiyelilere, generallere değil, uzman çavuşlara yada astsubaylık okulu öğrencilerine de kumpas kurarlar. Bunu tüm tarikat-cemaat denen örgütler yapar. 

Onlar bir yere ve kuruma ilk önce kalabalık bir grup olarak sızıp, bol bol dedikodu yaparlar. Kumpasaların en büyük silahı dediokodudur. Dedikocuşarını yaymak için sizi evlerine yada dergahlarına çağırırlar. Kuran yada şeyhlerinin risalelerini okumayı bahane eder, en acımasız dedikodularını sıkıştırırlar. Eğer dedikodusunu yaptıkları kişi devlet memuruysa ve soruşturma açılmışsa, gelen müfettiş, o kişi hakkında neler duyulduğunu, neler konuşulduğunu sorar. Eğer bir soruşturmada, müfettiş dedikodu soruyorsa, kumpas için görevlendirilmiştir. Kumpas davalarının gizli tanıkları da, gördüklerini değil, duyduklarını anlatır. Dedikoduculara bunu nereden duyduklarını sorduklarında, herkesten duyduk derler. Tarikatçı, sağcı, muhafazakarlar için dedikodu o kadar ciddi bir saldırıdır ki ben buna ''DEDİKODU CİHADI'' diyorum.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/dedikodu-cihadi.html

Bu kumpasın medya ve sosyal medya ayağı da vardır. Sosyal medya, dedikodu  yaymanın en iyi yoludur. Eskiden meşhur Zaman gazetesi, ad vermeden memurlar hakkında dedikodu yaparlardı. Genellikle müdür olan şahsın, adından başka, bazen adı da, tarif edilerek verilirdi. (Suna demeyip de, yeşil başlı ördek demek gibi.) İnternet çıkınca, gazete bu işleriazaltarak bıraktı. İnternette, şimdiki neslin bilmediği MIRC ve Microsoft sohbet kanallarında etkin oldu. Bu tarikat, teknolojiyi çok yakından takip ederdi. Zaman gazetesi,  Türkiye'de internet sitesini kuran ilk basın kuruluşuydu. MIRC sohbet odalarında da hocayı pek sevmem AMA diye başlayan cümleler ile sizi tavlamaya çalışırlardı. Hocası aleyhine bir şey dediğinizde de sizi odadan atarlardı. Örgütün sosyal medyayla ilgisi, o zamanlar vardı. MSN, ICQ ve sonrasındaki tüm teknolojileri takip ettiler.

Örgütün trolleri, karşı taraftanmış gibi görünme ve ortalığı karıştırma konusunda da uzmandırlar. Bu trolerin, özellikle eskilerini ortaya çıkaran şey;  Ama, Fakat, Lakin gibi (en çok da ama) kelimelerdir.  Ama ve benzeri kelimelerin sık kullanılması, her zaman iki yüzlülüğe işaret eder.

Sadece bu örgüt değil, diğer tarikatlar da, aynı taktiklerle haysiyet cellatlığına alışmışlardır. Dedikodu ile haysiyet celatlığı çok eskidir. 2. Viyana kuşatmasında, Tatar hanı Murat Giray aleyhine Osmanlı kroniklerinde yazılanların pek çoğu düşman kroniklerinde yazmaz. Avusturya-Alman İmparatorluğu kayıtları, Murat Giray hanı daha insaflı değerlendirir. Piri Reis'te, Muscat kalesi kuşatmasını rüşvet karşılığında kaldırılıdığı iddiasıyla idam ettirilmiştir. Kalenin Portekizli kumandanının anılarına göre kuşatmanın kaldırılma nedeni,  paşanın beklediği barut ve gülle desteğini getiren geminin, Babul Mettep boğazından geçerken batırılması yüzünden kuşatmayı kaldırmıştır. Liyakatın göz ardı edildiği, hukukun işlemediği toplumlarda, milletlerde, dedikodu kazanı sürekli kaynar. Amaç kişiyi gözden düşürmektir. Dedikodular, ispatı olmasa da, egemenin sadakat duygusunu zayıflatır ve gözden düşmesini sağlar. Devlet içinde cemaat denen açık ve derin devlet denen gizli gruplar, kendilerine engel olarak gördükleri kişileri, dedikodu ile harcarlar tarihin başından beri. Tek adamlar da sürekli tahttan indirilme korkusu ile yaşadıklarından, başarılı insanların ihanetinden çok fazla şüphelenirler. Dedikodulara inanmaya meyillidirler.

İşte bu örgüt, iktidarla arasının olduğu son günlerde, memurlara rahatça kumpas yapacak kurumları, diğer örgütlere miras bıraktı; BİMER ve CİMER. Başbakanlık  ortadan kaldırılınca CİMER tek kaldı. CİMER  ilginç bir yapı, sadece bir internet sitesi, temek görevi, şikayet dinleme merkezi. Şikayetler de, ilgili makamların keyfine göre işleme alınıyor. Site en fazla memurları şikayet için kullanılıyor. Şikayetlerin işleme alınması ise, amirlerin yada görevlilerin keyfine kalmış durumda. Mesela şu günlerde (kasın 2024) çok konuşulan Yenidoğan çetesi ile ilgili CİMER'e ilk şikayetler neredeyse 8-10 yıllık. Bunun sebebi çetenin özel hastanelerde çalışmasıdır, yoksa devlet memuru doktorların başında anında müfettiş çıkıyor. Sonuçta ceza yemeseniz bile hem teftiş ve müfettişlere ifade vermek (iş arkadaşın için tanık olmak da başka bir dert), hem de hakkınızda daha sonra üretilecek dedikodular için, hakkında daha önce soruşturma açılmıştı damgası yeme durumunuz var. Aleyhinize hemen, bunun hakkında daha önce soruşturma açılmıştı lafı ediliyor. Akanmış bile olsanız, hakkınızda soruşturma açılmış olması, sizde suç potansiyelini iddia ediyor.

Bu çalışmaların tek sebebi, belli makamdaki veya belli görüşteki memurları harcamak için yapmadıklarını fark ettim. Son bir kaç yıldır, özellikle doktorlar başta olmak üzere sağlıkçılara ve öğretmenlere karşı saldırılar sıklaştı. Devlet memurları birilerini şikayet ettiğinde yada öğretmen disiplin dilekçesi verdiğinde, işleme konması aylar sürerken; yapılan bir CİMER ihbarı ile memur rahatsız edilmekte, çoğu kez de ceza almakta. Doktorlara yada diğer kamu çalışanlarına saldıranlarsa, bu durumdan daha da cesaret almakta. Burada amaç, biraz parası olan, küçük burjuva diyebileceğimiz kitleleri de özel sektör hastane ve okullarına yönlendirmek.

Bunun bir komplo teorisi olduğunu düşünüyorsanız, Ekşisözlü'e bakın. Kamu çalışanları aleyhine ne çok başlık var. Bazılarına bakar mısınız? Doktorların hastalarıan şefkat göstermemesi;  Öğretmenliği herkesin yapabileceği gerçeği, Öğretmenleri yaz tatilinde ne iş yaptığı sorunsalı, Doktorların dayağı hak etmesi.....vesaire vesaire.

Sorsanız ekşicilere, yüksek maaşlı, yüksek pozisyonı beyaz yakalılar. Böyle bir insanın, tüm gün internette yazı yazacak ve herkese cevap verecek vakti bulması, çok mu mantıklıdır. Bir de hepsi iktidar yanlısı değilse, göçmen düşmanı partili. Muhalefet aleyhine olan her haberi liste başı yapmaktdır. İnternette göçmen düşmanı partiliyim diye ortalıkta doaşanlar, muhalefete muahlefet edip, iktidardan memnuniyetsiz insanları, iktidara mahkum oldukları duygusunu yaşatan troller bunlar.

(Ek olarak, dolar, euro falan yükseleceği zaman, reisin doları artık durdurması gibi başlıklar, bitcoin ve benzeri şeyler düşeceği zaman da bitcoin'in banknot yerine geçeceğii gerçeği gibi başlıklar çoğalıyor ekşidr.

Giderlerse gitsinler  tutmunda, pek çok trolde ve iktidar, memurlaraı çalıştırmayalım, halk da özel sektöre gitsin, özel sektör de, Yenidoğan çetesi gibi daha fazla para için üçkağıdı ülkede kol geziyor ve pek çok kişi de muhalifmiş gibi görünüp, bu durumu destekliyor.


15 Kasım 2024 Cuma

FLORANSA VE RUSYA'DAN ÇIKAN İDEOLOJİLER

 


12 . yüzyılda, Kuzey İtalya'da, çizmeye benzettiğimiz yarım adanın, Avrupa ile birleştiği bölgeye yakın Floransa diye küçük bir şehir devleti vardı. Önce cumhuriyet, sonra dükalık, sonra krallık olan, bu küçük devletin siyasi tarihi yazımızın çok fazla konusunu oluşturmuyor. Bu küçük devletin, günümüz dünyasını şekillendirmede etkisi, üç kıtaya yayılmış Osmanlı devletinden daha fazladır. Sanat, felsefe ve bilimde, tarazinin bir kefesine üç kıtaya yayılmış Osmanlı devletini, diğerine de en geniş hali olan Toskana grandüklüğünde bile, Osmanlı'nın bir vilayeti kadar küçük olan Floransa'yı koysanız; Floransa ağır basar.  Osmanlı'nın altı yüz yıllık tarihinde bir tane bile kayda değer fizik, kimya, matematik yada tıp alanında önemli bir eseri yoktur. Felsefede sadece tasavvuf denen ve havanda su döven şeyle ilgilenmiş, bir ara Kadızadeler diktası zamanında onu da haram ilan etmiştir. Osmanlı sanatı, her alanda (sadece resim-heykel-mimari değil, İlahi Komedya ile başlayarak edebiyat, müzik ve tiyatroda da) Rönesansın başlangıcı olmuştur. Osmanlı sanatı, kendi halkı arasında bile çok fazla bilinmez. Divan şiiri yada minyatür sanatı, daha çok akademisyenleri ilgilendirir. Avrupalılar, Floransa'ya ikinci Akropolis (Atina) derler. Rönesans'ın doğduğu ve her şeyin yeniden başladığı şehirdir.

İşte bu şehir, günümüzün ekonomik (ve siyasi) sistemi olan Kapitalizm'in başladığı şehirdir. Aslında Floransalılar, Feodalite yerine Kapitalizmi  koymak gibi bir amaç gütmemişlerdir. Yaptıkları sadece bazı tüccar ve bankerlere soyluluk ünvanı vermekti. Çünkü yüz ölçümü küçük Floransa şehrine gerekli zenginliği ticaret, özellikle ilk kuruldukları yıllarda uzmanı oldukları yün ticaretini teşvik için yapmışlardı. Şehrin nüfusu fazla,  toprağı azdı. Sonra bu tüccar soylular, toprak sahiplerinin yerini aldı. Toprak sahibi olmayan bu yeni nesil aristokratlara burjuvazi, yani şehir soylusu dendi. Burj kelimesi, Türkçedeki burç kelimesinin İtalyanca telafffuz edilmiş halidir. Burçların, yani şehrin içinde yaşayan soylular demektir. Toprak yerine sermayesi, yani kapitali olanın soylu olduğu bu sisteme de Kapitalizm, denildi. Bu sistem Floransa'dan çıktı, önce kuzey İtalya şehirlerine, sonra tüm dünyaya yayıldı.

 Ticaret her zaman önemliydi ve korunurdu ama esas üretin kaynağı topraktı. Tüccarlar korunmakla beraber, macecı göründüklerinden,  çoğu kez maceracı olarak görülürlerdi. Özellikle önce Roma imparatorluğunun iç kargaşalarla zayıflaması, sonra Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması ile ticaret zayıflamış, tüccarlık gözden düşmüş, daha ziyade Yahudilerin mesleği haline gelmişti. O kadar ki Karolenj imparatorluunda Yahudi kelimesi, aynı zamanda tüccar demekti. (Günümüz Türkçesindeki Manav kelimesi gibi düşünün. Bir de eskiden şehirler arası posta taşıma işlerini genelde Tatarlar yaptığı için, bu işi yapan herkese Tatar denilirmiş.) Haçlı seferleri ile bazı İtalyanlar, Müslümanlarla savaşmak yerine, ticaret yapmayı tercih edipte, Akdeniz ticareti canlanınca, tüccarlar tekrar itibar kazanmaya başlıyorlar. Toprağı olmayan kuzey İtalya'da da ana üretim alanı oluyor.

Soyluluk ünvanı orta çağlarda, hele de Avrupa'da önemliydi. Soyluluk ünvanınız yoksa, siyaset yapamazdınız. O ülkenin krallık yada cumhuriyet olması, çok önemli değildi. Orta çağ cumhuriyetlerinde (Novgorod, Floransa, Pisa, Venedik vesaire) aristokrat olmayanlar, vatandaş sayılmazdı.  Max Weber'in tezi bu açıdan bence komiktir. Kapitalizm, daha Protestanlık yada onun öncülü olan görüşlerin izi bile yokken Kapitalizm vardı. Daha 13. yy'da bile Kuzey İtalya'da sadece Floransa değil, diğer şehir devletlerinde (Bologna, Milano, Cenova, Venedik vesaire) ya büyük tüccarlar bir şekilde soylu olmaya yada soylular ticarete atılmış bulunuyordu. Marks'ın düşündüğü gibi aniden bir devrimle insanlık yada Avrupa, Aristokrasi'den Kapitalizme geçmedi. 1789 Fransız ihtilali sırasında pek az Aristokrat, baronu olduğu toprakları yönetiyordu. Pek çoğu şatolarını terk etmiş, Paris'te, eğer kralla arası yakınsa meşhur Lourve sarayında, diğerleri de Paris'in Sait Germain mahallesindeki villalarında yaşıyordu. Katolik kilisesi ise hem 1648 Vestfalya antlaşması ile eski gücünü kaybetmişti, hem de kilise ile devletin  ayrılması 1905'i bulmuştu. Pek çok Aristokrat, burjuva olmuştur. Bunun izini edebiyatta da görebiliriz. Balzac'ın romanları, yo olan Aristokrasiye ağıt gibidir. Soylu sınıfı övemeye çalışır ama bu sınıfın üyeleri, operalara, balelere gitmek, arkadaşlarının kadınlarına-kocalarına aşık olup,  maceralara atılmaktan başka bir iş yapmazlar.  Oysa Fransız burjuvası, Haiti ve bazı Antil adalarından başlayarak, Fransız sömürge imparatorluğu kurmuşlar, Fransa'yı sanayileştirmişlerdir. Thomas Mann'ın eserlerinde de Alman burjuvazisinin, kişilik olarak halen Aristokrat havasında olduğunu görürüz. Özellikle Thoma Mann'ın Buddenbrook ailesinde bir Aristokrat ruhlu burjuva ailesinin çöküşünü anlatır. (Tutunamayanlar'ı sıkıcı bulanlara, bu romanı tavsiye ederim. Uzun uzun bakışmalı Türk dizilerine benziyor) Yaşar Kemal'in Akçsaz'ın Ağaları üç romanlık serisinde, belki de bin yıldır savaşan iki yörük ailesinin, son beylerinin kavgası anlatıır. Bir beş yüz sayfa boyunca savaşan yörük beylerinin sağ kalan oğulları, tarlaları satıp, fabrika kurarlar. (Yaşar Kemal denilince akla İnce Memet gelse de, bence en iyi romanı Akçasaz'ın Ağaları'dır.

Kapitalizm ve onun çocuğu olan faşizm, her ülkede ve hatta her şehir ve köyde, kendi tarzında ilerledi. Faşizm başka bir konu, onu yazmıştım daha önce bu blogda, belki bir daha yazarım. Kapitalizm ise hiç Floransa yada Bologna ile anılmadı. Sonuçta bunlar küçücük şehirlerdi. Fransız ihtilali gibi bir kaç istisna olay haricinde pek çok toplumda yavaş yavaş Feodalitenin yerini aldı yada feodal  derebeyleri kapitalistleşti. Az önce de dediğim gibi 1789'da bile Fransız toplumu fazlası ile kapitalist ve sanayileşmişti. Jean-Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri adlı anı kitabında, Fransız ihtilalinden çok önce (zaten kendisi 1778'de ölmüş) yazdığı anılarında, bir gün ormanda kayboluşunu anlatır. Ormanda garip sesler duyar ve bunların keşfedilmemiş ilkel kabileler olduğunu düşleyip, seslerin olduğu yere doğru gidişini anlatır. Gittiği yerde bulduğu şey, bir çorap imalathanesidir ve o seslerde çorap makinelerinin sesidir. Kapitalizm ile ilgili olarak A.B.D yada İngiltere'nin adı çok geçer ama Floransa'nın adı pek anılmaz. Bu şehir daha çok Rönesand ve Hümanizm ile anılır. Oysa Floransa kapitalizmi de pek masum değildir. Medici ailesinden üç Papa (Emrah Sefa Gürkan'a göre dört) ve iki de Fransa kraliçesi çıkmış, kraliçe Chatherine de' Medici, Sait Barthelemy katliamında yani 23 Ağustos 1572'i 24  Ağustos 1572'de bağladığı gece, putperest Roma'nın, İmparator Konstantin'den öldürdüğünden daha fazla Hristiyanı (Hugonot denen Fransız Protestanları) öldürdüğü katliamı organize etmiştir.  Medici ailesinden gelme Papalar da, öyle masum kişiler değildi. Ülkelerin ve dünyanın kapitalist olması, çoğu kez fark etmeden oldu. Bu konuyu daha iyi anlaşılması için 1963 yılı yapımı Leopar filmini tavsiye edeceğim.  Film, Sicilya gibi feodaliteden kapitalizme geç geçmiş bir bölgede,  bir derebeyinin, burjuva olma çabasını anlatıyor.

Sosyalizm ise, 1917'de birdenbire dünyanın en büyük üçüncü devletinde iktidara geldi. O zamanlar İngiliz sömürge imparatorluğu, Dünya'nın üçte birinden fazlasına egemendi.  İkinci de Fransız sömürge imparatorluğuydu. İkinci Dünya Savaşından sonra bu sömürge imparatorlukları sömürgelerini, bir kaç istisna ve bir sürü ada haricinde kaybetti ve orta boy Avrupa devletlerine döndü. Rusya ise, bu gün bile Dünya'nın açık ara en büyük yüz ölçümlü devleti. Sovyetler Birliği ile Rusya arasında, A.B.D.'nin yarısı kadar yüz ölçümü kadar fark vardır. 1914'de yani 1. Dünya savaşı sırasındaki geri çekilmesi hariç yüz ölçümü, 1989'daki Sovyetler Birliğinden daha büyüktü. Türkiye'in Kars-Ardahan bölgesi, Finlandiya ve bugünkü Polonya topraklarının bir kısmı da bu devlete dahildi. Bu dev devlet, sevgiyle, saygıyla, çiçekle, böcekle kurulmamıştı elbet. Sonuçta çok laf yalansız, ço mal haramsız olmadığı gibi, çok toprakta kansız olmazdı, olamazdı. Bu devasa topraklar işgal edilirken yada elde tutuurken nice nşce savaşlar, isyanlar, katliamlar olmuştu. Sonuçta Rusların düşmanı çoktu.

Rusya bu devrimle beraber,  hem Dünya'dan, hem de beyaz adamlıktan koptu. Artık Rusya, Osmanlı, Türkler, Sibirya halkları, Çinliler yada diğer Asyalı milletlere karşı, Hristiyan Avrupalıların müttefiği değildi. Zaten Sosyalizm, özü gereği  Ateist'ti ve din, halkların afyonudur demişti Karl Marks. Dünyanın tüm ekonomisini değiştirmek, yeni bir din sahibi olmaktan daha tehlikeliydi. Rusya, topluca Müslüman yada Budist olsa, tarih o kadar değişmezdi. Gerçi 1917 yılında Müslüman ülkeler ya İngiliz-Fransız sömürgesiydi, ya da Osmanlı'ya karşı savaşta, İngiliz müttefiğiydi. 1989'da Sovyetler Birliği dağılınca,  tekrar Hristiyan oldu belki ama bir da Avrupa'nın, daha doğrusu beyaz adamın müttefiği olmayı bıraktı. Gene Komünist dönemde olduğu gibi Afrika'nın, Çin ve Asya'nın, Latin Amerika'nın müttefiği oldu. Tatar-Moğol kökenlerine geri döndü. Çarlık zamanında kendisini Doğu Roma (Bizans)'ın devamı olarak görürdü, resmi olarak. Oysa Bizans'ın mirasçısı Osmanlı'ydı. Alman tarihçi Gibbon, Osmanlı, Bizans'ta saltanat sülalsi değişimidir, der. Rusya ise Moğol impartorluğunda sülale değişimiydi,  1917'de özüne döndü. Rusya'da, soylular ile halk arasındaki ayrım bile antik Hun-Türk kavimlerinin, Akbudun, Karabudun ayırımına benziyordu.  Ruslar,  tıpkı Hunlar gibi atlı ve kalabalık birliklerlei hızlı ve güçlü baskınlar ile düşmanı yıkıyorlardı. Rusların meşhur yanık toprak sıtratejisi bile, Hunlardan kalmaydı. Çinliler, Hun-Moğol veya diğer kuzey kavimlerini kovalamak istediklerinde, Gobi çölünden başlayarak, kuzeye gittikçe soğuyan ve yüksekeşen coğrafya ile mücadele edemeyeceklerini anladıklarından, böyle maceralara girmediler. Avrupa'da İsveç Kralı Demirbaş Şarl (XII Karl), Napolyon ve Hitler, bu hatayı yaptı ve Rus bozkırlarında imparatorluklarını kaybetti. 1917'den sonra Rusya, Avrupa müttefiklerini kaybedince, Sosyalizm ve sempatizanlarının yardımı ile bir dünya imparatorluğu olmaya karar verdi. 

Eşyanın tabiatı gibi devletlerin de tabiatı vardır. Adığımız her eşya, kişiliğimizi değiştirir, şekillendirir. Lenin bile, kuşübede farklı, sarayda farklı düşünürüz, demiştir. Kendisi Emparyalizm adı taşıyan ve Emperyalizmi eleştiren bir kitap yazmış olduğu halde,  Rusya'nın başına geçince, kendisi de bir emperyalist oldu. Halkların Kendi Kaderini diye bir kitap da yazmıştı ama Polonya'nın, Finladniya'nın ve Baltık Ülkelerinin ( Estonya, Letonya ve Litvanya) bağımsızlığını kabul etmedi. Zamana Karşı Toprak diye anlatmıştı bu durumu. Çünkü iç savaş devam ediyordu. 1918 Kasımında, yani devrimin birinci yıl dönümünde, ülkenin dörtte üçünden fazlası Beyazların yani karşı devrimcilerin elindeydi. Beyaz orduyu Kazan şehri yakınlarında yenen Kızıl Ordu'nun başında ise, Lev Troçki vardı. Troçki, Şubat devrimi sırasında Menşevikti. Menşevikler, Lenin'in kurduğu Rus Sosyal Demokrat partisinin, Lenin'e muhalif kanadıydı. Ayrışma kesinleşince Lenin,  kendi hizibine, Rus Komünist Partisi adını vermişti.

1917'de Rus çarlığı, Osmanlı'dan bir gömlek üstündü ve Osmanlı'nın duraklama sonu, gerileme başlangıcına benzer bir durumdaydı. Devlet ve ordu yapısı olarak, Osmanlı'dan üstündü. Sinop deniz savaşında, Osmanlı donanması halen granit yada kalker taşından yapılma top gülleleri kullanırken; Rus donanması düştüğü yerde patlayan modern top mermileri kullanıyordu. İstanbul'a 22 Ekim 1868 tarihinde getirilen ilk otomobil, halk tarafından şeytan icadı diye denize atılırken Rusya; Büyük Petro'dan (Türklerce deli denilse de bu yiğidin iyisine deli denmesindendir) itibarek teknolojinin, özelikle de askeri teknolojinin takipçisi, hatta üreticisi olmuştu.  Bu konuda Osmanlı'dan iyiydi ama asla bir Almanya, İtalya falan değildi. Ekonomi halen tarıma dayalıydı ve halkın büyük çoğunluğu köylüydü. Rusya'nın Osmanlı'dan üstün olduğu diğer bir konu da bürokrasiydi. Subayların tamamına yakını harp akademili, harbiyeiydi ve askeri bürokrasi başta olmak üzere bürokrasi aristokrasiye dayansa da, Osmanlıdan daha fazla liyakata değer veriyordu. 

Siyasi açıdan ise Osmanlı'dan gerideydi. Halen orta çağın ik dönemlerindeki Feodalitede kalmışlardı. 1861'e kadar Rus köylüsü derf yani toprağa bağlı köleydi ve Rus soyluları toprala veraber köylüleri; hatta sadece köylüleri alıp-satabiliyordu. Bu tarih, Amerika'da kölelik sebepli iç savaşın başladığı yıldır. Amerika'daki siyahların 1861 yada iç savaşın bittiği 1865'deki toplumsal konumu, aynı tarihteki Aristokrat olmayan Ruslardan bir gömlek daha kötüydü. Ruslar da halen toprak sahiplerinin kölesiydi. Sonrasında köylü Rusların yaşam şartları ve toplumsal konumları da Amerika'daki siyahilerden farklı değildi. Dostoviyetski'nin meşhur Suç Ve Ceza  romanında, Raskolnikov, neden hukuk okuduğunu belli etmez yada söylemez? Günmüz Türkiye'sinde tıp yada hukuk okuyanlar, ilk beş  dakika içinde illa bir bahane ile söyler.  Zira hukuk yada tıp, alt sınıftan bir birey de olsanız, üst sınıfa çıkmanızın yüksek olduğunuzu gösterir. Oysa 191yy Rusya'sında Mujik (Rus edebiyatında Aristokrat olmayan Rus), Hukuk okusa bile, kasaba avukatı veya savcısı olur. Öyle yargıtaya, danıştaya (yada o dönem Rusya'sında eş değiri yargı makamı neyse) falan seçilemiyordunuz. Tıp okursanız da anca kasaba-köy doktoru oluyordunuz. Amerika'da da Siyahiler, Jim Crow yasaları sebebi ile 1865'den sonra da, hatta günmüzde de bu durum çok farklı değildir, alt sınıf olmaya devam ediyorlardı. 1917'de Rusya'da oanlar, 1804'de Haiti'de olanlar benzemekteydi. Haiti'den farklı olarak, burada köleler, deryeti  renkleri ile kendilerini belli etmiyorlardı, efendileri ile aynı ırktandı.

Rus imparatorluğu 1917'de gerileme dönemindeydi. Daha 1867 yılında Alaska gibi büyük bir alanı Amerika'ya satmıştı. Asıl sarsıcı olan 1904-5 Rus-Japon savaşı yenilgisiydi. Bu yenilgi ile kaybettiği toprak ve itibar bir yana, artık Pasifik okyanusunda bir deniz gücü değildi. Çok fazla asker ve gemi kaybetmişti. Osmanlı ile yapılan meşhur 93 Harbi (1877-78 savaşı) bariz bir Rus zaferi ile bitse de, savaşın maliyeti Rus ekonomisini çökertmiş, alt sınıflar onlarca yıldır yoksuldu. Gene de yüz yıllardır ülkeye egemen olan Feodallerin ülkeden sökülüp, atılması kolay olmadı. Uzun süren iç savaş sonrasında ülke yetişmiş insan gücünün çoğunu kaybetti. Milyonlarca Rus, ülkeyi terk etmiş, Dünya'nın dört bir yanına dağılmıştı. Eğitime ulaşabilenler varlıkı, yani aristokrat kişilerdi.  İç savaş ülkeyi yımış, zaten sallantıda olan devlet teşkilatı tamamen dağılmıştı. Kurmak da sayısları on  altı bin küsur olan ve devrimle elli beş bin kadar bir sayıya ulaşan Bolşeviklere kalmıştı. Bolşevikler, öyle yada böyle bunu başardı.

Rusya, yapı olarak emperyalist, yani yayılmacıyıdı, Bolşevikler gibi radikal ve küçük bir grubun eline geçmesi de onu değiştirmedi. Devlet, Bolşevikleri değiştirdi. Bence Troçki'nin, Lenin'in ikinci adamı olduğu halde, Lenin'in ölümünden sonra iktidarı kaybetmesini, görüş farklılıkları yada Şubat devriminden sonra katılmış olmasına değil, Yahudi olmasına bağlarım. Rusya, antisemitizmin yaygındı. Hitler'in soykırımını herkes bilir ama Rus iç savaşında da bir milyon kadar Yahudi olduğunu pek az kimse bilir. Hatta Beyaz Rus generalerinden biri, Rus iç savaşından sonra, bir Yahudi tarafından öldürülmüş, o Yahudi de mağdurluğu bahanesi ile serbest bırakılmıştı. Bu olay, Talat Paşa'nın katili olan Ermeni'nin de serbest bırakılmasına bahane olmuştu. Kızıllar, Beyazlar gibi Yahudi katletmedi ama genel anlamda Yahudilerin siyasette ve toplumda etkin olamadığı ve her fırsatta kaçmaya-göç etmeye çalıştığı bir ülke oldu (Özellikle Stalin zamanında). 

Ekim devrimi, çöken Rus imparatorluğuna, ikinci genişleme dönemini başlattı. Bu dönem 1989'a kadar sürdü.  Rusya o kadar büyüktü ki, Sosylaizmi de yuttu. Çin yada başka bir bölgedeki sosyalizm de, Rusya ile kıyaslandığı gibi, diğer ülkelerdeki Sosyalist devrimler yada devrim teşebbüsleri , Rus emperyalizminin bir parçası olarak görüldü. 1945'den sonra Sosyalist olan doğu Avrupa ülkeleri (Polonya, Doğu Almanya, Çekya, Slovakya (Çekoslovakya), Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) için Rus işgali demekti. Arnavutluk yada  Yugostlavya'da ise Rus etkisi açıktı ve Sovyetler birliği yıkılınca, buradaki rejimler de yıkıldı. Araplar ve Afrikalılar için Sosyalizm, bazı zenginlerin mallarına el koymak ve Ruslardan yardım almaktan ibaretti.

1989-90'dan sonra neredeyse Dünya'daki tüm sol ideolojiler, Sovyetler birliğinin yıkılması ile sarsıntı geçirdi. Varşova paktı, Sovyetler Birliği, Yugostlavya, Arnavutluk, be varsa yıkıldı, dağıld. Bir tek Küba dayandı. İtalya'nın Komünist kentleri, İskandinavya sosyal demokrasisi bile yıkılıdı ve gücünü kaybetti. Daha neler neler oldu ve her şey Rusya'ya bağlandı.

Oysa en ateşli kaptalistler bile Floransa'nın adını almaz ve Kapitalizm de, özellikle kuruluş yıllaırnda defalarca iflas etti ama hiç kimse de, bu tüccar-esnaf milletine soyluluk ünvanı vermekten vazgeçelim demedi. Aristokratlar, derebeyleri de eyvah, saltanatım bitti demedi yada dediklerinde iş işten geçmişti. Sosyalizm ise, Rus Çarlığı gibi devasa ve güçten düşmeye başlayan bir imparatorlukla ve tüm dünya kapitaslistlerini bir anda üzerine düşman etme talihsizliğini yaşadı.

12 Kasım 2024 Salı

SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR (HAYIR DE) -WOLFGANG BOCHERT



SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR (HAYIR DE) 

Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine
çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin
nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...


Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki
ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden
yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...

Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:

Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut
kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri
öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi
rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.

Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük
çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.

Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.

Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda
donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.

Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.

Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak
ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş
bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,
ufalanacak.

Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız
ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç
soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar
arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,
duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.

Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
HAYIR demezseniz!...




Wolfgang BORCHERT

Çeviri : Rahman HAYDAR
Kaynak : www.yersizyurtsuz.com

10 Kasım 2024 Pazar

Bertrant Russell'ın Nobel konuşması: "Hangi arzular daha önemli?" 1950



Saygıdeğer majesteleri, bayanlar ve baylar,


Bu akşamki konuşmam için bu konuyu seçtim çünkü mevcut siyasi tartışmalarda ve siyasi teorilerde psikolojiye yeterince yer verilmediğini düşünüyorum. Ekonomik gelişmeler, nüfus istatistikleri, anayasal düzen ve daha niceleri üzerinde daha çok duruluyor. Kore Savaşı başladığında orada kaç Kuzey Koreli ve kaç Güney Koreli yaşadığını öğrenmek artık zor değil. Eğer doğru kitaplara bakarsanız kişi başına düşen milli gelirlerinden tutun da kullandıkları silahlara kadar bütün bilgileri bulabilirsiniz. Ama eğer Korelinin nasıl bir insan olduğunu ya da Kuzey ve Güney Koreli arasında kayda değer bir fark bulunup bulunmadığını, orada yaşamın nasıl olduğunu, orada yaşayanların mutsuzluklarını, memnuniyetsizliklerini, umutlarını, korkularını öğrenmek isterseniz bakacak kitap bulamazsınız. Ayrıca Güney Koreliler'in Birleşmiş Milletler'in yardımlarından menmun olup olmadığını ve seçme şansları olsaydı komşuları Kuzeyliler ile yaşamayı tercih edip etmeyeceklerini de söyleyemezsiniz. Ya da toprak reformunundan, adını daha önce hiç duymadıkları politikacılara oy verebilmek için, vazgeçip vazgeçmeyeceklerini bilemezsiniz. Uzak başkentlerde oturan vurdumduymazlar, hayal kırıklığına neden olan kararlarını alırken, tüm bunları dikkate almazlar. Eğer siyaset, bilim olarak anılsın isteniyorsa, eğer siyasi olayların sonuçları tahmin edebilsin isteniyorsa, politik düşüncelerimiz eylemlerimizin içine daha derinden girmeli. Açlığın sloganlara etkisi ne? Bu etkiyle günlük kalori tüketiminiz değişiyor mu? Eğer bir insan size demokrasi önerirken, diğeri bir çuval buğday önerirse açlığın hangi aşamasında buğdayı demokrasiye tercih edersiniz? Bu tarz soruların üzerinde düşünmek gerekir. Ama şu anda, Korelileri bir yana koyup insanlığa bakalım.

İnsan davranışlarının tümü arzu tarafından yönlendirilir. İnsanın ahlakı ve görevleri dolayısıyla arzuya karşı koyabileceğini söyleyen ve bir grup ağırbaşlı ahlakçı tarafından geliştirilen yanlış bir teori var. Bunun yanlış olduğunu söylememin nedeni, insanların görev bilinciyle hareket etmemesi değil elbette. Böyle söylememin sebebi, sorumluluk sahibi olmayı arzulamadıkça, hiç kimsenin görev bilinciyle hareket etmeyecek olması. İnsanların ne yapacağını anlamak için onların içinde bulundukları maddi koşulları bilmeniz yetmez, aynı zamanda arzularını ve bu arzular karşısındaki zayıflıklarını da bilmeniz gerekir.

Bazı arzular var ki politik olarak çok önem arz etmemekle birlikte oldukça güçlüdürler. Birçok insan bir noktada evlenmeyi arzular ve bu arzularını gerçekleştirmek için politik bir pozisyon almaları da gerekmez. Tecavüz mağduru Sabin Kadınları gibi istisnalar elbette mevcuttur. Ve Kuzey Avusturalya'nın gelişiminin önündeki engel de birçok hırslı genç erkeğin çalışmak yerine kendilerine ihtiyaç duyan kadınlara yönelmesiydi. Ama bu gibi durumlar alışılmışın dışındadır ve genelde kadın ile erkeğin birbirlerine yönelik ilgisi, politikayı çok az etkiler.

Siyaseten önemli arzular, birincil ve ikincil olmak üzere, iki gruba ayrılabilir. Birincil grupta yemek, barınma, giyinme gibi hayatın temel ihtiyaçları bulunur. Bunlardan herhangi birinde kıtlık baş gösterirse, insanın yapabileceklerinin ya da başvurabileceği şiddetin sınırı yoktur. Tarih öğrencileri der ki Arabistan çok göç almaya başlayınca, ülke aşırı nüfuslanmış ve insanlar siyasi, kültürel ve dini yapılanmalarıyla beraber dört defa çevre bölgelere taşmış. Bunlardan sonuncusunda İslam yükselişe geçmiştir. Germenlerin Güney Rusya'dan İngiltere'ye oradan da San Fransico'ya yayılışı da benzer motivasyona dayanmaktadır. Şüphesiz ki buradaki temel arzu yiyecekti ve bu arzu, en büyük siyasi olaylardan birine neden oldu.

Ama insan diğer hayvanlardan çok önemli bir noktada ayrılır: Bu da onun bazı arzularının sonsuzluğudur, bu arzuların asla tatmin edilememesidir. Bu türden arzular, cennette bile ona huzur vermeyecektir. Boa yılanı yeterli yemeği olduğunda uykuya gider ve tekrar yemek yemeye ihtiyaç duyana kadar uyanmaz. İnsanoğlu ise çoğu zaman böyle değildir. Bir zamanlar tutumlu yaşamaya alışmış olan Araplar, Doğu Roma İmparatorluğu'nun zenginliklerine ulaşınca, direnemeyip kendilerine inanılmaz derecede lüks saraylar yaptılar. Yunan köleler onlara yiyecek temin ettiği için açlık artık mevzu bahis değildi. Buna rağmen durmamalarının ise dört sebebi vardı: Açgözlülük, hırs, kibir ve güç aşkı.



Açgözlülük - yani olabildiğince çok mala ya da ünvana sahip olma isteği - bana göre, korkudan ve gereksinimlerden filizlenir. Bir keresinde kıtlıktan ve dolayısıyla ölümden kaçan iki küçük Estonyalı kızla tanışmıştım. Benim ailemle birlikte yaşadılar ve elbette birçok yiyecekleri oldu. Ama bütün eğlenceleri komşu çiftliklerden patates çalıp onları biriktirmekti. Çocukluğunu sefalet içinde geçiren Rockefeller da yetişkinliğini benzer şekilde geçirmiştir. Aynı şekilde Arap emirleri de ipek Bizans divanlarını gördükten sonra bile çölleri unutmayı başaramayınca fiziksel ihtiyaçlarının çok ötesinde zenginlik biriktirmişlerdir. Açgözlülüğün psikoanalitik açıklaması ne olursa olsun, kimse bunun en kuvvetli itici güçlerden biri olduğunu inkar edemez. Ne kadar elde ederseniz edin her zaman daha fazlasını isteyeceksiniz ve tatmin olmak sizin için ulaşılmaz bir hayal olarak kalacak.

Kapitalist sistemin temelini oluştursa bile, açlık yarışından galip çıkmamızı sağlayan güdü, açgözlülük değildir. Hırs ona nazaran çok daha güçlüdür. Yine İslam tarihine dönersek, hanedanlar, sultanın farklı anneden olma oğlan çocukları anlaşamayınca evrensel bir yıkımla sonuçlanan iç savaşlara maruz kaldılar. Benzer şeyler modern Avrupa'da da yaşanıyor. Tüm mantıksızlığına rağmen, İngiliz Hükümeti, Kaiser'ın Spithead'de, donanma talimlerinde bulunmasına izin verince, ortaya çıkan sonuç, kesinlikle istenilen değildi. Düşündüğü şey, "Büyükanneninki kadar iyi bir donanmaya sahip olmalıyım" idi. Ve bu düşünce, art arda belalar doğurdu. Eğer açgözlülük hırstan daha güçlü olsaydı dünya daha mutlu bir yer olurdru. Ama gerçekte, birçok insan, gülen yüzleriyle, düşmanlarının yıkımını garantilemeye çalışıyor. Günümüzde vergileri bu kadar yükselten de bu çabadır.

Kibir, yüksek potansiyel taşıyan bir güdüdür. Çocuklarla ilgilenen herkes bilir ki onlar durmadan soytarılık yapıp, "Bana bak" derler. Bu "Bana bak"lar insan kalbinin en temel arzularından birini yansıtır. Bu arzu karşımıza, saçmalıktan ebedi şöhret arayışına uzanan pek çok şekilde çıkabilir.

Rönenans döneminde varlık göstermiş bir İtalyan Prensliği'nde, ölüm döşeğinde yatan bir rahibe "Hiç pişmanlığın var mı" diye sorarlar. "Evet" der, "Bir şey var. Bir keresinde İmparatoru ve Papa'yı aynı anda ziyaret etme şansım olmuştu. Onları kulemin tepesindeki manzarayı göstermek için yukarı çıkardım ve bana ebedi ün getirecek bir fırsatı teptim, ikisini de aşağı itmeliydim." Tarih, rahibin günah çıkartıp çıkartmadığını bilmiyor. Kibirin en büyük sorunu, beslendiği şeyle beraber büyümesidir. Hakkınızda konuşulduğu sürece, hakkınızda daha fazla konuşulmasını isteyeceksiniz. Mahkemeye çıkan tutuklu bir katilin medyaya göz atmasına izin verirseniz, davasına yeterince yer ayırmayan gazeteye öfkelendiğini görürsünüz. Diğer gazetelere bakıp da hakkındaki haberleri gördükçe, davasına yüzeysel yer veren gazeteye öfkesi büyüyecektir. Politikacılar ve edebiyat insanları da farklı değildir. Ün arttıkça, haberlerden tatmin olma düzeyi de o kadar düşecektir. Kibirin hayatının farklı dönemlerinde insanın üzerinde bıraktığı etkiyi abartmak pek mümkün değildir. Bu etki, üç çocuklu bir ailede büyüyen birini, dünyayı titreten birine dönüştürebilir. İnsanoğlu sürekli dua ettiği Tanrı'ya bile benzer bir kibir yakıştırma, acımasızlığına düşmüştür.
Bu güdülerin etkisi ne kadar büyük olursa olsun bir tanesi var ki diğer hepsine ağır basar. Güç aşkından bahsediyorum. Güç aşkı, kibire yakındır ama aynı şey değildir. Kibirin tatmin edilebilmesi için zaferle taçlandırılması gerekir ve güçten yoksunken de zafer kazanılabilir. ABD'de en büyük zaferi tadanlar film yıldızlarıdır ve onları bu pozisyona şimdiye dek hiçbir zafer kazanamayan Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi de getirebilir. İngiltere'de, kralın başbakandan daha çok zaferi vardır ama başbakan kraldan daha güçlüdür. Birçok insan zaferi güce tercih eder fakat büyük resme bakınca, gücü tercih edenlerin tarihin akışına daha fazla yön verdiğini görürürüz. Blücher 1814'de Napoleon'un saraylarını görünce "Bütün bunlara sahip olan birinin Moskova'nın peşinde koşması salaklık değil mi" der. Kibirden arınmış biri olduğunu asla söyleyemeyeceğimiz Napoleon, seçim yapması gerektiğinde yine de gücü seçti. Blücher'e bu seçim aptalca gözüktü. Halbuki güç aynen gösteriş gibi doyumsuzdur. Tanrı'nın sonsuz gücü hariç hiçbir şey onu tamamen tatmin edemez. Enerjik bir insanın zaafları, doyumsuzluk oranı hesaplanırken, denklemin dışında kalır. Halbuki bu zaaf, güç aşkına zemin oluşturmuştu. Öte yandan zaaflar önemli adamların hayatındaki en güçlü itici unsurdur.
Güç aşkı, güç deneyimlendikçe artar ve bu dinamik küçük bir güç sahibinde olduğu kadar feodal bey üzerinde de etkilidir. 1914'ten önceki mutlu günlerde, hali vakti yerinde kadınlar, bir grup hizmetçiyi yönlendirebiliyordu ve yaşlandıkça onlar üzerinde daha fazla güç uyguluyorlardı. Benzer şekilde, otokratik bir rejimde, gücün yaptırabileceklerini gören güç sahipleri gittikçe daha da tiranlaştılar. İnsanlar üzerinde ne kadar güçlü olduğunu ölçmenin yolu onlara normalde yapmayacakları şeyler yaptırmaktır. Bu nedenle kendisini güç aşkına kaptırmış bir kişi, zevkten çok acı verir. Eğer patronunuzdan ofisten ayrılmak için izin isterseniz, bu izni vermek yerine sizi reddeder ve gücünü ancak böyle deneyimler. Eğer inşaat ruhsatına ihtiyacınız varsa, alt kademe memurlar "Hayır" demekten, "Evet" demeye göre daha çok zevk alacaklardır. Güç aşkını tehlikeli kılan işte bu tip güdülerdir.

Ama daha arzu edilesi başka tarafları da vardır. Bilgi arayışı bana göre güç aşkından kaynaklanır. Tıpkı bütün bilimsel gelişmeler gibi... Siyasette de reformcu biri, bir despotunki kadar büyük bir güç aşkına sahip olabilir. Güç aşkını sadece itici kuvvet olarak nitelemek de büyük bir hatadır. Ya bu itici kuvvetle faydalı işler yaparsınız ya da sosyal çevreniz ve kapasiteniz uyarınca zararlı işlere yönelirsiniz. Kapasiteniz teorik ya da teknik olabilir, bu doğrultuda bilgiye veya yönteme katkıda bulunursunuz. Eğer politikacıysanız güç aşkı sizi harekete geçirebilir. Ve bu güdü, bazı durumları statükoya tercih ettiğiniz görüldüğünde tatmin olur. Tıpkı Alcibiades gibi, büyük bir general için hangi tarafta savaştığının önemi olmamasına rağmen generallerin çoğu kendi ülkeleri için savaşmayı tercih etmişlerdir ve burada güç aşkından farklı bir motivasyon vardır. Politikacılar kendilerini devamlı çoğunluğun yanında bulmak için taraf değiştirebilirler ama çoğu polikitacı bir siyasi partiye ya da ötekine daha yakındır ve güç aşklarını tercih ettikleri bu partinin hizmetine sunarlar. Güç aşkının, en saf halini, farklı tip insanlarda gözlemleyebilirsiniz. Bunlardan biri paralı askerlerdir ve Napoleon bu türün en güzel örneğidir. Bence Napoleon'un Korsika yerine Fransa'yı tercih etmesinin ideolojik bir nedeni yoktu ama eğer Korsika İmparatoru olsaydı bir Fransız gibi davranırken, ulaştığı büyüklüğe yaklaşamayacaktı. Fakat onun gibilerin tatmine ulaşmasında kibirleri de etkili olduğundan, onlar iyi birer örnek değillerdir. Bunun en saf örneği tahtın arkasındaki güçte, yani akıl hocasındadır. Toplum önünde hiçbir zaman görünür olmaz ve şu gizli düşünceyle avunur: "Bu küçük kuklalar iplerin kimin elinde olduğunu bilmiyorlar." Alman İmparatorluğunun 1890-1906 yılları arasındaki dış politikasını belirleyen Baron Holstein bu türden insanları en mükemmel şekliyle temsil eder. Baron Holstein, varoşlarda yaşamış, topluma karışmamış ve İmparatorla tanışmaktan kaçınmıştır. İmparatorun ısrarlarının dayanılmaz olduğu bir seferlik istisna dışında bütün kraliyet üyelerinden gelen davetleri giyecek resmi bir kıyafeti olmadığı bahanesiyle reddetmiştir. Bakanlara ve birçok kraliyet mensubuna şantaj yapmasına imkan tanıyacak kadar geniş bir bilgi birikimine sırdaştı. Ama bunu zenginlik, ün ya da herhangi başka bir avantaj elde etmekte değil, dış politikaya istediği yönü vermek için kullanmıştı. Doğu'daki haremağaları arasında da böyle karakterler bulmak şaşırtıcı değildir.
Şimdi, daha önce bahsettiklerimiz kadar önemli olmasa da aslında büyük önem taşıyan diğer güdülere geçmek istiyorum. Bunlardan ilki adrenalin bağımlığıdır. İnsan, sıkılma kapasitesiyle diğer canlılardan ayrılırlar. Gerçi bazen hayvanat bahçesinde maymunları izlerken de onların bu yorucu duyguya kapıldığını düşünüyorum. Her neyse, deneyimlerimiz bize can sıkıntısını bertaraf etme isteğinin, neredeyse bütün insanlarda bulunan güçlü bir arzu olduğunu gösteriyor. Beyazlar henüz bozulmamış yerlilerle ilk karşılaştıklarında onlara balkabağından kilise ışığına kadar birçok farklı şey sundular. Bunların birçoğuna yerliler tepki göstermediler. Hediyeler arasından en dikkate değer buldukları, kısa süreliğine bile olsa hayatlarında ilk kez yaşamın, ölümden daha iyi olduğunu düşündüren alkol oldu. Kızılderililer henüz beyazlardan etkilenmemişken sigaralarını bizim gibi sakince içmezlerdi. Dumanı ciğerlerine öyle hararetle çekerlerdi ki dışarıya belli belirsiz bir duman bırakırlardı. Ve nikotin kaynaklı heyecan sona erdiğinde yurtsever bir konuşmacı onların komşu kabileye saldırmasını sağlardı. Bu, bizim kişiliğimiz uyarınca at yarışları sırasında veya genel seçimlerde duyduğumuz hazza benzerdi. Kumarın verdiği zevk ise tamamen heyecan kaynaklıdır. Monşer Huc, Çinli tüccarların kış vakti Çin Seddi'nde, bütün paralarını, sonra bütün malvarlıklarını ve en son kıyafetlerini kaybedene kadar kumar oynadıklarını ve çıplak kaldıkları için de soğuktan öldüklerini anlatır. Bana göre, medeni insanda olduğu gibi ilkel Kızılderili kabilelerinde de, insanların savaşı alkışlamasına sebep olan duygu, heyecan sevgisidir. Sonuçları kimi zaman daha ciddi olsa da futbol maçlarında hissedilen de budur.

Adrenalin bağımlılığının köklerinin nereye dayandığını bulmak pek kolay değil. Ama zihinsel donanımlarımızın insanların avlanarak yaşadığı dönemde şekillendiğini düşünme eğilimim var. Bir erkeğin elindeki ilkel bir silahla, onu yiyeceği hayaliyle bir geyiği takip ederek bütün bir gününü geçirdiği ve günün sonunda zafer kazanmış bir edayla mağarasına dönüp, yorgun bir şekilde oturarak karısının eti pişirmesini beklediği zamanlardan bahsediyorum. Erkek uykuludur, kemikleri sızlıyordur ve yemeğin kokusu zihninin bütün odacıklarına doluşmuştur. Ve nihayet, yemekten sonra derin bir uykuya dalar. Böyle bir hayat tarzında ne enerjiye ne de sıkıntıya yer vardır. Ama tarıma geçip, karısını tarladaki zor işlere yolladığında, hayatın boşluğu üzerine düşünmek, mitolojiler yaratmak ve felsefe sistemleri oluşturmak, Valhalla domuzunu avlayacağı sonraki yaşamını hayal etmek için vakti oldu. Zihinsel donanımız fiziksel güç gerektiren işlere uygun durumda. Daha gençken tatillerimi yürüyerek geçirirdim. Günde yirmi beş mil yürüyebiliyordum. Akşam olduğunda da beni sıkıntıdan kurtaracak bir şeye ihtiyacım olmuyordu çünkü oturmaktan aldığım zevk bana yetiyordu. Ama modern hayat bu tarz fiziksel yorgunluklara açık değil. İyi bir iş oturarak yapılır ve çoğu iş egzersizi sadece birkaç kasımızı hareket ettirir. Eğer insanlar günde yirmi beş mil yürüseydi Trafalgar Meydanı'nda, devletin onları ölüme gönderme kararını kutlamak için toplanmazlardı. Münakaşa sevdasını tedavi etmek ne var ki uygulanabilir değil. Çünkü eğer insanoğlunun soyu devam edecekse, kullanılmamış fiziksel enerjinin meydana çıkardığı heyecan aşkının dışarı güvenli bir şekilde yansıması gerekir. Bu hem ahlakçıların hem de sosyal reformcularun üzerinde pek düşünmediği bir husustur. Sosyal reformcular düşünecekleri daha ciddi şeyler olduğu kanısındalar. Diğer taraftan, ahlakçılar, heyecan sevgisinin açığa çıkışını ciddiyetle karşılamaktadırlar ancak bu ciddiyet onların günah korkusundan kaynaklanmaktadır. Dans salonları, sinemalar, caz devri... Duyduklarımız doğruysa, cehenneme açılan kapılardır ve bu yüzden eve kapanıp günahlarımızın affını dilemeliyiz. Ben bu uyarıları yapan mezarcılarla aynı fikri paylaşmıyorum. Şeytanın birçok şekli vardır, bazıları onu genç, bazıları da yaşlı ve ciddi olarak algılar. Eğer gençleri eğlenmeye yönlendiren şeytansa, o zaman belki yaşlıları eğlence karşıtı kılan da odur. Ve belki de bu karşıtlık herkesin yaşına uygun bir çeşit heyecan sayılabilir. Eğer bu da yetersiz kalırsa, belki de afyon gibi bir uyuşturucuyu düzenli olarak artırarak istenilen etki yaratılabilir. Sinemayı kötü diye kodlayıp, diğer yandan adım adım muhalefet partisine, İspanyollar'a, İtalyanlar'a ve kısa sürede kendi kulübümüzün dışındaki herkese karşı tavır almamız korkulacak bir şey değil mi? Ve işte savaşlar, bu karşıtlıkların yayılmasından doğmuştur. Halbuki dans salonlarında savaş çıktığını hiç duymadım.
Heyecanın önemi birçok çeşidinin yıkıcı olmasından gelir. Özellikle aşırı alkol tüketenler ve kumara karşı koyamayanlar için yıkıcıdır. Kitlesel şiddete dönüştüğünde yıkıcıdır. En önemlisi, savaşa sürüklediğinde yıkıcıdır. Dışa vuracak masum yollar bulunmadığında, heyecan o kadar derinleşir ki en sonunda dışa vurmak için kendisine zarar veren yollar bulur. Masum dışavurumlar olarak sporu ve anayasal sınırlarda kaldığı müddetçe siyaseti sayabiliriz. Ama bunlar yetmez, hele en heyecan verici siyasi hamlelerin en tehlikelileri olduğu düşünülünce. Medeni hayata evcilleşerek geçtik ve eğer bu hayatın durağan olması isteniyorsa ilkel atalarımızın avcılık yapması gibi, kendimizi tatmin edecek zararsız dışavurum yöntemleri bulmamız gerekir. İnsanların az, tavşanların çok olduğu Avustralya'da, bir kabilenin yüzlerce tavşanı köleleştirerek ilkel arzularını, ilkel yöntemlerle tatmin ettiğini gördüm. Ama Londra'da ya da New York'ta bu ilkel arzuların tatmini için başka yöntemler bulunmalıdır. Bence bütün büyük şehirlerde, insanların oldukça hassas kanolarla inebileceği yapma şelaleler ve mekanik köpekbalıklarıyla dolu yüzme havuzları bulunmalı. Savaşların önlenemeyeceğini savunan herkes günde iki saat bu canavarla mücadele etmeli. Daha önemlisi, acı, adrenalin bağımlılığından fayda sağlamak için kullanılmalı. Dünyada hiçbir şey ani bir keşiften ya da buluştan daha heyecan verici değildir ve aslında birçok insan bu heyecanı deneyimleyecek kapasiteye sahiptir.
Başka politik güdülerle gücü azaltılmış olsa da insanoğlunu maalesef hâlâ yöneten birbirine çok yakın iki duygudan bahsetmek gerekiyor: Korku ve nefret. Nefret ettiğimiz şeyden korkmamız ve her zaman olmasa da korktuğumuz şeyden nefet etmemiz doğaldır. Tanımadığı şeyden korkan ve nefret eden ilkel adamın benimsediği ilk kural muhtemelen buydu. Onlar başlangıçta kendi küçük sürülerine sahiptirler ve burada aralarında düşmanlık bulunan istisnai birkaç kişi dışında herkes birbirinin arkadaşıydı. Diğer sürüler ise ya düşmandır ya da potansiyel düşmandır ve kazara bile olsa sürüden uzaklaşan öldürülecektir. Yabancı sürü bir bütün olarak kaçınılması gereken veya savaşılması gereken topluluktur. Bu ilkel, içgüdüsel mekanizma günümüzde bile başka ülkelerle politikamızı belirlemektedir. Daha önce hiç seyahat etmemiş biri bütün diğer ülke vatandaşlarını başka sürülerin vahşi bireyleri gibi görür. Ama seyahat etmiş ya da uluslararası ilişkiler okumuş bir birey, eğer kendi sürüsünde yeterince zenginlik varsa, başka sürüleri de bünyesine katacaktır. Eğer İngilizseniz ve birisi size "Fransızlar sizin kardeşiniz" derse içgüdüsel olarak düşüneceğiniz ilk şey, "Saçmalık; onlar omuz silkiyor, Fransızca konuşuyorlar. Üstelik kurbağa yediklerini bile duydum" olacaktır. Ama eğer Rusya ile savaşa girer ve size Ren Nehri'nin savunulması gerektiği, bunun için de Fransızların desteğinin vazgeçilmez olduğu söylenirse o zaman "Fransızlar sizin kardeşiniz" ifadesinin anlamını kavrarsınız. Ama o sırada gezgin bir dostunuz size Rusların da kardeşiniz olduğunu söylerse uzaylılardan gelecek bir tehlikeye işaret etmediği müddetçe sizi ikna edemeyecektir. Düşmanlarımızdan nefret edenleri severiz ve eğer düşmanlarımız olmasaydı sevecek çok az kişi kalırdı.
Bütün bunlar yalnızca diğer insanlarla ilişkilerimiz incelendiğinde doğrudur. Düzensizce boy verdiği ve sorumsuz olduğu için tohumu düşman belleyebilirsin. Tabiat Ana'yı düşmanınız olarak görüp insanlığın ona yeğleyebilirsiniz. Eğer hayat bu şeklide algılansaydı insanlığın tek vücut olması çok daha kolay olurdu. Ve eğer okullar, gazeteler ve politikacılar kendilerini bu sona hazırlasalardı insan çok daha kolay bir şekilde bu yaşam tarzını hayata geçirebilirdi. Ama okullar milliyetçiliği öğretmekle, gazeteler heyecan yaratmakla ve politikacılar da yeniden seçilmekle meşgul. Üçü de insanoğlunu bilinçli intiharından kurtarmak için çabalamıyor.
Korkuyla başa çıkmanın iki yolu var: İlki hayati tehlikeyi ortadan kaldırmak, ikincisi de Stoik direnci yeşertmek. İkincisi acilen eyleme geçmenin gerektiği durumlar haricinde, düşüncelerimizi korkunun nedeninden uzaklaştırır. Korkunun fethi çok önemlidir. O, zarar vericidir, kolaylıkla takıntı haline dönüşür, korku öznesinden nefret edilmesine neden olur ve bu da bizi caniliğin uç noktalarına götürür. İnsanlar üzerinde hiçbir şey güvende hissetmek kadar olumlu sonuçlar doğuramaz. Eğer savaş korkusunu ortadan kaldıran uluslararası bir sistem kurulabilseydi gündelik zihinsel gelişimimiz muazzam ve hızlı olurdu. Mevcut korku dünyayı gölgeliyor. Atom bombası ya da bakteri bombası, komünistler ya da kapitalistler tarafından yayılması hiç önemli değil, Washington'ı ya da Kremlin'i titretir ve insanı felakete sürükler. Eğer bugünkü koşullarda düzelme meydana gelirse, yapılması gereken ilk ve en önemli şey korkuyu kontrol altında tutacak bir yöntem bulmak olacaktır. Günümüz dünyası rakip ideolojilerin mücadelesini takıntı haline getirmiştir, bu kavganın en belirgin sebebiyse kendi ideolojimizin kazanmasına, rakip ideolojinin kaybetmesine yönelik istektir. Buradaki temel itici gücün ideolojilerle çok da bağlantılı olduğunu sanmıyorum. Bence ideolojiler bir insan gruplama yöntemidir ve böylece düşmanlar da gruplanmış olur. Elbette komünistlerden nefret etmek için birçok nedenimiz var. İlki ve en önemlisi mallarımızı elimizden alacaklarına olan inanç. Ama hırsızların da amacı budur ve biz hırsızlara tepkimizi, komünsitlere tepkimizden farklı şekilde gösteririz çünkü bu ikisinden farklı seviyelerde korkarız. Komünistlerden nefret etmemimizin ikinci sebebiye onların dinsiz olması. Çinliler 11. yüzyıldan beri dinsiz. Fakat biz onlardan Chiang Kai-shek'ten beri nefret ediyoruz. Üçüncü sebepse, onların demokrasiye inanmaması ama bu Franko'dan nefret etmemize yetmemişti. Dördüncü olarak da özgürlüğe izin vermedikleri için onlardan nefret ediyoruz. Hatta o kadar nefret ediyoruz ki onları taklit etmeye karar verdik. Bunlardan hiçbirinin aslında nefrete temel teşkil edemeyeceği aşikar. Onlardan nefret ediyoruz çünkü onlardan korkuyoruz. Eğer Ruslar hâlâ Rum Ortodoks mezhebine mensup olsalardı, parlementolu hükümetlerini muhafaza etselerdi ve bizi her gün tedirgin eden baskıları olmasaydı -en az bugünkü kadar güçlü silahları bulunmasına rağmen- bize onları düşman görmek için fırsat verdikleri anda yine nefret ederdik. Elbette ki din, garezimiz düşmanlığa neden olabilir. Ama bence bu sürü psikolojisinin yansımasıdır: Farklı bir dine mensup olan kendini garip hisseder ve bu gariplik tehlikelidir. Sürülerin yaratılmasında ideolojiyi kullanmak bir yöntemdir ve sürülerin psikolojisi genelde aynıdır.
Sadece kötücül itici güçlere ya da en iyi ihtimalle nötr olanlara yer verdiğimi düşünebilirsiniz. Ancak korkarım ki, kural olarak, böyleleri bizi başkalarının iyiliği için mücadeleye götüren güdülerden daha güçlüdür. Yine de bu tip güdülerin varlığını ve zaman zaman etkili olduğunu inkar etmeyeceğim. 19. yüzyılın başlarında köleliğe karşı başlatılan acındırma kampanyası hiç şüphesiz ki başkalarının iyiliği içindi ve oldukça da etkiliydi. 1883'te vergi ödeyen İngiliz vatandaşlarının Jamaikalı toprak sahiplerine kölelerinin serbest bırakılması için milyonlarca dolar tazminat ödemesi ve Viyana Konferansı'nda İngiliz Hükümetinin diğer ülkeleri kölelerini azat etmeye çağırması, işte bunlar hep başkalarının iyiliği için yapılmıştır. Günümüzde de Amerika'nın aynı ölçüde çabaladığını söylemek gerekir. Ama gerginliğe mahal vermemek için bu konuya girmeyeceğim.
Sempatinin saf bir itici güç olduğu gerçeğini sorgulamamak gerek. İnsanların diğerlerinin acı çekmesinden rahatsız olmadığına ilişkin düşünceyi kabul edemiyorum. Sempati sayesindedir ki yüzyıllardır insanlık ilerliyor. Akıl hastalarına uygulanan tedavilere ya da mültecilerinin tedavi görememelerine dair hikayeler bizi şaşırtıyor. Batı ülkelerindeki mahkumlara işkence uygulanmaması gerekir ve eğer olur da uygulanırsa bu durum keşfedildiğinde toplumsal tepkiye neden olur. Yetimlere Oliver Twist'teki gibi davranılmasını onaylamıyoruz. Protestan ülkeler hayvanlara canice davranmaya karşı çıkıyor. Bütün bu örneklerde görüyoruz ki sempati siyaseten etkili olabilir. Ve eğer savaş korkusu ortadan kaldırılabilseydi, sempatinin etkisi de daha büyük olurdu. Belki de insanoğlunun geleceğine dair en büyük umut sempatinin yoğunluğunu ve derecesini artıracak bir yolun bulunmasıdır.
Sanırım konuşmamı toparlama vaktim geldi. Siyaset bireylerden ziyade sürülerle ilgilenir ama siyasetin ilgilenmesi gereken tutkular sürüyü oluşturan bireylerin hissettikleridir. Siyasi düşünce, sürünün nasıl kurulduğuna ve bir sürünün diğerine duyduğu düşmanlığa bakmalıdır. Sürü içindeki yapılanma hiçbir zaman mükemmel olamaz. Kabul etmeyen, akıntının dışında kalan üyeler olacaktır. Bu üyeler diğerlerine göre ya aşağılanmış ya da yüceltilmiş olanlardır. Onlar aptallar, suçlular, peygamberler ya da kaşiflerdir. Mantıklı bir sürü ortalamanın üstündeki bu bireylerin merkeze geçmesine izin vermeyi ve ortalamanın altındakilere de mümkün olan en az gaddarlıkla davranmayı öğrenmelidir.
Diğer sürülerle ilişkilere bakarsak, modern teknikler kişisel çıkar ve içgüdüler arasında çatışma yaratmıştır. Eskiden, iki kabile savaşa girdiğinde, biri diğerini yok eder ve topraklarını ele geçirirdi. Kazananın bakış açısından bakınca bütün bu süreç tatmin ediciydi. Öldürmek hiç de pahalı değildi ve heyecanı çok hoştu. Bu koşullar altında savaşın devam etmesi doğal karşılanabilir. Fakat şimdi savaş koşulları tamamen değişmişse de hâlâ bu ilkel savaş tutkusunu içimizde tutuyoruz. Modern bir operasyonda düşmanı öldürmek oldukça pahalı. Son savaşta ölen Alman sayısını, kazanan tarafın topladığı gelir vergisine bölerseniz bir Alman'ın hayatının kaç para ettiğini bulacaksınız ve bu oldukça düşündürücü. Söylendiği gibi Doğu'da, Almanların düşmanları yenilen nüfusu esir alarak, onların topraklarını işgal ederek eski savaşların nimetlerinden faydalandılar. Batılı galipler ise böyle bir nimetten yararlanamadılar. Günümüz savaşlarının ekonomik açıdan pek kârlı olmadığı ortada. İki dünya savaşını da kazandık belki ama eğer hiç savaşa girmeseydik şu anda daha zengin olurduk. Birkaç azizi ayrı tutarak söylüyorum ki insanlar kendi çıkarları doğrultusunda hareket etseydi bütün tüm insanlık işbirliği yapabilirdi. Savaşlar, ordular, donanmalar, atom bombaları ortadan kalkardı. A ulusunun beynini yıkayarak onu B ulusuna karşı kışkırtan ordu propagandaları olmazdı, B ulusu A ulusuna karşı düşmanlık beslemezdi. Ülke sınırlarında yabancı kitapların ve fikirlerin girmesini engelleyen askerler bulunmazdı. Tek bir büyük şirket çok daha ekonomik olacakken, birçok küçük şirket yaratan gümrük politikaları olmazdı. Eğer insan kendi mutluluğunu komşusunun fakirliğini istediği kadar isteseydi bütün bunlar hızla gerçekleşirdi. Bana diyeceksiniz ki bütün bu ütopist hayallerin ne anlamı var? Ahlakçılar bu dediklerimi dinleyip, tamamen bencil olamayacağımızı söyleyecekler. Fakat bu gerçekleşene kadar milenyum gelmeyecek.
Konuşmamı sinik bir notla bitirmek istemem. Bencillikten daha iyi şeyler olduğunu ve bazılarının bu şeylere ulaşabildiğini inkar etmiyorum. Ama geniş insan topluluklarının, yani siyasetin ilgilendiği grupların karşısına, onları bencillikten kurtaracak çok az fırsat çıktığını düşünüyorum. Diğer taraftan bencilliği, aydınlanmış bireysel çıkar diye tanımlarsak, toplulukların buna kolay kolay ulaşamayacağının da farkındayım.

Ve bireysel çıkarların peşine düşülen insanlar, genellikle kendilerini idealist davrandılarına inandırırlar. Halbuki idealizmin arkasında nefret ya da güç aşkı vardır. Büyük kalabalıkların soylu görünen nedenlerle sürüklendiğini görürseniz, perdenin arkasına bakın ve kendinize bu güdüleri harekete geçirenin ne olduğunu sorun. Çünkü soylu görüntünün arkasına bakarak, psikolojik bir araştırma yapmaya değer. Bugün burada ben de bunu yapmaya çalıştım. Son olarak, söylediğim şey doğrudur, yapılması gereken temel ve mantıklı şey dünyayı mutlu bir yere dönüştürmektir. Tüm bunlardan iyimser bir sonuç çıkarıyorum belki ama akıl, eğitimin tanıdık metotlarıyla teşvik edilebilir.
Çevirenler: Nilhan Kalkan ve Gökçe Gündüç