20 Kasım 2020 Cuma

ÇARPIŞMA VE DİĞER MAFYA DERİN DEVLET DİZİLERİ ÜZERİNE

 


Uzun zamandır yapmak istediğim bir şeyi, gene uzun zamana yayıp, yaptım ama sonuna kadar yapamadım. Çarpışma dizisini, sırf Nihat Genç'in adını Ezel ile anması yüzünden, yer yer ilerleterek de olsa izledim.

Şimdi siz Simsons çizgi dizisinin kehanetlerinden bahsediyorsunuz ya, hah işte Ezel'i izlememişsiniz diyeceğim. Arada bir bazı videolar youtube trendlerine çıkıyor ve yeni şeyler keşfediyorsunuz. Mesela Ezel,  dövülerek öldürülen Ali İsmail KORKMAZ'ın yerine geçiyor, Ali İsmail de 19 yaşında (inanmıyorsanız izleyin). Dizi, Gezi olaylarından üç sene önce bitti. Dizide TEMMUZ adlı asker İstanbul boğazına KAFASI KESİLEREK ve vurularak ve belden yukarısı ÇIPLAK olarak atılıyor. Ramiz dayının DIŞARIDA MIYDIN sorusuna hayır İÇERİDEYDİM diye cevaplaması, gene Ramiz'in Kenan'a monolog olarak BEN SANA ÇOK KÖTÜLÜK ETTİM AMA SEN SAF KÖTÜLÜK olsun diye seslenmesi ve daha bir çok sahne var böyle. Dizinin senaryosu, müzikleri, çekim açıları, hepsi mükemmel.,

Oysa Çarpışma dizisi o kadar kötü, o kadar dandik ki, bir zaman sonra bu kadar dandik bir dizi, her biri iki saatlik 24 bölüm nasıl sürmüş diye merak ettim.

Aslında mafya dizileri, atası olan Deli Yürek dizisinden beri reytingsizliğe dayanıklıdır. O dizi tam bir buçuk yıl düşük reytingle devam etti, üstelik de üzerine yatırım alarak. Meşhur Kurtlar Vadisi, gene meşhur ilk 97 bölümlük serisi bittikten sonra Kurtlar Vadisi Terör diye bir seriye başlanmış ama dizi tutmayıp, ilk dört bölümde bitince, Kurtlar Vadisi Pusu diye yeni bir seriye başlanmıştı. Yani derin devlet- mafya dizilerinin kredileri bayağı yüksek.

Çarpışma,  senaryosunun zırvalığı ile bana Sağır Oda'yı hatırlattı. Gerçi o dizinin çoğu oyuncusu tanınmamış isimlerden oluşuyordu. Serdar Akar ve Soner Yalçın'da terk ettikten sonra dizide senarist değişmiş, helikopter uçurma, kamyonla gül dökme sahnelerini arabalı kovalamacalar, koşuşturmalar almıştı. Hatta dizinin sonuna doğru Mercedes ve Audi'lerin yerini Toyota ve Renoult'lar almış; yalıda oturan zengin aile önce çiftlik evine, sonra bir tekkeye sığınmıştı. Sonra da bunların hepsi bir rüyaydı manasında final yapılmıştı. Baş rol oyuncusu Orhan Kılıç daha sonra Zehirli Sarmaşık diye bir dizide oynadı, o da tumadı.

Çarpışmanın kadrosu ise devler kadrosu, Kıvanç Tatlıtuğ, Elçin Sangu, Melisa Aslı Pamuk,   Şebnem Dönmez, Ali Sürmeli,  Şebnem Sönmez,  Mustafa Uğurlu vesaire vesaire.. Oyunculuklar ise yerlerde, Onur Saylak haricinde Flash TV, Gerçek Kesit ya da ilkokul piyesi kıvamında. Bu haliyle bir de Seul'de gümüş ödülü almış. Bu kadroya rağmen reytinglerde yerlerde. İzlerken ne amaçla 24 bölüm yayımlanmış, Nihat Genç haklı olabilir mi diye düşündüm, kendimi Akıl Oyunları filmindeki şizofren matematik dehası John Nash gibi hissettim.

Senaryo ve yönetmenlerin de eski filmlerine baktım, Uluç Bayraktar, Ezel'in de yönetmeni ve bir çok başarılı dizisi-filmi var. Senarist Ali Aydın ise İstanbullu Gelin, Arka sokaklar gibi yüksek reytingli dizi ve filmlerde çalışmış. Oyuncuların her filmde aynı kaliteyi tutturamamaları kısmen anlaşılır zira sadece para için oynadıkları işlerine çok da özen göstermiyorlar. Bu dizide de 5. bölümden sonra Onur Saylak hariç hepsi piyese çıkan çocuklara dönmüş. Yönetmen ve senaristlerin işlerindeki kalite farkı da onların da yönlendirildiğini düşündürüyor.

Bu dizide saçmalıklar en başta diziye adını veren dört otomobilin  çarpışma sahnesi ile başlıyor, zira birbirinden lüks dört aracın hiç birinin hava yastığı açılmıyor. Sonra hastaneye gidiyorlar, dördü de aynı odada, perde ya da paravan olmadan tedavi ediliyorlar, hiç birinin de ameliyatlık durumu yok maşallah. Normalde acillerde aynı kazada yaralananlar ayrı odalarda ya da tek oda ise paravan konarak tedavi edilir ki, bir de acilde kavga çıkmasın.

Dizideki karakterlerinde maşallahı var. Mafya babası tarafından infaz edilip, kafalarına sıkılmadıkça, kolay kolay ölmüyorlar, bir kaç güne dimdik ayaktalar. Hele Kıvanç'ın oynadığı Kadir Adalı, izlediğim 13 bölüm boyunca 4 veya 5 kez vuruldu, yaralandı. Ayrıca dizideki karakterler polis, avukat, banka müdürü falan oldukları halde sahipsiz. Bir kere alayı yetimhanede büyümüş, hapse giriyorlar, hastanelik oluyorlar, yanlarına veya almaya kimse gelmiyor. Hiç mi dostunuz, dostu geçtim akrabanız yok? Banka şube müdürü, kendi bankasını soyuyor,  kendi yetim, kocasının akrabaları da gelmiyor. Böyle bir olay olsa, facebook arkadaşların bile hastaneye doluşur, bunlar hep tek.

Banka müdürü olarak 10 milyon  yuro, senin şubende ne arıyor? Ben otuz bin küsur dolar çekme ihtiyacı duydum, bir gün önceden haber vermem gerekti. Sen şube müdür olarak, sadece kasaya kasaya kilitlediğin gariban bir güvenlikçiyle, o kadar paraya yaklaşabiliyor musun? Diğer bir husus da ilk defa ben söyleyeyim.  On milyon yuro, yüz bin adet yüzlük yuro eder, her yüro 1 gramdan, yüz kilogram demektir  ki, Elçin Sangu gibi ufak tefek bir kadını bunu kaldırmaz. Filmde paraları yüzlük olarak görüyoruz, beş yüzlük olsa, yirmi kilo olması mantıklı. Kaldı ki bir banknotu 1 gram saymamız, dolar için geçerli, yurolar dizide anlatıldığı gibi oluşan kara para trafiğini zorlaştırmak için, değeri büyüdükçe, daha büyük kağıda basılıyor. Amerikan merkez bankasının bastığı dolarlar daha hafif olmakla beraber, gene böylesi trafiği zorlaştırmak adına, neredeyse iki yüz yıldır, yüzlükten daha büyük banknot basmıyor. Zira ne yaparsanız yapın, paranın kağıda dönüşmesi zorunlu.

Filmin diğer iğrenç tarafı da herkesin bir birine racon kesmesi, diklenmesi, kimsenin de geri vitesinin olmaması. Bir özür dile, biraz taviz ver yok, iyi ya da kötü tüm karakterler geri viteslerini söküp, atmışlar.

Nihat Genç'in iddialarını da pek anlamadım. İlk bölümde Kıvanç'ın giydiği 8 numaralı Sarıyer forması,  bir ara üstünü çıkarması ve yüzünde uzun  süre silinmeyen ve ara ara beliren yara izi ile Ezel dizisine bir gönderme gibiydi. Dizide Ezel'i hatırlatan tek şey, ilk beş bölüm boyunca Onur Saylak'ın Ezel dizisindeki Kerpeten Ali gibi konuşması. Hatta ilk an onu Barış Falay (Kerpeten Ali'yi oynayan) sandım. Daha sonra Onur Saylak, kerpeten Ali olmaktan çıkıp,  Veli Gevher karakterine dönüşüyor.

Sekiz'in Fetöcüler için ne önemi olabilir anlayamıyorum. Sekiz Artvin'in plakası ve Artvin'den önemli bir Fetöcü yetişmediği gibi, tamamına yakını Sünni olmasına rağmen Fetö'nün en zor ve en geç örgütlendiği il oldu. Mavi Beyaz ise, Sarıyerspor ile beraber, İzmirspor'un rengi, Erzurumspor'un değil.

Dizideki patlama sahnesi de detayları ile Ankara garı patlamasına benzetilmiş. O patlamada ilginçtir yüzden fazla insan öldü, hiç polis ölmedi. Oysa intihar saldırılarında asker ve polis, öncelikli hedeftir.

Diğer yandan dizi o kadar zırva ki, ne mesajı verilmiş anlamıyorsunuz. Bu zırva senaryoya, o kadar ünlü oyuncuları oynatmak bir yana, en ünlü Türk Rak şarkıları da müzik olarak kullanılmış.

Ben de bir zaman sonra sıkıldım. Dizi muhtemelen şiddet övgülü dizi serisinden biri. Bu seri, Deli Yürek'le başladı ve yazının başında da anlattığım gibi ilk bir buçuk sene ciddi bir reytingi olmadı. Ardından süper reytingli Kurtlar Vadisi ve Ezel geldi. Bu dizilerin çoğu ara ara reyting kaybı yaşasalar da, yatırım alarak yollarına devam ettiler.



Bu dizilerin amacını anlamak için öyle derin derin ayrıntılara boğulmaya gerek yoktur. En başta şiddeti ve derin devleti, sırf şiddet ve devlet oldukları için överler. Mesela meşhur ilk 97 bölümlük Kurtlar Vadisinde, Aslan Ustaoğlu (Akbey) (Hiram Abas; Abas, Arapça da aslan anlamına gelen onlarca kelimeden biridir. Hiram ise, masonların ata olarak kabul ettiği, Süleyman mabedini yapan Hiram ustadır. Vay be, bir zamanlar torununa Hiram adı verebilecek kadar cesur masonlar varmış.), baron Karahanlı ile neden mücadele etmektedir? Ne suç oranları düşmüş, ne de terör etkinliğini kaybetmiştir. Ezel dizisindeki dayı-Kenan çekişmesi de benzerdir. İkisi de kötüdür. İzleyicinin  Baron Karahanlı'ya karşı, Aslan-Polat ikilisini ya da Kenan'a karşı Ezel-Dayı ikilisini tutma sebebimiz, Kemal Sunal'ın Tosun Paşa filminde Tellioğulları'nın tarafını tutmamızla aynıdır. Oysa tüm hile ve üçkağıt Tellioğullarındadır.  Seferoğullarının erkekleri daha iri yarıdır ve Tellioğulları daha çok dayak yer, lakin tüm kumpasları kurup, ortalığı karıştıranlar onlardır. Tellioğullarını severiz çünkü sevilen ve tanınan oyuncular Tellioğullarındadır ve Seferoğullarının evini bile görmeyiz.

Bu dizilerin bir numaralı mesajı, terörü, mafyayı ya da suçu bitirmediği halde, derin devletin cinayetlerini ve kumpaslarını yüceltmesidir. Çünkü kameralar Polat'dan yana oldukça, seyirci de Polat ve adamlarının cinayetten aldığı hazzı alırız. Ezel'de dayının ve Ezel'in en büyük marifeti kumpas kurmasıdır.

Bu dizilerde insan öldürülürken hiç suçluluk hissedilmez, acı çekilmez, ben bunu neden öldürdüm ya da ne oldu da bu adam devlet düşmanı oldu, biz öldürdükçe bu illegal yapılar nasıl yeni insan kaynağı buluyor falan diye sorgulanmaz. Bu dizilerde devlet kutsal bir varlıktır. Hatta bir yerde Abdülhey adlı karakter bunu doğrudan söylüyor. Bu dizilerdeki devlet, her sene yüzlerce kurban isteyen Aztek-Maya devletine benziyor. Tek farkları, insanları öldürme şekilleri.

Bu diziler sadece şiddeti değil, kumpasları, ayak oyunlarını da yüceltiyor. Pek çoğunda  çocuk kaçırıp, sonra babasına (Ezel'de dedesine, sekiz Ramiz'in torunuydu) düşman etme var.  Öykünün orijinali İran mitolojisinde Zal oğlu Rüstem'in oğlu Şorap'ın, şeytan Afrasiyab  tarafından yetiştirilip, babası ile dövüştürülmesidir. Aslına tarikatlar ve pek çok kurum, öğrenci yurtları, Kuran kursları ve benzeri kurumlar aracılığı ile bunu yapıyor, o da ayrı.

Bu dizilerde, özellikle Kurtlar Vadisinde pek çok açık mesajlar var. En basitinden Kurtlar V adisi Pusu, Kaşif Kozinoğlu'nun ölümünü bir hafta öncesinde açık açık ilan etmişti. 15 Temmuzdan önce Polat Alemdar, kocaman bir Erdoğan yazılı mezar taşı önünde poz vermişti. Dizinin ilk bölümlerinde doksan yıllık zulüm bitecek demişti Hiram Abas.



15 Temmuz ve internet dizileri, gençliği bu dizilerden uzaklaştırdı ama bu diziler,  bir kaç nesli (eğitimde 5 yıl bir nesildir) mahvetti. Derin Devlet bu dizilerle kendisini akladı, demokrasiye, insan haklarına, sosyal eşitliğe inancı sarstı.

Şu an satılan normal ekmek, 1940'lı yıllarda karne ile satılan palamut unlu ekmekten bile daha çok sağlığa zararlı ve 1980'e göre üçte bir daha küçük. Eski Yeşilçam filmlerine bakın, ekmekler ne kadar büyük. Giderek fakirleşiyoruz, gençler Avrupa'da garsonluk hayali kuruyor ve bütün bunlara karşı çıkmaya bile cesaret edemiyor, bütün bunlar kim ve neler olduğunu bilmediğimiz çeteler yüzünden oldu.

Şiddeti ve çeteciliği hayatımızdan çıkarmalı ve böylesi dizilerin zihindeki pisliğini temizlemek için çalışmalıyız.



10 Kasım 2020 Salı

AKLIMIZA GELMEYEN FELAKETLER

 


Aslında gene eğitimle ilgili bir yazı yazacaktım ama İzmir depremi, kafamda hep ertelediğim bir yazıyı yazmaya karar verdim. İmar affının tuzlu su içmek olduğunu yazmıştım. Deprem ve diğer felaketleri barbarları bekler gibi beklediğimizi de yazmıştım. bu sefer aklımıza pek getirmediğimiz felaketleri, olma ihtimali sırası ile yazacağım.



1)Kıyamet-i Suğra 2: Espri yapacaklara söyleyeyim, bu korku filmini İstanbullular ve Marmara denizine kıyısı olan tüm yerleşim yerleri 10 eylül 1509'da yaşadı ve bu kabusun artçı şokları 2 yıl kadar sürdü. Tsunami dalgaları İstanbul surlarını aştı ve bu yıkıntı halen tamir görmedi. Bu depremden üç sene sonra Osmanlı tarihinde ilk ve son kez bir oğul, babasını tahttan indirdi. 2. Beyazıt'ın döneminde fetihler o kadar azdır ki, özellikle okul haritalarında gösterilmez (oysa gene de bayağı bir yer fethedilmiştir.). Tarihçilerin bazıları bu döneme yükselmede duraklama der. Osmanlı Yavuz Sultan Selim'le beraber tekrar agresif bir yayılma siyasetine dönmüştür. 

Deprem sadece İstanbul'u değil, tüm Marmara'yı etkilemiş,  güneyde Manyas gölü ve Uludağ'a kadar o geniş ovalar tsunami ile taşınan tuzlu su ve tuzlu çamur içinde kalıp, onlarca yıl ekilememiştir.

Kuzey Anadolu Fay Hattı, 1939'dan beri ara ara batıya doğru deprem üretmekte, ara ara da sağ gösterip, sol vurarak doğu Anadolu ve orta Anadolu'yu vurmakta. Yani büyük İstanbul depremi değilse de, yedi küsurluk bir deprem beklenmekte. İstanbul Büyükşehir belediyesinin dikey bahçeleri yıkma kararının arkasındaki asıl sebep, olası bir depremde yola dökülecek moloz ve toprağın trafiği engellemesidir. 

Türkiye'nin sanayisinin yarısı Marmara bölgesindedir. Buraları rant için imara açılacağına, cazibesini yitirtilmeye ve özellikle sanayinin başka şehirlere teşvik edilmesi gereklidir. 



2)Büyük Konya depremi (veya başka bir şehir) Az önce de dediğim gibi ülkemizin fay hatları sağ gösterip, sol vurmakta. Van depreminden evvel hatırlıyorum Ege bölgesi beşik gibi sallanıyordu. İzmir depreminden evvel de  doğu hafif şiddetli depremlerle sallanıyordu. Bir kaç hafta evvel DASK yatırmaya gittiğimde Elmadağ'ın deprem bölgesinden çıkarıldığını ve daha az DASK ödeyeceğimi öğrendim. Oysa burası, ben yaşarken de pek çok 4-5 arası deprem yaşadı. 

Ülkemizin her tarafı şiddetli deprem bölgesidir. Ortalıkta dolaşan haritalara bakmayın, yaşadığınız yörede daha önce olmuş depremlerin hikayelerini dinleyin. Örneğin gene 2. Beyazıt döneminde Isparta döneminde şiddetli bir deprem sonucu Eğirdir gölü şekil değiştirmiş ve meşhur Miryakefalon savaşının olduğu yer de su altında kalmış.  Ben Yalvaç'tayken Men kutsal tapınağına girmiştim ve oradan hem Eğirdir, hem de Beyşehir gölleri görünüyordu. Yani M.Ö 2. yüzyılda da manzara muhtemelen böyleydi ve Psidya antik şehri insanları, şehirlerinin biraz uzağına bu yere bu tapınağı, bu özelliğinden dolayı yapmışlar. Lakin Eğirdir gölünün yer ve şekil değiştirdiği de gerçek.

Ülkemizin her yeri ve dünyanın her yeri deprem bölgesidir. Yazılı tarih boyunca deprem görülmemiş İskandinavya yarım adasında bile binalar en az 7 şiddetinde bir depreme göre yapılır. Ülkemizde ise tarih boyunca deprem görmemiş yer yoktur. En güvenli Konya denilir ama Akşehir ilçesi 2000 yılında şiddetli bir deprem yaşamıştı.



3)Mültecilerden gelen salgın hastalıklar. Ülkemizde şu anda tüm çocuk felçli hastalar Suriyeli veya onlarla ilişkili insanlar. Bir yakınımızın çocuğu, gittiği otelde yeterince klor olmadığından el-ayak-yüz diye bir hastalık kapıp, ağır tedavi görmüş. Ülkemizde çok az görülen veya artık görülmeyen, hatta hiç görülmemiş hastalıklar Suriye, Afganistan, Pakistan ve Somali gibi ülkelerden gelmiş insanlarda bolca mevcut. Bu insanların pek çoğu mülteci kamplarında da yaşamıyor.



4)Metzamor nükleer santrali. Bu santral Ermenistan'da bulunmakta. Meşhur Çernobil'in kardeşi on santralden biri. Yoksul bir ülke olan Ermenistan bu santrali yenileyemediği gibi, başka elektrik yatırımı yapamadığı için kapatamıyor da. Santral, Azerbaycan ya da herhangi başka bir ülkenin bombardımanına karşı kalkan görevi de görüyor.



5)Büyük Ankara seli (Veya başka bir şehir) : Bir kaç sene önce meteoroloji mühendisinin biri, şiddetli bir yağış sonrası Gölbaşındaki Eymir ve Mogan göllerinin taşıp, Kızılay, Ulus arasını, yani Meclis ve bakanlıkların neredeyse hepsinin ve büyükelçiliklerin yarısının olduğu alanın sele kapılacağından bahsetmişti. Ülkemizde zaten ormansızlaştırma ve betonlaşma etkisi ile sürpriz seller ihtimali çokken, küresel ısınma ile bu ihtimal artıyor. Bütün o eriyen buzullar, bir yerlere yağış ve sel olarak geri gelecek. Ülkemizin her yeri de buna kurban gidebilir. Dere yataklarını ve vadileri boşaltmak zorundayız.



6) Katrina Türkiye: 23 Ağustos 2005 günü A.B.D'nin New Orleans şehrini vuran fırtına, ülke tarihinin en ölümcül fırtınasıydı. Şehrin üçte biri geri dönmemek üzere şehri terk etti. Felaket sonrasında arama-kurtarma ve yardım faaliyetlerindeki başarısızlık, Amerika'nın süper güç imajını zedeledi. Ülkemizde uzun süredir böyle fırtınalar görünmüyor ama tarihte olmuştur. İklim, sabit bir şey değildir. Ülkemizde son on yıldır hortumlar da olağan hale gelmiştir. Arık fırtınalar da göze almamız gereken faktörlerdendir. 



7)Independanta 2: En başta Kıyamet-i Suğra 2 başta olmak üzere Marmara denizi depremi tehlikelerinden dolayı Kanal İstanbul bir seçenek değil. Sovyetler Birliğinin dağılmasından beri boğazlardan geçen petrol ve doğal gaz gemisi sayısı azaldı. Çünkü eski Sovyet ve Doğu Bloku ülkeleri Karadeniz limanlarına muhtaç değil. Karayolu ya da Adriyatik limanlarını da kullanıyorlar. Öte yandan halen bu gemilerin kılavuz kaptan kullanma zorunlulukları yok. Kanal İstanbul yapılsa bile gemiler özellikle Rus-Ukrayna gemileri bedava olan boğazı tercih edeceklerdir. Yapılacak  ilk iş tehlikeli madde taşıyan gemileri kılavuz kaptan kullanmaya mecbur etmektir. Yoksa 15 kasım 1979 Independanta faciasının bir benzerini yaşayabilir. Bu faciayı büyüten deniz itfaiyesinin yanlış müdahalesiydi. İstanbul ve Çanakkale itfaiyesi bunun için tekrar eğitilmelidir. (Çanakkale boğazında bir tanker faciası yaşanmadı ama bu yaşanmayacak anlamına gelmez.


8)Nemrut volkanı patlaması: Nasıl ki


yazılı tarih boyunca deprem görmemiş İskandinavya'da bile binalar 7 şiddetinde bir deprem ihtimaline göre yapılıyorsa, ülkemizde yüzyıllardır volkan patlaması görülmemesine göre sönmüş volkan olan dağların takibe alınması gerekir. En düşük ihtimalli felaket bu, bu yüzden sona sakladım. Bitlis Nemrut dağı da Vikipedya'ya  en son 1441 yılında lav püskürtmüş. Sinop ile Samsun arasında da 2005 yılında keşfedilen ve Piri Reis'in adı verilen bir sıcak çamur volkanı bulunmakta. 

Bunlar benim aklıma gelenler ve aklımıza gelmeyen daha niceleri var.

4 Kasım 2020 Çarşamba

STAJYER EMEĞİ SÖMÜRÜSÜ

 


Geçen yazım diğer Habergalerisi yazarları tarafından beğenilince ve onlar da bir öğretmen gibi yazı yazmamı isteyince, en azından önümüzdeki bir kaç yazıyı bu şekilde yazmaya ve kafamdaki bazı şeyleri yazıya dökmeye karar verdim.

Yazı ile ne değişir, en azından birileri bazı şeylerin farkında olur. Velileri uyarmam gereken diğer bir konu da, stajyer emeğinin sömürüsü. Hem öğrenciler, hem de veliler bundan habersiz.

Sevgili gençler ve veliler, bunu bir öğretmenden duymak size tuhaf gelebilir ama kağıt ya da naylon staj da diyebileceğimiz staj, pek çok kere en iyisidir. Çünkü işletmelerin çoğunun amacı iş öğretmek değil, bu bahane ile genç insanın emeğini, hem de hevesi ile oynayarak almaktır. Hiç bir işletme yeni personelini stajyerleri arasından seçmez. Göze girmek için çok çalışan, çırpınan stajyer, sadece daha fazla kullanılır. Böyle aşırı hevesli stajyer her işletmede bir kaç tane mutlaka bulunur ve tüm ayak işleri onlara yaptırılır.

Bu bir sır değildir ve işletmeler buna o kadar alışmıştır ki, eskiden staj, öğrenciyi meslek lisesine çekerdi,  şimdi öğrenciyi itiyor. Önceleri staj öğrencinin kısmen serbest kaldığı, boş zamanı olduğu ve aynı zamanda bir işe yaradığını hissedip, saygı gördüğü yerdi. Hele sağlık meslekte, oğlanlar memur bey, kızlar hemşire hanım sözünü duyup, şevke gelirlerdi. Üzerine cüzi de olsa bir maaş alırlardı.



Oysa şimdi tüm meslek liselerinde staj hem para almadan gün boyu çalıştıkları, hem de diğer çalışanlar tarafından itilip, kakıldıkları yerler. Özellikle turizm meslek liseleri nisan sonunda okulu kapatıp, staja gidiyorlar ve turistlik yerlerde otelin tüm pis işleri onları bekliyor. Turizm sektörü de giderek çekiciliğini kaybediyor. 2010'dan beri her mart-nisan ayında yabancı ülkelerin bir ya da bir kaçı ile gerilen ilişkiler yüzünden krize giriyor. Buna İzlanda yanardağı (adını yazması ve okuması zor) , korona hastalığı gibi bir sürü krizler de sezonu tehlikeye atıyor. Güvenli liman gibi görünen şehir otelleri de çok az eleman alıyor ve bu okulların çekiciliği giderek yitiyor. Buna bir de dindarlık adına şarap garsonluğu derslerinin kalkması ve bu okulun servis (garsonluk) mezunlarının iş bulmasını daha da güçleştiriyor.

Sadece turizm değil, tüm meslek liselerinde öğrencilere stajda kötü muamele,  genelde öğrencilerin başka okullara kaçma ve okulu bırakma sebebi. Meslek lisesi, memleket meselesi diyen işverenler, esnaf ve sanayiciler, gençler daha iş hayatına atılmadan gerçek yüzlerini gösteriyorlar.

Üniversitede de bu sömürü devam ediyor. Her yıl zorunlu olan-olmayan ( biyologların hastane stajı gibi zorunlu olmayan stajlar da var) staj sayısı ve süresi artıyor. Firmalarda öğrencileri rica minnet staja alıyor, bazıları da bunun için özel program yapıp, eleman ihtiyacını büyük ölçüde üniversite-lise öğrencilerinden karşılıyor, bazıları stajyerlere yemek bile vermiyor, köle gibi de çalıştırıyor. Kölelere en azından yemek ve su verilirdi.

Sonra bu staj, üniversite bitince de bitmez. Özellikle özel okullar ve dershaneler, kaç yıl tecrüben olursan ol, ilk bir kaç sene stajyer diye ucuza çalıştırıyorlar. 

Bir de stajyer diye başka bir tür sömürü var. Satıcılar ve satış şirketleri,  bazıları bir eğitim de vererek, altı ay kadar bir staj-deneme süresi veriyor. Satıştan komisyonda veriyor. Sonra en fazla altı ay sonra işine son veriyor. Bunu giyim ve teknoloji perakende zincirleri çok yapıyor. Çünkü işe giren kişi, kadroya gireceğim diye en az bir kişiyi o firmaya bağlıyor. Bir insan, hele de biraz da hali vakti yerindeyse, yılda bir kaç kere kıyafet ve teknolojik alet alıyor. Flaş diskler sık sık bozuluyor, cep telefonları ve bilgisayarların ömrü en fazla bir kaç yıl. Şarj cihazları, telefon kılıfı, ekran filmi derken, o da sık yapılan bir ihtiyaç. O elemanı kovup, yeni birilerini dükkana getirecek, yeni ve hevesli eleman alıyorlar.

Sevgili öğrenciler, size kimsenin anlatmadığı şeyi anlattım bu yazı ile. Ülkemize staj sömürüden başka bir şey değildir. Öğüt vermesi ayıp olacak ama çok önemsemeyin ve bir an önce kurtulmaya bakın.



27 Ekim 2020 Salı

YIKICI YETİŞKİNLİĞE HAYIR



 Daha önce Gençliğe Saygı diye bir yazı yazmıştım. Ancak pek çok şeyi eksik yazdığımı fark ettim. Toplum olarak genç insanlara eziyet etmeyi bırakmamız gerektiği fikrindeyim. Yetişkinler olarak yaşlı olduğumuz için gereksiz yere sürekli kendimizden genç olanlardan saygı talep ediyoruz. Bir de pek çok kişi tartışmada üste çıkmak için sürekli yaşını ortaya koyuyor. Yaşlı olmak bir kişi daha bilge yapmıyor ki.

Babamın bu konuda güzel bir sözü var. Yasladıkça cahil adam daha da cahil olur, alim daha alim. Yaşını söyleyerek lafa başlayan çok kişi, babamım bu lafının doğruluğunu gördüm.

Gençleri sadece öğüt vererek, akıl vererek ezmiyoruz. Onların hayallerini de kırıyoruz. Yetişkin olarak kafamızda belli başlı meslekler var ve o meslekleri tercih etmeyenleri, hele sanat ve spora heves edenleri düpedüz aşağılıyoruz. Bize göre tıp ve hukuk başta olmak üzere mühendislik falan okunmalı. Oysa tek garanti meslek tıp kaldı gibi. Mimar, makine, inşaat mühendisi işsiz bile bir sürü var. Oysa ressam , müzisyen olmak isteyen gence ilk tepki genelde aç kalırsın oluyor. İki-üç milyon Türkün yaşadığı Almanya, seksen milyonluk Türkiye'den daha fazla futbolcu yetiştiriyor. Çünkü bize göre futbol ve diğer sporlar, meslek değil hobi ya da serseriliktir.

Oysa bu mesleği de layıkıyla yapanlar, para kazananlar var. Eniştem uzun yıllar üçüncü lig bile değil, amatör ligde, üç-otuz paraya top koşturmuş. O parayla geçinmiş ve ailesine de para vermiş. Bir kere üçüncü lige transferin ucundan dönmüş. Otuz yaşlarına doğru sakatlanınca da (hemen her alt lig futbolcusu gibi)sakatlanarak futbolu mecburen bırakmış. Sonra da abisinin izinden gidip, gümrük müşavirliği mümessili olmuş, benim kadar maaş alıyor. Sonuçta uzun yıllar sevdiği işi yapmış.

Olay sadece meslek seçimi de değil. Mesela güzel sanatlar-spor isteyen bir gence, orası için torpil (adam kayırma) lazım deyip, doğrudan heves kırmaktayız. 

Heves kırmayı sadece meslek seçiminde yapmıyoruz. Kariyer hedefinde de heves kırıyoruz. O iş alanında yüksek lisans yapmanın zorluğunu,  o gencin yeteneksizliğini anlatmaktan zevk duyarız.

İş hayatında da yeni başlayanları düşük ücretle başlatmak, tecrübe kazandırma adı altında bedava çalıştırmak modadır. İş yerinde kariyer imkanları ise patron ya da daha önce yöneticilerin akrabalıklarıyla ilgilidir.

Türkiye'de staj adı altında büyük bir emek sömürüsü var. Pek çok iş yeri, stajyerlere temizlik, getir-götür gibi yan işlerde kullanılmakta, stajyerler iş öğretilecek insanlar değil, bedavadan ucuz emek olarak görülmektedir. Bazı işletmeler stajyerlerine bir öğün yemeği bile çok görmektedir.

Öğrencilerle devletin büyük bir silah fabrikasına gitmiştik. Fabrikada altı bin mühendis çalışıyor ve iki bini stajyer. Büyük fabrikalar , özel ya da kamu, hep böyle, çalıştırdığı mühendis ve işçilerin büyük bölümü stajyer. Pek çok stajyer de göze girmek, kadroya girmek için çok çalışıyor. İşi bilenler kağıt üzerinde staj yapıyor. Sağlık meslekte çalışırken de, lise öğrencilerinin emeğinin staj diye nasıl sömürüldüğünü görmüştüm. O minicik öğrenci maaşını bile vermedikleri öğrencilere, en sorunlu hastaları bırakıp kolayca çıkıp, gidiyorlardı.

Buna bir de güvenlik soruşturması ve mülakatlar ile KPSS yolu ile atanma umutları da büyük ölçü yitmiş gençlerin en büyük umudu yurt dışına yerleşmek; korona salgını onu da kırdı.

İşe giren gençlere ne yapıyoruz, siyaset kadroları gençlere neden kapalı? Gençlik kolları başkanları bile kırklı yaşlarında birileri. Parti genel başkanları bir yana defalarca seçime girip, kaybeden adaylar bile bir sürü. Adam-akraba kayırma, partilerde bile gırla.

Artık gençlere en azından daha nazik, daha teşvik edici ve daha saygılı konuşmayı öğrenmemiz gerek. Son beş yılda umutlarını kırdığımız gençlere en azından bu kadarcık borcumuz var.

25 Ekim 2020 Pazar

YAĞMUR ATSIZ'IN MUHTEŞEM BİTİŞİ



Hüseyin Nihal Atsız, Türk edebiyatındaki büyüklüğü daha ziyade ideolojiktir. Lakin o ideolojik büyüklüğü o kadardır ki, oğlu Yağmur bir yazısında, 64 bitti, 65'e giriyorum, halen Atsız'ın oğlu olarak anılıyorum demiştir.

Hüseyin Nihal Atsız, sağcı çevrelerce çok satılan ve çok okunan bir yazar olmasına rağmen, bence edebi açıdan zayıf bir yazardır. Romanlarına bir çok mantıksal hata vardır. Mesela Bozkurtlar Diriliyor'da ilk otuz sayfada Göktürkleri kumral, ela gözlü diye tarif eder, sonraki sayfalarda bu yazdıklarını unutur. Kumral, ela gözlü Göktürklerden biri Çinlilerin içine sızıp, casusluk yapar. Çinliler de kumral, ela gözlü bir Çinli nasıl oluyor, anlamaz. Buna benzer pek çok konu var ama konumuz kendisi değil, oğlu.

Yağmur Atsız, faşist Nihal Atsız'ın solcu-komünist oğlu olarak tanındı. Kardeşi Buğra, babası gibi Türkçü olmakla beraber, daha çok Ateizm görüşleri ile tanındı ve şu günlerde Kanada'da yaşamakta.

Kendisi ise uzun yıllar sosyal demokrat kalmakla beraber, belki de babasının kitabından gelen teliflerin hatırına, babasına pek laf ettirmedi. Babası düpedüz ırkçı ve kafatasçı olduğu, 1934 Trakya progromunu planlamış ve kışkırtmış, elli bin kadar Trakyalı Yahudi'nin yerinden, yurdundan etmiş, Nazi dergilerinden aldığı resim ve karikatürleri hayatı boyunca çıkardığı dergilerde kullanmıştı.

Kendisi de yazı hayatınca en azından solculuğa, hümanizme ve demokratlığa bağlı kalmıştı. Hrant Dink'in ölümünün ardından yazdığı Evet, ben bir Ermeni'yim başlıklı yazısı ile gönülleri fethetmişti. Ne oldu ise o yazıdan sonra başladı.

Önce İŞİD tehlikesi karşısında direnen Kobane (Ayn El Arab) halkına aynen alay etti, hem de babasının üslubuyla. Ardından da yıllarca arkadaşlık ettiği solcularla kavga etti. Şiirlerini besteleyen Zülfü Livaneli ile kavga etti, onlarca yılın hatırını çiğnedi. Bu kavganın ardından Arif Kemal'de biri hariç onun şiirlerinden bestelediği şarkılar youtube'dan başlayarak dijital platformlardan kaldırıldı. Bununla da yetinmedi, hayatımda hiç Komünist olmadım diye tüm solcu geçmişini ret etti.

Sonra bütün bu yaptıklarının ödülü olarak çalıştığı gazeteden (adını anmak istemiyorum) kovuldu. Aylar yıllar sonra başka bir gazetede köşe yazmaya başladı, ilk yazısında iktidarın liderine güzel bir övgü döşedi ve kovuldu.

Ah yağmur bey ağ, yetmişinden sonra yapılacak iş miydi bu? T24'e doluşmuş yetmez amacılar bile senden daha iyi durumda. Çünkü onlar senden daha önce çöpe atıldı, sen çok daha fazla kullanıldın, daha fazla kirlendin.

Adalet Ağaoğlu gibi seni yıkamak için sol edebiyat dergilere reklamlar veren, twitter'da tabela çalışması yapanın da yok. Kendisi yıllarca şeyhlere kanaat önderi   diye övgüler yağdırdığı halde Aziz Nesin gibi yıkanmadan, namazsız gömülerek aklanmaya çalıştı. Yağmur beyi böyle aklayan da olmayacak.

Bu yüzden yazıma resmini de koymuyorum

23 Ekim 2020 Cuma

SENLİ BENLİ SAMİMİYETSİZLİK

 


Türk insanının garip bir alışkanlığının sebebini merak eder dururdum. Anadolu'da nereye giderseniz gidin insanlar sizin nereli olduğunuzdan başlayarak, özel hayatınızı ve ailenizi aşırı derecede merak eder. İlginçtir, hangi üniversitede mezun olduğunuz, hayat felsefenizin hiç önemi yoktur. Sadece siyasi görüşünüzü merak eder, onun da sebebi, bizden misin, sizden mi kamplaşmasıdır.

Sonra bir dergi (Çeto edebiyat), yeni sayısında çıkacak bir yazının bir bölümünü internete koydu ve bence bir aydınlanma anı oldu. İnsanlar sizin ağzınızdan, sizden kelimelerle özelinizi öğrenip, sizinle samimi olduğunuzu düşünüyorlar ve bu samimiyetten de fayda umuyorlar, hatta bu fayda için seni zorlamaya çalışıyorlar. Ailevi problemlerini de yanlışlıkla anlatırsan üzerine tuz-biber oluyor. 

Bu duruma ben samimiyet diyemiyorum, senli benlilik diyorum. Çünkü pek çok kere sizli-bizli ilişkiler bana daha samimi gelmeye başladı. Çünkü senli-benli ilişkilerin içinde çok yoğun sinsilik var. Herkes kendisini saklarken, karşısındakini açmaya, bilgi almaya ve karşısındakini kandırmaya çalışıyor.



Abi, dayı, teyze kelimelerini en içten söyleyen esnaf, en sahtekar esnaf çıkıyor. Babam bu konuda bayağı tecrübeli, Bir ev kiralama fikrim vardı, çatı katı. Genç, iyi ısındığına yemin etti, babam yemim ediyorsa kaçacaksın dedi. Gerçekten de o semtte oturanlardan çatı katı tecrübesi olanlar, bana soğukluk destanı anlattılar. Biri, ben soba ile ısıtamadım dedi, diğeri de odayı ısıtıyorsun, kapıyı bir açıyorsun, ısı eksilerde dedi.

Ülkemiz insanı bu senli benliliği o kadar çok sever ki, artık bazı zincir marketlerin çalışanları, müşteriler ile samimi olmaya, özel günlerde gelen indirimli malları ayırmaya başladılar. Amirlerinden emir almasalar, böyle yapmazlar.

Politikacılar, sanatçılar ve işverenler  de kendilerine baba dedirtmeyi severler. Bu sözüm ona duygu bağı ile kazançlarını garanti etme çabaları vardır. Oysa bu çabalar ne kadar beyhudedir. Zira bu yapaylık karşılıklıdır ve kitleler bu sözüm ona abi ya da babalarını çok kolay terk ederler.

17 Aralık 2013 günü bu ülkenin en az %30'unun Fetöcü olduğuna yemin edebilirim ama  ispatlayamam. 2013 öncesinde, hele de 2002-13 arasında işini bilen Fetöcü olmalıydı. Ödülü; göstere göstere çalınan sorularla geçilen sınavlarda (KPSS-ALES-LES-ÖSS vs) yüksek puan almak, gözle görüne kusurlarına ve cahilliğine rağmen polis, subay, astsubay, uzman çavuş ve benzeri mesleklere kolayca girme, memur olduktan sonra kritik yerler başta olmak üzere rahatça atanmak,  devlet ihalelerinde okkalı paylar almak, dükkana müşteri garantisi, üniversitede ücretsiz yurt veya ev ve daha neler nelerdir. Aslında bu örgüt, doksanlarda bile çok güçlüydü.

Hem örgütten, hem de iktidardan nefret eden biri olarak, bir tarafın kazanacağına emin olmamakla beraber, gayet şiddetli bir çatışma bekliyordum. Hatta itiraf edeyim, 17 Aralık 2013'de bu konuda bir bahis oynasaydım, paramı Fetö'ye yatırırdım. Bir kere kalabalık ve güçlü olmaları bir yana, yolsuzluk operasyonu ile ilk darbeyi onlar vurmuştu. Sonra çok kalabalık ve güçlü olmaları bir yana; diğer tarikatları da bir orkestra şefi gibi yönetiyordu.

Oysa  muhteşem örgütlenme, ardından gelen 25 Aralık operasyonlarına da rağmen suya dokunan kağıt peçete gibi dağıldı. Hani eskilerden bazı şeyler için (Amerika- Rusya vs) kağıttan kaplan tanımı yapılırdı ya, Fetö'de bırakın kağıdı, kağıt peçete, hatta tuvalet kağıttan kaplanmış meğer. Daha aralık ayı bitmeden esnaf üçer beşer Zaman gazetesi aboneliğini bıraktı. İlk yenilginin sebebi merkez medyanın Fetö'ye karşı çıkmasıydı. 17 Aralıktan evvel esnafın % 80'i Zaman, Türkiye ve Akit gazetesi abonesiydi ama özellikle Zaman gazetesini gelenlerin gözünün içine sokardı. Zira bu gazetenin abonesi olan dükkana zabıta, maliye zor ceza yazardı. Gene dükkanların % 80'inde Fetöcü yurtlar, evler için sadaka kutusu olurdu. Fetö'nün mahalle aralarında boş dükkanlarda sık sık yaptığı kermesler de dolup, taşıyordu.

İlk esnaf terk etti Fetö'yü. Önce gazete abonelikleri kesildi. Gerçi Fetö uzun zamandır bırakın abone olmayı, kendisinden nefret edenlere bile Zaman gazetesini gönderiyordu. Kağıt masrafını umursamıyorlardı artık. Abone postasında sadece müdür, müdür yardımcısı gibi unvanlar (okullarda tüm idarecilere gönderiyorlardı), ya da sadece dükkanın adresi yazıyordu. Kepenglere, kapı aralarına, posta kutularına Zaman koymaya kalkanlar da ara ara dayak yedi. Ardından da Bankasya'dan para çekme furyası başladı. Pek çok şube kapanma noktasına geldi.

Sadece Fetö imamlığı-abiliği-ablalığını geçim kapısı yapanlar kaldı. Bütün o dindarlık gösterileri, ağlamalar, okunan cilt cilt kitaplar falan, hepsi sahteymiş. Örgüt en azından Mart 2014 seçimlerini etkiler dedim;  AKP F.G'nin memleketi Erzurum'da bile oyunu arttırdı.

Yıllarca içlerinde yaşadıkları, üniversite-eş seçimlerini bile abilerine bıraktıkları, sık sık toplanıp, birlikte yiyip-içip, ibadet ettikleri tarikat-örgütü bir haftada terk etti kitleler. Şimdilerde o Zaman gazetesini gözüne sokan esnaf, duvardaki Atatürk resmini gözümüze sokuyor. Şaka maka son bir yıldır duvarında-camında Atatürk resmi olan dükkan çoğaldı. Çünkü ciddi ciddi AKP'li ailenin çocukları bile tarikatla ilişkilendirilen mekanlara takılmak istemiyor. 

Aslında bu samimiyetsizlik tüm toplumda olan bir şey, hatta ne kadar muhafazakar ve taşralıysak, o kadar samimiyetsiz. En başta düğünler. O simli tenler, tene yapışan abiyeler, kat kat topuzlar ve iki yüzlülüğün simgesi takı törenleri. Bu altınlar aslında nesilden nesle aktarılan emanetler. Zira takanlar daima ne taktıklarını kafalarına kazıyıp, bir sonraki düğünde karşı taraftan bunu beklerler. O anlı-şanlı aşiret düğünlerinde bile bu durum böyledir. O kilolarca altınlar, metrelerce paralar sahiplerine bir şekilde geri gitmelidir. Zaten geri götürmeyeceklere de o kadar altın takılmaz. Yeni evlenen çiftlere destek olmak için içten verilen hediye değildirler yani.

Düğünler, feodal ülkelerde aile-akrabalık ilişkilerinin  yapaylığı kadar, yabancılara aile-akraba hitapları ile seslenmenin yapaylığının da göstergesidir. Hızlı samimileşmenin amacı karşındakini açıklarını aramaktır.

Ulusça resmi hitaplara alışmalı, herkesle hemen samimi olmamaya alışmalıyız. Senli-benli ilişkileri azaltmalıyız.



15 Ekim 2020 Perşembe

BAKARA MAKARA



 Bakara benim yıllar önce yazdığım bir romanın ve Kuran - ı Kerim'in en uzun suresinin adıdır. Buzağı ya da dana demektir. Yahudilerin, Musa peygamber Tur dağına  çıktığı bir kaç gün için dayanamayıp, taptığı altından buzağı heykelinden alır. Ben de insanların hakkında tanrı ya da peygamber gibi bahsettikleri din adamlarını birer sığır gibi gördüğüm için romana bu adı vermiştim. Şimdi de artık çekinmeden açıkta dolaşan, müritlerinin artıklarından şifa şeyler, gavsları aynı görüyorum. Onlar da bol sakalları ile bizonlara benziyorlar bence de.

Bakara suresi malum Fetö'nün sızdırdığı Bakara-Makara sallıyoruz bir şeyler videosundan sonra da moda oldu. (Fetöcüler sıkça çeşitli sitelere atıyor bu videoyu. Arayan bir şekilde bulur. Bakara-Makara sözü de, kamu oyunda dindar görünenlerin, perde arkasında dini pek de takmadıklarının simgesi oldu. İşin doğrusu bu Bakara-Makara durumlarını görmeniz için bu gerici milletimin telefonlarını dinlemenize veya içlerine sızmanıza bile gerek yoktur. Biraz yakınında olmanız kafidir.


https://urun.n11.com/oyku/bakara-P407277596

Bazı durumlarda da uzaktan da olsa sorgulamalı ve bunu zihnimizden yapmalıyız. Mesela namaz-oruç diye yırtınan din adamları neden zekat-sadaka için yırtınmaz. Neden yoksullara tahammülü önerdikleri kadar, zenginlere paylaşmayı önermiyorlar? Her seçim ya da referandum öncesi, Umut Sarıkaya'nın meşhur karikatüründeki gibi evet, tam destek diye böğüren ünlüler, neden bağış kampanyalarına sessiz? Krizde para kazanamıyorum diye ağlayanlar hep yandaş sanatçılar oldu, oysa muhalifler daha zor iş buluyor, onlardan ağlayan yok. 

Diğer yandan medyada hep denildiği gibi hiç villadan, lüks evden şehit cenazesi gelmiyor. Hatta lüks konutu geçtim, kısmen refahı yüksek semtlerden bile şehit cenazesi görülmüyor. Politikacıların bırakın çocukları, uzak akrabaları bile pek şehit olmuyor. Ben bir kere merhum Muhsin Yazıcıpğlu'nun yeğeni Kahramanmaraş'da mayına basıp, şehit olmuştu, bir de eski bakanlardan Ali Babacan'ın bir akrabası Bitlis'de şehit olmuştu. Son bir kaç yıldır politikacı yakınları ve zenginler askere bile gitmiyor. Bedelli askerlik iyice yaygınlaştı.

Şehitlik ve cennete ilişkin din adamlarının anlattıklarına zenginler ve politikacılar inansalardı, askerlik yapmak için para verirler, askere gitmek, hacca gitmek gibi bir şey olur. Vitamin değeri biraz daha yüksek, nadir meyveler için fazladan dünyanın parasını veren, birazcık daha fazla proteini ve kalsiyumu olan peyniri gariban marketlerine bile sokmayan zenginler, o cennet taamlarını, huri kızlarını kaçırır mı sanıyorsunuz? 

Şehitlere vaat edilen o cennet gerçek olsaydı, fakirlerin askere gitmesi yasaklanırdı. 

Hani Araplar için denir ya, Kuranı minder yapıyorlar, bizdeki hürmet, onlarda yok; işte o hürmet bizim dinbazlarda da yok, merak etmeyin. Bunu Isparta'nın bir ilçesinde imam hatipte çalışıreken yaşadım. 28 şubat sürecinin hemen ardından, altı yüz kadar öğrencisi olan okul, otuz küsur öğrenci ve on iki-on beş kadar öğretmenle kalmıştık. 28 şubat ve öğrencileri mağdur eden katsayı krizi (Katsayı krizi:  imam hatip ve meslek liselilerin çözdükleri sorular daha düşük puanlı  alıyor, sınavı kazanması zorlaşıyordu.) çıkınca okul müdürü başta olmak üzere neredeyse herkes çocuğunu başka okullara almıştı.  Okulda bir sürü boş sınıf ve terk edilmiş ders kitapları, dini kitaplar ve Kuran-ı Kerimler vardı. Dersimin olmadığı bir nöbet günümde kısmen düzenlemiştim. Bir tanesinde bayağı aşırı miktarda Kuran vardı ve galiba orası Kuran odasıydı. Bir tanesini aldım ve halen bende durur.

Kuran okunurken veya ezan okunurken konuşulmaz kuralı vardır. Pek çok dinci laik ya da laikçi (Fetöcülerin icadı bir laftır bu) dedikleri insan yoksa, buna pek aldırmazlar.  Gerek imam hatipler, gerekse tarikat üyesi yöneticilerimden  böyle davranışları sık gördüm. Hatta birisi ezan okuyan radyoyu kapatmıştı.



Diğer yandan dinbazların meydanlarda şişirdikleri din büyüklerine de pek saygıları yoktur. Mesela Süleymanıclar, şeyhleri Süleyman Hilmi Tunahan'ı istediği yere değil de Karacahmet'e gömüldü diye idam edildiğini düşünürler. O Kuran'ı aldığım imam hatipte, herkes nurcu olmakla beraber, Said-i Nursi ile ilgili olarak pek saygılı konuşmazlardı. Çünkü benim varlığımı sık sık unuturlardı. Said-i Nursi'nin gardiyanları ikna edip, cuma namazına gidişini, hapishane savcısının da görünce başka bir hapishaneye gönderilişini anlatıp, gülmüşlerdi. Çünkü bu olay Nursi'nin aynı anda iki yerde olması ve savcının da Nursi'nin talebesi olması gibi anlatılmıştı. Ayrıca kendisinin Barla kasabasında sürgünü de yalandı. Zamanının büyük bir bölümünü Isparta'da, şehir merkezinde, orduevinin karşısındaki Bedüüzaman caddesinin, Sait-i Nursi caddesindeki evinde ve ben Isparta'da öğrenciyken yerinde duran evinde kalmış ve gene ben oradayken yerinde duran ve şoförünün kullandığı lüks otomobili ile çevreyi gezmiştir, devletin gözü önünde örgütünü kurmuştu. Fetöcü olup da, 17-25 sonrası AKP'li olan bir müdürüm vardı. Bir keresinde Süleymancılar aleyhine bayağı ağır laflar etmişti arkalarından. Sonra Süleymancılar bizi misafir edip, yemek yedirince, yüzsüzce hediye istemiş, onlar da bize küçük birer kavanoz bal verdiler. O da gene arkalarından söylediklerinin hepsini yuttu.

Politik açıdan da dinbazlar, Bakara-Makara kafasındadırlar. Adnan  Menderes, yeni yapılacak bir caminin kubbesindeki hilal için saatlerce tartışır ama İstanbul başta olmak üzere yüzlerce tarihi camiyi, aralarında Mimar Sinan'a ait olanlar da vardır, yol genişletme bahanesi ile yıktırırdı. Oy için Said-i Nursi'nin elini öper, Birleşmiş Milletlerde Fransızlardan yana olup, Cezayir'in bağımsızlığına karşı oy vermişti. Yıllar sonra Turgut Özal, yollar sonra bunun için Cezayir'den özür dilemişti. Kendisi de Allah'ın ipine sıkı sıkı sarılın derken,  Ermenilere karşı yardım isteyen Elçibey'e bir helikopteri bile çok görüp, Azeriler Şii, onlara İran yardım etsin demişti. Şu anki iktidar da, Azerbaycan'a hararetle yardım ederken, Uygur Türklerine sırt çevirmekte. İran'ın Ermenistan'a yardımını ise ülkenin yerel halkının Azeriler engellemekte (2020 Ekim; Azerbaycan-Ermenistan savaşı ile ilgili olarak).

Tarikatların durumu da pek farklı değildir siyasi olarak. İskilipli Atıf'ın idam edilme sebebi, İngiliz Muhipler Derneği üyesi olmasıdır. Nursi, risalelerinde bu adam diye Atatürk aleyhine çok konuşur ama Amerika ya da İngilizler aleyhine tek kelime etmez. Süleyman Hilmi Tunahan ya da Süleyman Hilmi Işık da benzer şekilde büyük batı devletleri aleyhine tek kelime etmezler. Fetö'nü Müslümanlığın yasak olduğu Afrika ülkesi Angola'da (Müslüman olursanız vatandaşlıktan çıkmanız gerekiyor. Kim Angola vatandaşı olmak ister, o da ayrı soru.), Müslümanları zulüm görmek bir yana, zorla göç ettikleri Myanmar'da falan okulları vardır ve bu okulları İslam'a ve oradaki Müslümanlara gram faydası yoktur. Ayrıca diğer tarikatların da Amerika, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, pek çok ülkede teşkilatları vardır. Genelde oradaki Türklerin üzerinden para kazanmak ve onları tarikatlarına katmak dışında pek bir işe karışmazlar. Dinbazların önemli liderlerinden Mehmet Şevket Eygi, o dönem solculara,  Amerika'ya hayır mı, Allah belanızı versin demişti. Meşhur kanlı pazarda, Kıble, Marmara denizi tarafında olduğu halde, boğaza demirlemiş 6. Filoya dönüp, namaz kılmışlardı saldırganlar.

Tarihte de böyle olmuştur. Türk sarığını Papa külahına tercih eden Hristiyanlar olduğu gibi, Hristiyan egemenliğini tercih edenler de olmuştur. Hem de çok eski tarihlerde bile. Tunus fethedildikten sonra üç kere elden çıkmış, Barbaros Hayrettin Paşa, en sonunda isyan edip, çöle kaçan Bedevileri ezmek için toplarını rüzgarla yürütmek zorunda kalmıştı. (Çünkü topları çekecek öküz bulamamıştı.) Ecyad kalesi başta olmak üzere Osmanlı eserlerini itina ile yıkan Suudi Arabistan,  İngiliz casus Lawrence'ın evini restore ediyor. Öte yandan Osmanlı'da Endülüs Araplarını Tunus ve Fas'a yerleştirirken, Yahudileri de Ege kıyılarına yerleştirmiştir. Zira bu Yahudiler, tekstil işinde usta zanaatkarlar, yüksek vergi veren tüccar ve bankerlerdir. Rodos, Kıbrıs ve Girit alındıktan sonra, adalTıara Türk göçmenden evvel, Yahudi göçmen alınmıştır. Sokullu Mehmet Paşa  sadrazamken, kardeşi de Hırvat Katolik kilisesi kardinaliydi ve Sokullu ailesi yıllar boyunca amcadan yeğene bu kardinallik makamını bir saltanat ailesi olarak yönetti. Sokullu'nun pek çok akrabası da Yeniçeri Ocağı ve Enderun'u doldurdu. Sokullu ailesinin Topkapı sarayından daha büyük olduğu iddia edilen sarayı da Patrona Halil İsyanı sırasında yıkılıp, yağmalandı; izi bile kalmadı. (Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa olmak üzere İstanbul ve Yeniçeri isyanları, İstanbul'un pek çok lüks yapısını yağmalayıp, yok etmiştir. Bunu ders kitapları yazmaz)

Bireysel yaşam tarzlarında da bu Bakara-Makara tavırları geçerlidir. Bu blogda Torpilli Evliyanın Şizofren Düşleri diye yazdığım arkadaşa ilişkin pek çok olay vardır. Tarikatların ya da muhafazakarların gençleri, gençliklerini gayet hovardaca yaşarlar. Sonra yaş ilerleyince birden bire imana gelip, kendilerini imana verirler. Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece adlı romanında  çok güzel anlatır. Anadolu'da eşkıyalar yaşlandıklarında birdenbire imana gelir ve tarikatlara üye olurlar.

Bir zamanlar türbanlı ve Süleymancı tarikatı bir sevgilim olmuştu. İşin ilginci ondan Süleymancılık hakkında hiç bir şey öğrenmedim ve onun ilk sevgilisi de değildim. Kendisinin, benim gibi Alevi olmasa da, daha önce de sevgilileri olmuştu. İlişkimizi sözüm ona gizlemeye çalışıyorduk ama tüm ilçe biliyordu ve genelde bilmezden gelmeyi tercih ediyordu. Bilmeyenler de vardı ama sona doğru öğrendiler. Sebebi de Esra'nın babasının üst kademede yer alması ve Ankara'da yüksek bürokrat olmasıydı. Yaptıkları sadece beni Esra'ya karalamaktı. O da bunları hevesle bana anlatıyor, ben de bunu onun beni sevmediğini gösterdiğini düşünüyordum. Bana ise hiç bir şey anlatmıyorlardı. Konuyu uzatmayacağım, sinir bozucu, inişli, çıkışlı bir ilişkiydi. En son 2006 Haziranında okulların kapandığı gün evime geldi, beni olmayacak bir şeyle suçladı, kimden duyduğunu da söylemedi, sağcıların klasik dedikoduyu övme sözünü söyledi, herkesmiş bunu söyleyen. Kim bu bay herkes, bilen yok. Sonra biz telefon üzerinden tartışmaya devam ettik ve temmuz ayı gibi de ayrıldık. Bir hafta sona ahmak gibi yeniden aradığımda da, hayatımda başka biri var, dedi.

Asıl konu ilişki bittikten sonra, Esra Ankara'ya, ben il merkezine atandıktan sonra öğrendiklerimdi. Esra evime son kez geldiğinin ertesi günü evlenmiş, ardından da Haziran bitmeden Ankara'ya eş durumundan tayin olmuştu. Dahası göreve başlamaya da evleneceği erkekle gelmişti. Tayin işlerini yaptırmaya da onunla gelmişti. Üniversiteyi bitirdikten sonra son bir öğrenci flörtü yaşamak istemişti. (Oysa bana ne çok benle evlen demişti)

Bu olayı kendime özel sanırken, aslında son derece yaygın olduğunu öğrendim. Muhafazakar, özellikle de Ülkücü ailelerin (Esra'da üniversitede okurken Ülkücülere katılmıştı) kızları, flört denen şeyi yaşamak istiyorlar, bunun için de başlarından kolay savacaklarını düşündüklerini Solcu -Alevi erkeklerle yapıyorlardı. Hatta kuzenim MHP eski milletvekilinin birinin kızı ile evliliğin kıyısına kadar gelmişti. Özetle tarikat-muhafazakar kısmın zenginlerin  kızları da, öyle yoksulların ahlakı ile yaşamıyor.

Esra ile birlikteyken, Süleymancılık ile ilgili pek bir şey öğrenmedim. Kendisi gayet lüks büyümüş, lüks alışkanlıklar edinmişti. Tarikatın kendine özgü iğnesiz türban bağlamasını bile öğrenmemişti. Oysa daha 23 yaşında olduğu halde kısa bir süre de olsa tarikata ait bir kız öğrenci yurduna müdürlük yapmış, tarikat için Almanya ve Bulgaristan'da çalışmıştı. Sadece bir kez bu tarikat yurtlarının aslında resmi olandan çok daha fazla öğrenci barındırdığını kabul etmişti.

Süleymancılıkla ilgili bilgilerimi internet ortamlarında (özellikle rahmetli alkışlarlayasiyorum'da, oradan okuyan varsa yorum yazsın) Esra'yı anlatınca birilerinin özelden mesajlarından öğrendim. Tarikatın yurtlarının ve yatılı kuran kurslarının binalarının yarısı müdür ve hocaların özel alanıydı ve misafir ağırlıyoruz bahanesi ile lüks yaşıyorlardı. Zengin çocuklarının kendi özel odaları vardı ve onlar dini sohbetlere, Kuran okumalarına katılmıyorlardı. Bir de açıkça söylemeseler de pek çoğu cinsel tacize uğramıştı, yazılarındaki nefretten bunu anlayabiliyordum.

Samimiyetsizlikle ilgili bir konu da şu günlerde sık sık çıkan yerli otomobil söylemleri. Ülkemizde üç yüz bin civarı makam arabası var ve hemen hepsi de Mercedes-BMW-AUDİ üçlüsüne ait. Doksanlarda Renoult (Özellikle Megan ve 21 modelleri) ve Toyota marka makam arabaları da vardı. Kaldı ki AKP, ilk yıllarında makam arabalarını kaldıracağını söylüyordu ama daha da arttırdı. Türkiye'de, en azından Türk işçisinin emeği ile üretilen arabaları makamlarına tercih etmeyenlerin, yerli marka araba konusunda ciddi olduklarını mı sanıyorsunuz.

Oruç konusunda da, bir zamanlar sokaklarda yemek yiyenlerin dövüldüğü taşra şehirlerinde bir günah köşesi vardır ve genelde pasajın dibidir buralar. AVM'lerin çoğalması, taşra şehirlerinde de bu durumu azaltmıştır. Öte yandan oruç üzerine şokumu, babamın dükkanında yaşadım. Dükkana nadiren uğrardım, genelde müşteri tek tük olurdu. Zira orası bir mermer deposuydu. Bir keresinde bayağı kalabalık bir müşteri grubu geldi, aylardan Ramazandı ve hepsi de çaya hücum etti. Çoğunlukla Yozgat başta olmak üzere iç Anadolu ve muhafazakar görünen bu kişilerin hiç biri de oruç tutmuyor ama tutar görünüyordu.

Namaz konusu da ayrı bir iki yüzlülük ve samimiyetsizlik konusu. Mesela pek çok kere cami imamları, yıllık izinde kendi camilerine veya başka bir camiye gitmezler. Ben namaz ve cami konusunda samimiyetsizliği, kendi kısa süreli namaz kılma maceramda gördüm. Arkadaşlarımın, imam seninle tanışmak istiyor yalanını çok aşırı bir rica sayıp, camiye gidip, gelmeye başladım. Sonra şehir içinde başka bir okula tayinim çıktı. Bu arada ben evde kendi kendime de namaza başlamıştım. Sonra şehir içinde başka bir okula tayinim çıktı. programda Cuma günleri boş oldukça gene cumaları oraya gidiyordum ama bir süre sonra okulun din kültürü öğretmeni hariç başka kimseyi camide bulamamaya başladım. Ayakkabım çalındıktan sonra da o camiye gitmemeye ve namazı azaltmaya başladım Bırakmam ise kardeşimi ziyarete gittiği Kars'ta oldu. Şehri dolaşırken uzakta bir cami ve aheste aheste abdest alanları gördü. Oraya varmam yirmi dakika, yarım saat kadar sürdü ve ben oraya varmışken abdest alanlar camiye girdi. Bir-iki dakikada abdest alıp, camiye girdim ki, cami boş. Yarım saat abdest alamayan on küsur kişi, dördü farz, on rekat namazı çabucak kılıp, çıkmıştı. Bu olay sondan ikinci camiye gidişim oldu. Sonuncusu da namaza başladığım bir arkadaşa kalbini kırmamak adına bıraktığımı, hatta artık dinsiz olduğumu söyleyemediğim için oldu.

Alkol meselesine gelince. Konya'nın kişi başı en çok alkol tüketildiği il olduğu şehir efsanesidir. Gerçek şu ki ülkemizde sağcılar pavyonlarda ya daparklarda-ormanlarda içer, solcular barda-evinde. Bu kadar alkolü nüfusun üçte biri olan solcular tüketmiyor. 

En son bu dinbaz tayfayı iktidara getiren türban konusuna gelelim. 15 Temmuz 2016'dan beri türbanını çıkaran kadın sayısında astronomik bir artış var. Özellikle twitter'da açıldığını ilan etmek moda oldu. Yurt dışına çıkan ve geri dönme ümidi kalmayan basketbolcu-futbolcu eşlerinin türbanı çıkarma olayını da kamuoyu gördü. 28 Şubat sürecinde de büyük çoğunlukla Pensilvanya'dan gelen emirle türbanını çıkardı ama asıl bahsedilmesi gerek türban üzerine erkeklerin iki yüzlülüğü.

Namazla, oruçla bir alakası olmayan pek çok kadın türbanlı-çarşaflı kızla evlenme peşinde. Bazı erkekler de türbanlı bir kız aramak yerine, başı açık kızları evlendirme derdinde. bunların pek çoğu da içki-hovardalık derdinde olan erkekler. Türbanla evlendikleri kadınlar, onlardan dinin gereğini isteyecek diye korkuyorlar. Erkeklerin çoğu için türban, İslam'dan çok , erkekliğe tapmak. Pek çoğu başı açık kadınlarla aşna fişne etsin, evde de dizini kırıp, evde bekleyen türbanlı kadın olsun hevesinde.

Bu yazı günlerimi aldı ve uzun zamandır bu kadar uzun yazı yazmamıştım ama değdi.

https://www.kekemekitapyayin.com/bakara?search=bakara&category_id=0