10 Ocak 2021 Pazar

REHBER ÖĞRETMEN DEĞİL, OKUL REHBERLİK UZMANI

 


Öğretmenler arasında meslektaşlarınca en sevilmeyen branş, rehber öğretmenlerdir. Diğer öğretmenlerin gözünde elinde çay kupası ile ortalıkta dolanıp, bir sürü evrakı da öğrencilere doldurtmak üzere kendilerine veren birisidir. Okula geç gelir, erken gider, her gün gelir ve tam ek ders ücreti alır, çoğu kez diğer öğretmenlerle pek muhatap olmaz falan.

Aslında olay, bu işi en baştan yanlış adlandırmamıza dayandırılıyor. Bu meslek bir öğretmenlik değil. Bu meslek okul psikologluğu, sosyal hizmet görevliliği ve rehberliğidir. Adı bile uzun olan bu mesleğin görevi de çok karmaşıktır ki, kalabalık okullarda iki ve daha fazlası gerekir ama pek çok okulda bir tane bile zor bulunur.

Bu mesleğe rehber öğretmen denmesinin iki sebebi var. İlki öğretmenler, kadro olarak, üniversite mezunu devlet memurlar arasında en düşük maaş alanlardan biridir. Diğer sebebi ise, Türkiye'de öğretmenliğin meslek olmamasıdır. Sınıf öğretmenlerinin önemli bir kısmının ziraat mühendisi,  pek çok bankacının kariyeri kesintiye uğrayınca İngilizce öğretmeni yapıldığı bir ülkedeyiz. Böyle bir ülke olarak eğitimde geri kalmamız son derece normaldir. Sağlık meslek lisesi edebiyat öğretmenini, il sağlık müdürlüğüne, şube müdürlüğü yapabildiği ülkenin sağlıkta geri kalması normaldir.

Bu branşta da, özellikle özel okul ve dershaneler halen felsefe öğretmenleri bolca çalıştığı gibi, devlet okullarında da önemli miktarda var. Bir kısmı 2002-2004 gibi atandı, bir kısmı da geçici kararnamelerle yıllarca rehber öğretmenlik yaptı ve halen yapıyor. Ben de, Anadolu öğretmen liseleri kapanım da tekrar felsefeye döndüğümde, benim durumumda olanları rehberlik öğretmeni olma ihtimali vardı. Ben yapabileceğime inanmadığım için zorlamadım. Pek çok arkadaş, özellikle Facebook ve benzeri gruplardan kampanya yaptı ve olmadı. Branşın asıl sahibi sayılan, kapanan eğitim programlama bölümü mezunları, milli eğitim ne yapacağını bilmediğinden rehber öğretmen yaptı.

Sosyal medyada, özellikle Ekşisözlük'de öğretmenlere kin kusanlar, öğretmen olmak isteyip de olamayanlar olduğu gibi, rehber öğretmenlere nefret eden öğretmenler de, bu branşa geçemeyenlerdir.

Öte yandan bu branşın önemi anlaşılamadığı gibi, görevi de anlaşılamıyor. Mesela bu branş, okul psikoloğu gibi görevi olmakla beraber, terapistlik değildir. Zira okul psikoloğu başkadır,  klinik psikolog başkadır. Okul yönetimi ile işbirliğindedir, o tanıma testleri de pek çok okulda ciddiye alınmıyor. Pek çok öğretmen için zaten pek yeni olan rehberlik servisi, problemli öğrencilerle görüşen, disiplin işlemlerinde imza atan, bir sürü evrak işini öğretmene yıkan kişidir. Bunun için rehber arkadaşlar bilgileri sadece sınıf öğretmenleri ile değil, tüm öğretmenlerle paylaşmalıdır. 

Kaldı ki bir okulun tüm yükünü tek başına taşıyamaz.

Eğitimin çok derdi var, bugünlük bunu yazdım.



7 Ocak 2021 Perşembe

KANDIRILMANIN KABUL EDİLEBİLİRLİK ÖLÇÜTLERİ-I



 Kandırılmak hayatın kaçınılmaz bir sonucudur ve hayatta kandırılmamış kimse yoktur. İnsan denen varlık çok bencil de olsa, topluluk halinde yaşamaya mecburdur. Bu sebeple güvenmek için ve güvenmemek için sebepler, ölçütler oluşturmuştur. Ben de kendimce bu ölçütleri, yani kandırılmanın mantığını anlatmaya karar verdim. Maddeler halinde yazıyorum:

1)Kandırılanın yetkinliği; Kandırılan olarak yetkin-yetişkin değilseniz, kandırılmanız hoş görülebilir. Yasalar da bunun yanındadır. On sekiz yaşından küçük birisi senet imzalarsa geçerli değildir. Gene yaşı çok küçük biri ile, o kişinin isteği bile seks yapmış olursanız, bu iğfal suçuna girer. Yani o kişinin aklı olgunlaşmadığından, onu kandırmış olursunuz. Bunun yanında demans (bunama), akıl hastalıkları durumunda da benzeri yetkin olma konusuna girer. 

Yaşınız ve beden sağlığınız sağlam olmasına rağmen yetkin olmama konusu da o konuda bilgi azlığınız olmasıdır. Örneğin köyden yeni göç etmiş birisinin dolandırıcıdan Boğaziçi köprüsünü ya da Saat kulesini satın alması normaldir. Yılların esnafı, tüccarı olarak böyle basit dolandırılmanız çok mantıklı değildir. Oğlu polis olan bir arkadaştan, başka bir polisin, telefon dolandırıcıları tarafından, sizin telefondan albayın karısını rahatsız ediyorlar diye dolandırıldığını duymuştum da ne gülmüştüm. Teşkilat olarak parayı kurtarmışlar ve olay duyulmasın diye büyük çaba harcamışlar.

Politik açıdan bir liseli genç ya da taşralı bir politikacı kandırılmış olabilir ama yılların tecrübeli politikacılarının kandırılmasını normal görmeli miyiz, kabullenmeli miyiz? Ya da o en kalite okullarda okumuş, yurt dışında gezmedik ülke bırakmamış, Türkiye'yi bıraktım, yurt dışında kaliteli üniversitelerde mastır, doktora yapmış aydınlarımız, kumpası görmediler mi ya da yetmez amanın tek amacının yargıyı ele geçirmek olduğunu görmediler mi? Ben yabancı dil bile bilmeyen, onların pek  çoğunun okuduğu liseden bile daha geri olanakları olan bir taşra üniversitesinden mezun, taşrada bir lise öğretmeni olarak gördüğümü, onlar nasıl görmediler? O kadar eğitimin sonu, kullanışlı aptal olmak mı?

Gene şu günler Adnan Oktar'ın kediciklerini, kandırılmış masum kızlar gibi gösterme çabaları var ve bunda da başarılılar. Bilkent, Koç, Boğaziçi gibi kalburüstü, yüksek puanlı ve yüksek ücretli üniversitelerde okumuş ve üst düzey gelirli aileden kızlar nasıl kandırılabiliyor?

2) Kandıranın Kandırana Yetkinliği: Kandıran çok üst düzey bir dolandırıcıysa ya da dolandıranın iyi niyetini suiistimal edebilecek bir konumdaysa, kandırılma mazur görülebilir. Yıllarca güven kazanmış bir doktora, ciddi bir bilim adamına inanmamız da normaldir.

Öte yandan ilkokul mezunu bir vaizin etrafında o kadar çok insanın toplanması mantıken kabul edilebilir değildir. Sıradan bir banka memurunun, devasa miktarda parayı çaldığına veya zimmetine geçirdiğine kolay kolay inanmayız.

3)Kandıranın kaçıncı kez kandırdığı: Kumarda bile ilk elin günahı olmaz derler. İnsan ilişkileri özünde güven vardır ve çoğu kez yabancı birileri işe önce güvenimizi kazanarak ya da kazanmaya çalışarak geçer. Oysa aynı kişinin bizi defalarca dolandırılmansın arkasında başka nedenler ararız.

Banker Kastelli, Fadıl Akgündüz gibi kişiler, çoğu kez de aynı kitleyi, defalarca dolandırılmıştır .Bu dolandırılma tabi ki normal değildir. Aslında bu kişiler dolandırılmamaktadır. (Daha sonraki bir maddede yazacağım)

Aslında tek parça yazacaktım ama yazılması uzun sürecek. Bu yüzden de bir kaç parça olarak yazacağım.

4 Ocak 2021 Pazartesi

KOLPAÇİNO'DAN DÜZENİN ELEŞTİRİSİ



İşin doğrusu ben de Şafak Sezer'i sevmediğinden Kolpaçino serisini izlemeyenlerdendim. Etrafımda çok fazla insan bu filmden replikleri paylaşınca, ben de üç filmi bir solukta izledim. Çok komik olmakla beraber, sisteme ciddi eleştiriler de var, aslında absürtlükte zirve yapmakla beraber,  hatta senaryo nedir, olayların gidişi nedir derseniz anlatacak bir şey bulamazsınız.

Öte yandan üç filmde de dikkat çeken noktalar var. Mesela filmdeki karakterler, karşısındaki güçsüzken, çok cesur olup, esip, gürlüyorlar. Karşısındakinin güçlü olduğunda da aniden geri çekiliyorlar. Örneğin üç filmde de rol alan Ganyotçu karakteri (Ebubekir Öztürk, Özgür karakteri ile baş başa olduğunda esip, gürlüyor. Kumarhane deki çatışma sahnesinde ise, daha konuşmanın başında silahların konuşacağını anlayıp, masanın altına giriyor. Filmin kahramanlarının her filmde en az iki kere cesurca atılıp, korkakça kaçamama sahnesi var.

Filmdeki karakterler her türlü illegal ve gayrı ahlaki işe karışmakla beraber,  dillerinden Allah sözü düşmüyor. Olaylarda her türlü rezillik  boyu geçmiş ama din, iman yerinde. Film serisinin dile pelesenk olmuş bir sözü gibi, imkanları olsa on numara namaz kılacaklar.

Filmin tüm önemli karakterleri erkek, çoğu evli ve hepsinin de, evli olsalar bile metresleri var, nakit karşılığı günü birlik cinsellik yaşıyorlar ama gene de toptan bir abazanlık, cinsel açlık durumları var. Kadınlar hakkında da, eğer kendi namus dairelerindeki bacı-eş-ana- kadınlardan değilse, sadece cinsel objeler. Onlar hakkında hep aşağılayıcı bir dille konuşuyorlar. Hatta filmlerin birinde olayın kahramanlar, başka bir kişinin (Sabri- Aydemir Akbaş) kıza hakareti yüzünden kızın sevgilisinin zengin ve güçlü bir adam çıkması yüzünden darp ediliyorlar.

Üç filmde de yapılan kanuni işler lüks araba satıcılığı ve inşaat işlerinden ibaret. İnşaat da devlet ihaleleri ve lüks konutla sınırlı. Satılan arabalar da, süper lüks arabalar. (Neden acaba?)

Filmde uyuşturucu kullanmak (genelde yanlışlıkla alınıp, komik durumlara sebep oluyor) değil de ticareti yaygın. Adam öldürme, hırsızlık ve dolandırıcılık, sıradan olmadan da öte, komiklik unsuru. O kadar cinayet işleniyor, canlı bomba bile patlıyor ama tutuklanan pek az, tutuklansa da bir şekilde kendilerini kurtarıyorlar.

Filmlerde en çok gözüme batan şeyse, kahramanların hainliği, sürekli birbirlerini dolandırıp, kandırmaları oldu. Öyle ki üçüncü filmde, olayların merkezinde bulunan ve dış ses olarak da konuşan Özgür karakteri, tüm arkadaşlarına ihanet  edip, önceki filmde kendisine ihanet edip, boşanmasına sebep olan Sabri'nin paralarını çalıyor. Ardından karısını ve kızını da arkadaşları gibi geride bırakıp, Hollanda'ya gidiyor. Filmde bir tane bile dürüst kişi yok. Hırsızın, hırsıza itimadı kalmamış. Görünüşte çok iyi arkadaşlar ama hep birbirlerinin zayıflığından faydalanma çabası içindeler.

Film serisini izlememe bir sebep de oyuncuların ara ara film karakteri gibi davranmaları. Ganyotçu, Atatürk'e söverken tam bir Ganyotçu gibi davrandı. Son filmdeki başkan rolünü oynayan oyuncu da, başkan gibi(Başkan da şu günlerde muhalefet partisini tehdit eden mafya liderinin aynısı. Sazan Sarmalı filminde de bir ara duş alma tehditleri savunan bir mafya liderinin aynısı vardı.) milleti tehdit edip, film dünyasından kovulmuştu. Aydemir Akbaş yılların oyuncusu ama filmde de, gerçek hayatta da 1975-80 dönemi filmlerde oynadığı gibi davranıyor. En son Onedio'da Şafak Sezer'in evi, Özgür'ün evi aynısı haberin görünce, filmi izlemeye karar verdim.



Gülse Birsel, Haeper's Bazaar dergisinde çalışırken, tıpkı Avrupa Yakası'nda olduğu gibi derginin fotoğrafçısının adı Cem, moda editörünün adı da Yaprak'dı. Fotoğrafçı Cem Göçmen, dizideki oyuncu Levent Üzümcü ya da dizideki Cem karakterine pek benzemiyor ama dizideki yaprak aynen editör Yaprak Gerçek. Rutkay Aziz'in oynadığı emekli ve zampara diplomat Bülent Onaran karakteri ise, öldüğü zaman bayağı konuşulmuş,  meşhur bir medya yöneticisi oal Ercan Arıklı. Gülse Birsel'in çalıştığı medya holdinginde dergilerden sorumluymuş.

Gülse Birsel aslında kendi çevresini hicvetmiş. Avrupa Yakası'ndan sonra da pek çoğu senesini dolmadan yayımdan kalkan komedi dizilerinde aynı Nişantaşı'lı zengin çevreleri hicvetmişti. Yani gördüğünü yazmış. Tahminim, Şafak Sezer de aynısını yapmış.

Bu filmleri, bu günlerde absürt komedi diye izliyoruz. Gelecekte bir devri, o devrin adamlarınca hicvedildiği komediler olarak izleyeceğiz.

29 Aralık 2020 Salı

İNAMIYORSAN SAYGI DUY, BEN SANA DUYMASAM BİLE


 

Suç yükleme ya da duyar kasmanın en can sıkıcı türü, inanmıyorsan saygı duy, duyarıdır. Bunu diyenler özellikle güçlüyken, başkalarına pek saygı duymayanlardır. Siz hiç inananların, inanmayanlara saygı duyduğunu gördünüz mü? Hele de güç ellerine geçince.

Onlar oruç tuttuğunda, kimse yiyip, içmemeli, hatta yemekten bahsetmemelidir. Cami yakınlarında alkollü içecek satan  bir yer olmamalı, onlarla aynı ortamda içkiden bahsedilmemeli. Oysa onlar meyhanenin yoluna cami açmalı olur-olmadık yerde namaz kılmalı ve Ramazan ayında sokakta yemek yiyenleri dövmelidir.

Bu hassasiyetleri de garibandadır. Örneğin sokakta yemek yiyenlere saldırırlar ama AVM'ler en dindar şehirlerde bile serbest bölgedir. Ankara'da halkın aklına Kocatepe denildiğinde camiden çok AVM gelir. Bu AVM'nin içinde (şu günlerde korona sebebi ile olmasa da), Ramazanda da rahatça yiyip, içebilirsiniz. Benzer şekilde genelevlere karşı müthiş bir düşmanlık vardır ve pek çoğu da kapatıldı ama pavyonlara kimse bir şey demedi. Mesela barlar sokağında tebliğe gelenler,  Ankara, Çankırı  caddesi ya da Cebeci'deki veya Anadolu'nun her hangi bir şehri ya da kasabasındaki pavyonlara laf ediyorlar mı? Zira birahanelerde, mesela Ankara Sakarya caddesindekilerde orta halli ve en düşükten hesapla çıkmak isteyenler çoğunluktadır. Böyle mekanlara arada bir tebliğci gelir ama gelenlerin içki içmeden öte, kadın oynattığı ve su gibi para harcadığı meşhur pavyonlara uğramazlar. Uğrarlarsa güvenlikçiler ve garsonlardan dayak yemeleri yüksek ihtimaldir.

Gene bu hassaslık genelde yalandır. 28 Şubat döneminde siyasi manevra uğruna, türbanlarından ve imam hatiplerinden çok kolay vazgeçmişlerdir. Tam da o dönemim ortasında bir imam hatibe atanmıştım. 12 öğretmen 37 öğrenci kalmıştık koca binada. Kuran odası kaderine terk edilmişti. Hani özellikle facebook'da çok dolaşan bir fotoğraf var, Arabistan'da kanalizasyonda çıkan Kuranlar diye, hah, işte o şekil yerlere saçılmıştı Kuran-ı Kerimler. Ben topladım, bir tanesini de mülkiyetime geçirdim.

Aslında kendi tekkelerinde sabah namazında uyuyakalanlara, ikindi ve akşamı birleştirenlere (daha ziyade tarikatın üst sınıflarında) falan gayet hoşgörülüdürler. O meşhur pansiyonlarında ücretle kalan zengin çocukları, o dini sohbetlere katılmak zorunda da değildirler.

Bu hassaslık asla zekata karşı gösterilmez. Kadınların açık olması, erkeklerin sakalsız olması, namaz kılınmaması, orucun tutulmaması, hatta nafile namazın kılınmayıp, Ramazan dışında oruç tutulmamasından rahatsız olurlar ama zenginlerin zekat ve sadaka vermemesinden asla rahatsız olmazlar. Devletteki yolsuzluklardan rahatsız oldukları ise hiç görülmemiştir.

Bir de dincilerin gıybet, yani dedikodu üzerine iki yüzlülüğü vardır. Konu kendileri olunca delili nerededir, kim görmüştür? Oysa onlar için ateş olmayan yerden duman çıkmaz ve herkes bunu konuşuyorsa, bu bir gerçekliktir. Herkes dedikleri de, tarikat üyesi herkesten başkası değildir.

Sayın okuyucularım, saygı da sevgi gibi karşılıklı olmalıdır. Size saygı duymayanlara saygı duymayın. Başkaları yüzünden de yaşam tarzınızdan ödün vermeyin. Dedikodulara da kulağınızı kapatın.

25 Aralık 2020 Cuma

SAMANYOLU DİZİSİ BİR BAŞKADIR

 


Bu eğitimin sorunları yazılarına biraz ara vermeye karar verdim. Zira çok fazla sorun anlatınca,  kendim cenaze ağlayıcısı gibi hissettim ve bir süre başka konularla ilgili yazmaya karar verdim. Şu günlerin moda dizisi Bir Başkadır'ı da iki günde bitirdim.

Diziye Netfilix dizisi dediler ama ben Nuri Bilge Ceylan'ın eline düşmüş, Samanyolu dizisi izlemiş gibi oldum. Bir ara evimde internet ve uydu anten yoktu ve hiç birini tam izlemesem de, zaplaya zaplaya da olsa pek çoğunu bitirdim. Ciddi ciddi pek çok unsuru Samanyolu-Kanal 7 dizilerine benziyor. Nihat Genç'in dikkatini nasıl çekmemiş, hayret.

En başta Samanyolu dizilerinin pek çok  kalıbı dizinin merkezinde bulunan , Kurtlar Vadisi dizisinde başta figüranımsı  karakterken, yavaş yavaş dizinin merkezine gelen Ömer baba karakteri gibi bir Ali Sadi hoca var. Bu benzeri karakter, her muhafazakar dizide bulunur, bolca öğür verir, dini konularda konuşur. 

Dizinin asıl Samanyolumsu tarafı, karakterlerin net özellikler olarak laikçi-dinci diye ayrılması. Dizide karakterler net olarak laikçi-dinci diye sınıflandırılıyor ve her ikisinin de ortak özellikleri var. Dinci kadınlar histerik, laikçi kadın ve erkekler ise bekar ya da boşanmış. Laikçilerin aile düzeni yok, merkezinde Sinan isimli karakterin olduğu günü birlik ve kimsenin de birbirini pek kıskanmadığı cinsel maceralar peşinde. Dinciler gecekondu ya da gecekondumsu yapılarda otururken, laikçiler varlıklı ya da hali vakti yerinde olarak,  güzel apartman dairelerinde (vasat toplu konutlara hiç benzemiyorlar), köşklerde yaşıyor. Hatta Peri karakteri, ailesi ile birlikte boğaza nazır bir yalıda yaşıyor. Laikçiler depresif, sürekli hayatı sorguluyorken, dinciler, özellikle kadınlar histerik. Dinciler, laikçilerin hayatına özeniyor, laikçiler dincileri hor görüyor. Laikçi kadınlar üniversite mezunu, dinci kadınlar epey cahil.



Hikayenin merkezinde  psikiyatrist  Peri ve hastası Meryem arasındaki ilişki var. Peri karakteri en mantık  dışı karakter. Öyle son bölümdeki gibi boğaza sıfır yalılarda büyümüş, kolejlerde, yurt dışındaki özel okullarda, üniversitelerde yetişmiş doktorlar; devlet hastanesinde, SGK'lı garibanlara bakmaz. Özelde uçuk fiyatlı kliniklerde çalışır. Devlet hastanesinin psikiyatri servisi de öyle olmaz, ayda bir, yarım saatten fazla zor ayrılır, araştırma hastanesiyse iki de asistan olur, içeri çaycılar, hizmetliler girip-çıkıp durur. O klinikte çalışan doktorlar da hastalara bol bol antidepresan ve sakinleştirici yazar.

Dincilerden korkan, çekinen kesim de bu yalılarda büyümüşler değil, kredi ile ev-araba alan, CNBC-E ve Avrupa Yakası izleyen beyaz yakalılardır (Aleviler hariç). Bu yalılarda büyüyenler, siyasi değişimlerin kokusunu çok önceden alıp, çok şahane de uyum sağlamışlardır.

Gene de Peri, izlediğim dizi ve filmlerdeki psikolog ve psikiyatristler arasında işini en profesyonelce yapanı. Kadından türbanı dolayısı ile nefret etmek bir yana, tiksiniyor ama teşhisi nokta atışı koyuyor. Meryem, konu Sinan olunca kaçamak cevaplar veriyor, Peri de kibarca konuyu buraya çekiyor. Zira Meryem, yanında hizmetçi olarak çalıştığı Sinan'a aşık. Çünkü onlarca güzel kadının, koynuna girmek için çabaladığı, hatta bunlardan birisinin ünlü bir dizi oyuncusu olduğu Sinan'ı gözünde çok yüceltiyor. Oysa kadınları Sinan'a yaklaştıran sebep, sinema-dizi dünyasında etkin, oyunculara iş bulabilecek bir konumda olması. Kadınlar arkalarından Sinan'la dalga geçiyor.

Dizdeki diğer bir absürt durum da Melisa adlı dizi oyuncusunun, oynadığı dizi avama hitap ediyor diye, rolünü sevmemesi. Oysa oyuncu milleti sıradan insanların onlara hayranlığından, imza-resim istemesinden zevk alır.

Dizi de son bölüme kadar laikçileri suçluyor gibi. Dincilerin agresifliği ve şiddete meylinin de suçu, laikçiler tarafından küçümsenmesi gibi gösteriliyor. Dinci kesimin agresif abisi Yasin'da bir barda güvenlik, lezbiyen bir çifti dışarı atıyor. Netflix dizisi olur da, homoseksüellik olmaz mı? Ancak burada lezbiyenlik karşılıklı kırırdaşıp, gülüşmek üzerine. Dışarı atılan kızlardan biri hocanın kızı, gizli gizli müzik dinleyip, başını açarak bara gidiyor.  İşin ilginci sosyal medyada bir tek bu konu üzerine konuşan yok. Kızının başını açmasını kabul ediyor ama lezbiyen ilişkisini bildiğine dair bir belirti yok.

Daha fazla anlatmayacağım ama hiç bir tarikat liderinin dizideki gibi kızının başını açmasını öyle kolay kabul edeceğini sanmam. Dizi güzel ama doksanlarda, belki de iki binlerde kalmış. Sosyal medyada herkes Peri karakterine gizli faşist diyor. Lakin dinci tayfanın maskesi düşeli çok oldu. Zaten dizideki en kötü oyunculuk da,  bu karakteri canlandıran oyuncudan geliyor. 

Dizi ile ilgili en çok oyunculuklar övüldü. Laikçi  kesimdeki Peri ve Melise karakterlerinin oynayan oyuncular ara ara sırıtıyorlar. En fazla Rezan rolündeki Öner Erkan'ı beğendim. Zira bedensel engelliyi oynamak zordur ve Türk oyuncular da genelde engelliyi oynuyor değil de, engelli ile alay ediyor gibidir. Karakterin sadece iki sahnesi var ama oyunculuk ders verilecek cinsten.

Dizi güzel ama ben verdiği mesajlardan hoşlanmadım. Muhafazakar kesimden umudumu çoktan kestim çünkü. Öyle dizilerle biz hoş görülüyüz mesajları vermeleri zor artık.

22 Aralık 2020 Salı

MARAŞ KATLİAMI KONUSUNDA KONUŞULMAYANLAR

 


1978 yılı ülkemizde büyük ve ciddi bir katliamla sona erdi. Bu katliam halen bir tabu. Katliamı sadece İnci Aral, Kıran Resimleri diye hikaye yapmış, katliam kısmen de Hatırla Sevgili dizisinde anlatılmıştır.

Katliamla ilgili olarak MHP, Ülkü Ocakları, Ökkeş Şendilliler, Muhsin Yazıcıoğlu ve derin devletin rolü ile ilgili olarak çok konuşuldu. Ülkücüler her ne kadar inkar etseler de, sokaklarda çekilen görüntüler bile bunu yalanlamakta.

CHP'nin o zamanlar meşhur Güneş Motel olayıyla azınlık hükumeti olmasına rağmen devlette muktedir olamamasına nedeni ile çok konuşulmadı. Ateşli CHP ve Solcu düşmanı  Engin Ardıç bile bu azınlık hükumetini, Adalet partili memurlar arkasından alay ediyorlardı diye.

Öte yandan CHP ve Bülent Ecevit'i son derece masum saymak da tehlikelidir. Ben, Ecevit'in son hükumeti döneminde atandım ve o zamanlar da milli eğitimde Fetöcüler ve tarikatlar cirit atıyordu. Kendisinin DSP'si sağ partilerle değil, CHP ile didişerek oyunu arttırdı. Apo'yu yakalayan, Kıbrıs'ın fatihi Ecevit, neden Kayseri komando tümenini iki adım ötesindeki Maraş şehrine yollamadı?

Merkez sağ, gerçekte ne kadar merkezde? Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz diyen Süleyman Demirel, devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir diyen Tansu Çiller ya da annesini dergaha gömdüren Turgut Özal; Alparslan Türkeş ya da Necmettin Erbakan'dan daha az sağcı değildirler. Katliam olduğunda şehrin belediyesi Demirel'in Adalet partisindendi ve aynı belediye başkanı 1987'de Demirel'in Doğru Yol Partisinden milletvekili seçildi.

Maraş halkı öyle kandırılmış çocuklar değildir. Katliamın hazırlıkları iki yıl önceden yapılmış, PTT'den geliyoruz diye evler işaretlenmiş,  pek çok Sünni, daha rahat katledebilmek ve yağmalayabilmek adına Alevilerle ahbaplığı ilerletmiştir. Ben pek çok Maraşlı tanıdım, katliamdan dolayı pişman olmayı bırakın, üzgün olanına bile rastlamadım.

Eğer Alevi, Kürt veya Gayrı Müslüm azınlık üyesi iseniz, sağcı birisi ile arkadaş olsanız bile onlara sırlarınızı vermeyin, malınız-mülkünüz hakkında konuşmayın ve mümkünse evinizden uzak tutun. 78 Aralığında pek çok kişi akşam çay ikram ettiği dostları tarafından katledildi.

Yağma da konuşulmayan başka bir durum da yağma. Sadece il merkezi değil, ilçeler ve köylerde de on binlerce insan, yurtlarını terk etti, yok pahasına sattı ve büyük şehirlerin varoşlarına yerleşti. Bu süreçte kimler zenginleşti, nasıl servetler edindi, kimse sorgulamıyor. (Benzer sorular Çorum-Malatya ve benzeri katliamlar için de geçerli) 

Kitlelerin yaşadıkları sorunlar ve yoğun yoksulluklar sebebi ile halen sağcı olmalarının bir sebebi de suç ortaklıklarıdır, böyle nice işlenmiş kitlesel suçlar var.

Gene konuşulmayan, bizi 2002'e kadar uyutan, ordunun sözde laikliği. Daha önce de 27 Mayısın solcu zannedilmesi üzerine yazmıştım. 27 Mayısın bir özelliğini de o yazıyı yazdıktan sonra öğrendim. Atatürk'le başlayan kadın subay yetiştirme uygulaması, 27 mayıs rejimince sonlandırılmış. Ayrıca 27 mayıs, imam hatipleri de kurumsallaştırmıştır. 12 Eylül rejimin devlet başkanlığı ve genel  kurmay başkanlığı genel sekreter yardımcısı  tuğgeneral Hasan Sağlam, Süleymancıların İlim Yayma derneğine genel başkan olmuştur.

Türkiye'de tüm darbelerde bir şekilde karlı çıkan iki grup vardır, TÜSİAD ve süper zenginler ile, tarikatlar.

TÜSİAD ve tarikatların, darbelerin ve katliamların arkasındaki rolü hiç sorgulanmıyor. Radikal solcular bile, darbeler ve TÜSİAD-Tarikatlar arasına hiç ilişki yokmuş, dahası da olamazmış tavrında. Sanki Fetöcüler başta olmak üzere tarikatlar ve her darbede  servetlerine servet katan süper zenginlerin darbeler ve dahası darbeler işin şartları müsait yapan katliamlardan haberi, dahası katkısı ve çabası yok mu sanıyorsunuz? Siyasi istikrar, istikrar diye ağlaşan TÜSİAD yönetiminin Ecevit azınlık hükumetini düşürmek için gazetelere dünyanın ilan parası vermesi de sadece Ecevit'e ve sola olan husumetleri midir yoksa darbe içi şartları uygun yapma çabası mıdır? Hasan Sağlam'ın Süleymancılığı, darbe olana kadar bilinmiyor muydu sanıyorsunuz?

Son olarak hiç konuşulmayan konu Dev-Yol başta olmak üzere Marksist-Leninist örgütler. Geri kalmış ülkelerin temel sorunu, radikalleri adam sanmaktır. Zaten böyle pek de adam sayılmayacak çer-çöp gazetenin de adıydı Radikal. Bir ara bu gazeteyi koltuk altında gezdirmek. Sonra o gazeteden ne çıktı, Fetö solcularından başka?

O dönemler Alevileri örgütleyen ve yönlendiren CHP değil, Dev-Yol başta olmak üzere Marksist-Leninist örgütlerdi. Maraş'ta da Dev-Yol örgütlüymüş diye biliyorum. Devy-Yol ya da başkası, mesele şu, solda bu Marksist-Leninist parti ve örgütleri niye sorgulamıyoruz da , tüm sorunu CHP'de arıyoruz (CHP'de sorun yok demiyorum, Marksistlerde de sorun var diyorum) Oysa seksen öncesi dediğimiz dönemde halkın içinde asıl örgütlü güç bu Marksist örgütlerdi ve çoğu kez faşist saldırılarda ve devletin operasyonlarında hiç etkinlik gösteremediler. Hele 12 Eylülden sonra tamamen dağıldılar. Dev Yol, özellikle Dursun Karataş'ın yarattığı Dev Sol-Dev Yol kavgasından dolayı iyice güçsüzleşmişti. Bu ayrılığın tam da darbenin yaklaştığı günlerde olması çok mu tesadüf? 

Seksen öncesini ve katliamları tartışacaksak, Marksist-Leninis örgütlerin ihmallerini ve hatta ihanetlerini de tartışmalıyız.

20 Aralık 2020 Pazar

UCUZ ÖĞRETMENİN (YA DA İŞÇİNİN) YAHNİSİ



 Türkiye'de özel okullar, haddinden fazla ücret alıyorlar. Aldıkları ücretleri vergi indirimleri Avrupa özel okulları ile yarışacak düzeyde. Verilen eğitim kalitesi ise o ücrete rağmen düşük.  Özeller, tamamını ele alırsak, devletin fen, sosyal bilimler ve benzeri iyi okullarını pek geçemiyor.

Türkiye'de özel sektörün gelişememesinin bence iki nedeni vardır. Birincisi biraz ayıp kaçacak ama pavyon kültürü, biti kanlanan, biraz servet biriktiren esnafın parayı pavyonlarca harcaması ve batmasıdır. Amerikalı bir yazar, ülke burjuvazisi tarihini şöyle özetlemişti: dede işi kurar, oğul işi büyütür, torun sanat tarihi (veya başka bir alanda) profesör olur. Ülkemizde ise dede işi kurar, baba pavyonda harcar, torun da eğer okursa devlet memuru olur.

İkinci sebepte ülkemiz işverenlerinin çalışanlarına kötü davranma, sık sık işten çıkarma, düşük maaş verme çabalarıdır. Diyeceksiniz ki, İngiltere, Fransa ve pek çok ülkede sanayileşme böyle başladı. Ancak hiç bir ülke, sanayileşme aşamasında Türkiye kadar beyaz yakalılarını ezmedi. Almanya'da yüz yıl önce  bile bir ara kimya mühendisi işsizi varmış.  (Mış diyorum çünkü üniversitede bize okutulan bir ders kitabında okumuştum yanılmıyorsan Profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven'in kitaplarından biriydi, o kadarını hatırlıyorum. 1994-98 arasında, dört dersten, liseliler gibi ders kitabı olarak okumuştuk o aşırı ağdalı Osmanlıca kitaplarını ). Gene de sanayileşmiş hiç bir ülke, şu yıllar ki Türkiye kadar beyaz yakalılarını ezmiyordur. 

En başta şerh koyayım, bir sürü işsiz olması, beyaz yakalı, mavi yakalı, nitelikli ya da niteliksiz bir işçiye düşük maaş vermenizin, tehdit etmenizin, aniden kapının önüne koymanızın sebebi olamaz. Biraz sonra anlatacağım sakıncalar, mavi yakalı ve hatta niteliksiz işçiler için de geçerlidir.

En başta öğretmenlik bir şevk ve arzu işidir. Şevk ve arzu para ile satın alınmayacağı gibi, parasız da pek olmaz. Sayın özel okul sahipleri ve dershaneciler, asgari ücret bile vermediğiniz, çoğu kez sigortasını yaptırmadığınız, her sene işten çıkardığınız öğretmenlerden ne bekliyorsunuz? Doğrusu da bir şey beklemiyorsunuz. Devlet okullarından, özellikle fen liselerinden bin bir indirim ve burs vaadiyle transfer ettiğiniz son sınıf öğrencileriyle başarıyı yapay olarak arttırıyorsunuz. Bol bol devasa binalar yaparak, velilerin gözünü boyuyorsunuz. Öğrencileri özel okullara iten en büyük etken seviye belirleme sınavı sonrasında imam hatip ya da meslek lisesine gitme tehlikesi.



Dershanelerin de eski popülerliği yok. Evde, biraz da internet videoları desteği ile çalışıp,  okulun kursunu da alarak evden hazırlanan öğrenci öğrenci sayısı da hızla artıyor. 

Olay sadece öğretmenlerde ve mühendislerde bitmiyor. Özelde çalışmaktansa polis olmayı tercih eden mühendisler, iş yeri için yeni proje düşünmek veya dinlenmek yerine KPSS'ye  hazırlanan personelle bu iş olmaz. Yurt dışından iş arayan, sırf bunun için dil öğrenen elemanlarla da bu iş olmaz.

Zira verimlilik düşer.

İngiltere'de, ucuz ve sefil işçilerle bir yere kadar geldi. 1880'den sonra Almanya, İngilizler dünyanın  üçte biri veya o civarda toprağını sömürgeleştirmesine rağmen, önce demir-.çelik, sonra makine ve kimya üretiminde İngiltere'yi geçti.

Hani Almanya ve Japonya nasıl iki dünya savaşı sonrasında ayağa kalktı, hayret diyorsunuz ya, bu iki ülkenin de ortak özelliği, her zaman, Almanya daha Prusya gümrük birliği iken, diğer ülkelere göre refahı paylaşım devleti olması, işverenlerin, çalışanlarını sahiplenmesi (koruma-kollama anlamında sahiplenmesi) sayesinde olmuştur. 

Son yıllarda atanmış devlet öğretmenleri de mutsuz. 15 Temmuz kararnameleri sonrası, tarikat ya da siyasetle hiç alakası olmayan öğretmenler de işten atıldı. Alım gücü hepten düştü. Müdür-müdür yardımcısı ve eğitim bürokrasisinde ilerlemek de torpil işi, liyakat kalmadı.

Özetle kem aletle kemalat olmaz.