12 Haziran 2021 Cumartesi

12 EYLÜL''ÜN SUÇLULUK DUYGUSU EĞİTİMİ 2 -12 EYLÜL ÖNCESİNE Mİ DÖNMEK İSTİYORSUN?



 TRT'nin tek kanalı, sonraki bir kaç kanalı, devletin tam kontrolünde holdingler medyası,  devletin zorunlu eğitim sistemi, halkı eğitmede başarılı olduğu bir konu da, hak aramayı suç gibi hissettirmekti. Tüm medya ve eğitim kanalları elinde olan askeri rejim, başarılı duygu eğitimini, sürekli bir 12 Eylül  öncesi hatırlatması ile yaptı.

Yapılan grevler, yürüyüşler hep suç, hep anarşiydi. Lokavt ilan eden işverenler, saldırıları seyreden polislerin hiç suçu yoktu. Hak aramak, gösteri yapmak, bir siyasi görüşe sahip olmak hep bir suçtu. O yıllarda her türlü siyasi gerilimde veya olayda çok konuşulan söz, 12 eylül öncesine mi dönmek istiyorsun'du. Hatta, Kemal Gökhan Gürses,  12 Eylül Öncesine Dönmek İstiyorum diye bir kitap bile yazmıştı. Kitabı, kitapçı rafında şöyle bir karıştırdığımı hatırlıyorum ama itiraf edeyim okumadım. Asalında bir ara okusam iyi olur, bu da kendime not.

İlk üç buçuk yıl Kenan Evren ve cuntacılar yararlandı bu 12 Eylül öncesine mi döneceksin edebiyatından. Bu dönemde işçinin ve çalışanın hakları sessizce budandı. Pek çok sektörün grev yapması yasaklandığı gibi, bakanlar kurulu kararıyla grevler de ertelene bilinecekti ki pek çok grev de uzun süre ertelendi. Buna karşın işçilerin işten çıkarılması kolaylaştı, sendika kurması, kurulan sendikaların yetkili olması zorlaştı. Buna karşın işverenin işçi çıkarması, fabrikasını kapatması ya da başka bir ülkeye taşıması kolaylaştı.

Şunu belirtmek isterim ki aslında 12 Eylül rejimi halen devam etmekte. 12 Eylül'ün suçluluk duygusu eğitimi de devam etmekte. Bunu uzun uzun yazacak değilim. Yazdıklarımı son on yıldır olanlarla kıyaslayın.



Yalnız bu sefer şu fark var ki, o zamanlar sosyal medya yoktu. Yabancı müzik albümlerini bulmak bile zordu. Radyodan kasete kayıt çekilirdi. Bir kaç medya kanalı, tüm toplumu hipnotize edebiliyordu. Bu ayrı bir yazı konusu ve belki de bunu en başta yazmamakta hata ettim.

Bu dönemde sadece haklar budanmadı, aynı zamanda da pahalılaştı, ciddi anlamda yiyecek-içecek, özellikle de ekmek olarak çok pahalılaştı. Çünkü fırıncı esnafı, darbe gecesi ve sonrasında alternatifsiz olduğunu, halkınsa her şeyi kabullenecek durumda olduğunu görmüştü. Bu süreçte ekmekler de önce küçüldü, sonra bozuldu. Ben seksen öncesini hatırlamıyorum pek fazla, küçüktüm. Yalnız şunu söyleyeyim ki 1980-81 gibi bir ekmek, sekiz yüz gramdı. Küçüle küçüle, iki yüz gram civarına düştü.

Bu 12 Eylül Öncesine Dönme söylemine eşlik eden diğer bir söylem de anarşiyi mi azdıracaksın ya da  hortlatacaksın sözüydü. Bütün bunlar olurken anarşi de hızla hortluyordu. 

Diyebilirim ki devlet, özellikle de Turgut Özal'ın ilk başbakanlığı döneminde, PKK'yı sadece seyretti. Hatta, Eruh ve Şırnak karakol baskınları olduğu gün Özal, havuzdan çıkmadı. ( Burada bir de badem gözlü körler serisi yapmayı düşünüyorum. Ölen körü badem gözlü, keli de sırma saçlı yapma huyumuz çok kötü) PKK terörü tarihi yapmayacağım burada ama bu terör, sadece güney doğu ile sınırlı kalmadı., bir ara İstanbul haline giren kamyonlar, PKK'ya %3 haraç veriyordu.

Ülke önce yavaş yavaş,  sonra hızla seksen öncesinin anarşi ve terör ortamına girdi. Sadece PKK değil, dinci örgütlerin Atatürkçü aydınlara (Uğur Mumcu başta olmak üzere ve diğerlerini de unutmadan) suikastlar, Dev Sol'un bazı emekli subay, hakim, savcı ve devlet görevlilerine suikastları, derken Dev Sol'un DHKP-C olma süreci ve iç savaşı (Dayıcı-Bedrici savaşı), Hizbullah'ın ölüm odaları derken, doksanlarda da durum seksen öncesinden farklı değildi. Sonra 1997'de 28 Şubat muhtırası yaşandı.

Tüm bu süreçte, özellikle biz seksenli yıllarda büyüyen gençlere ki malum suç örgütü liderinin dediği gibi kırk yaş üstü kişiler oluyoruz,  devlete karşı yoğun bir suçluluk duygusu kaldı. Bu da iktidarların elini çok kolaylaştırdı.



9 Haziran 2021 Çarşamba

YABANCI DİL ÖĞRENEMEME SORUNUMUZ

 


Ülkece eğitimde başarısızlığımız malum. Bu başarısızlığı branşlara paylaştırırsak, birinciliği şüphesiz din eğitimine verebiliriz. Bunu en başta ÖSYM verileri diyor. ÖSYM'yi ölçü alırsak birinci  coğrafya. Kendi branşım felsefeyi yazmak için yaz tatilini beklemekteyim. Felsefe yapma lafının halen olumsuz algılandığı ülkede, branş olarak gene iyi durumdayız, o da ayrı konu.

Yabancı dilde ise rezalet iki türlü. Birincisi öğretememek, diğeri de ölçememek. Çünkü okul ortalaması on olan ile, yüz olanın yabancı dil bilgisi arasında çok bir fark yok. Son üç-dört yıldır müfredat biraz düzeldi, kur kur gidiyor, konuşmaya, yazmaya falan ayrı ayrı not veriyor ancak gene de verimsiz. Çünkü öğrenciler halen eski müfredat gibi düşünüp, belli formüllerle dersi geçmeye çalışıyor.

Branştan uzak biri olarak yeni müfredata eleştirim, sanki bir yabancı dili (İngilizce) hallettik de, bir de ikincisi için uğraşıyoruz. Gene de İngilizcede yeni müfredatın eskisinden iyi olduğunu söyleyeyim de, Sezar'ın hakkını Sezar'a vereyim.

Bence yabancı dil öğreniminde örnek alıp, incelememiz gereken ülke, Çin olmalıdır. Son yirmi yılda, orta öğretimde dil öğreniminde o kadar başarılı oldu ki, Çin'de İngilizce bilen insan sayısı Amerika'nın nüfusunu geçmiş durumda.

Yabancı dil eğitimimizde diğer bir sorun da öğretmen sıkıntısı. En başta bu alan, sınıf öğretmenliğinden sonra en fazla alan dışı, hatta öğretmen olmayan, formasyon almamış kişilerle dolu (Özellikle en kalabalığı olan İngilizce). Bunlardan biri de benim bir akrabam. Kendisi İngilizce iktisat okudu ve 2002'de, altı yıl bankacılıktan sonra İngilizce öğretmenliğine başladı, halen de aynı meslekte. O zamanlar bankacılık krizi çıkmış, bir sürü banka ardına kapanmıştı. O zamanlar öğretmenliğe başvuru yaşı da kırka çıkarıldı ve bir sürü işten atılan beyaz yakalı, öğretmen atandı.

Ziraatçıların sınıf, bankacıların İngilizce öğretmenliği  yaptığımız ülkemizde, eğitimin durumu da, bu iki sektör kadar kötü. 

Diğer bir sorun da bu alanca ücretli öğretmen sorunu olması. İl merkezinde, merkezi, proje, sınavla öğrenci alan ve ailelerin öğrencilerini kayıt etmek için çırpındığı okullarda bile İngilizce ve Almanca  öğretmenleri ücretli  oluyor.

Ülke olarak yabancı dil eğitimi üzerince acil ve çok ciddi düşünmeliyiz.

4 Haziran 2021 Cuma

MADEM BAKARA 114 VAR.

 


Dincilik her zaman iki yüzlülükle yaşar.  Şu günlerde Bakara suresi 114'e takmışlar, ayetle cevap verecekler ya!! Ben de madem öyle, işte böyle demek için bu yazıyı yazıyorum.

En başta bu satırları yazmak zorunda kaldığım için Adnan Menderes'in adını anmak zorunda kaldığım için, kendisinden ve ailesinden özür dileyerek ve idamın her durumda adaletsizce olduğundan baştan belirteyim. Rahmetlinin suçu çoktu ise de,  idamlık değildi.

Gene de söyler misiniz, kendisinin yeni imar projeleri diye, özellikle İstanbul'da yıktığı cami ve mescitlerin haddi, hesabı  var mı? Tek tek yazmayacağım, kısa bir arama size her şeyi söyleyecektir. Sonra, solda her şeyde Sabataycı, gizli Ermeni falan arıyorsunuz. Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu'nun, İttihat ve Terakki'nin meşhur yöneticisi Doktor Nazım'ın bacanağı olduğu da malum değil mi? Üstelik bu akrabalım sadece evlilik yolu ile oluşan bacanaklık ilişkisi değil, daha başka kan bağları olan bir ilişki.  Nerdeyse tüm Selanik göçmenlerini Sabataycı ilan etmeyi biliyorsunuz. Oysa Sabataycıların çoğu 1924 mübadelesinden çok önce gelmekle beraber, yerli halkta da bu din yaygındı.

 27 Mayıs neden tüm Yassıada iddianamesini Menderes ve çok yakınındaki üç beş kişi arasında yoğunlaştırdı sanıyorsunuz? Neden Celal Bayar idam edilmedi? Yaşı ise daha önce Bayar'dan çok daha yaşlı olan Seyit Rıza idam edilmezdi ya da yaşı küçük Erdal Eren. Bir de babam dahil, dönemi hatırlayanların aklında sadece bebek-kilot-köpek davalarının kalması ve davanın yolsuzluk iddialarına dokunmaması da ilginç.  Bunu daha önce de yazmıştım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/27-mayisi-solcu-sanmak.html) . Ayrıca 27 Mayıs hepsi solcu 147 öğretim üyesini görevden almıştı. Darbeyi yapan cuntanın içinde Alparslan Türkeş'de vardı. Kendisi tipik bir  ırkçı-Turancı olarak Selanik dönmesi de denen bu kitleden nefret ediyordu. Yani bu idamı bağlamanız gereken başka biri var. Ayrıca 27 Mayıs'ı lanetleyen sağcılar, darbe bildirisini okuyan Türkeş'i unutuyorlar.

Her yerde kripto arayan sağcılar, kendi kitleleri olunca görmezden geliyorlar. Mesela Hemşinli denen, Sünni Müslüman topluluk, kendi aralarında Hemşince denen bir çeşit orta çağ Ermenicesi konuşurken,  önlerine gelen Alevi topluluğunu Ermeni yapmaya pek hevesliler.

Gerçekte dinciler,  kamuoyu önünde dindarken, kamuoyu gerisinde bakara-makara sallıyoruz bir şeyler derler. Son on yıldır yolsuzluk ve devlet yönetimi ile ilgili ayetleri hiç gündeme getirmiyorsunuz. Zekatla ilgili ayetlerse çoktan unutulmuş durumda.

Bir de Maide suresi 51. ayet var, Müslüman olmayanlarla dost olunmamasını emreden.  O ayeti de unuttunuz zaten çoktan. Zira siyasi İslam olarak, Amerika'nın Büyük Ortadoğu Planına dahil oldunuz. Gerçekte siz Bakara 85-86 ayetlerindeki gibi işinize gelen ayetleri biliyorsunuz.

1 Haziran 2021 Salı

12 EYLÜL''ÜN SUÇLULUK DUYGUSU EĞİTİMİ 1-HURAFELER VE DİN



Benim gibi kırklı, ellili yaşlardaki nesli (artık hangi harfi-adı veriyorsak) anlamak için 12 Eylülün  medya  (radyo-tv-gazete) politikalarını ve eğitim politikalarını bilmeliyiz. Bu politikaların uygulandığı nesilden gelen biri olarak da, bunu anlatmam gerektiğini hissettim. Benim nesil ve daha doğrusu o dönemde olan herkes, bu eğitimden geçti ve alt nesli de bununla yetiştirdi. Bu eğitim bir duygu eğitimiydi. Darbe öncesi terör ve kargaşa için, halkın kendisini suçlu hissetmesini sağlama eğitimiydi. Çocuk kitaplarına varıncaya kadar, bunun için uğraşıldı.

Mesela yıllar önce bir araştırma yapılmış, o dönem, yani 1980-90 arası dönemin çocuk edebiyatı incelenmiş. O dönem çocuk edebiyatının %80'den fazlasının konusu, ebebeynlerin sözünü dinlemeyip, başını belaya sokan çocuklar. Doksanlardan sonra bu azalıyor.

Bu büyük operasyonun, mini bir laboratuvarı  bile kuruldu ve başında da kamuoyunun çok sevdiği ve halen gebermeiş biri var. Yüz yaşını aştı ve ortada sevgi yumağı gibi dolaşıyor. Son Sümer kraliçesi Muazzez İlmiye Çığ hanım, kardeşi ile beraber Turan İtil ile kurduğu ve yönettiği, HZI vakfı. Vakıf adını, görünüşte bu iki kardeşin annesi Hatice  Zahit İtil'den almış gibi de göründe, aslında Amerika meşeli HZI vakfının Türkiey uzantısından başka bir şey değildi. Bu vakfın İstanbul-Gayrettepe'deki laboratuvarlarında, sol örgüt üyesi gençler ağır işkencelere ve deneylere tabi tutuldu. 

Kendisi ise, 12 Eylül rejiminin medyası sayesinde kendisini unutturup, bir demokrasi mücahidi gibi kendisini gösteriyor. Ortalıkta bir Atatürkçülük şövalyesi gibi dolaşıp, gençlik anılarını anlatıyor. Kuran, İncil ve Tevrat'ın Sümerlerdeki Kökeni adlı kitabı, Türk dinsizliğinin ana kitabı.

Muazzez'i 12 Eylül'den ayıran, dinsizliğidir. 12 Eylül topluma, bol bol Atatürk resmi, Atatürk dönemi kadın-erkek elbiselerinden oluşan bir gardırobun yanında, din duygusu pompaladı. Bunun için sadece zorunlu din dersleri, imam hatipler, Alevi köylerine özellikle yapılan camilerle falan değil, o zamanın tek kanallı televizyonundan,  radyolardan ve gazetelerden de yapıldı. Televizyonda her perşembe inanç dünyasının yanında, gazeteler de bir sürü üfürükçü yalanını tekrarlayıp durdu. Yok Kızıldeniz'de namaz kılar şekilde ölmüş halde bulunan Firavun (Firavunlar çağından çok öncesine ait bir mumya), yok kuran yırttığı için çarpılan kız (plastik bir heykel), yok baldan Allah yazan arılar (önceden peteğe şekerli su sürerek, Allah yok, din yalan da yazabiliyorsunuz) falan da filan diyerek bir neslin kafasını bu hurafelerle doldurdular. Barış Manço programında ortaya atılan meşhur La İlahe İllallah yazılı ağaç (vardır onun da bir hilesi) ile hurafelerin zirvesine çıkıldı. Küçük gazetelerde sürekli yayın yapan, sözüm ona NASA'da çalışmış, Danimarkalı Müslüman bilim adamı Hans von Aiberg 'de bu hurafeler furyasının bir temsilcisiydi. Basındaki bu hurafeleri, din öğretmenleri de itina ile anlattı. Bunlardan en komiği, saçmalığı bambaşka bir yazı konusu olan ve Bahailiğin iddiası olan 19 mucizesiydi.

Bu hurafelerin önemli bir kısmyla anlatırdı.ı da Çanakkale savaşı ile ilgilidir. Nusrat mayın gemisine evliyaların yol gösterdiği, bulutların yok ettiği tümen gibi tuhaf hurafeler de bu dönemde yayıldı. Oysa Nusrat'a Karanlık Liman'a mayın dökmesini Alman komutanlar emretmiş, o tümen de yolu kaybedip, Türk birliğine denk gelinince, diğer düşman birlikleri fark etmesinler diye oracıkta öldürülüp, gömülmüş. Bence o zamanlar bu hurafe saldırısının en ilginç olanı da, o zamanlarda yeni yasallaşan faizsiz finans şirketinin, Atatürk'ten bahsetmemek için hiç bir komutanı almadığı, sadece Ezineli Yahya Çavuş'tan bahsettiği belgeseldi. Atsız'ın Çanakkale'ye Yürüyüş (http://onbinkitap.blogspot.com/2021/05/atsizin-canakkale-gezisi-ve-turkculugu.html) kitabını okuduğumda,  Çanakkale savaşlarını anlattığı bölümü, aklıma bu belgesel geldi.

Bizim kuşağı haftada bir saat din dersi ile dindar yaptılar. Bu dönemin din öğretmenleri de bir garipti. Pek çoğu açıkça Alevi düşmanlığı yapıyor, pek çoğu sınıftan Alevi öğrencileri çıkarıp, biz Sünni çocuklarla özel şeyler konuşacağız diyorlardı. Bu dönemde Aleviliğe karşı din derslerinde özellikle bir sözel şiddet vardı. Gene o yıllardan başlayarak, okul yöneticilerinin çoğu, din öğretmenlerinden seçilmeye başlanmıştı. Öğretmen olunca da, din öğretmenlerinin en fazla denetlenen branş olduğunu ve davranışlarının o kadar tesadüfi olmadığını öğrendim.

2 Temmuz 1993 Sivas katliamı, bu uzun süreli işlenmiş kitlesel nefretin bir parçasıydı. Sonraki yıllar Güner Ümit ve Mehmet Ali Erbil'in televizyon önündeki sözüm ona gafları da, bu şiddet fırtınasının bir parçasıydı. Bu yıllarda gardırop Atatürkçülüğüyle beraber, bu dinsel şiddet ve dinsel baskınlık kültürü, her adımı ile, Hans von Aysberg'den, Gazi Mahallesi'ne, Sivas'tan, kışkırtıcı din öğretmenlerine, 19 mucizesine kadar,  Türk toplumunu bir din suçluluğuna itme çabasıydı ve büyük ölçüde başarıldı. Bu aslında bayağı sistemliydi. Hatta esas olarak çıplak kadın fotoğrafları satan Tan ve Bulvar gazetelerinin cin hurafesi hikayesi ile dolması da bunun bir parçasıydı.

30 Mayıs 2021 Pazar

AYDINLARIN ŞAŞIRMA VE ŞAŞIRTMA GÖREVİ

 


Norveçli yazar Henric İbsen'in tiyatro oyunlarında, oyunun baş kahramanı (çoğu kez kadındır) bir aydınlanma anı yaşar. Bulunduğu durum yaşadığı toplum tarafından normal karşılansa da, onun aleyhinedir ve o, toplum tarafından buna zorlanmıştır. Buna hayret eder ve o andan itibaren oyunun yönü değişir. Benzer bir durum, Duygu Asena başta olmak üzere feminist yazarların ve Atıf Yılmaz'ın filmlerinde de sık sık görülür. 

Film demişken, hani bazen çok absürt bir film izlersiniz ve dersiniz ki, bu sette bir tane de biz ne saçmalıyoruz ya diyen yok mu diye, işte aydınlar ve felsefe de tam bunları yapmalı.

Bu yazıyı yazmaya, ÖSS'de din kültürü ve ahlak bilgisi netinin 1 (bir) olduğunu öğrenince yazmaya karar verdim. Uzun yıllar felsefe dersi, eğer lisenin sözel bölümü değilse,  sadece lisenin son sınıfında (o zamanlar liselerin çoğu üç yıllıktı) haftada iki saat felsefe görüyordu. Onda da öğrenciler, mayıs ortası gibi, üniversite sınavını bahane ederek, bazen ta mayıs başında sahte raporlarla okuldan ayrılıyordular. Sözel bölümlerde ise, mantık, psikoloji ve sosyoloji dersleri, 10 ya da 11. sınıflarda, haftada iki saat alınıyordu. Son bir kaç yıldır,  felsefe 10 ve 11. sınıflara ve haftada ikişer saat oldu ama diğer felsefe dersleri, yani psikoloji, sosyoloji ve mantık dersleri ise,  her sınıfta ve her türlü programda seçmeli oldu ve nadiren seçilir oldu.

Oysa din dersi, ilkokul dörtten sonra her yıl bir saat iken, iki saate çıktığı gibi, imam hatipler çoğaldı, yetmedi fen liseleri bile seçmelilerle (siyer, kuran vs) bile haftada bazı bazı 6 saat din dersi alır hale geldi. Yetmedi pek çok çocuk, yaz tatilini kuran kurslarında geçiriyor, tarikat yurtlarında kalıp, saatlerce dini sohbet dinliyor. Üzerine de, özellikle Ramazan'da yoğunlaşsa da, televizyonları saran dini programları ekleyelim.

Bu ortamda, ÖSS ve benzeri sınavlarda din sorularının çözülme oranları bir yana, gençliğin deizme koşması, iktidar bir yana din adamlarını nasıl çıldırtmıyor? Gerçi ben bundan daha önce bahsetmiştim. (https://habergalerisi.com/2020/11/10/dinsiz-birakan-din-egitimimiz/)

Eğitimimizde şaşırmamız gereken tek şey bu da değil.

Bunun yanında yabancı dil eğitimimiz o kadar kötü ki, öğrencinin sonraki yıllarda dl öğrenmesini de zorlaştırıyor. Buna neden çıldırmıyoruz? Çin'de İngilizce bilenlerin sayısı, Amerika Birleşik Devletlerinin nüfusunu aşmış. Bunu da orta öğretimde dil eğitimini mükemmelleştirerek başardılar. O kadar ki, filmler altyazısız, kitaplar da çeviri olmadan dağıtılabiliyor. İsrail'de liseliler, sosyal medyada trollük yapması için Farsça öğreniyor. 

Ben artık ciddi ciddi eğitim bakanlığımızın gençler yabancı dil öğrenmesin diye özellikle uğraştığına inanıyorum. Mesela son yıllarda yurt dışına çıkan genç sayısı, dil sorunu yüzünden bu kadar sınırlı. 

Pek çok şey var hayatta, şaşırmamız gereken ama toplum çok fazla kanıksamış. Bunlar eğitim alanında ve benim gördüklerim.

Daha yaşadığımız neler neler var ve bizim düşünen ve yazan insan olarak, bu olanların olmaması gerektiğini  anlatmanın yolu,  hayretimizi anlatmaktır. Hayret etmemek ise, kötülüğü benimsemektir. Hayret etmeli, şaşırmalı, hayret ettirmeli ve şaşırtmalıyız.

29 Mayıs 2021 Cumartesi

DOLANDIRICILARI VE DOLANDIRICILIĞI TANIMANIN ON YOLU

 


Ülkemizde sık sık kitlesel dolandırıcılık vakaları yaşanıyor. Ben hayatımda çok para kazanamadım. Kırk beş yaşımdan sonra bir evim oldu ve birikimim de çok ama çok az. Şunu da gördüm ki, çok para kazanmak için, çok fazla mesaiye kalan ve biriktirmek için çok harcama yapmayan maaşlı kesim, çok da dolandırılıyor. Ben hayatta çok para kazanmadımsa, çok para da dolandırılmadım. Dolandırılan tanıdıklarımdan da, şu tespitleri yaptım:

1)Belirgin adresi olmaması: Son Todex dolandırıcı iki yılda yirmi kere adres değiştirmiş ve iki milyar dolandırılmış. Üstelik de Amerika'da bir yerden, güvenilir kripto para belgesi almış. Bence şu andan itibaren kripto paraya yatırım yapmak, kumar oynamak gibi bir şey. Kaldı ki adresi belirsiz bir şirkete yatırım yapmak, boğaz köprüsünü satın almak gibi bir şey.

2)Küçük paralara tamah etmesi: Ciddi yatırım, ciddi paralarla yapılır. Büyük paralara, büyük faiz verildiği gibi, küçük yatırımcı da, büyükle aynı oranda kazandırmak. Lot altı hisse satışı yapan borsa aracı kurumları ve şirketler ya battı, ya da yatırımcısını batırdı. Yıllar önce Metin Akpınar'ın oynadığı banka reklamı vardı. Yüz dolara ve marka bile faiz veriyoruz diyerek. ünlü bir oyuncu, lokantacı esnafı rolündeydi. Bin dolar ya da ero biriktirmez mi turistlik lokanta esnafı, bin dolara, eroya da vadeli hesap açılırken, yüz doların peşine düşen banka batmıştır, yatırımcı da batacaktır. Zira amacı para toplamaktır.

3)Ünlülerle reklam yapıyorsa: Banka ya da yatırımcı sürekli ünlülerle reklam yapmaz ya da asıl reklamını ünlülerle yapmaz. Banka dediğin, bianeale, tiyatro-caz ve benzeri festivallere, voleybol, satranç gibi sporlara sponsor olur. Muhafazakarsa kuran kurslarına, imam hatiplere yardım yapar, Afrika'da su kuyusu açar. Ünlüler, yatırımcı olmayan, minik birikimli insancıkları ağa çekmek için atılan tuzak yemidir.

4)Aşırı kazandırıyorsa: Çiftlikbank ilk çıktığında, o kadar çok kazandırıyordu ki, bu sakın eroin ya da genelev bank falan olmasın dedim kendi kendime. Zira ne tarım, ne hayvancılık, ne de yasal her hangi bir yasal iş bu kadar kazandıramazdı. Bir de bu kazandırmasının reklamını yapıyorsa, hepten kaçın. Ciddi yatırımcılar ya da faiz kovalayanlar, hepsini iyi bilir. Ben 90'larda Isparta'da öğrenci iken, bir kaç puan fazla faiz için ayda bir Antalya'ya giden, o farkı da Antalya'da gezerek harcayan bir yaşlıyla tanışmıştım. (Isparta o zamanlar çok küçüktü, her bankanın şubesi yoktu, internet bankacılığı falan da yoktu) Hele şimdi el altında internet de var ki, herkes, neyin, nerede olduğunu iyi biliyor.

5)Politikacılara, özellikle iktidar sahipleri ile fotoğrafları varsa: Eskiden beri dolandırıcılar,  iktidar sahipleri ile beraber çektirdikleri fotoğrafları, küçük yatırımcının gözünün içine sokmaya heveslidir.  Bunu yapıyorsa kaçın.

6)Para yatıranlar sizi de davet etmek bir yana, özellikle zorluyorsa: Pek çok kişi, bile bile dolandırılmaktadır. Çünkü ponzi denen dolandırıcılık sistemlerinde, paranızı zamanında çekerseniz kar edersiniz. Önce gelenlerin faizi, sonra gelenlerin anaparası ile ödenir. Bunun için de parasını kurtarmak isteyenler, batmanın ucu görününce, arkadaşlarını da bu batağa davet eder.

7)Geleceğin kelimesini duyunca kaçın. Yıllar önce, doksanlarda sosyolojiye geleceğin mesleği dediler, ola ola felsefe öğretmeni ve bir kısmımız da rehberlik öğretmeni oldu. Büyük şirketlerde sosyologluk yapana da rastlamadın.  Yaş elliye geldi,  uzun zamandır sosyoloji dersine girmedim,  gelecek de gelmedi. İktisatçı Keynes'in, klasik iktisatçılara dediği gibi, uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız.

Bir üniversitede, bir bölüm, geleceğin mesleği diye tanıtılıyorsa, bilin ki sırf öğrenci sayısı artsın, üniversite, il-ilçe esnafı para kazansın diye uydurulmuş bölümdür. Hatta pek çok iki yıllık, teknikerlik bölümlerini bile böyle tanırlar. İki binli yılların başında bu furyanın başını raylı sistemler (tren-metro vs) ile ulaştırma-taşıma (kargoculuk) bölümleri çekti. Sonra mezunlarını asgari ücretle işe aldılar.

İnşaatta da, şehrin en olmaz yerindeki binalar, geleceğin yerleri diye tanıtılır. Bu geleceğin lafını çok kullanan inşaatçıların, inşaatı yarım bırakma ihtimali yüksektir. Kripto para için de, geleceğin parası deyip, duruyorlar. İnsanlık altından, değerli metalden, sikkeden, kağıt paraya neredeyse bin yılda geçti. 1960'larda bile kağıt para, altın karşılığında basılıyordu. Kredi kartı, halen pek çok ülkede risk, o ülkelere seyahat ediyorsanız, kullanmayı diyorlar. Almanya, dünyanın dördüncü ekonomik gücü ama salgın bile kredi kartını çok yaygınlaştırmadı. Halen pek çok iş için kredi kartı zorunlu. Bin yıl ömrünüz varsa, kripto paraya yatırım yapın.

8)Yatırımcı genç ise kaçın. Son yirmi yıldır dolandırıcıların çoğu otuzunun altında. Erkenden vurgun yapıp, sonraki yıllarca çalışmak istemiyorlar. Genç yatırımcılardan uzak durmak en iyisi.

9)Kravat takmıyorsa: İtiraf edeyim, on yıldır memurlarda zorunlu kıyafet kalktı ve bir öğretmen olarak ben de kravat takmıyorum, gerçi ben yatırımcı da değilim. Dikkat ettim son yıllarda dolandırıcılarda kravatsız takım elbise giyme ve yakayı-bağrı iyice açma modası var. Ben de bir kaç işten, böyle kravatsız ve gömlek yakası iyice açık tipe denk geldiğim için vazgeçtim ve gerçekten de o kişiler dolandırıcı çıktı.

10)Dolandırıcılıktan sabıkası varsa, verin paranızı gitsin. Hatta evi, arabayı satın,  üzerine bankadan kredi çekin, öyle yatırın (tövbe tövbe). Banker Kastelli ve Jet Fadıl, bunun en iyi örnekleri. Bunu da yapıyorsanız, size tavsiyen elinizde, avucunuzda ne varsa hepsini verin, üzerine de kredi çekin ki, sizin gibi birisinde, başka birine dolandırılacak para kalmasın. 


25 Mayıs 2021 Salı

ATSIZ'IN ÇANAKKALE GEZİSİ VE TÜRKÇÜLÜĞÜ

 


Aslında uzun süredir ırkçı yazarımız Atsız'ı okumadığım gibi de yazmıyordum. Daha doğrusunu Sebebi de Kanada'da yaşayan oğlu Buğra Atsız'ın her sene babasının ölüm yıldönümünü bahane ederek,  Atsızcı ergenleri gazlaması ve bence de bunu babasının kitap telifleri sebebiyle yapmasıydı Ben de yazılarımda cüzzi de olsa katkıda bulunmak istemiyordum. Diğer yandan da onunla ilgili her şeyi de yazdığımı düşünüyordum. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2017/06/ ) 

 Kendisi düzenli olarak çok satan bir yazar. İki kardeşte yıllarca, ırkçı babanın solcu oğlu unvanının  ekmeğini yedi. Buğra Atsız, Kanada'ya yerleşti, çocukları ve torunları Kanada'nın güvenli alanında Türkçülük-Turancılık yapmakta. Tıpkı bir zamanlar babasının arkadaşı olan, Türkiye'de askerlik bile yapmadan Amerika'ya yerleşip, Amerikan vatandaşı olarak Irkçılık-Turancılık yapan Reha Oğuz Türkkan'a özenmiştir. Yağmur Atsız'da yıllarca solcu olarak anılsa ve babasının  nefret ettiği Cumhuriyet gazetesinde yıllarca çalışsa da, yetmişinden sonra iktidarın yandaş basınında köşe yazarı olup, son günlerinde solla kavga etti ve düpedüz faşizm yaptı. Sonra da silindi, gitti. Solcu besteciler ve şarkıcılar, onun şiirlerinden yapılma şarkılarını dijital platformlardan bile sildiler. Oysa babasından bile büyük efsane olabilirdi.

Biz oğulları bırakıp, babaya, daha doğrusu kitabına geçelim. Kitap, aslında iki kitapçığın birleşimi. Her ay aldığım tarih dergisinde bahsedilince, kütüphaneden alma ihtiyacı duydum. 18 günlük  kapanma için kütüphaneden aldığım ve satın alıp okuyacağım kitaplar arasında oldu.

Kitap iki bölüm. İlki Çanakkale'ye Yürüyüş. İlk baskısını 1933'de yapmış. Kitapta Çanakkale ilgili bir yer, yön tarifi, anıtlarla ilgili pek bir şey yok. Çanakkale'nin meşhur Aynalı Çarşısının esnafının çoğunun Yahudi olmasına hayıflanıyor. Sonra Eceabat ya da Gelibolu ilçesinde bir köye gidiyor. Köyün adını vermiyor, yolda bir anıtın bakımsızlığından, savaştan kalma bir mayın veya merminin can almasından (en son 2014'de böyle bir olay oldu diye biliyorum.)ve en sonunda köyün bakkalının Yahudi olmasından hayıflanıyor. 

O anda fark ediyorum ki gezinin amacı şehitliği ya da savaş alanını  ziyaret değil. Gezi 1933'de olmuş, 1934'de de bugün pek az kimsenin hatırladığı ve on binlerce Yahudi vatandaşımızın evinden olması, tecavüze uğraması, soyulması ve yağmalanmasına sebep olan 1934 Trakya olaylarına (progrom) bir hazırlık olduğu anlaşılıyor. Progromlar, uzun hazırlık ister.  Öyle halkın galeyana gelmesi ile olmaz.  Kendisi de muhtemelen bir sene önceden bölgedeki ırkçılarla olayın organizasyonu için uğraşmış. Hatta aslında Romanlar (kitapta doğrudan Çingene diyor) için da halkı kışkırtmaya çalıştığını ama olmadığını da ima ediyor.



Buğra Atsız'ın Kanada'da Yahudi arkadaşları var mıdır, onlara da babalarının, dedelerinin marifetlerini anlatıyor mudur acaba?

Sonra Çanakkale savaşlarının kısa bir özetini yapıyor. Yalnız dikkat ettim, hiç bir komutanın adını anmıyor. Atatürk'ü sevmediğinin ilk işareti bu olabilir. Seksenli yıllarda da, bir Arap, sözde faizsiz (pratikte bal gibi faizli sistemler, borç alın da görün) bankacılığın finanse ettiği bir Çanakkale belgeseli vardı. Savaşta bir kaç çavuş ve erden bahsediyordu. Bu da onun gibi bir şey.,

Sonra hayatını anlatıyor. Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri adlı bu kitapçık, ilk defa 1959'da, Necip Fazıl Kısakürek'in  Büyük Doğu dergisinde, bu neslin pek bilmediği tefrika ile (yani dergi ya da gazetede  romanın bölüm bölüm yayımlanması)

Bu kitapta da yazılmayanlar dikkatimi çekti. Mesela lise, ortaokul yılları ya da çocukluğu hakkında hiç bir şey yazmamış. Hayatını anlatmaya askeri tıbbiye öğrenciliğinden başlatıyor. Askeri tıbbiye yaşamını, bir kız meselesi yüzünden Hukuk fakültesine topluca baskın yapılmasına ya da geceleri nasıl yurttan kaçtıklarına kadar ayrıntılı anlatmasına rağmen,  Atsızcıların çok övündükleri Arap teğmene selam vermemeyi anlatmıyor. Askeri tıbbiyeden o meşhur atılmasını hiç değinmeyip, içimde bir yaradır deyip, geçiyor.



Ne derseniz deyin, okuldan kaçmaları ya da Hukuk öğrencileri ile (kız meselesinden) kavgaların övüne övüne anlatması, Diyap Ağa'nın Cumhuriyet ilanını Askeri tıbbiye öğrencilerinden önce bilmesini, kırık notlarını doya doya anlatırken, o meşhur Arap olduğu için selam vermeme olayından hiç bahsetmemesi çok garibime gitti.

Türk akademisyenlerinin ders anlatma işini asistanlarına bırakması, o zamanlar da varmış. Kendisi de Köprülü dahil, hocalarının derslerini anlatmış. Ben de 1994-98 arasında Isparta'da okurken, İktisadi İdari Bilimler Fakültesinde derslere hep asistanlar girdi ve ben 98'de mezun olduktan sonra da uzun süre öyle oldu. Halen de öyle mi bilmiyorum.

Yaptığı dergilerden ve broşürlerden az da olsa, para da kazanıyormuş. Sözüm ona Atatürk ile İnönü arasında, Atatürk'ü tuttuğunu yazıyor. Oysa kendisi de, Atatürk ve silah arkadaşları ile alay eden Dalkavuklar Gecesi diye bir romanı var. Ona birisi bununda soruyor kitapta ama kendisi cevap vermiyor.

Ara bir paragraf olarak, Orhan Pamuk'un son romanı Veba Geceleri,   Dalkavukar Gecesi'nin taklidi. Bunu da kitabımın yayımcısı (yayımcısı dediysem, kendi paramla yayımladım) Alaattin Topçu'nun  odatv'deki özetli yazısından anladım. ( https://odatv4.com/orhan-pamukun-son-kitabi-hic-boyle-degerlendirilmedi-30042152.html )Yani kitabı okumadım. Özette bile, pek çok ayrıntı var. Mina Mingerli diye, Mina Urgan kastediliyor mesela. Yetmişinden sonra anıları ile ünlü olan İngiliz dili profesörüydü ve iki binli yıllarda kitabı çok satmıştı. Bıyıkları yukarı kıvrık kolağası Kamil, Atatürk'ten başkası değil. Atatürk'ün ölümüne yakın, Hatay meselesi ile uğraşması ile bile alay etmiş, kolağası Kamil'i üniforması ile öldürerek. Kamil adı da tesadüf değil, Nurcular, Atatürk'le alay etmek için ona Kamil der. Atsız'da, Pamuk'da yazdıklarını doya doya sahiplenmemiştir.

Köy enstitüleri ile ilgili olarak komünizm propagandası ve serbest cinsellik iddiası çok dillendirilmiş ama tek bir mahkeme kaydı da yoktur. Atsız, hepsinin sümenaltı edildiğini, kapatıldığını söylüyor. Sayın okurlarım, anlı şanlı köy enstitülerinin tüm  ömrü altı (6) yıldır. 1040-1946 arasında. Hasanoğlan Yüksek Köy enstitüsü sadece üç dönem mezun verebilmiştir. Ortalığı ayağa  kaldırıp, siyasi baskılarla kapattıkları köy enstitüleri hakkında ellerinde tek bir dosya bile yoktur. Nazilerin meşhur propaganda teknikleri, her zaman faşizmin ilkesi olmuştur.

İkinci dünya savaşının da kendince bir özetini yapıyor. Yalnız  öncesindeki İspanya iç savaşı ve Çin Japon savaşına değinmediği gibi,  savaşı da 1941 ortalarında, yani Almanya'nın zirvede olduğu noktada bırakıyor. Hitler'e bir sürü Rus ve Çıfıt öldürdüğü içinde hayır dua ediyor. Çıfıt kelimesini Yahudi anlamında kullanıyor. Oysa Çıfıt, özel olarak Kırımçak'da denilen, Tatar asıllı Yahudi toplumunu üyesi anlamına gelmekte.

Gene başka bir iddiası, 2. Dünya savaşı sırasında Türk ordusunun Trakya'yı tamamen boşalttığını,  Üsküdar'a kadar çekildiğini söylüyor. Oysa onun yakın arkadaşı ve öğrencisi Alparslan Türkeş, o yıllarda Trakya, Çorlu'da askerlik yaptığını kendisi anlatıyor. Yıllarca yaşadığı Maltepe'de askerler karargah kurmuşlar ve kışın, soğuk havada,  dışarıda yemek yerken görmüş. Kendisinin askerliği, askeri tıbbiye öğrenciliği ile sınırlı olduğundan bunu büyüttükçe, büyütüyor.

Öte yandan kendisini de çok büyütüyor. Hasan Ali Yücel, Sabahattin Ali, İsmet İnönü, hatta komple CHP ve polis sadece ona karşıymış . Asıl bomba kısım şu ki, sanki 1944'de sadece kendisi yargılanmış, sanki tek Türkçü o imiş gibi konuşuyor. (Sadece kendisi ile arkadaşlığı yüzünden başı yandığını söylediği bir arkadaşından bahsediyor)Beraber yargılandığı arkadaşlardan, arasının bozulduğu Reha Oğuz Türkkan hariç, hiç bahsetmiyor. Bir de Sabahattin Ali'ye karşı ani öfkesinin sebebi de, devlet konservatuarını ziyaret eden Hasan Ali Yücel'in, o zamanlar konservatuarda dramaturg olarak çalışan Sabahattin Ali'yi övmesiymiş.

Kısacası Atsız'ın tipik şişkin egolu ve mitomanik kişilik olduğunun ispatı bir eser.