4 Temmuz 2021 Pazar

Felsefenin Almanya’yı Birleştirmesi 2-KANT VE CÜRET ETMEK



Almanya, Leibniz'den sonra pek çok önemli filozof yetiştirdi ve yetiştirmeye devam ediyor. Ben üçü ile sınırlandırdım, çünkü ben sosyoloji mezunu bir felsefe öğretmeniyim ve Alman felsefesi üzerine uzman değilim. Ayrıca bu filozofları, mezheplere bölünmüş Almanya'nın birleşmesi bağlamında ele almaya çalışacağım.

Nasıl ki Leibniz'in bilimin hemen her alanında, üstelik gayet ciddi teorileri ve çalışmaları varsa, Kant'ın da felsefenin her alanında çalışması vardır. Bilgi, varlık, sanat, siyaset ama en çok da ahlak felsefesi alanında önemli eserler vermiştir.

Bu gün Rusya'nın Kaliningrad şehri olarak bilinen Königsberg şehrinde doğup, büyüdü ve bu şehri hiç terk etmedi. Aslına filozoflar, ilk çağdan itibaren gezmeyi seven insanlardır. Tales, Miletli (İzmir) olmasına rağmen, Mısır'da piramitleri incelemiş. o zamanki Doğu Akdeniz'i gezmiş. ve olimpiyatları izlerken ölmüştü. Aristo; Atina-Asos (Çanakkale)-Selanik üçgeninde yaşadı. İskender'in ölümünden sonra linç etmeye kalkan kalabalıktan kendisini ve ailesini kaçırıp, son yıllarını Sicilya'da geçirdi. Oysa Kant, Königsberg'den hiç çıkmamıştır. Sokrates, üç askeri sefer dışında Atina'dan dışarı çıkmamıştır, Kant, onu da yapmamıştır.

Bugün Königsberg diye bir şehir yok, artık orası Rusya'nın Kaliningrad şehri, Ruslar şehirdeki tüm Alman izlerini itina ile sildi. Sadece üniversitenin adı Imanuel Kant devlet üniversitesi kaldı.

Kant, felsefesine eleştiricilik (Kristisizm ) olarak tanımlar. Ona göre tüm bilgileri duyum yolu ile alsak da, zihnimizdeki kalıplar  (kategoriler) olmadan, bilgiyi anlayamayız. Kant, kendi yazdıklarına göre, kendisi sıradan bir Aristocu, dolayısı ile Rasyonalist-Akılcı iken, David Hume'un kitaplarını okumuş, Hume onu dogmatik uykusundan  uyandırmıştır. Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür der. Yani algıları kavramlarla görürüz.

Mesela Türk halkı insanları, memleketleri, yani nereli olduklarına göre sınıflar ve bir zaman sonra nüfus kütüklerine göre insanlar üzerinde bazı yargılara ulaşır. Sivaslılar şöyle, İzmirliler böyle, Samsunlular öyle vesaire. Mesela öğretmenleri, mühendisleri, doktorları bile çoğu kez ODTÜ'lü, Hacettepe'li, Cumhuriyet Üniversiteli diye değil de, memleketine göre değerlendirir.

Pek çok felsefe tarihçisine göre Kant, hali hazırda koyu bir Aristocudan başka biri değildir. Zira Aristo'da, duyu bilgilerinin, aklın kategorileri ile bilinebileceğini söyler. Kant, mantık biliminin binlerce yıl boyunca çok az değişmesini,  Aristo'nun aşılmaz dehasına bağlamıştır. Oysa başka bir Alman olan Gottlop Frege  bu dehayı aşmıştır.

Öte yandan David Hume, Immanuel Kant'ı sadece dogmatik uykusundan uyandırmamıştır. Pek çok konuda Hume'dan etkilenmiştir. Mesela Hume, jogging denen hafif tempolu koşunun mucidiyken, Kant, sağlık için günlük yürüyüş yapmanın mucididir. Siyasal alanda, İngiliz liberalizmini ve bireyciliğini Almanya'ya getirmiştir.

Şu günlerin lise ders kitaplarında da yazan bir metinde şöyle demiştir: Benim yerine düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizimle ilgilenerek, sağlığıma karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp, düşünmemem de pek o kadar önemli değildir, çünkü beni bu sıkıcı ve yorucu işten kurtaracaktır. Bu sözlere, bu yazının  ilerleyen bölümlerinde geleceğiz, aklıda olsun.

Kant, asıl devrimini ahlak alanında yaptı. Ahlakı, dinlerin cehennem korkusu alanından çıkardı. Ona göre ödül beklentisi ya da ceza korkusu ile yapılan davranış, ahlaki davranış değildir. Ahlaki davranış, böyle doğru davranmayı görev (eski kitaplarda ödev diye çevrildiğinden, ödev ahlakı diye geçer) bilerek yaptığınız davranıştır.

Kant, bu fikri ile, ahlakı bireyselleştirip, kiliseyi aradan çıkarmıştır. Bu açıdan bakarsak Kant, varoluşçuğun da öncülerinden sayılabilir.

Kant, Hume'un deneyciliğini felsefesine katmış, transsendenttal epistemoloji idealizm ya da kritisizm demiştir. Öte yandan sanayileşmeye ve Alman milletini birleştirmeye çalışan Prusya toplumuna istediği bireyciliği ve üç mezhepten (Katolik, Calvinist ve Lutheryan) kurtuluşu sağlamıştır. Ona göre inanç ve ahlak için kendi fikriniz yeterlidir. (Az önceki paragrafı hatırlayın)

O zaman Kant, aydınlanmanın o meşhur tanımını yapar. Aydınlanma, kendi aklınla düşünmeye cüret etmektir. 

Ve Kant o meşhur emrini verir, cüret et. Sabrete Um. Böylece Prusya'nın Almanya'yı birleştirmesine engel olan mezhep taassubuna karşı, kendi aklını kullanmayı emreder. Almanya'nın zihinsel özgürlüğünü başlatır.

Kant gibi büyük bir filozof hakkında söylenecek çok şey var ama benim yazım bu kadar.



24 Haziran 2021 Perşembe

12 EYLÜL 'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU EĞİTİMİ-12 EYLÜL MEDYASI

 


Tarih, her zaman aradan biraz zaman geçince anlaşılıyor. 12 Eylülden uzun zaman geçince, o zamanlar yapılanları daha net görüyorsunuz.

Meşhur suç örgürü lideri neden kırk yaş altına hitap ediyor biliyor musunuz? Kırk yaş üstü kuşak, 12 Eylül'ün suçluluk duygusu eğitimini aldı. Otuz yaş altı kuşak, internet ve sosyal medyaya yetişti ve onlara verilen bu eğitim yarım kaldı. Şu anki iktidar partisinin çelik oyları, kırk yaş üstü insanlardır ki, onlar alternatifsiz 12 Eylül medyasının elinden geçti.

TELEVİZYON

Bu medyanın bir numaralı silahı şüphesiz tek kanallı televizyonuydu. Zaten o yılların anayasası gereği,  televizyon ve radyoyu sadece devlet işletebilirdi. Peki neden tek kanal ve yayımlar yazın 19.00-24.00, kuşun 20.00-24.00 arasındaydı, bunu bir düşünmeli. 

Genel anlamda, pavyona giden erkekler haricinde, gece hayatı olmayan insanlar, sokağa çıkma yasakları ile daha bir eve bağlanmışlardı. Gazetelerin tirajları birden düşmüştü, çünkü büyük ölçüde siyasi haber yapamıyor, terör olayları da sansüre uğruyordu. Pek çok örgüt, devletle çatışıyor, bu çatışmalar, darbe ile tüm terör bitti masalına inanılınması için saklanıyordu. Gazete tirajlarını düşüren ikinci neden de, meşhur 12 Eylül öncesinde gizliydi. Her dönemde gazete, dergi ve benzeri yayın organları, belli ideolojiler ile anılırdı ama 1975-1980 yılları arasında ideolojinin gazetesini koltuğun altında taşımak, o ideolojiye sahip olduğunu belirtmenin özel bir yoluydu ve bazı gazeteler için de halen öyledir. O yıllarda ise, bir ideoloji sahibi olmak suç oldu. Aşırı sağ, aşırı sol kelimesi çok geçiyordu ama sorun bir siyasi ideolojiniz olmasıydı. Gazetelere daha sonra bir paragrafı daha ayıracağız. Ancak bunun televizyonla ilgisi, gazetelerin artık bir haber kaynağı olmaması, haber vasıtası olarak görülmemesidir. Gazetelerde de yazılanlar, genelde o zamanlar ajans denen ana haber bülteninde anlatılanlardı. 1987-88'e kadar öyle kaldı.

Buraya bir de mim koyayım ki, ülkemizde yaşlıların ana haber bültenini ve uzun uzun basın açıklaması adı altında iktidar sahiplerini dinlemesi gibi bir alışkanlık kaldı. Geri kalmış ülkelerde, genelde bu ana haber bültenlerinde ne olursa olsun, iktidar sahiplerinin açıklanması ise ayrı bir garabet. Bu şekilde hazırlanmış ana haber bültenlerini izlemek-dinlemek, sizi iktidar sahiplerine karşı daha itaatkar yapıyor. Bu yüzden büyük ölçüde televizyon seyretmeyi bıraktım. Yoksa internette de atomu parçalamayı falan öğrenmiyorum.

İdeoloji sahibi olmanın suç olması, ana haber bültenleri ile yavaş yavaş solcu olmanın suç olmasına doğru dönüşmeye oldu. Bunu da TRT'nin, İsmail Cem'in Kültür bakanlığı sırasında yerleşmiş solcu sunucularını kullanarak yaptı. 12 Eylül rejimi, binlerce, hatta yüz binlerce kişiyi işinden, yurdundan etmişti ama TRT'ye büyük ölçüde dokunmadı. Bunun sebebi, söylenen sözlerin daha etkili olmasını sağlamak, propagandanın bir itiraf gibi görünmesini sağlamaktı. 27 Mayıs'ın önemli ölçüde başarısız olma sebebi, darbe bildirisini kurmay albay Alparslan Türkeş'in okumasıydı. Bu yüzden 12 Eylül bildirisi, Mesut Mertcan'a okutuldu.

Hemen her akşam, ana haber bülteninde, yasadışı sol bir örgüt ve örgüte ait dokümanlar haberi olur, bu haber uzatıldıkça uzatılırdı. Örgütsel doküman olarak da, bolca kitap, özellikle roman, şiir, öykü kitapları, hatta bazıları da klasik kitaplar olurdu.

Bunun iki sonucu olarak, sol siyaset zayıfları. İkinci olarak da kitap satışları düştükçe düştü. Hemen hemen hiç kitap okumayan bir nesil yetişti. Öğretmenler arasında okumam ama sezerim sözü, slogan gibi olmuştu. Doksanlara kadar  TRT1 ana haber böyle gitti. Ajans da denen ana  haberin krallığı 1986'da TRT2 kuruluncaya ve Perihan Abla dizisine kadar gitti. Hatta sırf ana haber bülteninin izlenmesi düşüyor diye, saati değiştirildi diye hatırlıyorum.

TRT'nin o dönemki yayın politikaları üzerine söylenecek, yazılacak çok şey var elbet. Buradaki konumuz, suçluluk duygusu eğitimimiz. TRT aynı zamanda halkı dindar etmenin de bir yoluydu, bol bol din programlarının yanında (özellikle perşembe akşamları yayımlanan Huzura Doğru), Barış Manço'nun programındaki ağaçta kelime-i Tehvit yazısı, baldan Allah yazan arılar gibi hurafeler de TRT üzerinden yayılmıştı.

Son olarak 12 Eylül dönemi (Özal'ın ilk dönem başbakanlığını da buna katıyorum) alkol ve erotizm üzerine yasakların da başladığı dönemdi. 12 Eylülün ilk yıllarında bile bira ve alkollü içecek reklamı, radyo ve televizyonlarda yayımlanabiliyordu. Kahvehanelerde bira satılıyordu. Gazetelerde ise iki binli yıllarda bile bira reklamı vardı. Bu dönem Bay Alkolü Takdimimdir başta olmak üzere, sanki ülke ciddi alkolizm sorunu içindeymiş gibi propaganda yapıldı.

RADYO VE MÜZİK

Bu dönem, polis radyosunun dönemiydi, TRT'yi dinlediğimi nadiren, o da evde, televizyonda yayım arızası yüzünden necefli maşrapa izlemekten sıkıldığımda ya da baba ajansı izlerken dinlerdim. O günlerin gözde radyosu, polis radyosuydu. Çünkü arabesk müziğin altın çağı olmasına rağmen TRT ısrarla bu müziği çalmıyordu. Arabesk-fantezi şarkıcıları, o da en ünlüleri olmak kaydıyla, yılbaşında televizyona çıkardı. TRT sanki bu tavrı ile devlet, halkın zevkini önemsemez demek istiyordu.

GAZETE VE DERGİLER

12 Eylül boyunca gazete ve dergilerin tiraj kazanmaması, hatta kaybetmesi, gücünü kaybetmesi anlamına gelmiyordu, yani çok fazla gelmiyordu. O yıllarda gazeteler her yere öyle anında ya da sabah erkenden ulaşmazdı. İlk defa Sedat Simavi, Ankara'da matbaa açıp, sayfa kalıplarını da uçakla Ankara'ya taşıyarak, İstanbul ve Ankara'da aynı gün gazete çıkmasını sağlamıştı. Sonra İzmir, Adan, Diyarbakır gibi şehirlerde de kurdu, teleksin icadıyla tüm şehirlere yayılmış, gazetesi Hürriyet, uzun yıllar Türkiye'nin rakipsiz en çok satan gazetesi olmuştu.
O öldükten sonra oğulları Erol ve Haldun Simavi, işi devam ettirdiği gibi, büyüttü de. Hatta Haldun Simavi, kendi gazetesi Günaydın'ı kurdu.
12 Eylülün basını ele geçirme çabası, Simavi kardeşleri basın dünyasından atmakla başladı. 12 Eylül ve sonrasının neoliberal dünyasında, Simavi kardeşlere yer yoktu. Her ne kadar günahları çok olsa da, babaları Sedat Simavi gazetecilere: Kalemimiz kırın ama satmayın demişti ve bu iki kardeşin gazeteleri, en azından gazete gibi gazeteydi.
12 Eylül ve Özal dönemlerinde Simavi kardeşler başta olmak üzere (bir de Abdi İpekçi'nin katlinden sonra Milliyet gazetesini Aydın Doğan'a satmak zorunda kalan Karacan ailesini hatırlıyorum, onların da dergileri falan vardı) böyle bir kaç basın patronu aile, sistemden uzaklaştırılarak, Aydın Doğan, Din Bilgin (Sabah gazetesini kurmadan önce İzmir ve Ege bölgesine yayın yapan Yeni Asır gazteseinin sahibiydi) , Asil Nadir, Cem Uzan, Erol Aksoy ve benzeri yeni dönem basın patronları yaratıldı. Eski patron ailelerinin basın dünyasından uzaklaşıp, yeni patron ailelerinin dönemi geldi. Bu dönem basınının hikayesini ayrıntılı anlatacak kadar bilgili değilim ama tesadüf olmadığını bilecek kadar akıl sahibiyim.
Sonra bu yeni patronlar doksanlar ve iki binlerde televizyon ve radyo kanalı sahibi de oldu. Gene seksenlerde Zaman başta olmak üzere tarikat gazete ve dergileri de palazlanmaya başladı. Bunların hiç biri tesadüf değildi.
Unutmayın, medyanın gücü yoktu, gücün medyası vardır. Güç el değiştirince, medya da el değiştirir.

21 Haziran 2021 Pazartesi

FELSEFENİN ALMANYA'YI BİRLEŞTİRMESİ 1-LEİBNİZ



Eğitim üzerine yazılar yazarken, artık sıranın felsefe eğitimine de gelmesi gerektiğini anladım. Bunu da Almanya özelinde, özellikle de Leibniz-Kant-Hegel üçlüsü üzerinden anlatmaya karar verdim. Otuz yıl savaşlarında Almanya üç mezhebe (Katolik- Lutheryen Protestanlık ve Calvinist Protestanlık) ve yüzden fazla devletçiğe bölünmüştü. Birleşemezse yok olacaktı. Mesele devlet olarak birleşmek değil, zihniyet olarak birleşmekti.

Bunu da Alman filozoflar başardı. Bence 

 Avrupa'nın, özellikle de Almanya'nın kıyameti, otuz yıl savaşlardır. Bu savaşlardan Fransa tek parça, Almanya ise paramparça çıktı. Çünkü Fransa, bir önceki yüz yıl boyunca din savaşlarını çoktan yapmış,  mezhep ateşini söndürmüş gibi görünse de ara ara tutuşan sıcak külleri kalmıştı. 1618'de başlayan savaş, 1648'de Vestfalya antlaşmasıyla hem otuz yıl savaşları denen Avrupa (özellikle de Alman) din savaşları, hem de Hollanda-İspanya arasındaki seksen yıl denen bağımsızlık savaşları bitti ve İspanya, Hollanda'nın bağımsızlığını tanıdı.

Savaşın pek çok sonucu oldu, bunu tarihçiler daha iyi bilir. Felsefecilik ve filozofluk, çokça ukalalık demektir ama ben çok da tereciye tere satacak değilim. Vestfalya barışı ve otuz yıl savaşlarından bahsetmemiz gereken iki sonucu oldu. Birincisi Papa başta olmak üzere,  Avrupa'daki dini otoritelerin çökmesiydi. Zira kardinal Richeleu ve onun yönetimindeki Fransa,  Katolik bir devlet olduğu halde, Almanya'nın Protestan prenslerine yardım etmişti.

Savaşın asıl konuşacağımız yanı, Almanya'nın yüzden fazla parçaya ayrılması, Almanya'nın savaş öncesi nüfusuna ve ekonomik gücüne yüz yıl boyunca ulaşamamasıdır. Görünüşte Almanya halen Kutsal Roma İmparatorluğu bünyesinde bir bütündü ama bu imparatorun yetkisi, bayramdan bayrama eli öpülen kılıbık babalar kadardı. Fransa Alsas-Loren'i,  Danimarka, Jutland yarımadasının önemli bir kısmını ve İsveç'de Pomeranya kıyılarını işgal etmişti ve buralar uzun süre de işgal altında kalacaktı. (Hatta Alsas halen Fransa toprağı)

Savaşın başladığı yıllar, Avrupa'da felsefenin  yükselişe geçtiği yıllardı. Daha savaşın başında, bir Fransız subayı olan Rene Descartes, 1619'un 10 kasım gecesi,  Almanya'nın Neuburg kentinde hava o kadar soğuktu ki, kendisini bir fırına kapattı Sabaha kadar gördüğü  hayaller, ona analitik geometrinin temellerini öğretti. 

Almanya'da ise, savaşın sonlarına doğru, 1646'da Gottfried Leibniz doğdu. Leibniz'in hemen her alanda eseri, daha doğrusu mektubu vardır. Çok az kitabı vardır, hatta onun tüm yazdıklarını bir arada derleyen bir kaynak yoktur. Fikirlerini daha ziyade mektuplar halinde anlatmıştır. Mantık, matematik ve varlıkbilim felsefesinde derin izler bırakmış, büyük buluşlar, keşifler yapmıştır ama adının geçmediği bir bilim yok gibidir. Derste Leibniz'ı anlattığımda bir öğrencim:

-Geceleri de taksiye çıkıyor muymuş diye sorduydu. Valla rahmetli, bir o işi yapmamış. Yoksa diplomatlık, simyacılık ve ilahiyatçılık falan, hepsi var. Kendisi Alman akılcılığının kurucusu. Savaş sonrasında Almanya, yüzden fazla devletçiğe bölünmüştü (pek çoğu şehir devletiydi). Montesqueu, tam da Leibniz'ın yaşadığı çağda, İran Mektupları adlı romanında, Alman prensliklerinin bu durumuyla alay eder. Bazılarının vatandaş sayısı, İran şahını hareminden küçük der. Almanya, özellikle göçlerden dolayı nüfusunun üçte birinden fazlasını kaybetmişti. Leibniz ise, Fransa ile Osmanlı devletini savaştırmak için uğraşıyordu. Zira çok zayıflamış Alman devletinin (Kutsal Roma İmparatorluğu) işgal edilmesinden korkuyordu.

Almanya'yı birleştiren asıl çalışması, mezhepleri felsefe ve mantık çerçevesindeki ilkelerde birleştirme çabaları oldu. Yazının  başında da anlattığım gibi 1648'den itibaren din adamlarının, özellikle okur-yazar ya da aydın sınıf üzerindeki etkisi iyice azalmıştı. Sonuçta insanlar dini ve tanrıyı kendi zihinlerinde yorumlayıp,  gerçeği görme çabasında Leibniz'ın felsefesi önemli bir adımdı. Hem Katolik, hem de Protestan din adamlarına bir karşı çıkıştı. O yıllarda Papalık, uluslar arası politikadan çekilmiş de olsa, Engizisyon mahkemeleri halen etkiliydi. Luther, akıl  şeytanın metresidir diyordu. Calvin ise, Tanrı benim diye buyurmuştu. Yani Leibniz ve dönemin aydınlanma felsefesi, bağnazlığa karşı topyekün bir savaştı. Leibniz'le başlayan Alman akılcı felsefesi ise, din ile parçalana  ulusu, akıl ile birleştirme çabasıydı.

12 Haziran 2021 Cumartesi

12 EYLÜL''ÜN SUÇLULUK DUYGUSU EĞİTİMİ 2 -12 EYLÜL ÖNCESİNE Mİ DÖNMEK İSTİYORSUN?



 TRT'nin tek kanalı, sonraki bir kaç kanalı, devletin tam kontrolünde holdingler medyası,  devletin zorunlu eğitim sistemi, halkı eğitmede başarılı olduğu bir konu da, hak aramayı suç gibi hissettirmekti. Tüm medya ve eğitim kanalları elinde olan askeri rejim, başarılı duygu eğitimini, sürekli bir 12 Eylül  öncesi hatırlatması ile yaptı.

Yapılan grevler, yürüyüşler hep suç, hep anarşiydi. Lokavt ilan eden işverenler, saldırıları seyreden polislerin hiç suçu yoktu. Hak aramak, gösteri yapmak, bir siyasi görüşe sahip olmak hep bir suçtu. O yıllarda her türlü siyasi gerilimde veya olayda çok konuşulan söz, 12 eylül öncesine mi dönmek istiyorsun'du. Hatta, Kemal Gökhan Gürses,  12 Eylül Öncesine Dönmek İstiyorum diye bir kitap bile yazmıştı. Kitabı, kitapçı rafında şöyle bir karıştırdığımı hatırlıyorum ama itiraf edeyim okumadım. Asalında bir ara okusam iyi olur, bu da kendime not.

İlk üç buçuk yıl Kenan Evren ve cuntacılar yararlandı bu 12 Eylül öncesine mi döneceksin edebiyatından. Bu dönemde işçinin ve çalışanın hakları sessizce budandı. Pek çok sektörün grev yapması yasaklandığı gibi, bakanlar kurulu kararıyla grevler de ertelene bilinecekti ki pek çok grev de uzun süre ertelendi. Buna karşın işçilerin işten çıkarılması kolaylaştı, sendika kurması, kurulan sendikaların yetkili olması zorlaştı. Buna karşın işverenin işçi çıkarması, fabrikasını kapatması ya da başka bir ülkeye taşıması kolaylaştı.

Şunu belirtmek isterim ki aslında 12 Eylül rejimi halen devam etmekte. 12 Eylül'ün suçluluk duygusu eğitimi de devam etmekte. Bunu uzun uzun yazacak değilim. Yazdıklarımı son on yıldır olanlarla kıyaslayın.



Yalnız bu sefer şu fark var ki, o zamanlar sosyal medya yoktu. Yabancı müzik albümlerini bulmak bile zordu. Radyodan kasete kayıt çekilirdi. Bir kaç medya kanalı, tüm toplumu hipnotize edebiliyordu. Bu ayrı bir yazı konusu ve belki de bunu en başta yazmamakta hata ettim.

Bu dönemde sadece haklar budanmadı, aynı zamanda da pahalılaştı, ciddi anlamda yiyecek-içecek, özellikle de ekmek olarak çok pahalılaştı. Çünkü fırıncı esnafı, darbe gecesi ve sonrasında alternatifsiz olduğunu, halkınsa her şeyi kabullenecek durumda olduğunu görmüştü. Bu süreçte ekmekler de önce küçüldü, sonra bozuldu. Ben seksen öncesini hatırlamıyorum pek fazla, küçüktüm. Yalnız şunu söyleyeyim ki 1980-81 gibi bir ekmek, sekiz yüz gramdı. Küçüle küçüle, iki yüz gram civarına düştü.

Bu 12 Eylül Öncesine Dönme söylemine eşlik eden diğer bir söylem de anarşiyi mi azdıracaksın ya da  hortlatacaksın sözüydü. Bütün bunlar olurken anarşi de hızla hortluyordu. 

Diyebilirim ki devlet, özellikle de Turgut Özal'ın ilk başbakanlığı döneminde, PKK'yı sadece seyretti. Hatta, Eruh ve Şırnak karakol baskınları olduğu gün Özal, havuzdan çıkmadı. ( Burada bir de badem gözlü körler serisi yapmayı düşünüyorum. Ölen körü badem gözlü, keli de sırma saçlı yapma huyumuz çok kötü) PKK terörü tarihi yapmayacağım burada ama bu terör, sadece güney doğu ile sınırlı kalmadı., bir ara İstanbul haline giren kamyonlar, PKK'ya %3 haraç veriyordu.

Ülke önce yavaş yavaş,  sonra hızla seksen öncesinin anarşi ve terör ortamına girdi. Sadece PKK değil, dinci örgütlerin Atatürkçü aydınlara (Uğur Mumcu başta olmak üzere ve diğerlerini de unutmadan) suikastlar, Dev Sol'un bazı emekli subay, hakim, savcı ve devlet görevlilerine suikastları, derken Dev Sol'un DHKP-C olma süreci ve iç savaşı (Dayıcı-Bedrici savaşı), Hizbullah'ın ölüm odaları derken, doksanlarda da durum seksen öncesinden farklı değildi. Sonra 1997'de 28 Şubat muhtırası yaşandı.

Tüm bu süreçte, özellikle biz seksenli yıllarda büyüyen gençlere ki malum suç örgütü liderinin dediği gibi kırk yaş üstü kişiler oluyoruz,  devlete karşı yoğun bir suçluluk duygusu kaldı. Bu da iktidarların elini çok kolaylaştırdı.



9 Haziran 2021 Çarşamba

YABANCI DİL ÖĞRENEMEME SORUNUMUZ

 


Ülkece eğitimde başarısızlığımız malum. Bu başarısızlığı branşlara paylaştırırsak, birinciliği şüphesiz din eğitimine verebiliriz. Bunu en başta ÖSYM verileri diyor. ÖSYM'yi ölçü alırsak birinci  coğrafya. Kendi branşım felsefeyi yazmak için yaz tatilini beklemekteyim. Felsefe yapma lafının halen olumsuz algılandığı ülkede, branş olarak gene iyi durumdayız, o da ayrı konu.

Yabancı dilde ise rezalet iki türlü. Birincisi öğretememek, diğeri de ölçememek. Çünkü okul ortalaması on olan ile, yüz olanın yabancı dil bilgisi arasında çok bir fark yok. Son üç-dört yıldır müfredat biraz düzeldi, kur kur gidiyor, konuşmaya, yazmaya falan ayrı ayrı not veriyor ancak gene de verimsiz. Çünkü öğrenciler halen eski müfredat gibi düşünüp, belli formüllerle dersi geçmeye çalışıyor.

Branştan uzak biri olarak yeni müfredata eleştirim, sanki bir yabancı dili (İngilizce) hallettik de, bir de ikincisi için uğraşıyoruz. Gene de İngilizcede yeni müfredatın eskisinden iyi olduğunu söyleyeyim de, Sezar'ın hakkını Sezar'a vereyim.

Bence yabancı dil öğreniminde örnek alıp, incelememiz gereken ülke, Çin olmalıdır. Son yirmi yılda, orta öğretimde dil öğreniminde o kadar başarılı oldu ki, Çin'de İngilizce bilen insan sayısı Amerika'nın nüfusunu geçmiş durumda.

Yabancı dil eğitimimizde diğer bir sorun da öğretmen sıkıntısı. En başta bu alan, sınıf öğretmenliğinden sonra en fazla alan dışı, hatta öğretmen olmayan, formasyon almamış kişilerle dolu (Özellikle en kalabalığı olan İngilizce). Bunlardan biri de benim bir akrabam. Kendisi İngilizce iktisat okudu ve 2002'de, altı yıl bankacılıktan sonra İngilizce öğretmenliğine başladı, halen de aynı meslekte. O zamanlar bankacılık krizi çıkmış, bir sürü banka ardına kapanmıştı. O zamanlar öğretmenliğe başvuru yaşı da kırka çıkarıldı ve bir sürü işten atılan beyaz yakalı, öğretmen atandı.

Ziraatçıların sınıf, bankacıların İngilizce öğretmenliği  yaptığımız ülkemizde, eğitimin durumu da, bu iki sektör kadar kötü. 

Diğer bir sorun da bu alanca ücretli öğretmen sorunu olması. İl merkezinde, merkezi, proje, sınavla öğrenci alan ve ailelerin öğrencilerini kayıt etmek için çırpındığı okullarda bile İngilizce ve Almanca  öğretmenleri ücretli  oluyor.

Ülke olarak yabancı dil eğitimi üzerince acil ve çok ciddi düşünmeliyiz.

4 Haziran 2021 Cuma

MADEM BAKARA 114 VAR.

 


Dincilik her zaman iki yüzlülükle yaşar.  Şu günlerde Bakara suresi 114'e takmışlar, ayetle cevap verecekler ya!! Ben de madem öyle, işte böyle demek için bu yazıyı yazıyorum.

En başta bu satırları yazmak zorunda kaldığım için Adnan Menderes'in adını anmak zorunda kaldığım için, kendisinden ve ailesinden özür dileyerek ve idamın her durumda adaletsizce olduğundan baştan belirteyim. Rahmetlinin suçu çoktu ise de,  idamlık değildi.

Gene de söyler misiniz, kendisinin yeni imar projeleri diye, özellikle İstanbul'da yıktığı cami ve mescitlerin haddi, hesabı  var mı? Tek tek yazmayacağım, kısa bir arama size her şeyi söyleyecektir. Sonra, solda her şeyde Sabataycı, gizli Ermeni falan arıyorsunuz. Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu'nun, İttihat ve Terakki'nin meşhur yöneticisi Doktor Nazım'ın bacanağı olduğu da malum değil mi? Üstelik bu akrabalım sadece evlilik yolu ile oluşan bacanaklık ilişkisi değil, daha başka kan bağları olan bir ilişki.  Nerdeyse tüm Selanik göçmenlerini Sabataycı ilan etmeyi biliyorsunuz. Oysa Sabataycıların çoğu 1924 mübadelesinden çok önce gelmekle beraber, yerli halkta da bu din yaygındı.

 27 Mayıs neden tüm Yassıada iddianamesini Menderes ve çok yakınındaki üç beş kişi arasında yoğunlaştırdı sanıyorsunuz? Neden Celal Bayar idam edilmedi? Yaşı ise daha önce Bayar'dan çok daha yaşlı olan Seyit Rıza idam edilmezdi ya da yaşı küçük Erdal Eren. Bir de babam dahil, dönemi hatırlayanların aklında sadece bebek-kilot-köpek davalarının kalması ve davanın yolsuzluk iddialarına dokunmaması da ilginç.  Bunu daha önce de yazmıştım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/27-mayisi-solcu-sanmak.html) . Ayrıca 27 Mayıs hepsi solcu 147 öğretim üyesini görevden almıştı. Darbeyi yapan cuntanın içinde Alparslan Türkeş'de vardı. Kendisi tipik bir  ırkçı-Turancı olarak Selanik dönmesi de denen bu kitleden nefret ediyordu. Yani bu idamı bağlamanız gereken başka biri var. Ayrıca 27 Mayıs'ı lanetleyen sağcılar, darbe bildirisini okuyan Türkeş'i unutuyorlar.

Her yerde kripto arayan sağcılar, kendi kitleleri olunca görmezden geliyorlar. Mesela Hemşinli denen, Sünni Müslüman topluluk, kendi aralarında Hemşince denen bir çeşit orta çağ Ermenicesi konuşurken,  önlerine gelen Alevi topluluğunu Ermeni yapmaya pek hevesliler.

Gerçekte dinciler,  kamuoyu önünde dindarken, kamuoyu gerisinde bakara-makara sallıyoruz bir şeyler derler. Son on yıldır yolsuzluk ve devlet yönetimi ile ilgili ayetleri hiç gündeme getirmiyorsunuz. Zekatla ilgili ayetlerse çoktan unutulmuş durumda.

Bir de Maide suresi 51. ayet var, Müslüman olmayanlarla dost olunmamasını emreden.  O ayeti de unuttunuz zaten çoktan. Zira siyasi İslam olarak, Amerika'nın Büyük Ortadoğu Planına dahil oldunuz. Gerçekte siz Bakara 85-86 ayetlerindeki gibi işinize gelen ayetleri biliyorsunuz.

1 Haziran 2021 Salı

12 EYLÜL''ÜN SUÇLULUK DUYGUSU EĞİTİMİ 1-HURAFELER VE DİN



Benim gibi kırklı, ellili yaşlardaki nesli (artık hangi harfi-adı veriyorsak) anlamak için 12 Eylülün  medya  (radyo-tv-gazete) politikalarını ve eğitim politikalarını bilmeliyiz. Bu politikaların uygulandığı nesilden gelen biri olarak da, bunu anlatmam gerektiğini hissettim. Benim nesil ve daha doğrusu o dönemde olan herkes, bu eğitimden geçti ve alt nesli de bununla yetiştirdi. Bu eğitim bir duygu eğitimiydi. Darbe öncesi terör ve kargaşa için, halkın kendisini suçlu hissetmesini sağlama eğitimiydi. Çocuk kitaplarına varıncaya kadar, bunun için uğraşıldı.

Mesela yıllar önce bir araştırma yapılmış, o dönem, yani 1980-90 arası dönemin çocuk edebiyatı incelenmiş. O dönem çocuk edebiyatının %80'den fazlasının konusu, ebebeynlerin sözünü dinlemeyip, başını belaya sokan çocuklar. Doksanlardan sonra bu azalıyor.

Bu büyük operasyonun, mini bir laboratuvarı  bile kuruldu ve başında da kamuoyunun çok sevdiği ve halen gebermeiş biri var. Yüz yaşını aştı ve ortada sevgi yumağı gibi dolaşıyor. Son Sümer kraliçesi Muazzez İlmiye Çığ hanım, kardeşi ile beraber Turan İtil ile kurduğu ve yönettiği, HZI vakfı. Vakıf adını, görünüşte bu iki kardeşin annesi Hatice  Zahit İtil'den almış gibi de göründe, aslında Amerika meşeli HZI vakfının Türkiey uzantısından başka bir şey değildi. Bu vakfın İstanbul-Gayrettepe'deki laboratuvarlarında, sol örgüt üyesi gençler ağır işkencelere ve deneylere tabi tutuldu. 

Kendisi ise, 12 Eylül rejiminin medyası sayesinde kendisini unutturup, bir demokrasi mücahidi gibi kendisini gösteriyor. Ortalıkta bir Atatürkçülük şövalyesi gibi dolaşıp, gençlik anılarını anlatıyor. Kuran, İncil ve Tevrat'ın Sümerlerdeki Kökeni adlı kitabı, Türk dinsizliğinin ana kitabı.

Muazzez'i 12 Eylül'den ayıran, dinsizliğidir. 12 Eylül topluma, bol bol Atatürk resmi, Atatürk dönemi kadın-erkek elbiselerinden oluşan bir gardırobun yanında, din duygusu pompaladı. Bunun için sadece zorunlu din dersleri, imam hatipler, Alevi köylerine özellikle yapılan camilerle falan değil, o zamanın tek kanallı televizyonundan,  radyolardan ve gazetelerden de yapıldı. Televizyonda her perşembe inanç dünyasının yanında, gazeteler de bir sürü üfürükçü yalanını tekrarlayıp durdu. Yok Kızıldeniz'de namaz kılar şekilde ölmüş halde bulunan Firavun (Firavunlar çağından çok öncesine ait bir mumya), yok kuran yırttığı için çarpılan kız (plastik bir heykel), yok baldan Allah yazan arılar (önceden peteğe şekerli su sürerek, Allah yok, din yalan da yazabiliyorsunuz) falan da filan diyerek bir neslin kafasını bu hurafelerle doldurdular. Barış Manço programında ortaya atılan meşhur La İlahe İllallah yazılı ağaç (vardır onun da bir hilesi) ile hurafelerin zirvesine çıkıldı. Küçük gazetelerde sürekli yayın yapan, sözüm ona NASA'da çalışmış, Danimarkalı Müslüman bilim adamı Hans von Aiberg 'de bu hurafeler furyasının bir temsilcisiydi. Basındaki bu hurafeleri, din öğretmenleri de itina ile anlattı. Bunlardan en komiği, saçmalığı bambaşka bir yazı konusu olan ve Bahailiğin iddiası olan 19 mucizesiydi.

Bu hurafelerin önemli bir kısmyla anlatırdı.ı da Çanakkale savaşı ile ilgilidir. Nusrat mayın gemisine evliyaların yol gösterdiği, bulutların yok ettiği tümen gibi tuhaf hurafeler de bu dönemde yayıldı. Oysa Nusrat'a Karanlık Liman'a mayın dökmesini Alman komutanlar emretmiş, o tümen de yolu kaybedip, Türk birliğine denk gelinince, diğer düşman birlikleri fark etmesinler diye oracıkta öldürülüp, gömülmüş. Bence o zamanlar bu hurafe saldırısının en ilginç olanı da, o zamanlarda yeni yasallaşan faizsiz finans şirketinin, Atatürk'ten bahsetmemek için hiç bir komutanı almadığı, sadece Ezineli Yahya Çavuş'tan bahsettiği belgeseldi. Atsız'ın Çanakkale'ye Yürüyüş (http://onbinkitap.blogspot.com/2021/05/atsizin-canakkale-gezisi-ve-turkculugu.html) kitabını okuduğumda,  Çanakkale savaşlarını anlattığı bölümü, aklıma bu belgesel geldi.

Bizim kuşağı haftada bir saat din dersi ile dindar yaptılar. Bu dönemin din öğretmenleri de bir garipti. Pek çoğu açıkça Alevi düşmanlığı yapıyor, pek çoğu sınıftan Alevi öğrencileri çıkarıp, biz Sünni çocuklarla özel şeyler konuşacağız diyorlardı. Bu dönemde Aleviliğe karşı din derslerinde özellikle bir sözel şiddet vardı. Gene o yıllardan başlayarak, okul yöneticilerinin çoğu, din öğretmenlerinden seçilmeye başlanmıştı. Öğretmen olunca da, din öğretmenlerinin en fazla denetlenen branş olduğunu ve davranışlarının o kadar tesadüfi olmadığını öğrendim.

2 Temmuz 1993 Sivas katliamı, bu uzun süreli işlenmiş kitlesel nefretin bir parçasıydı. Sonraki yıllar Güner Ümit ve Mehmet Ali Erbil'in televizyon önündeki sözüm ona gafları da, bu şiddet fırtınasının bir parçasıydı. Bu yıllarda gardırop Atatürkçülüğüyle beraber, bu dinsel şiddet ve dinsel baskınlık kültürü, her adımı ile, Hans von Aysberg'den, Gazi Mahallesi'ne, Sivas'tan, kışkırtıcı din öğretmenlerine, 19 mucizesine kadar,  Türk toplumunu bir din suçluluğuna itme çabasıydı ve büyük ölçüde başarıldı. Bu aslında bayağı sistemliydi. Hatta esas olarak çıplak kadın fotoğrafları satan Tan ve Bulvar gazetelerinin cin hurafesi hikayesi ile dolması da bunun bir parçasıydı.