Duygu Eğitimine eskiden beyin yıkama denilirdi. Duyguların merkezinin de beyin olduğu, tıp tarafından kabul edildiği, modern tıp bilimi tarafından onaylandığı için, bu deyim de doğru. Ben, olguyu dana net ifade ettiği için bu sıfat tamlamasını kullanıyorum. b
Joseph Goebbels ilkeleri, bu ilkeleri unutmayalım. Kendisi de bu ilkeleri Katolik kilisesinden almıştır. Yalanı söyleyeceksen büyük yalan söyle, yalanını sürekli tekrarla, yalanın yakalanırsa bile dönme, daha büyük yalan söyle, daima ilke olmalıdır. Bu ilkeleri de Goebbels, kiliseden, daha doğrusu dinden almıştır. Dinlerdeki pek çok olgu, ne tarih bilgilerine uyar ne de mantığa.
En basitinde Yusuf ile Züleyha hikayesine bakalım. Bu hikaye o kadar çok tekrar edilir ki, bu tekrarlar antik çağ Mısırlılarının, neden hadım edilmemiş bir kölenin, bir soylu kadının hizmetine verildiğini sorgulamamıza engel olur. Mısırlılar, en erken tarihlerde spermin, testislerde üretildiğini biliyordu ve kadınlara hizmet edilecek köleleri, önce iğdiş ediyordu. Gerçi bu operasyon sırasında ve sonraki günlerde kölelerin yüzde doksanından fazlası, acı içinde, hele de yaraları iltihap kapmışsa, günlerce acı çekerek ölüyordu. Sonrasında köle, yüz kat değer kazanacağı için bu önemli değildi. Hele de bu muameleye maruz kalanların çoğunlukla savaş esiri düşman askeri olduğunda ise, zerre kadar önemli değildi.
19. yüzyılda arkeolojinin gelişmesi, eski dillerin çözülmesi, Sami dinlerinin (Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet) kökenlerini ortaya çıkardı. Gene insanların fikirleri değişmedi. Çünkü mesele fikirleri değiştirmek değil, duyguları değiştirmekti. Çoğu kez yalan bilginin yalanı ortaya çıksa bile,
İnsanlar yüzlerce, hatta binlerce yıldır; Türklerin, Hristiyan çocuklanın etini yemediklerini; Yahudilerin, iğneli-çivili fıçı içerisine attıkları Hristiyan çocuklarının kanını içmediğini; Alevilerin mum söndü yapmadığını; Putperestlerin Bakus-Dyonsos şenliklerinde grup seks-eş değiştirme yapmadıklarını; ve daha bir çok söylentinin yalan olduğunu biliyordu. Mesele onlar oaln nefretlerine kılıf bulmaktı.,
Mesela Hasan Sabbah ve Alamut fedailerinin esrarkeş olduğu iddiasına gelelim. Enver Berhan Şapolyo'nun 1930'larda yazdığı Mezhepler ve Tarikatlar tarihi adlı kitapta bu iddia geçmez. İmam Gazali'bin, Şiilerin gerçek yüzleri adlı kitabında da geçmez. Kaldı ki bu iddia mantık dışıdır çünkü, Sabbah'ın fedaileri, Selçuklu, Abbasi ve hedef aldıkları Sünni devletin saraylarında üst düzey mevkilere geliyorlardı. Bunun için de yıllarca Sabbah ve diğer liderleri ile görüşmüyorlardı. İstediğiniz psikiyatriste, nöroloğa sorun. Bir maddeyi 18-20 ay boyunca almazsanız, artık müptela değilsiniz. Kaldı ki müptela bir insanla iş yapılmaz. O zamanlarda da, önemli kişilerin bir sürü koruması-muhafızı olurdu. Beyninin nevri dönmüş bir keşi, öyle bir suikasta görevlendirmek, işi iptal etmek gibi bir şeydir. Bu söylenti, Fransa'da çıkmış.
Yakın tarihlerde de buna benzer örnekleri sıkça görüyoruz. Köy Enstitülerinin tarihi 6 (altı) yıldır. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, sadece üç dönem mezun vermiştir. Köy Enstitülerini altı yılda kapatan muhafazakârların, bu enstitüler aleyhine tek bir davaları, suç dosyaları yoktur. Hatta gazete haberi de yoktur. Oysa sağcı, dindar bir aileden geliyor ya da böyle çevrelerde yetişmişseniz, köy enstitülerin ile efsaneler duymuşsunuzdur. Bazı binaların haç ya da orak-çekice benzetilmesinden, kanalizasyonun, terk edilmiş yeni doğmuş bebeklerden dolayı kapanmasına kadar. İşte bu dedikoduların hepsi yalandır ve hepsi de karalama kampanyalarının dedikodulardır. Hatta solcu okuyucular da pek inanmayacak ama ben öğretmenliğimin ilk yıllarında tanıdığım bir kaç emekli köy enstitülü öğretmenden anladığım kadarı ile, enstitü mezunları zannedildiği kadar solcu da değildi. Solcu olanlar, yazar-şair olup, göze battı o kadar.
Öyleyse neydi enstitüleri, sağ için bu kadar tehlikeli yapan? Enstitü mezunlarının göz açık olması, o zamanlar vergi verilmesin diye tapuya kaydı yapılmamış arazileri üzerlerine geçirmek gibi yasal boşlukları kullanmak alışkanlıkları vardı. Bu uyanıklıkları, yüz yıllardır yasa nedir bilmeyen, ne denirse inanan köylülere öğretmek gibi alışkanlıklar da edinmişlerdi. Yasal olarak yirmi yıl boyunca istifa edemiyorlardı. Tehlike olansa, memuriyetten atılmaktan da pek korkmuyorlardı. Çünkü o yıllarda zor bulunan marangozluk, inşaatçılık ve demircilik gib o yıllarda pek bulunmayan meslekleri edinmişlerdi.
Yakın tarihimizde böyle çok tekrar edilmiş, yüksek sesle bağırıla bağırıla söylenmiş çok yalan bulabilirsiniz . En basitinden balyoz ve kumpas davalarına, 12 eylül 2010 referandumuyla, hakim ve savcı atamalarını siyasetin eline verilmesinin demokrasi getireceğine falan hep inandık daha doğrusu toplum inandı. Çünkü o yıl; fabrikalar-tarlalar, her şey emeğin olacak diyen komünistler ile, kamu iştiraklerini babalar gibi satarız diyen komünistler, Türkçüler ve tüm medya, bunu ilan etti. Daha öncesinde de özelleştirmeler ile, elektrik faturalarındaki kayıp, kaçak ödemesinden kurtulacağımız ilan etti.
Ve daha neler neler. Toplumu buna inandırmak için, sadece ısrarla aynı yalanı, büyüterek yetmez, yüksek sesle ve kalabalıklarla da söylemek gerekli. Bunun için de kalabalık bir medya gerekli. Bu da bu serinin 2. yazısı olacakç