16 Mart 2023 Perşembe

GÖSTERİŞ TOPLUMU

 


Bu gösteriş olayı, bir çeşit kitle iletişimi gibi bir şey oldu. Bazı kişiler magazin dediğimiz şeyle besleniyor. İngiliz kraliyet ailesi bunun en iyi örneği. Hemen her olayları basına malzeme. Geçenlerde Prens Charles basına ilk milli oluşunu anlattı. Ya sen ve ailen hani anan Diana yüzünden magazincilerden muzdariptiniz? Hani sen ve güzel anan, babandan boşandıktan sonra, kendine Mısırlı milyarder tokmakçı bulmuştu. Onunla beraber otelden çıkarken paparazzi denen ve top namlusu kadar uzun objektifli ffotoğraf makineli gazeteci ordusundan kaçarken, duvara çarpan otomobilde ölmüştü. Sonra halk, elinde fotoğraf makinesi olanlara düşman olup, saldırmaya başlamıştı. Peki şimdi sen ne herzeye yıllar önce seni koynuna alan kadını ifşa ediyorsun. Oldu olacak ilk kamyon devirmeni, ilk çavuşu tokatlamanı falan anlat da tam olsun. Dünyadaki tek kraliyet ailesi, İngiliz kraliyet ailesi olmadığı gibi, Avrupa'daki tek kraliyet ailesi de İngiliz kraliyet ailesi değil, Avrupa'da İngilizlerle beraber, toplam on tane krallık var. (Diğerleri; İspanya, Monaco, Lichterstein, İsveç, Norveç, Danimarka, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda) Hatta Hollanda kraliyet ailesinin veiaht prensi, bir Türk kızı ile evlendi ve ne medya, ne de sosyal medya o kadar sallanmadı, kamu oyunun da pek haberi olmadı. ( Konuyla alakası yok, kız isteme merasimi olmuş mudur abaca? Koca Hollanda kralını, kız istemede ya da bohça sergisinde düşününce gülseim geliyor. Çiftimize mutlulukllar dilerim.)

Kısa Yunanistan turumda rehberimizin Yunanlılar ile ilgili olarak anlattığı en takdir ettiğim özelliği, hava atma kültürlerinin olmaması. Bu yüzden bir otomobili neredeyse yirmi yıl kullanıyorlarmış ve ikinci el araç piyasası pek darmış. Keşke ülkemiz de bu açıdan Yunanistan'a benzese. Ülkemizde gösteriş ciddi bir sorun. Pek çok kişi bu yüzden sosyal medyayı bıraktı ya da bir kaç haber sayfasını izlemekle yetiniyor. Sosyal medya herkesin bildiği bir gerçeği teyid etti. Kimse magazin gazetecilerinden kaçmıyormuş. Zaten özellikle çağırıyorlarmış. Bir de o magazin gazetecilerine gösterdikleri ürün için reklam parası alıyorlarmış.



Bu son yardım kampanyasında da samimi olanları ve gösteriş yapanları gördük. İktidar partisinin seçim kampanyalarına katılan bazı isimleri hiç görmedik. Bir de muhalif olduğu halde görmediğimiz Nesin vakfı var. Dershanecilik yapmaktan, vakıfa zaman ayırsalar da, depremzedelere destek olsalar keşke. Meşhur deprem bağış programına vaat edilen 115 bin tl deprem fonuna aktarılmadı ve devlet halen kahvaltılık malzeme, pijama falan istemekte ve aslında pek çok kişi, vaat ettikleri paraları bağışlamamış, bu sahte bağışçıların adları da açıklanmamakta.

Hatırlatayım, korona zamanında da benzeri olmuştı. Evde kal kampanyası, zengin ve ünlü şahısların, evlerini sergilemelerine bahane olmuştu: 



https://onbinkitap.blogspot.com/2020/03/reklam-tipi-sosyal-yardim-ve-mesaj-ile.html

İtibarı gösterişte arayan toplumlarda bağışların amacı da insanlara yardım etmek, yararlı sarmak değil; gösteriş yapmak ve ezmek oluyor. Bazıları o kadar cimri ki, bu amaçla bile yardım yapmıyor.


12 Mart 2023 Pazar

BÜYÜK İNŞAAT HİSTERİMİZ

 


Delilik sadece bireylere değil, kitlelere de özgüdür. İnsanlar, kitleler halinde de delirir. Bu genelde kısa süreli olduğu gibi, uzun süreli de olabilir. Kısa süreli, bir günlük olanına 1993'de denk gelmiştim. Hatırlayanlar bilir, gazetelerin kuponla bir şeyler vermesinin yaygın olduğu bir zamandı. Bu promasyon dağıtma, sadece bir gazete ile hediye vermeye kadar gitti. Ben pek çok kitabı, kaseti, vcd ve cd'yi (yeni nezile, vcd, video cd'si oluyordu), sabunu, çayı falan, bir gazete ya da bir dergi ile almıştım. Bir kere Tempo dergisi ile yüz gramlık, koca bir kalıp sabun almıştı, bu sabunu sonra bir kaç dergi daha vermişti.  Çiçek-baharat karışımı, hoş kokusu olan ve deri altı yağları erittiği iddia eden bir sabundu. Bu promasyon konusu uzar. Ben sadece Sabah Gazetesinin, 1993'de, Groller İnternational Amerikana ansikolopedisinin birinci cildinin kapışmasını anlatmalıyım. O günlerde bir süpermarkette, evlere servis işi yapıyordum, bunu da yaya yapıyordum. O gün tam bir kabustu. İşe yarım saat geç gitmem felaket oldu. Neyse ki günlük dağıtım yaptığım sekiz kişinin ansiklopedisini ayırmıştım. Bir tane de kendime ayırmıştım. Onu da dükkana getirdim. Alamayanlar isyan etti. Ertesi gün de Sabah gazetesi, birinci cildi alanların aynen devam edeceğini zannedip, dünya kadar iade aldı. O tek cilt evlerde kaldı, sonra da çoğu kağıt hurdacılarına gitti. Bir sonraki gün de daha az basılıp, azaltıldı. O gün Türk halkı delirmiş, o hiç bir işe yaramayan ansiklopedi cildi için delirmişti. Zira bir ya da iki hafta kadar sonra aynı Sabah gazetesi, 250 gram Omo (ya da Alo) deterjan dağıtmış, benzer bir reklam yapmış, kimse umursamamıştı. Bir koli deterjanın hepsinin iade etmiştik. Ben beş-on tane almadığıma pişman olmuştum. Bir de o zamanlar bayağı zengin bir milletmişiz. Bir gazete fiyatına, çeyrek kilo deterjan almayı ret edebiliyormuşuz.)



O günün ansikolopedinin birinci cildini alma histerisi gibi toplumların da belli histerileri oluyor. Bir kaç yıl önce, her köşe başında açılan lokmacıları hatırlıyor musunuz? Peki Anadolu Kaplanları ve onlardan alınan kar paylarını? ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/anadolu-kaplanlari-son-yillarda-biten.html ) İnsanların sık sık çeşitli sebeplerden dolayı böyle histerilere kapılır. Dördüncü haçlı seferi, böyle bir histeriydi. Haçlılar, Türkler ya da Araplarla savaşmak yerine, şimdilerin İstanbul'u olan Konstantinopolis'i yağmaladı. Dönemin papası sefere katılanları afaroz etti ama bu olay, doğu ve batı kiliselerin ayrılmasına yol açtı. Dördüncü ve beşinci Haçlı seferleri arasında iki defa çocuk haçlı seferi yaşandı. İlki Almanya'da oldu. Din histerisine kapılan bir oğlan çocuğu, kilise kilise, köy köy gezip, vaazlar vermeye başladı. Dünya hırsına kapılan yetişkinlerin Haçlı seferlerinde başarılı olamayacağını, bunu ancak temiz ruhlu çocukların yapabileceğini söyledi. Sayısı bilinmeyen, onbinlerce çocuğu toplayıp, yola çıktı. Çok azının, bazı soylu aile çocuğu olanlarının atı vardı. Alp dağlarını aşıp, İtalya kıyılarına vardılar. Orada Akdeniz'in, tıpkı Kızıldeniz'in Musa'nın önünde açıldığı gibi açılmasını beklediler. Öyle olmayınca pek çok çocuk, öldü ya da kayboldu. Ele başları vaiz çocuk da intihar etti. Sonra aynısı Fransa'da oldu, çocuklar Fransa kıyılarına geldi. Bu sefer denizin açılmasını beklemediler, denizciler beş gemi ile onları aldı, götürdü. Akibetleri yıllarca meçhul kaldı. Sonradan öğrenildi ki denizciler, bu çocukları Cezayirlilere  para karşılığında köle olarak satmıştı.



İnsanlar genelde konu zengin olma olduğunda böyle histerilere kapılıyor. Bunun en garip olanı, Kaliforniya'ya altına hücumdur. Binlerce insan, altın bulma ve zengin olma hayaliyle Amerika Birleşik Devletlerinin bu en batıdaki eyaletine göç etti. Pek çok kere tamamen devlet otoritesiz orta batının vahşi eyaletlerini  ve Rocky dağlarını zorlukla aştı. Bir kısmı da henüz Panama kanalı yapılmadığı ve Bering boğazını  uzun ve sert kış aylarında geçecek buz kıran gemileri henüz icat edilmediği için, Güney Amerika'nın en güneyinde, Macellan boğanının da güneyinde, Horn burnunu aşarak ulaştı Kaliforniya'ya. Bu altın bulma histerisi o kadar büyüdü ki,  San Fransisco limanına demir atan gemiler, demir attığıyla kalıyordu. Çünkü tayfaları altın aramak için gemiden kaçıyordu. (Sanki tavuğun tarlayı eşeleyip, solucan bulması gibi altın bulacaklar.) Benzeri bir çılgınlığı Alaska'da yaşadıysa da, Alaska'nın zorlu iklimi, bu hücum histerisinin nefesini çabuk kesti.



Türkiye'nin uzun zamandır bir inşaat histerisi yaşadığını düşünüyorum. Ülke yıllardır beşik gibi sallanırken, halen tarım arazilerini, ormanları, milli parkları imara açma, halen inşaatların demirinden,  çimentosundan çalma, sahte sağlam raporlarının bir türlü dinmemesi, Türkiye'nin tüm Avrupa birliğinin on katından daha fazla (hatta on iki) müteahit olması nasıl açıklanır ki? Herkes inşaat-emlak işinden voliyi vurmak, çok kar etmek istiyor.

Halkımız, inşaat ve emlak sektörünün, onlarca sektörden biri olduğunu ve kolay zengin olmanın anahtarı olmadığını bir an önce öğrenmeli.

9 Mart 2023 Perşembe

Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa Kralı Fransuva’ya cevabı

 



Hazret-i izzet cellet kudretuhu ve allet kelimetuhunun [Allah'ın] inâyeti ve mühr-i sipihr-i nübüvvet ahter-i burc-i fütüvvet-pişvâ-yı zümre-i enbiyâ muktedâ-yı fırka-i asfiyâ Muhammed Mustafâ'nın sallallahu aleyhi vesellem mu‘cizât-ı kesîretü'l-berekâtı ve dört yârinin -ki, Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'dir- rıdvânullahi aleyhim ecma‘în onların ervâh-ı mukaddesesi mürâfakati ile, [Mektubun bu satırlarından sonra Sultan Süleyman'ın tuğrası vardır ve tuğrada bilindiği üzere Süleyman Şah bin Selim Şan Han el-muzaffer dâimâ yazılıdır. Bu dua ve selam satırlarından sonra mektup şöyle devam etmektedir:] Ben ki sultanü's-salâtin ve bürhânü'l-havâkîn tâc-bahş-ı hüsrevân-ı rû-yı zemîn zıllullahi fi'l-arazîn Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Karaman'ın ve Rum'un ve Vilâyet-i Zülkadriyye'nin ve Diyarbekir'in ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan'ın ve Acem'in ve Şam'ın ve Haleb'in ve Mısır'ın ve Mekke'nin ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve külliyyen Diyâr-ı Arab'ın ve Yemen'in ve dahi nice memleketlerin ki, âbâ-yı kirâm ve ecrâd-ı izâmım enârallahu berâhinehüm kuvvet-i kahireleriyle feth ettikleri ve cenâb-ı celâdet-me’âbım dahi tîğ-ı ateş-bâr ve şimşîr-i zafer-nigârım ile feth eylediğim nice diyârın sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ım, Sen ki, Françe vilayetinin Kralı Françesko'sun... Dergâh-ı selâtîn-penâhıma yarar adamın Frankiyan ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp memleketlere düşman müstevli olup el-an hapisde idüğünüz i‘lâm edip halâsınız husûsunda bu cânibden inâyet ve meded istida eylemişsiz. Her ne ki, demiş iseniz benim pâye-i serîr-i âlem-masîrime arz olunup alâ-sebîli't-tafsîl ilm-i şerîfim muhît olup tamam ma‘lûm oldu. İmdi padişahlara sınmak ve haps olunmak acep değildir. Gönlünüzü hoş tutup âzürde-hâtır olmayasız. Eyle olsa bizim âbâ-i kirâm ve ecdâd-ı izâmımız nevverallahu merkadehüm dâimâ def‘-i düşmân ve feth-i memâlik için seferden hâli olmayıp biz dahi onların tarikine sâlik olup her zamanda memleketler ve sa‘b ve hasîn kal‘alar feth eyleyip gece ve gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmış ve Hak sübhânehu ve te‘âlâ hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve irâdeti neye müte‘allik olmuş ise vücûda gele. Bâkî ahvâl ve ahbâr ise mezkûr adamınızdan istintak olunup ma‘lumunuz ola. Şöyle bilesiz... Tahrîren fî evâil-i Âhiri'r-Rebî‘ayn li-sene isneyn ve selâsîn ve ti‘a-mi’e.

Bu günün Türkçesi:

Ben ki; Sultanların Sultanı ve yeryüzünün taç dağıtan sahibi, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum’un, Zülkadriye’nin, Diyarbakır vilayetlerinin, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, İran’ın, Şam’ın, Halep’in, Mısır’ın, Mekke ile Medine’nin, Kudüs’ün, bütün Arabistan’ın, Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, büyük ecdadımın feth eyledikleri ve Cenab-ı Hakk’ın bana nasip eylemiş olduğu, ateş saçan kılıcımızla zafer kazanarak feth eylediğimiz nice diyarın Sultanı ve Padişahı, Sultan Beyazıt Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu, Sultan Süleyman Han’ım.

Sen ki; Françe memleketinin beyi, Françesko’sun. Saltanat makamıma elçi olan Jan Frangian ile gönderdiğin mektup ve ayrıca şifai ricaların bana ulaştırıldı. Memleketinizi düşmanın işgal ettiğini ve halen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda benim tarafımdan yardım edilmesini dilemişsin. Her ne demiş ve istemişsen bana ulaştırıldı. Ve bana arz olunan hususlar tafsilatıyla bilgime sunuldu.

 

Şöyle ki; beylerin esir alınıp hapsedilmesi, acayip şeylerden değildir. Gönlünü rahat tut. İçindeki ateşi söndür. Bizim büyük ecdadımız, Allah (c.c) kabirlerini nur etsin, daima düşmanı kovmak, memleketler fethetmek için savaş yapmaktan geri kalmamışlardır. Biz dahi onların yolunda yürümekteyiz.

 

Her zaman memleketler ve aşılması güç, sağlam kaleler fethetmişiz. Gece-gündüz atımız eyerlenmiş, kılıcımız kuşanılmış durumdadır. Kader ne ise o olsun. Bizim fikrimizin ne merkezde bulunduğunu, gönderdiğiniz elçiden sorup öğrenebilirsin.

Dilediğin üzere bütün teçhizatı ile donanmamı Hayrettin Paşa kumandasında gönderiyorum. Şarlken’in hilesinden kendini koru! Düşmanlarınla başa çıkabileceğin güce kavuşmadan sakın barış yapmayasın!

Bana itibar gösterip güvenenlere Cenab-ı Hakk da yardım eder. Zaferler kazanan kılıcımın gölgesinde huzur içinde olurlar” demektedir.



8 Mart 2023 Çarşamba

ŞEHZADE BAYEZİD İLE BABASI KANUNUİ SULTAN SÜLEYMAN'IN MEKTUPLAŞMASI



Şehzade Bayezit'in mektubu

Ey seraser aleme sultan Süleymanum baba,
Tende canum canımın içinde cananum baba,
Bayezidina kıyar mısın benüm canum baba?
Bi-günahım, hak bilür, devletlü sultanum baba.

Enbiya-ı ser-defter, ya’ni ki Adem hakkiyçün,
Hem dahi Musa ile İsa vü Meryem hakkiyçün,
Kainatun serveri, ol ruh-i a’zam hakkiyçün,
Bi günahım, Hak bilür, devletlü sultanum baba.

Sanki Mecnunam, bana dağlar başı oldu durak,
Ayrılub bi’l-cümle mal ü mülkden düşdüm ırak
Dökerüm gözyaşunu “Va-hasreta dadü’l-fırak”
Bi-günahım, Hak bilür, devletlü sultanum baba

Kim sana arzeyleye halim eya Şah-ı Kerim?
Anadan, kardaşlarumdan ayrılub kaldum yetim,
Yok benüm bir zerre isyanum, sana Hakdur ‘allim,
Bî-günahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba,

Bir nice masumum olduğun şehâ bilmez misin,
Anlarun kanuna girmekden hazer kılmaz mısın?
Yoksa ben kulunla Hak dergâhına varmaz mısın?
Bî- Günahım, Hak bilür, devletlü sultanum baba

Hak teala kim cihanun Şahı itmüşdür seni,
Öldürüp ben kulunu, güldürme şahım düşmeni,
Gözlerüm nuru oğllarumdan ayırma beni,
Bî-günahım, Hak bilür, devletlü sultanum baba.

Tutalum, iki elüm başdan başa kanda ola,
Bu meseldür söylenür kim, “Kul günah itse n’ola
Bâyezidün suçunu bağışla, kıyma bu kula,
Bî-günahım, Hak bilür, devletlü sultanum baba

Babası Kanuni'nin cevabı

Ey demadem mazhar-ı tuğyan u isyanım oğul
Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermanım oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bayazıd hanım oğul
Bigünahım dime bari tevbe kıl canım oğul::
Peygamberler veliler ve bütün ulular hakkıçün
Nuh, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu hakkıçün
Hatm-i asarı nübüvvet, fahri alem hakkıçün,
Bigünahım deme bari tevbe kıl canım oğul.
Adem adın etmeyen Mecnuna sahralar durak,
Büyüğe itaatten kaçanlar daima düşer ırak,
Kader değildir der isen hasretle firak,
Bigünahım deme bari tevbe kıl canım oğul.
İmanın ve şefkatin hedefi olduğun, bilmez misin?
Ya masum kanı dökmekten, korkmaz mısın?
Bu çaresiz kul ile hak dergahına varmaz mısın?
Bigünahım deme bari tevbe kıl canım oğul.
Hak, reayaya boyun eğdirmeye tayin etti beni,
İsterim mağlup edem, zib-i düşmeni,
Korkarım Allahtan, öldürürsem bigünah seni
Bigünahım deme, bari tevbe kıl canım oğul.
Tutalım ki iki elin baştan başa kanda ola,
Madem pişman oldun, biz de affetsek ne ola
Bayezidim, suçunu bağışlarım gelsen yola
Bigünahım deme, bari tevbe kıl canım oğul.

7 Mart 2023 Salı

FİRAKNÂME-İ SULTAN BAYEZİD (II.BAYEZİD'İN AĞZINDAN OĞLUNA ŞİİR)

 


FİRAKNÂME-İ SULTAN BAYEZİD

enim etmegümi tahvif idenler
Beni koyup Selim Han'a gidenler
Hakikat rahına doğrı varanlar
Görün beyler bana nitti Selim Şah

Kaçan ana riâyet itmedüm ben
Oğul idi nihayet itmedüm ben
Bu beylikden ferâgat itmedüm ben
Görün beyler bana nitti Selim Şah

Bilürüm neslimi şehzâdelerdür
Velî mânâda hep âzâdelerdür
Cihan halkı bilür beyzâdelerdür
Görün beyler bana nitti Selim Şah

Selim Şah deyübeni virdüm adı
Şekkerden datlu idi dilde dadı
İstanbol tahtı imiş hod muradı
Muradın vermezin oğlum Selim Şah

Hayâsuzluk idüb durdun benümle
Acıtdun cismümi yavlak canımla
Ne râzın var idi Korkut Han'umla
Görün beyler bana nitti Selim Şah

Çerümle İstanbol’a gideyörürken
Dirüb beylerümü bahşiş virürken
Dahi yumuladın gözüm görürken
Görün beyler bana nitti Selim Şah

Benüm dahi boşumdaydı bu yazu
Ki yarin anda kınla terazü
O yerde kim alısar Tanrı kazi
Alam dâdumu ben senden Selim Şah

Bana yoldaş olaydı bun deminde
Kişi dâim ola ömri gamında
Hususâ kim bu birlik âleminde
Görün beyler bana nitti Selim Şah

Zebun ölüm yapışaydı etüme
Bu kandadur gele karşı karşı yoluma
Düşer miydi ya bu işler Selime
Görün beyler bana nitti Selim Şah

Ben anı halüme haldaş bilürdüm
Bunun gibi deme yoldaş bilürdüm
Oğul değül anı kardeş bilürdüm
Görün beyler bana nitti Selim Şah

Komadı hoş geçeydim pirliğümde
Elümden tahtım ister dirliğümde
Ne hakkı vardur anın begliğümde
Görün beyle bana nitti Selim Şah

Fenâ hiç kimseye bâki kala mı
Ya oğul ataya kılıç sala mı
Ya bu işler ana düşer ola mı
Görün beyler bana nitti Selim Şah


LAEDRİ (anonim-isimsiz-belirsiz)

5 Mart 2023 Pazar

NOT DEFTERİ



NOT DEFTERİ

 

Not ediyoruz dedi birisi

Gerçekten de adı önemsiz

Not ediyoruz diye bağırdı

Birilerinin iktidarına güvenerek

O iktidar biraz daha sürsün diye

 

Oysa herkesin bir not defteri vardır

Çektiği acılar yazmak için

İhanetleri unutmamak için

Çalınanların hesabını yapmak için

Kaç kuruşsa ve faiziyle

Ders alabilmek için

Anılarını not eder,

Öfke ve nefretlerini not eder

O büyük günün görkeminde

Alacakları intikamı not eder

 

Hafızası zayıf olan kalem ve kâğıt kullanır

Sonra unutur o defteri hangi çekmeceye attığını

Bazıları yırtar atar o defteri

Kendisine atılan ilk kemiğe

Ya da verilen ilk umuda

Beklediğini bulamazsa tekrar yazabilir de

 

Asıl tehlikeli olanlar kalplerine yazanlardır

Acıyan zihinlerine yazanlardır

Gözyaşlarına yazanlardır

Gözyaşlarına bile sığmayan acılarına yazandır

Kutuba düştüğüne bir Endülüslü şair bağırmış

Ağlamayın, ağlarsanız acınız azalır


Bir gerçek vardır sadece zalimler bilmez

Her uçak yere gelir ya inerek ya düşerek

Her gemi ya limana gelir ya dibe batar

Her nefs ölümü tadacaktır

Her iktidarın sonu vardır

Her gecenin sonu vardır

Her gücün tükeneceği gün vardır

Kılıç şakırdatanların bir gün kolu kesilir

 

İşte o büyük günün görkeminde

Belki çocuklar halaya durmaz ama

Tüm çekmeceler açılır

Tüm defterler açılır

Tüm arşivler açılır

O gün boynuzsuz koçun günüdür

O gün kısa çöpün günüdür

Dulun, yetimin, güçsüzün günüdür

Eziğin, siniğin, yoksulun, aptal yerine konulanın günüdür

Unutmayın herkesin bir not defteri vardır

Cebinde, çekmecesinde, yüreğinde, arşivinde

Beyninin en karanlık hücrelerinde


Kayıtlıdır orada sansürlediğiniz her şey

Yandaş basında gösterilmeyen her şey

Psikologlara bile itiraf edemediğiniz her şey

Unutuldu sandığınız her şey

Unutturduk sandığınız her şey

Ve yediğiniz her haram lokma

Üstelik faiziyle


Sık sık aklınıza gelsin

Herkesin bir not defteri vardır.

 

4 Mart 2023 Cumartesi

Atatürk'ün Türkiye İktisat Kongresi’ni Açış Söylevi İzmir



 Efendiler!

Aziz Türkiye’mizin iktisadî yükselme gereklerini aramak ve bulmak gibi vatanî, hayatî ve millî bir kutsal amaç için bugün burada toplanmış olan sizlerin, saygıdeğer halk temsilcilerinin karşısında bulunmakla çok mutlu ve sevinçliyim. Efendiler! uzun ihmallerle ve derin ilgisizlik ile geçen yüzyılların iktisadî yapımızda açtığı yaraları tedavi etmek, tedavi çarelerini aramak ve memleketi bayındırlığa, millî bir rahatlığa, mutluluğa ve servete ulaştıracak yolları bulmak için gerçekleşecek çalışmanızın çok kıymetli ve başarılı sonuçlara ulaşmasını dilerim.

Arkadaşlar, sizler doğrudan doğruya milletimizi oluşturan halk sınıflarının içinden geliyorsunuz ve onlar tarafından seçilmiş olarak geliyorsunuz. Bunun için memleketimizin, milletimizin halini, ihtiyacını ve milletimizin emellerini, üzüntülerini yakından biliyorsunuz. Herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması gereğini söyleyeceğiniz önlemler; doğrudan doğruya halkın dilinden söylenmiş gibi kabul olunur. Bu, en büyük doğrudur. Zira halkın sesi, hakkın sesidir.

Efendiler, tarih., milletlerin yükselme ve düşmesi sebeplerini ararken birçok siyasî, askerî, sosyal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu nedenler, sosyal olaylarda etkilidir. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselmesiyle, düşmesiyle ilgili ve ilişkili olan milletin ekonomisidir. Tarihin ve tecrübenin belirlediği bu gerçek, bizim millî hayatımızda ve millî tarihimizde de tamamen görülmüştür. Gerçekten Türk tarihi araştırılırsa bütün yükselme ve düşme sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı anlaşılır. Efendiler, tarihimizi dolduran bunca başarılar, zaferler veyahut yenilgiler, yok olmalar ve felâketler, bunların, tümü; gerçekleştikleri devirlerdeki iktisadî durumlarımızla ilişkili ve ilgilidir. Yeni Türkiye’mizi hak ettiği yere ulaştırabilmek için, mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız. Çünkü zamanımız tamamen bir iktisat devresinden başka bir şey değildir. Efendiler, bir milletin hayat gereklerini, rahatlık ve mutluluğunu oluşturan ekonomiyle uğraşmaması, uğraşamaması dikkatleri çeken bir durumdur. Fakat biz kabul etmek zorundayız ki, ekonomimize gereği kadar önem vermemiş bulunuyoruz. Bir milletin doğrudan doğruya hayat gerekleri ile uğraşamaması, o milletin yaşadığı devirler ile ve devirleri belirleyen tarih ile çok ilgilidir. Bundan dolayı biz de eğer uğraşamamış isek, gerçek nedenlerini geçirdiğimiz devirlerde ve özellikle tarihimizde arayabiliriz. Fakat böyle bir araştırma yaptığımız zaman, yazık ki itirafa mecburuz ki, biz henüz şimdiye  kadar gerçek, ilmî, olumlu anlamı ile millî bir devir yaşayamadık. Bundan dolayı millî bir tarihe sahip olamadık. Bu noktayı biraz açıklamış olmak için hep beraber Osmanlı tarihini hatırlayalım.

Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün çalışma, milletin isteği, emelleri ve gerçek ihtiyaçları açısından değil, belki şunun bunun özel emellerini, tutkularını karşılamak açısından gerçekleşmiştir. Örneğin Fatih İstanbul’u aldıktan sonra, yani Selçuk saltanatı ile Doğu Roma İmparatorluğu’nun mirasına konduktan sonra, Batı Roma İmparatorluğu’nu da zaptederek büyük bir saltanat kurmak istedi. Böyle geniş bir emel izledi. Böyle bir emeli izlemek ve uygulayabilmek için bütün milleti, ana unsuru arkasından bu hedefe doğru yönlendirdi. Örneğin Yavuz Sultan Selim, Fatih’in açtığı batı cephesini sağlamlaştırmakla beraber; bütün Asya’yı birleştirerek büyük bir İslâm İmparatorluğu meydana getirmek üzere böyle bir siyasî meslek izledi. Ana unsuru bunun arkasından dolaştırdı. Kanuni Süleyman her iki cepheyi en üst derecede genişletmek, bütün Bahr-i Sefid’i (Akdeniz) bir Osmanlı havuzu  haline getirmek, Hindistan üzerinde gücünü kurmak gibi çok büyük, şahane bir siyaset izledi. Bu siyasetin uygulanması için ana unsuru kullandı.
Arkadaşlar, bütün bu işler ve hareketler, doğruluğu araştırılırsa, görülür ki bu büyük, güçlü padişahlar takip ettikleri dış siyasette kendi emelleri, hırsları ve arzularına dayanmışlardır. Büyük ve şahane arzularına dayanmakla beraber iç kuruluşlarını, iç siyasetlerini bu tutkularından doğmuş olan dış siyasetlerine göre düzenlemek zorunda kalmışlardır. Halbuki dış siyaset iç teşkilât ve iç siyasete dayandırılmak mecburiyetindendir. Yani iç teşkilâtının dayanamayacağı genişlik derecesinde olmamalıdır. Yoksa hayalî, dış siyasetler peşinde dolaşanlar, dayanma noktalarını kendiliğinden kaybederler. Gerçekten Osmanlı hakanları, asıl olan noktayı unuttular. Duyguları ve emelleri üzerine bütün hareketleri ve fiilleri yaptılar. İç teşkilâtlarını dış siyasetlerine uydurmak zorunda kalınca aldıkları memleketlerde bütün unsurları: dilleri, dinleri, gelenekleri, her şeyi başka başka olan ve birçok milletlerden ibaret bulunan bu unsurları, olduğu gibi korumaya kalkıştılar ve onlara bütün bu şeyleri koruyabilecek ayrıcalıklar verdiler. Buna karşın ana unsur, uzun seferler yapmakla zafer meydanlarında ölmekle, zapt olunan memleketlerin kendisini ve halkını beslemekle ve onlara bekçilik etmekle kendi kendini yıpratıyordu. Bununla birlikte millet, ana unsur; kendi evinde, kendi yurdunda ve kendi hayati gereklerini kazanmak için çalışmaktan tamamen mahrum bir halde bulunuyordu. Bu tac sahipleri yöneticiler milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla, onlara kendi yurtlarını düşünmeye izin vermemekle de yetinmiyorlardı. Belki fetihler sonucu elde edilen halkı memnun edebilmek için, sonra yabancıları memnun edebilmek için doğrudan doğruya, ana unsurun hukukundan ve hayati ve iktisadî kaynaklarından birçok şeyleri karşılıksız yardım olarak, hediye olarak onlara veriyorlardı. Örneğin Fatih zamanında Cenevizliler’e ve Patrik’e verilen ayrıcalıklar ile açılan yol, kendisinden sonra daima genişlemiş ve sağlamlaştırılmış bulunuyordu. Bu ayrıcalıklar, devletim en kuvvetli, en büyük zamanında gerçekleşmiş oluyordu. Ancak ve ancak bir padişah yardımı karşılıksız sunulan bir destek olmak üzere gerçekleşmiş oluyordu. Hepiniz hatırlayabilirsiniz, Kanunî Sultan Süleyman zamanında Venediklilerle ticaret antlaşması yapılmıştı. Fakat Padişah, Venediklilerle ticaret antlaşması yapmayı kendi şerefine ve onuruna aykırı buldu. Zira onun anlayışına göre antlaşma, birbirine denk milletler arasında yapılırdı. Halbuki Venedik o zaman Osmanlı Devleti’ne denk olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya koruması altında idi. Bundan dolayı padişah böyle bir devletle antlaşma yapamazdı; ancak ona yardımlarda bulunabilirdi. Ve yardımlarda bulundu. İşte bu yardım kelimesi kapitülasyonlar kelimesi ile tercüme edilmiştir. Halbuki biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi, bir kale içinde kuşatılan, korunma gereçlerini ve vasıtalarını kullandıktan sonra teslim olmak zorunda olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi, padişahların yardımını tercüme ederken kullanmış bulundular. Bu ufak ayrıntıyı iki noktadan tekrar edeyim: Millet hayati gerekleriyle uğraşmaktan yasaklanmış olarak diyar diyar dolaştırılıyor ve bu yeni diyarlar halkı, birçok ayrıcalıklara sahip olarak çalışılıyordu. Yani fatihler, ana unsuru peşine takarak kılıçla fetihler yaparken, kılıç sallarken zaptolunan memleket halkı kazandıkları ayrıcalıklarla sabana yapışıyorlar; toprak üzerinde çalışıyorlardı. Arkadaşlar, kılıç ile fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye ve sonuçta yerlerini bırakmaya mecburdurlar. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur. Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişler; bizim milletimiz de böyle fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde böyle gerçekleşmiştir. Örneğin Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girmiştir. Bu medenî sabanla kılıç mücadelesinde sonunda muzaffer olan sapandır. Ve Kanada’ya sahip oldu. Efendiler, kılıç kullanan kol yorulur, sonunda kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Lâkin saban kullanan kol; gün geçtikçe daha fazla kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa sahip olur.
Efendiler, Osmanlı fatihleri, hakanları, istilâcıları, ana unsur ile beraber sabanın önünde yenilip çekilmeye başladıktan sonra, asıl felâketlerin büyüğü başladı. Sırf şahane bir ihsan olarak, yabancılara verilmiş olan ve özel  olan karşılıksız yardım, memleket içindeki Müslüman olmayan unsurlara verilmiş olan her şey, kazanılmış haklar olanak anlaşıldı.

Fakat yabancılar yalnız bu hukuku korumak ile de yetinmediler. Belki her gün onları biraz daha arttırmak için çareler aradılar ve buldular. İç unsurlar korumaya güçlerinin yettiği iç teşkilâtlarına dayanarak, dışarının daima kışkırtmasına ve yardımına sığınarak devletin ve aslî unsurunun yok edilmesiyle siyasî bir varlık olmak için çalışmaktan geri durmadılar. Yabancılar bir taraftan iç unsurları kışkırtıyorlardı; diğer taraftan da kendileri Osmanlı devletinin iç işlerine karışıyorlar ve her karışmada da yine devlet ve milletin aleyhine olmak üzere yeni yeni birtakım ayrıcalıklar, haklar alıyorlardı. Bu devamlı problemler altında zaten fakir düşmüş olan anayurtta, ana unsur devlete verebilecek parayı güç hazırlıyordu. Halbuki tacsahipleri yöneticiler, Saraylar, Babıâliler mutlaka büyük gösterişe, şana sahip olabilmek için, onu devam ettirebilmek, zevk ve tutkularını sağlayabilmek için her ne pahasına olursa olsun, bu parayı hazırlamak çaresine düşmüşlerdir. O çareler de, borçlanmalar oldu. O kadar çok borçlanmalar yapıyorlardı, o kadar kötü şartlar içinde borçlanmalar yapılıyordu ki, bunların faizleri de ödenemedi. En sonunda bir gün Osmanlı Devletinin iflâsına karar verdiler. Maliye işleri hemen kontrol altına alınmış ve başımıza genel borçlar belâsı çökmüş bulunuyordu.

Efendiler, milletin uğramış olduğu bu üzücü durumun, bu düşkünlüğün sebeplerini arayacak olursak bunu doğrudan doğruya devlet kavramında buluyoruz. Biliyorsunuz ki Osmanlı Devleti, şahsî saltanat ve son beş on yıl içinde de meşruti saltanat ilkesine dayanarak hükûmet idare ediyordu.

Arkadaşlar, şahsî saltanatta her konuya tac sahiplerinin arzusu, iradesi ve amacı hâkimdir. Söz konusu olan yalnız odur. Milletin amaçları, arzuları, ihtiyaçları söz konusu olmaktan çok uzaktır. Bütün millet istekleri ve dileklerini bırakmış bulunuyordu. Çünkü tac sahipleri kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir kişi sayarlardı. Bir de onların etrafını alan çıkarcılar vardı. Onlar da padişahların fikirleri ve anlayışları ile dolu olarak ve padişahın bu arzusunu bir kutsal ve bir Kur’an gereği gibi herkese kabul ettirirlerdi. Bu gayet koyu ve sürekli etkilemeler karşısında gerçekten bir gün bütün halk bu arzu ve iradelerin yapılması gereken ve kayıtsız şartsız gereken kutsal emirler gibi olduğuna inanmış olurlardı. Böyle idare ve hâkimiyete rıza gösteren bir milletin sonu elbette felâkettir, elbette uğursuzluktur. Arkadaşlar! Son anlattığım noktada artık Osmanlı Devleti gerçekte ve fiili olarak bağımsızlıktan mahrum bir duruma getirilmişti. Gerçekten bir devlet ki, kendi halkına koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz. Gümrük uygulamalarını, vergilerini memleketin ve milletin ihtiyaçlarına göre düzenlemekten yasaklıdır. Ve bir devlet ki, fazla olarak yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan mahrumdur. Böyle bir devlete elbette bağımsız denilemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahaleler yalnız bu kadar değil, daha fazla idi. Doğrudan doğruya milletin hayatını devam ettirmesi için gerekli olanlardan, örneğin tren yapmak için, örneğin fabrika yapmak için, örneğin her şey yapmak için devlet serbest değildi. Mutlaka dışarıdan karışmalar vardı. Bundan dolayı hayatını sürdürmekten alıkoyulan bir devlet bağımsız olabilir mi? Söylediğim gibi gerçekte devlet, istiklâlini çoktan kaybetmişti ve Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı halkı içindeki Türk milleti de tamamen esir bir duruma getirilmişti. Bu sonuç söylediğim gibi milletin kendi iradesine ve kendi hâkimiyetine sahip bulunamamasından ve bu irade ve hâkimiyetin şunun bunun elinde kullanıla gelmiş olmasından ileri geliyor. O halde kesinlikle diyebiliriz ki, biz millî bir devir yaşamıyorduk ve millî bir tarihe sahip bulunmuyorduk.

Örneğin, Osmanlı tarihi baştan sonuna kadar hakanların, padişahların, kişilerin, en sonunda zümrelerin hal ve hareketini kaydeden bir destandan başka bir şey değildir. Geçmişin, yüzyılların elimize tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir. Arkadaşlar, milletin hâkimiyetine sahip olmaması yüzünden girdiği Dünya Savaşı’ndan kıymetli evlâtlarımızdan oluşmuş kahraman ordularımızın Galiçya’da, Romanya ve Makedonya’da, Kafkas dağlarında, Sina çöllerinde uğramış olduğu eziyetleri hatırlatmaya gerek görülecek kadar çok zaman geçmemiştir ve en sonunda bu dünya savaşının uğursuz sonucu da hepinizin bilgisi dahilindedir. Özellikle Mondros Mütarekesi’yle açılan ateşkes devrinin görüntüsü, bir an için tekrar düşünmüş olursanız göreceksiniz ki, baştan sonuna kadar bir dağılma görüntüsünden başka bir şey değildi. Devletler her türlü anlaşmalardan ve insanî ve medenî haklardan sıyrılarak memleketimizin en kıymetli ve en verimli yerlerini çiğnediler. İzmir’i, Bursa’yı, Eskişehir’i tâ Sakarya’ya kadar; sonra bütün Adana ve çevresini ve Trakya’yı, İstanbul’u, en saygın yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanların bu hareket şeklinden daha üzücü ve acıklı ve daha çok üzülmeye değer olan bir nokta varsa, o da bu memleketin yüzyıllarca başında bulunan ve bu milletin irade ve hâkimiyetini kullanan insanların dahi düşman saflarına geçmiş olmasıdır. Ve arkadaşlar biliyorsunuz, bu düşmanlar yani iç düşmanlar, dış düşmanların yapmadığı ve yapmaya gücünün yetemeyeceği kötü ve acıklı yeme hareketlerinde kararsızlık göstermemişlerdir. Dış düşman kuvvetleri, saydığım saygın vatan topraklarında bulunurken, padişahın iradesi ile, çıkarttığı fetvalarla ve hilâfet orduları ile bu suçsuz millet, şurada burada alçaltılıyor ve aldatılıyordu. Gerçekten vatanımızın şurasında burasında isyanlar başlamıştı. Zaten çoktan beri manen ve fiilen istiklâlinden mahrum bırakılmış olan Osmanlı devletinin tükenmesinde başarı meydana gelmişti.
Osmanlı Devleti tamamen bitmişti. Fakat düşmanlarımız aynı zamanda Osmanlı Devleti’ni kuran Türk milletinin de, aslî unsurunun da, bu memleketin gerçek halkının da yok ve çökmüş olduğunu zannettiler. İşte bunda çok aldandılar. Osmanlı Devleti ve Osmanlı Devleti gibi çok devlet kurmuş olan Türk milleti yok olmamıştır. Tersine hayatına vurulan bu darbelerden, dış düşmanların ve iç düşmanların bu acı ve nefret edilecek darbelerinden birdenbire bütün acıkgözlülüğünü, bütün uyanıklığını takındı ve hayatını, şerefini, namusunu kurtarmak için tam bir kararlılıkla başını kaldırdı; birlikte ve birbirine dayanarak ortaya atıldı.

İşte milletimiz o dakikadan itibaren millî devreye girdi, halk devresinin başlangıcına girdi. Millet bu noktadan başladığı gün kendisini hedefe ulaştıran yolların ve bizzat hedefin bulunduğu ufukların karanlıklar içinde bulunduğunu hepimiz hatırlarız. Fakat bu hal milletimizi ümitsizliğe düşürmedi. Tam bir kararlılık ile kutsal hedefe adımlarını attı. Efendiler, milletimiz, kesin kurtuluşa ve gerçek kurtuluşa sahip olabilmek için, iki ilkeye dayanmanın farz ve şart olduğunu anladı; büyük ve açık kanaatlerle anladı. O ilkelerden birincisi Misak-ı Millî’nin ifade ettiği mananın ruhudur. İkincisi Anayasamızın belirlediği değiştirilemez gerçeklerdir. Biliyorsunuz ki  Misak-ı Millî, milletin tam istiklâlini sağlayan ve bunu sağlayabilmek için ekonomisinin de gelişmesine engel olan bütün sebepleri bir daha ve kesinlikle geri gelmemek üzere kaldıran bir yöntemdir. Anayasa da Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı Devleti’nin öldüğünü idrak ve ifade var olduğunu ilân eden bir kanundur ve bu devletin hayatının da kayıtsız şartsız milletin yetkisinde kalabilmesi için, halkın bizzat kendi alın yazısını idare etmesi esasını şart kılan bir kanundur. “Artık Türkiye halkı için tek temsilci, yasama ve yürütme yetkisini almış olan kendi meclisidir, Türkiye Büyük Millet Meclisidir” diyen bir kanundur ve Babıâli Hükûmeti yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini koyan kanundur.

Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve bunun hükûmetinin milletten aldığı yetki tam bir istiklâl ve kayıtsız şartsız millî hâkimiyet ilkelerine dayanarak memleketi bayındır yapmak ve milleti zengin, rahat ve mutlu etmekten ibarettir. Böyle olmakla beraber Anayasa, bir özel madde ile Meclisin görevini de açıklar. O görevler ki, doğrudan doğruya milletin hukuk ve yetkisi iken yüzyıllarca şunun ve bunun elinde kalmıştır. Artık bu hukuk ve yetkinin hiçbir neden ve şekilde hiçbir makama ve kişiye bırakılamayacağını kesinlikle ifade etmek için bir özel madde koymuştur. Efendiler, milletimizin bu iki ilkeye dayanarak çalışmaya başladığı günden bugüne kadar geçen zaman, çok zaman değildir; üç buçuk, dört seneden ibarettir. Fakat milletimizin kazandığı başarı ve zafer bu üç buçuk dört seneye sığamayacak kadar çoktur, taşkındır, coşkundur, yüksektir, kuvvetlidir. Gerçekten o hükümdar buyruklarıyla, hilâfet ordulariyle ve bin türlü kışkırtmalar ve yalanlarla meydana getirilen isyanların tamamı bastırılmıştır. Millet tüfeksiz, topsuz, her türlü malzemesiz ve parasız bulunduğu bir zamanda yeniden dünyanın en kuvvetli ve en muazzam ordusunu kurmaya güç yetirmiştir. Ve bu ordu daha henüz kurulma durumunda iken Birinci İnönü, İkinci İnönü, Sakarya meydan savaşlarını ve zaferlerini kazanmıştır. Ve en sonunda bütün dünyayı hayretlerde bırakan, bütün dünyayı ister istemez övgülerine, sevkeden en son zaferi tam bir şiddet ve başarıyla kazanıp topraklarımızı ve kutsal vatanımızı çiğneyen düşman ordularını bire kadar yok etmiştir. Fakat Efendiler, tam bağımsızlık için şu kural vardır, millî hâkimiyet için bir kanun vardır, diyoruz. Bugün de büyük bir zaferin gerçekleştirici etkenleri ve yapanları olduğumuzu söylüyoruz. Bu noktada çok kesin olan bir gerçeği hep beraber tekrar etmek zorundayız. Bu kadar büyük, bu kadar kutsal ve büyük hedefler yalnız kâğıt üzerinde kurallarla ve kanun maddeleriyle ve sadece hırslarla, arzularla çözüm bulamaz. Tam gerçekleşmesini sağlayabilmek için tek kuvvet, gerçek ve en kuvvetli  temel ekonomidir.

Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferler ile taçlandırılamazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. Bu bakımdan en kuvvetli ve parlak zaferimizin bile sağlayabildiği ve daha sağlayabileceği yararlı kazançları belirlemek için ekonomimizin, iktisadî hâkimiyetimizin sağlanması ve sağlamlaştırılması ve genişletilmesi gerekir. Efendiler, bu kadar verimli ve bu kadar kuvvetli olan yeni hükûmetimizin, düşmansız kalacağını saymak doğru değildir. Bu güzel temellerin bile içine bomba koyarak onu yıkmaya çalışanlar olacaktır. Onun hayatına, ilerlemesine karşı suikastler düzenlemeye girişecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı en kuvvetli silâhımız ekonomideki genişlik, dayanıklılık ve başarımız olacaktır. Efendiler, içinde olduğumuz halk devrinin, millî devrin, millî tarihini yazabilmek için kalemlerimiz sabanlar olacaktır. Bence halk devri, iktisat devri kavramı ile açıklanabilir.

Öyle bir iktisat devri ki, onda memleketimiz bayındır olsun, milletimiz rahat olsun ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi size hatırlatayım. “El kanaatü kenzi lâyüfna”. “Kanaat, yok edilmeyen bir hazinedir” anlayışı ile, fakirliği fazilet bilmek felsefesine de iktisat devri artık son versin.

Efendiler! bu felsefeyi, mutlaka yanlış yorumlamak yüzünden bu millete, bu memlekete çok büyük kötülük edilmiştir. Biliriz ki, Allah dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar yararlansın, varlık içinde yaşasın diye yaratmıştır ve fazla derecede  yararlanmış olabilmek için de, bugün kâinattan esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir. Eğer vatan denilen şey kupkuru dağlardan, taşlardan, bataklık sahalardan, çıplak ovalardan ve vatan; şehirler, köylerden oluşsaydı, onun zindandan hiçbir farkı olmazdı. Ve gerçekten bu dediğimiz felsefesinin sahipleri bu kıymetli vatanımızı böyle zindan ve cehennem yapmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Halbuki bu vatan evlât ve torunlarımız için cennet yapılmaya lâyık, çok yakışır bir vatandır. İşte bu memleketi böyle bayındır haline, cennet haline getirecek olan, ekonomik nedenler ve ekonomik faaliyetlerdir. Bundan dolayı öyle bir iktisat devri lâzımdır ki, artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrensin ve o vasıtalara yönelsin. Hepimizin isteği şudur ki, bu memleketin fertleri ellerinde örnekleriyle ziraatin, ticaretin, sanatın, emeğin hayatın bir temsilcisi olsun. Ve artık bu memleket böyle fakir ve bu millet değersiz değil, belki memleketimize zengin memleketi, zenginler memleketi, bu yeni Türkiye’nin adına da çalışkanlar memleketi denilsin. İşte millet böyle bir devir içinde bulunuyor ve böyle bir devri yükseltecektir. Ve böyle bir devrin tarihini yazacaktır. Ve böyle bir devirde, böyle bir tarihte en büyük makam, en büyük hak, çalışkanlara ait olacaktır. Efendiler, Türkiye İktisat Kongresi tarihte ilk defa yüksek yer kazanacak bir kongredir. Sizler memleketin ihtiyacını ve milletin yeteneğini ve bunun karşısında bütün dünyada var olan çok kuvvetli iktisat teşkilâtına değer vererek, yapılması gereken önlemleri ve uygulaması gerekli olan bütün yenilikleri tam bir açıklıkla dile getirmelisiniz. Tâ ki o önlemler, o yenilikler uygulandıkça memleketimiz hayırlı neticelere, nurlara batmış olsun. Arkadaşlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi’niz ve hükûmetiniz, elbette milletin istekleri dairesinde, gelişmeye, yenilenmeye tamamen taraftardır. Bunun için memleket ve millete faydalı olarak alacağınız önlemler tam bir memnuniyetle göz önüne alınacaktır. Buna şüphe etmiyorum. Efendiler, ekonomi sahasında düşünürken ve konuşurken zannedilmesin ki, biz yabancı sermayesine düşman bulunuyoruz. Hayır, bizim memleketimiz geniştir. Çok çalışma ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Bundan dolayı kanunlarımıza bağlı olmak şartiyle yabancı sermayelerine gereken güvenceyi vermeye her zaman hazırız ve isteriz ki, yabancı sermayesi bizim çalışmamıza ve var olan ama yetersiz kalan servetimize katılsın. Bizim için ve onlar için faydalı sonuçlar versin; fakat eskisi gibi değil. Gerçekten geçmişte ve özellikle Tanzimat devrinden sonra, yabancı sermayesi memlekette üstün bir yere sahip oldu. Ve ilmi manasiyle denebilir ki, devlet ve hükümet yabancı sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her medenî devlet gibi, millet gibi, yeni Türkiye de buna uyamaz. Burasını esir ülkesi yaptıramaz.
Arkadaşlar, son söz olarak demiştim ki, biz memleketimizi artık esir ülkesi yapamayız. Belki hepimizin dikkatlerini çekmiş olan Lozan konferansı’nın son görüşmesi bu nokta ile ilgilidir. Konferansın şimdilik gecikmeye uğrayışı hep aynı meseleden, aynı noktadan doğmuştur gibi anlaşılabilir. Ordularımız en büyük bir zaferi kazanmışlardır ve zafer yürüyüşünü durduracak hiçbir engel yoktur. Böyle bir zamanda İtilâf Devletleri, hukukumuzu, kanunî haklarımızı görüşmeler ile bile onaylayacaklarını ve meselelerin görüşmeler ile bile çözümleneceğini söylediler ve bizi konferansa davet ettiler. Milletimiz, Meclisimiz ve Hükûmetimiz samimî olarak barış taraftarı olduğu için, muzaffer ordularımızı durdurdu ve delegeler heyetimizi Lozan’a gönderdi. Aylardan beri konuşmalar ve tartışmalar sürüyor. Fakat henüz karşımızdakiler bizimle üç senelik, dört senelik bir hesabı görmüyorlar, üç yüz ve dört yüz senelik bir hesabı görmeye başlamışlardır. Ve hâlâ karşımızdakiler eski Osmanlı Devleti’nin tarihe geçtiğini ve bugün yeni Türkiye devletinin var olduğunu ve bu Türkiye devletini kuran milletin çok kararlı ve kahraman bir millet olduğunu ve bu milletin artık tam bağımsızlıktan ve milli hâkimiyetinden zerre kadar fedakârlık yapamayacağını anlamamışlardır.

İşte bunu anlayamamak yüzünden kararsızlığa düşmüşler, beklemeye mecbur hissetmişlerdir. Arkadaşlar, onlar istedikleri kadar kararsız olsunlar, fakat bu millet kesin kararını vermiştir. Bu millet için kararsızlık devirleri çoktan geçmiştir. Devletlerin delegeler heyetimize verdikleri son proje elbette heyetimizce kabule değer görülmedi. Diğer delegeler heyeti gibi bizim delegeler heyetimiz de durumu hükûmete ve gerekirse Meclis’e sunmak üzere memlekete geri gelmek üzeredir. Elbette sorular ve açıklamalar olacaktır. Ancak bütün millet, bütün dünya bilsin ki, en sonunda ve en sonunda millet tam bağımsızlığının sağlandığını görmedikçe yürümeye başladığı yolda bir an durmayacaktır.

Efendiler! Hiç kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Dünyanın her medenî milletinin tabiî olarak sahip olduğu şeylerden bizi mahrum etmemelidirler ve haklarımızı vermelidirler. Çünkü hakkımız tabiîdir, kanunîdir, mantıklıdır ve bize gereklidir. Biz, bu haktan vazgeçmeyeceğiz ve ne kadar haklı isek bu hakkımızı savunmak ve korumak için de memleketimizin, milletimizin yeteneği ve gücü o kadardır. Efendiler, görülüyor ki, bu kadar kesin ve yüksek bir askerî zaferden sonra bile bizi barışa kavuşmaktan engelleyen nedenler, doğrudan doğruya ekonomik nedenlerdir. İktisadî düşüncelerdir. Çünkü bu devlet, bu millet iktisadî hâkimiyetini sağlarsa o kadar kuvvetli temel üzerinde yerleşmiş ve yükselmeye başlamış olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatamazlar. İşte düşmanlarımızın, gerçek düşmanlarımızın, bir türlü rıza göstermedikleri budur.

Efendiler! Bu fiilen gerçekleşmiştir. Barış denilen şeyin sağlanması için yabancıların bu gerçeği itiraf etmemekteki kararsızlıklarına mantıki anlam vermek mümkün değildir. Çok isteğe değerdir ki, çok yakın bir zamanda onlar da bu gerçeği itiraf ederler ve bütün medeniyet dünyasının çok büyük istek ve özlemle beklediği barışın kurulmasına engel olmak sorumluluğundan çekinirler. Biz şimdiden hayatımızla ilgili gereklerimizi sağlamaya başlamış bulunuyoruz. Ve doğal olarak barış durumunun kurulmasında daha büyük gelişmeler oluyor. Fakat başarılı olmak için çok çalışmak gerektiğini bilmeliyiz. İktisadiyat diyoruz; fakat arkadaşlar, iktisadiyat demek, her şey demektir. Yaşamak için, mutlu olmak için, insan varlığı için ne gerekse onların tamamı demektir. Ziraat demektir, ticaret demektir, emek demektir, her şey demektir. Bütün bu konularda şimdi memleket ve milletimizin ne halde olduğunu sizler çok güzel bilirsiniz. Nitelendirmek istemeyeceğim. Ancak memleketimizin genişliği ve nüfusumuzun bu genişlikle ne kadar uygunsuz olduğunu da hatırlayınız. Bu geniş ve verimli toprakları işleyebilmek, işletebilmek için eksik olan el emeğini, mutlaka fenni aletler ile karşılamak zorundayız. Memleketimizi bundan başka tren ile ve üzerinde otomobiller çalışır yollarla  şebeke haline getirmek mecburiyetindeyiz. Çünkü, garbın ve cihanın vasıtaları bunlar oldukça, trenler oldukça bunlara karşı merkepler ve kağnı ile yollar üzerinde yarışmaya çıkışmanın imkânı yoktur. Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu yüzden halkımızın çoğunluğu çiftçidir, çobandır. Bundan dolayı en büyük kuvveti, kudreti bu alanda gösterebiliriz ve bu alanda önemli yarış meydanlarına atılabiliriz. Fakat aynı zamanda sanatımızı da artırmak ve genişletmek zorundayız. Eğer sanat konusunda yine hoşgörülü olursak o halde sanayi eserlerinde yine dışarıya haraç verici oluruz. Ürünlerin ve eşyaların değiş tokuşu ve servete dönüşmesi için, ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin yabancılar elinde kalması, memleketimizin servetinden gereği kadar yararlanmamızı önler. Fakat bütün bunlar söylenildiği kadar basit ve kolay olmayan şeylerdir. Bunda başarılı olabilmek için gerçekten memleketin ve milletin ihtiyacına uygun ana program üzerinde bütün milletin birlikte ve denk olarak çalışması gerekir. Yüce Heyetiniz bu ilkelerin en kıymetlilerini inşallah bulup ortaya koyacaksınız. Arkadaşlar, bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün ilkeleri, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır. Çünkü demin dediğim gibi her şey bunun içinde yerleşmiştir. Bundan dolayı evlâtlarımızı o şekilde eğitmeli ve terbiye etmeliyiz, onlara o şekilde bilgi, anlayış vermeliyiz ki, ticaret, ziraat ve sanat dünyasında ve bütün bunların faaliyet alanlarında verimli olsunlar, etkili olsunlar, çalışır olsunlar, ameli bir organ olsunlar. Bundan dolayı eğitim programımız, gerek ilk öğretimde, gerek orta öğretimde verilecek bütün şeyler, bu bakış açısına göre olmalıdır. Eğitim programlarımız gibi devlet şubeleri için düşünülecek programlar bile, iktisat programına dayanmaktan kendini kurtaramazlar. İlkeli bir program uygulamak ve bu program üzerinde bütün milleti denk olarak çalıştırmak lâzımdır.

Bizim halkımızı yararları birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil, tersine varlıkları ve çalışma sonucu birbirine lâzım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi birbirinin karşıtı olabilir. Çiftçinin sanatkâra, sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, birbirine ve işçiye muhtaç olduğunu, kim inkâr edebilir.
Bugün var olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını umduğumuz fabrikalarımızda kendi işçimiz çalışmalıdır. Rahat ve mutlu olarak çalışmalıdırlar ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır ve hayatın gerçek lezzetini tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvet bulabilsinler. Bundan dolayı programdan söz edildiği zaman, âdeta denebilir ki, bütün halk için bir “Emek Misak-ı Millisî”dir. Ve böyle bir emek Misak-ı Millî’si mahiyetinde olan program etrafında toplanmaktan meydana gelecek olan siyasî şekli ise, sıradan bir parti yapısında düşünülmemek gerekir. Ve barıştan sonra meydana gelebilecek olan böyle bir siyasî şeklin şimdiye kadar olduğu gibi milletin kararlılığı ve imanı ile ve birlik ve dayanışmasının birbirine yardımcı olması ile başarılı olacağı hakkındaki inancım kuvvetlidir ve tamdır.

Efendiler! Yüce heyetinizin bugün toplamış olduğu Türkiye İktisat Kongresi çok önemlidir, çok tarihîdir. Nasıl ki Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi felâket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak konusunda Misak-ı Millî’nin ve Anayasanın ilk temel taşlarını hazırlamak konusunda etkili olmuş, girişimci olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, millî tarihimizde ve millî hayatımızda en kıymetli ve yüksek hatırayı kazanmış ise, kongreniz milletin ve memleketin hayat ve gerçek kurtuluşunu sağlamaya araç olacak kuralların temel taşlarını ve ilkelerini hazırlayıp ortaya koymak şekliyle tarihte en büyük adı ve çok kıymetli bir hatırayı kazanacaktır. Bu kadar kıymetli ve tarihi kongrenizi açmak şerefini bana verdiğinizden dolayı özellikle teşekkürlerimi sunarım. Ve böyle bir kongreyi düzenleyen sizlersiniz. Bundan dolayı sizi tebrik etmeğe değer görürüm. Ve tebrik ederim. Kongre açılmıştır efendim