29 Ağustos 2018 Çarşamba

Kırmızı Pazartesi Krizleri


Gazeteci Nedim Şener, Hrant Dink cinayetini anlatan kitabına Kırmızı Cuma demiş, ekonomi yazarı Uğur Gürses’te mevcut krize aynı ismi vermiş.
Her ikisinin de bu isme konu olan KIRMIZI sıfatını, Kolombiyalı, Nobel Ödüllü ve İspanyolca’nın Cervantes’ten sonra en önemli yazarı sayılan Gabriel Garcia Marquez’in kısa ve ünlü romanı Kırmızı Pazartesi’nden almıştır.
Bu romanı ben de okudum. Olaylar hem akıcı, hem basittir ve en ilginci hiç sürpriz yoktur.
Romanda yakışıklı bir genç öldürülür, zira ilişkiye girdiği bir genç kız, bakire çıkmadığı için baba evine gönderilir, kız da genç adamın ona tecavüz ettiğini söylemiş, iki abileri de genci öldürmeye karar vermiştir.
Anlaşılan eski dönemlerin Latin Amerika köyleri, Anadolu köylerine benzemektedir.
Kasabada herkes durumu bilmektedir, genç adam sabah sokağa çıktığında öldürülecektir.
Herkes bildiği gibi, herkes de engel olmaya çalışır.
Belediye başkanı  (Avrupa ve Avrupa kökenli kültürlerde her yerleşim biriminin yöneticisine belediye başkanı deniliyor, muhtarlık doğu toplumlarına özgü bir kurum) bizzat ikizlerin ellerinden silahlarını alıyor ama ikizler başka bir silah alıyor.
O zamanlar daha telefon icat edilmemiş, kapı ardından mektup atıyorlar vs vs…

Gene de cinayete engel olamıyorlar.

Sonra ölen gencin aşkına odaklanıyor hikâye, oğlan tecavüz etmemiş, ikili aşk yaşamıştır.
Oğlanın evlenmeye niyeti olmadığı bellidir, gerdek gecesi olacaklar da bellidir.
Sonra kız, kız olmadığı için kendisini terk eden kocasına yıllarca mektup yazar, kocası da yıllar sonra mektupları, zarfları açılmadan iade eder.
Bunlar da en başından bellidir.
Kitap, bunlara rağmen heyecan vericidir.
Bu heyecanı veren, herkesin durumu öngörmesi ama tüm çabalarına rağmen engel olamamasıdır.
İşte bu kriz de öyle olmuştur.
Çok kişi, daha şu CIA mensubu rahip Bronson  olayından evvel de A.B.D-Türkiye arasında kriz çıkacağını ve bunun ekonomik sonuçları olacağını tahmin ediyordu.
İktidar ortağı olan MHP bile kendisine seçim için verilen hazine yardımını dolara çevirmiş ve dolar 7 lira olunca satmıştı.
Pek çok kişi dolardaki yükseliş, ekonominin kötüleşmesini görmüştü.
Ben de uzun süre bu romandaki gibi kamı oyundaki gelişmeleri izledim.
Oysa yabancı dil bilmeyen, yurt dışına hiç çıkmamış, yüksek lisansı olmayan ve hayatı boyunca yurt dışına çıkmamış bir lise öğretmeniydim.
Oysa tüm o kumpas davalarının yalanlığını, çözüm sürecinin daha beter kavga ile biteceğini biliyordum.
Sonunda en nihayetinde yazmaya karar verdim. En azından bir şeyler yapmaya çalışmış olmalıydım.
Fikirlerimi sadece eşe dosta anlatmamalı, daha fazla insana ulaşmaya çalışmalıydım.
Şimdi de bu Rahip Bronson ile başlayan ekonomik krizin sonrasında neler olacağına dair tahminlerimi yazayım, tıpkı Kırmızı Pazartesi’de olacakların önceden belli olduğu gibi.

En baştan söyleyeyim, nasıl ki 1999 krizi kitapçık krizi değil, kitapçık sadece olayın tetikleyicisi ise, Rahip Bronson denen CIA ajanı da bu olayın tetikleyicisi bile değil, sadece bahanesidir.
Hem siyasi, hem de ekonomik krizinde Bronson saadece bahanedir.
Söz konusu rahip 15 temmuz darbesinden beri, yani 2 seneden uzun süredir hapiste,  hem de hücre hapsinde, tek kişilik tecritteydi.

Ev hapsinden sonra ortam bu kadar gerilmemeliydi.

Kaldı ki Bronson’da İlknur Üstün gibi gece yarısı serbest bırakılıp, uçakla memleketine gönderilebilirdi.

Trump’ın da rahibi kurtarmak için daha uygun yollar bulabilirdi. Olay gene bir şekilde Halkbank’a dayanacaktı.
Trump ve A.B.D, böyle yaparak hem Evangelist Hristiyanların oylarına göz kırptı, hem de Türkiye hukuk devleti değil, diktatörün keyfince yönetiliyor imajını dünya kamuoyunun gözüne soktu.
Reza Zarab’ın yargılanması ile de yolsuzluğa battığı, daha önemlisi büyük patron Amerika’yı kazıkladığı imajını dünyaya duyurdu.
Daha sonra yapacaklar için Amerikan ve Dünya kamuoyunu hazırladı.
Erdoğan’da Türk kamuoyunu hazırladı ama aması var bu işin.
Akp, daha doğrusu Türk sağı toptan bir Amerikan düşmanlığına hazır değil.
Gerçekte herkes bir an önce barışmayı bekliyor.
Pek çoğu da unu başkan Trump’a bağlıyor ve o düşünce, her şey düzelecek sanıyor.
Oysa Reza tutuklandığında başkanlık için Trump’ın adı bile geçmiyordu.
Amerika’da politikalar, öyle kolayca politikacılara göre değişmez.
Büyük devlet olmasının sebeplerinden biri de budur.
En başta cumhurbaşkanımızın torunu Ömer Tayyip Erdoğan, Amerikan vatandaşı, Diriliş Ertuğrul’un Ertuğrul’u Engin Altan Düzyatan’ın ve pek çok önemli kişinin oğlu da öyle.
(Şimdi bu Amerikalıların, köleliğin kaldırılışından kalma bir yasa bu. Amerikan devletinin sınırları içinde doğan tüm çocuklar, Amerikan vatandaşı oluyor. Köleler ve kölelerin çocukları vatandaş olabilsin diye yapılmış. Köleliği hatırlattığından iptal edemiyorlar.  Manhattan adasında sırf çocuğu Amerikan vatandaşı olmasını isteyenler için bir Türk oteli ve doğumhanesi varmış. Bu yasadan en fazla Çinliler ile Türkler faydalanıyormuş.)
Sağcıların kabullenmediği acı ve net gerçek şudur:
Sadece Fetö değil, diğer tüm tarikatları bu günlere getiren NATO, dolaysı ile Amerika’dır.
Sadece tarikatlar değil, asında Nazi hücum kıtaları S.A’ların (Naziler iktidar olunca SS olmuşlardır) karikatürümsü bir taklidi olan Ülkü ocakları ve onlardan ayrılarak kurulan Nizam-ı Alem ocakları da pek farklı değil.
Türk askerinin başına çuval geçirilirken, Amerika’ya nota vermeyen, ne notası, müzik notası mı diyen AKP mi ABD’ye tepki gösterecek?

AKP’nin ve Sağın kafasındaki fikir şu.

Amerika, Türkiye’nin sol tarafından yönetilmesini kabullenemez, tüm sağda AKP ittifakında buluştuğuna göre mecburen barışacak.
Taşra esnafı gibi, başka esnaf olmadığından hem size kazık atar, hem de kendi varlığını bile bir amme hizmeti gibi gösterir.
Derken o taşra yerine yeni yol yapılır veya bir market zincirinin şubeleri açılır ve o kibirli esnaf kapanır.
Şimdi AKP ve ortaklarının başına gelecek olan da budur.
Çünkü düşmanınla illa barışmalısın ama hainleri asla affetmemelisin.
AKP zannediyor ki, en fazla üç yıllık bir ekonomik kriz olarak, belki de 1999 krizi bini on binlerce küçük işletme batacak.
Oysa A.B.D’nin hedefi Reza Zarab’la beraber İran, Venezüella gibi ülkelerle el atından ticaret yapanlar, ambargoyu delenler.
Dikkat ettiyseniz, Reza Zarab tutuklandıktan sonra İran ve Venezüella ekonomileri büyük bir çöküş yaşadı.
Her şey Zarab’da bitmiyordu, onun gibi birkaç kişi daha tutuklanmadıysa bile işbirliği yaptı ve kendini geri çekti.
Erdoğan, hepimiz aynı gemideyiz sözünün asıl muhatabı halk değil, burjuvazidir.
ABD’nin öfkesi daha çok ambargolarını delen bu zadegân sınıfına karşıdır.
Erdoğan’ın sözleri, eğer bizi satar ve A.B.D’ye itirafçı olursanız, kendinizi kurtaramazsınız uyarısıdır.
Amerika’nın 1999 ekonomik darbesinde 3 yıllık bir ekonomik kriz, Ecevit’i iktidardan düşürebildi.
Çünkü Ecevit’in arkasında medya desteği sıfır, hatta eksilerdeydi.
Televizyon kanalları ekonomi programlarından geçilmiyor, birkaç ayda % 40 ve fazlası devalüasyon gördüğümüz şu günlerde hiç ekonomi programına rastlıyor musunuz?
Ogünlerde tüm medya hükumeti suçluyordu, saldırı diyen yoktu.
Herkes iflas senaryoları konuşuyordu, çıkacağız, kurtulacağız diyen yoktu.

Muhalefetin en büyük eksiği, propaganda silahlarının olmamasıdır.

Türk halkı halen televizyon halkıdır ve televizyonda muhalefet hem yok denecek kadar azdır, olanlar da iktidar yanlısı kitlelere ulaşamamaktadır.
Öte yandan uzun süreli yoksulluk, öyle propaganda ile geçiştirilebilecek bir şey değildir.
Uzun süreli iktidar propagandası ise yorucu bir şeydir, hele de sürekli olarak artan yoksulluk varsa.
Bu süreçte iktidarın elini güçlendiren 2. olgu (1.si propaganda araçlarının iktidar yanlılarının elinde olması) beceriksiz muhalefet.
Sadece seçimlere üç, beş ay önce hareketlenen, seçim gecesi balon gibi sönen, sonra kendi iç kavgasına düşüp, seçmeni küstüren muhalefet partilerinde iş olmaması.
Bu böyle gitmeyecek, iktidara karşı öfke bir şekilde yeni bir muhalefet hareketi geliştirecektir.
AKP-A.B.D ekonomik savaşı uzadıkça daha fazla belirsiz sonuçlara gidecektir.
Savaşlar daima belirsiz sonuçlar içerir.
1. İnönü savaşında Türk ordusu, Yunan ordusunun yarısı kadardı ve bazı subayların anılarına göre Türk ordusunda çok fazla firar vardı (bazı subaylar sabah uyandıklarında emir erlerini bile yerinde bulamamışlar.)
İsmet paşanın Kars kalesinde Ermenilerin sapasağlam ve cephaneleri le terk ettiği bazı büyük topları Kazım Karabekir paşadan istemesi, Yunan askerinin bu topların sesi ile paniklemesi, tarihin seyrini değiştirmiştir.

Savaş uzadıkça bu belirsizlik artar. Napolyon savaşları uzayınca, Almanlar, Prusya önderliğinde birleşmiştir.
1. Dünya savaşının uzaması, Rusya’da, 2. Dünya savaşının uzaması Çin’de ve Doğu Avrupa’da komünizmi iktidara getirdi.
Körfez savaşı ve Saddam’ın devrilmesi uzadıkça, Irak’lı Şiiler, iki de bir kendilerini isyan ettirtip, katledilmelerine seyirci kalan ABD’ye sırtını dönüp, İran ile yakınlaştı.
Uzayacak AKP-A.B.D ekonomik savaşı da pek çok sürpriz ortaya çıkarabilir.
Bence olası ilk sürpriz, o şikâyetçi olduğumuz Suriyeli göçmenlerin büyük çoğunluğunun geri dönmesi olabilir.
Geçenlere medyada az yer bulan iki haber çıktı.
Biri Kilis valiliğinin bayram iznine gidip de geri dönmeyen bazı Suriyelileri geri çağırması.

İkincisi de Esad’ın kapsamlı bir af çıkarması.

Savaş sonrası Suriye’nin yeniden toparlanması için nüfusa ihtiyacı var ve Türkiye’de öyle cennet değil.
Hani haberlerde okuyor-duyuyorsunuz ya, falan hastanede şu kadar kayda geçmemiş çocuk-anne var diye!
İşte o çocuk annelerin tamamına yakını Suriyeli kumalar ve babaların da tamamına yakını kırk yaşından yaşlı ve evli Türk erkekleri.
Pek çok işletme, yok o pahasına çalıştırdığı Suriyeliler ile ayakta. Fuhuşa zorlanan Suriyeli kadınları saymıyorum bile.
Son birkaç yıldır ülkemizi dolduran Afganlıların, ucuz (daha doğrusu bedava) işçilik kaynağı olarak Suriyelilere alternatif olarak getirildiğini düşünüyorum.
Diğer bir beklenilesi sürpriz de yeni cemaat operasyonları ve yeni 17-25 operasyonları olabilir.
Bence hayattan her şeyi, her zaman beklemeliyiz.

28 Ağustos 2018 Salı

AZINLIK SUÇLARI-SİYASİ

                

Azınlık Suçları 4: Siyasi suçlar: Hitler Yahudileri önce kapitalizmi, sonra da sosyalizmi kurmakla suçlar. Sonra da Almanya'daki sosyalist  akımları ve sosyal demokrasiyi Yahudilikle suçlar. Almanların her kötülüğü Yahudiliğe yüklemeleri tarihidir. O kadar ki Varşova önlerine kadar gelmiş, büyük katliamlar yapmış, Moğollara bile Yahudi demişlerdir. Moğollara karşı hınçlarını bile Yahudilerden almışlardır.
            Faşizm için azınlıkların siyasi tercihleri hep bir sorun olmuştur. Bazıları sırf bu azınlıklar oy verdiği için diğer partileri destekler. Çoğu kez verdikleri oy, faşizmin verdiği heyecanla gelen oyun yanında önemsizdir. Bölgesel azınlıklarda durum, bazen biraz değişebilir. Çıkacak tüm milletvekilleri o yöre halkından olacağından, orayı kazanmak için o azınlık topluluğundan birileri olmalıdır.                    Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu buna örnektir. Pek çok ilde en sağcı da, en solcu da Kürt olmalıdır. Hele köylerde, özellikle kadınlar arasında halen Türkçe bilmeyen pek çok kişi vardır. 2018'in şu günlerinde, AKP ile HDP 'nin 6-7 millet vekilinin ana-baba bir öz kardeş olması da bunun ispatıdır. (Akraba ilişkilerini biraz araştırsak, daha neler ortaya çıkacak acaba?)
      Pek çok azınlık, bu bölge avantajından mahrumdur. Özellikle dini azınlıklar ve göçmenler bu statüdedir. Gene de bazı durumlarda partiler, oy alabilmek için o azınlık toplumundan kişileri aday gösterir ve milletvekili seçtirirler. Yakın zamana kadar Yunanistan'da, Batı  Trakya, özellikle Gümülcine bölgesinden her partinin bir Türk adayı ve milletvekili olurdu. Bölgenin demografisinin, Kafkasya ve Gürcistan'dan gelen göçmenlerle değiştirilmesi ve pek çok Türk'ün Avrupa Birliği üyeliğinden sonra diğer Avrupa ülkelerine göçünden sonra bu durum değişti. O zamanlar Yunan sağı bile bir tane Türk, Gümülcine milletvekili çıkarırdı, şimdi bağımsız Türk milletvekili de yok.
         Öteki ilan edilmiş azınlık olmak, ne kadar zengin olursan ol, bir şekilde en alt sınıf olmandır. Daha önceki zengin olmak suçundan hatırlarsanız, ulaştığınız makama sizi hiç kimse layık görmez. Doğal olarak alt sınıf üyesidir.
           Bunun en iyi örneği Avrupa'da, özellikle Almanya'da yaşayan Türklerdir. Türkiye'de hep sağa oy vermişlerdir, şimdilerde de koyu AKP'lidirler. Buna karşına Avrupa'da, hele Almanya'da kazara bile olsa sağa oy vermezler.
          Oysa Türkiye'de pek çok Kürt ve Alevi, birer ahmak gibi sağa oy verir, sağcı olurlar (bu satırların yazarı da o ahmaklardan biridir, bu da ayrı konu).
            Türkiye'deki Sünni Kürtlerin de, Avrupa'daki Türklere benzer bir siyasi tavrı vardır.  Doğu ve Güney doğunun çok yerinde HDP hariç sol partilere, özellikle de CHP, hiç oy alamazken, batıda, özellikle Ege'deki Kürtler neredeyse toptan CHP'ye oy verir.
          Lenin, son tahlilde siyasi tavrınız, sınıfsal konumunuza bağlıdır der. Lenin, abisi idam edilmiş bir anarşist kardeşi olarak mecburen devrimciydi. Pek çok burjuva, Ekim devrim sonrasında 5 sene süren iç savaşta Beyazların safına geçmişti.
        Peki o  zaman neden halkın çoğu fakirken sağ iktidarda ve pek çok varlıklı solcu ya da sosyalist, komünist falan var?
       Önce neden halkın çoğu fakirken sağcı? Çünkü halkın çoğunun bir şekilde sınıf atlama umudu varsa, sağcı olmaya meyillidir. Tarihte devrimler, sınıf atlama imkanlarının olmadığı, alt sınıflara cennetin dahi verilmediği toplumlarda olmuştur. Rusya, orta çağ feodal köleliğinin en son terk edildiği ülkeydi. 1917 itibarı ile de çok da kalkmış gibi değildi. Aristokrat sınıftan değilseniz, yüksek bürokrat, vali, diplomat, akademisyen falan olamazdınız. Yahudilerin aristokratları yoktu, onlar doğrudan alt sınıftı. Tüccar veya tefeci olarak zengin olabilirdiniz ama asla duma denen halk meclisi üyesi olamazdınız. Ne kadar zengin olursanız olun progrom denen katliamlardan kurtulamaya bilirdiniz.
          Çin, Küba ve geri kalan Latin Amerika'ya (Nikaragua, Venezuela ve Bolivya)  baktığımızda, sosyalist devrim ya da seçimlerden önce ciddi bir aristokrasi görüyoruz. Latin Amerika İspanya ve Portekiz egemenliğinden erken kurtulsa da, İspanyol ve Pertekiz kökenli ailelerden aristokrasilerden  kolay kolay kurtulamadı.
          Dünyanın en aristokrasi ülkesi İngiltere'de neden devrim olmadığı da başka bir soru. Burada da verilecek iki cevap var. Birincisi İngiliz aristokrasi sınıfı ne kadar köklü olursa olsun, geçişsiz değildi. Başarılı kimseler kolayca kraliçe tarafından şövalye, kont falan ilan edile biliyordu. İngiltere'nin diğer bir özelliği de, yönetiminin hızlı reform yapma özelliğidir. Ekim devriminden sonra İngiliz hükumeti, yüksek veraset intikal vergileri ile aristokrasinin birer parazit olma özelliğini kaldırıp, aristokrasiyi zayıflattı. Kadınlara ve diğer alt sınıflara oy verme hakkı, grev, işçi haklarını genişletti.
              Konunun azınlıklar kısmına gelirsek, 1. Dünya savaşının bitiminin ardından İngiltere'de bir sınıf kavgası ya da ihtilali tehlikesini atlattı. Sonrasında ise önce İrlanda bağımsızlığını kazandı, sonra diğer sömürgelerinde halkın bağımsızlık mücadelesi başladı. 2.Dünya savaşından sonrada sırayla sömürgelerini kaybetti. Çünkü  sömürgelerindeki insanlar hep 2. sınıftı.
         Azınlıklar sağa oy verirse durum düzelir mi? Oysa Hitler, merkez sağ partileri de Yahudicilikle suçluyor. Peki faşist partiye oy vermek bir azınlığı kurtarır mı, bir de bu soruyu soralım.
         Gayet sağlam MHP'li iki Alevi tanıdım ve daha sonra aslında pek çok sağcı Alevi ve Kürt olduğunu öğrendim. Biri üniversitede arkadaşımdı. Alevi olduğunu Gazi olayları sonrasında öğrendim. Sonrasında sevgilisinden dolayı da ona saldırdılar. Zira cumaları kaçırmaması ve Ramazan orucunu tam tutmasına rağmen, öylesine güzel bir Sünni kızı kendisine layık görmüyorlardı. Sağcılıktan vazgeçemedi ama sonrasında Ülkücülerden kovulma ile ayrılma arası bir durum yaşadı. Yıllar sonra da okul müdürüm beni evlenmem için bir hemşire ile tanıştırdı. Kız Aleviymiş ve bana ilk sorduğu siyasi görüşüm oldu. Güzel bir siyasi tartışma yapıp, dönüş yolunda da cep telefonundan bir daha görüşmeyelim diye mesaj attım. Kendi yandaşları tarafından ezilen tipler, sonra da güçsüz bulduklarını ezerler.
            Faşistle faşist olmanın sizi kurtaramayacağının en güzel örneği, 2010 Selendi ve 2015 Beypazarı olaylarıdır. Selendi'deki Romanlar, bizzat MHP'ye oy verdiği halde, MHP'lilerce evlerinden edildi. Benzer bir şekilde, özellikle belediye seçimlerinde AKP'ye oy veren (ve yıllar önce DYP'li bir belediye başkanı tarafından Mardin ve Diyarbakır'dan Beypazarı'na hasatta çalışsın diye özellikle davet edilip, yerleştirilmiş) Kürtler de aynı akıbete uğradı.
        İnsanlar genelde akılcı tercihler yapmazlar. Hele de az eğitimli ve kindarlığın yüceltildiği toplumlar.  Faşistle faşist olmanın kendinizi kurtaracağınızı sanmak en büyük akılsızlıktır.

26 Ağustos 2018 Pazar

AZINLIK SUÇLARINA DEVAM -ZENGİNLEŞMEK

       
3)Zengin olmak ve kadrolaşmak: İşte asıl mesele, işte azınlıkların asıl suçu. Faşizm için öteki ta köle-hizmetçi, ya da hiçtir. Ötekileşmiş azınlıklar,orta çağ alışkanlıkları ile bazı devlet işlerine alınmaz. Bunların başında askerlik ve polislik gibi güvenlik alanları ile, hakimlik, savcılık, valilik, kaymakamlık ve benzeri yüksek devlet memurlukları gelir. Pek çok faşiste bu kişileri işe almaz, işe alsa da yükseltmez.
          Sonuçta size kalan bazı alanlar vardır ve oralarda yoğunlaşırsınız. Bunlar genelde yetenek  ve çalışma olmadan yapılamayan ve bağımsız çaba gerektiren şeylerdir. Bu yüzden en yaygını esnaflıktır. Bu başka alanlar da olabilir. Örneğin Amerikalı siyahiler için spor, iyi bir çıkış noktasıdır. Osmanlı devletinde Türkler, asker deposu olarak görüldüğünden genelde tarıma yönlendirilmişlerdir. Türkler sadece deri işinde tekel olmuştur.
          Osmanlı'da  Türkler ve Müslümanlar, tarımdan ve askerlikten soğutmak istemediğinden, ticaretten uzak tutulmuştur. Osmanlı, orta çağ zihniyetinde bir devletti ve kendisine göre asıl yapılması gereken iş yeni topraklar fethetmek,  bunun için de kalabalık bir orduya sahip olmaktı. Gerileme ve yıkılma döneminde de bu bakışı değişmedi. Daha modern silahlanmış bir ordu ile kaybedilen yerleri yeniden fethetme düşleri gördü. Silahlanma yetmeyince, batı orduları gibi örgütlenmeye, giyinmeye ve bando-mızıka çalmaya başladı.
          Osmanlı ve Türkler, devrin ticaret, sanayi, bilim ve teknoloji devri olduğunu anladıklarında iş işten bayağı geçmişti. Dönüm noktası 6/7 eylül olaylarıydı. Azınlıklara saldırılarda mal yağması hedef alındı. 1978 Kahramanmaraş katliamında ise camilerden, kafir Aleviler zengin, siz Müslümanlar fakirsiniz, onların malları size helaldir anonsları yapıldı.
       Orta Çağda devlet sisteminde Osmanlıda müsadere denen ve aslında her devlette olan bir sistem sayesinde devlet bir zenginin tüm mallarına el koyabiliyordu. Zengin olan Yahudilere de benzer uygulamalar kitlesel olarak yapılabiliyordu. Meşhur Engizisyon mahkemelerinin temel işlevlerinden biri de  buydu. Engizisyonun can çalma özelliği çok konuşuldu ama mal çalma özelliği hiç tartışılmamıştır.
        Engizisyonun mal ve para çalmak için çeşitli yöntemleri vardı. Progrom çıkarıp, Yahudilerin kovulduğu ya da gettolara kapatıldığı ülkelerde, Yahudilerden kalan her şeye sahip olurdu, şimdiki gençlerin deyimi ile çökerdi. Aynı şeyi dinsizlik, iki dinlilik (gizli Yahudi, Müslüman,dinsiz vb olmak), cadılık ve benzeri suçlarla öldürdüğü, diri diri yaktığı insanlara da yapardı. Diğer bir yöntemi ise suçladığı insanlardan şantajla para almak, bunun karşılığında ya bir endülüjans ile affetmek ya da kişi yerine kuklasını yakmaktı.
           Ernest Hemingway, İşgal İstanbul'u ve İki Dünya Savaşı adlı kitabının bir yerinde, Almanya'da Hitler öncesi enflasyon dönemini anlatıyor. Anladığım kadarı ile Almanya'nın yaşadığı süper enflasyonun kökeni 1921'de başlıyor, 1929 'da doruğa ulaşıyor, 1932 para reformu ile birden bitiyor ve bu enflasyon bilinçli. Çünkü Versay antlaşmasında Almanların ödeyeceği tazminat, Alman markı olarak istenmiş. Almanlarda kurnazlık yapıp, bolca para basmış.
           Hemingway'in bu kitabı, ünlü romanları arasında kaybolmuş. Özellikle ilk bölümleri Toronto Star diye bir Kanada gazetesi ve diğer bazı muhabirlik notlarından ibaret. Muhbirliğe tam Yunan ordusu dağıldıktan sonra gelmiş. Resmen Yunan ordusunun yenilgisinin yasını tutuyor. Trakya'nın boşaltılmasına karşı ve Yunan ordusunun Trakya'da, Fransızların 1. Dünya savaşında Marne hattındaki gibi direnmesini falan bekliyor.
         Kitap, muhabirlik notlarından seçmelerden oluşuyor. Tamamı yayınlanmamış, mesela İsmet İnönü ile Lozan'da röportaj yapmış, bu röportaj kitapta yok. Hemingway'in bir çok kitabını okudum, sayısını bilmiyorum. İlk defa ünlü yazarda faşistlik gördüm. Açıkça Türk düşmanlığı yapıyordu.
             Almanya ile ilgili olarak da bir yerde,  ülkedeki yoksulluğu anlatırken, lobide zengin Yahudiler purolarını tüttürüyordu diye yazıyordu.peki iş hayatına NAZİ üniformaları yaparak  başlayan Hügo Boss, bizzat Hitler'in emri ile Vosvosu tasarlayıp, sonra kendi şirketini kuran Porshe ne oluyor. Ya da ta 1921-23 yıllarında grevleri kırsın diye Hitler'e pirim veren Alman çelik şirketleri? (Ek olarak Hemingway'in bu kitabında ara ara alıntılar ekleyeceğim)
        Başka bir konu da, belli mesleklerde Yahudi yoğunlaşması. O yıllarda Almanya'nın sadece %0.75'ini, yani %1 'in dörtte üçü Yahudidir. Buna karşın doktorların onda biri, akademisyenlerin %17'i Yahudidir. İşin gerçeği şudur ki Almanlar Yahudileri, 1918'de kendi egemenliklerinde olan Polonya'nın güneyinde stel denen ve Yahudi olmayanların yaşamadığı kasaba ve köyler ile, gene Polonya'da Napolyon döneminde yıkılacak olan getto denen Yahudi mahallelerine yerleştirmişlerdi. Fakat Polonya'ya yerleştirilen Yahudilerin işleri Almanya'da kalmıştı ve pek çoğu da Naziler iktidara gelene kadar mevsimsel olarak Almanya ile Polonya arasında mekik dokudu. Almanya'da kalanlar, işleri orada olanlardı.
          Diğer bir olay da doktorluk ve akademisyenlik gibi işlerin uzun eğitim süreleri sebebi ile 19. yüz yılda çok da popüler olmamasıdır. Bu akademisyen ve doktorların Almanya'ya katkıları unutulmakta.
            Bu kadrolaşma suçu, öyle doktorlukla sınırlı değildir. İlk atandığım yerde müdürüm bana askerde çok Alevi olduğunu söyledi ve kendi birliğinden bir kaç kişinin adını verdi. Bahsettiği kişilerin hepsi astsubay ya da uzman çavuştu ona göre bu bile yeterliydi.
        Faşizme göre dışlanan azınlık sadece ucuz işçilik, hizmetçilik, kölelik falandır.


17 Ağustos 2018 Cuma

Suyun Çatlağı ve Partisiz Örgütlenme




Seçimler ve partiler ile ilgili olarak gözümü açan ve fikrimi tamamen değiştiren Özcan Yüksek’in tweet mesajı oldu. Yurt dışında, muhalefet partisi liderleri, az da oy kaybetmişlerse, istifa ediyorlarmış. İktidar durumunda da ciddi oy kaybında mutlaka istifa geliyormuş. Ünkü insanlar o lideri yenilgi ile özdeştiriyormuş. Bu yüzden de hemen lider değiştiriyorlarmış. Çünkü o lider hep yenilgi ile anılıyormuş.
                O an Kemal Kılıçdaroğlu’nu folk duygularımla destekliyor olduğumu anladım. O da Kürt ve Aleviydi. Ben o gece, partililerin bile sabah dört buçuğa kadar ulaşamadığı Muharrem İnce’yi de kaybedenler listesine koydum. Seçimden önce, bu iş birinci turda biter diyen adamla, seçimden sonra ikinci tura kalsa alamazdım diyen adamla aynı kişi değil. Selanik göçmeni olması da bizi kandırmasın. O da artık kaybedenlerdendir.
                22 Haziran günü Muharrem İnce’nin Ankara mitingindeydim. Hem kalabalık, hem de kalabalığın heyecanı sahiciydi.  Aradan on gün geçmeden de, Tandoğan meydanında 2 Temmuz anmasındaydım. Yirmi yılın en heyecansız ve tenha mitingiydi. Muharrem İnce, her ikisinin de mimarıydı.
                Muharrem İnce’nin mitinglerindeki heyecan sahici ve CHP’nin başarısıydı. Peki, ne oldu da 24 Haziran’da bu heyecan söndü? Laf kalabalığı arasındaki gerçeği bulmaya çalışalım. O gece olanları, bu satırların okurları az ya da çok biliyordur. Lafı çok uzatmayacağım. Cumhurbaşkanına verilen yetkileri biliyorsunuz. Bir kimse, ya tüh, seçimde az oy almıştım,  bırakıp, gideyim demez.
                Demek ki bir devrime ihtiyacımız var.
                En başta söyleyeyim, hiç öyle ekonomik krize bakmayın. Venezüella’da, Hitler’i iktidara getirdiği söylenen enflasyon kadar enflasyon var, uzun zamandır. Rusya’da da ekonomi hiç iyi gibi değil.  Ayrıca ekonomi de her şey değil. Kaddafi devrildiğinde Libya’da ekonomi tıkırındaydı ve petrol fiyatları zirvedeydi.
                Atatürk’ün dediği gibi sadece kendimize güvenmek zorundayız. Solcular olarak malumunuz, Venezüella devlet başkanı Nikholas Maduro’dan kazığını yedik. Zira altın madenleri olan Venezüella’nın, altın rafinerisi yok.  İstanbul’da bir tane var, Amerikan yaptırımlarından dolayı, eskiden İsviçre’de yaptıkları rafineyi, mecburen Türkiye’de yaptırıyor. Amerika’da bundan memnun, zira Venezüella gibi bir ülkenin ürünlerinin, özellikle petrolünün piyasadan silinmesi, petrol fiyatlarını yükseltir ve bu da Rusya’yı güçlendirir. Amerika’nın istediği yaptırım uyguladığı ülkelerin ürünlerinden para kazanamaması, daha doğrusu ucuza satmak zorunda kalmasıdır.
                Şimdi bizim sosyalistlerin, ya da çok solcuların tuhafına gidecek belki ama AKP’nin Küba ile de arası iyi.  Küba, Türk hastalar, özellikle kanser hastaları üzerinden iyi para kazanıyor. Ülkede hem doktor başta olmak üzere sağlık çalışanı maaşlarının düşük olması, hem de devletin sağlık konusundaki destekleri sayesinde,  Küba pek çok tedavide ucuz bir ülke. Özellikle kanser tedavilerinde, aşılacak koca Atlas okyanusuna rağmen, İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkelerinden daha ucuz olabiliyor. Sağlık bakanlığı da Küba tedavilerini destekliyor.
                Ben Küba devletinden de bir Maduro  tavrı bekliyorum. Yani solcu bildiklerimiz bile bize madik atabiliyor.
                Avrupalılardan da ümit yok, onlar bu tek adam rejimini destekliyor. Yalandan birkaç muhalife sığınma hakkı veriyor, birkaç muhalif derneği destekliyor, o kadar.
                Yani tüm mücadelemizi kendimiz vereceğiz. Dıştan gelen gelenler ancak tuzak olur.
                Açıkça söylemeliyim ki,  Atatürkçüler olarak içte de, düşmanımın düşmanı dostumdur manasında da yok.
                Mesela ben, daha önceki yazımda da söylediğim gibi 2006’da MHP’nin ve son birkaç seçimdir de HDP’nin barajı geçmesi için destek verme mevzusuna karşıydım. Açılım masalına hiç inanmadım, en ateşli günlerinde bile. Eninde sonunda AKP’nin ve HDP’nin yollarını ayıracaklarını biliyordum.
                O zamanlar nasıl çözüme ve birliklerine inanmadıysam, şimdi de ayrılıklarına inanmıyorum. Habur olayı olduğunda dahi, AKP’nin HDP ile yolları ayırıp, AKP’nin MHP ile müttefik olacaklarını biliyordum. Şimdi de Selahattin Demirtaş hapisteyken bile, yollarının tekrar birleşeceğini ve icabında tekrar CHP ve Atatürkçülere cephe alacaklarını biliyorum.
                Tam da bu iktidarın en güçlü oldukları bu dönemde, bu iktidarın bir gün düşeceğini biliyorum.
                Ben en baştan söyleyeyim, mesele bu iktidarın düşmesi değil, düştüğü zaman o iktidarı Atatürkçülerin alması gerektiğidir. Büyük devletlerin neredeyse yüz yıllık oyunudur. Önce bir kriz getirip, sonra iç savaş çıkarıyorlar, Irak, Libya, Suriye ve onlarca ülkede olduğu gibi.
                Bu iktidar sonrası iç savaşı gözünüzün önüne getirin, cemaatler birbirine ve Atatürkçü ya da batı tip yaşayanlara karşı iç savaşı. Buna bir de Ülkücüleri ekleyin.
                Daha şimdiden birbirlerine girmiş durumdalar. Reisleri de bundan faydalanmaya bakıyor. Herkes Adnan hocacılardan sonra, diğer tarikatlara da sıra geleceğini biliyor.  Üstüne son seçimle beraber iktidar ortağı olan Ülkücüler de var. Son seçimde AKP’den MHP’ye kayan oyların bedeli devlet kadrolarında ve ihalelerden pay olacaktır. 2002’den evvel polislerin, hele de özel harekâtçıların çoğu Ülkücüydü. 
                2002’den önce tüm tarikatlar, kısmen yarı açık bir kavga halindeydiler ve birbirleri aleyhine yayımlar yaparlardı. Bu yayımlar daha ziyade gazete ve dergilerinin köşelerinden ve bastıkları broşürlerden oluşurdu. Hatta diyanete de bir tarikatmış gibi davranış, tarikatlar diyanet, diyanette tarikatlar arasında da bu broşür kavgası sürerdi. Bir diyanet çalışanı olan Turan Dursun, Nurculuğun, İslam dışı olduğuna dair bir kitap bile yazmıştı.
                Kadere bakın ki, Turan Dursun, Ateizmi seçim, İslam’dan çıktı. (Nurculuk ve Müslümanlık adlı kitap, yazarın Müslümanlığı zamanında yazdığı tek kitaptır.) Diyanet ise Nurcuların eline geçti.
                2002 ile 2005 arasında birden barıştılar. Mesela Süleymancılar, kendi kuran kurslarına rakip gördükleri imam hatiplere karşıydılar, kendileri imam hatiplere yardım etmeye başladı.  Bu süre içinde Fetullah Gülen cemaatinin büyük abiliğine de sessiz bir barış antlaşması yaptılar. Bunu rejimi değiştirmek için yaptılar.
                24 Haziran seçimlerinden birkaç ay önce, tekrar kendi aralarında kavga yapmanın sinyalini verdiler,  seçimlerden sonra da birden 2002 öncesi gibi yayımlar arttı. Sebebi de yeni rejimde sağ kalma çabası. Bence hiç biri sağ kalmayacak.  Olay sadece sıra meselesi, bu süreçte kimsenin yeri sağlam değil. Osmanlı tarihi, katledilen oğullar ve damatları tarihidir. Yavuz Sultan Selim müstesna o, babasını tahttan indirmiş tek Osmanlı hükümdarıydı.
                Bu kavganın dışarıdan kişilere de büyük zararı olacak. Ben tekrar olarak söylüyorum, Adnan Hoca’dan bu kadar ucuz kurtulamayacağız. En az 15 Temmuz kadar (250 ve üzeri) şehit ve ölüye mal olabilir bu Adnan hoca.
                Diğer tarikatlar da bu tasfiye sürecinde, sıra kendilerine geldiklerini anladıkları andan sonra topluma şiddetle zarar vermeye başlayacaktır.
                Buna bir de beklenen ama hali hazırda olan ve giderek derinleşen ekonomik krizi ekleyin. Önümüzdeki dönemin çok parlak olmayacağı bellidir.   Bu olanlar AKP’de de bazı çöküşler yaşanacaktır.
                Bu çöküş, badanası parlayan ama içi çürümüş bir binanın, yağmur sırasında aniden çökmesi gibi olacaktır. Dış güçler, tek adamı önce destekler, sonra da bir iç savaş çıkaracak şekilde yıkmaya çalışırlar.
                Bizi bu bunalımdan çıkaracak sadece Atatürkçülüktür ve bu ideolojinin müttefiki yoktur, müttefik denenler ya ayak bağı ya da sırasını bekleyen haindir.
                Yıllarca MHP’yi müttefik gördük de ne oldu, tam AKP’yi düşürecek duruma gelmişken,  onu kurtarmadı mı Bahçeli. Hiç şüphe etmeyin, çözüm süreci denen zırvalık, ihtiyaç halinde gene başlayacak ve HDP ile de pişman olacağız. Çözüm sürecinin en ateşli günlerinde bile nasıl çözümün bitip, yeniden kavgaya düşeceklerini biliyorduysam, bir gün gene çözüme benzer bir ortam yaratacaklarından eminim. Meral anne dediğiniz kadın, Çiller ve beyaz Toroslar dönemi içişleri bakanıdır. Temel Karamollaoğlu’da 2 Temmuz’un belediye başkanıdır.
                Daha acısı da CHP’de, diğer sol partiler de bize çok da ilaç değildir. Sözüm ona çok solcu, komünist-sosyalist partiler (ÖDP-TKP vs vs) ile ilgili olarak da zaten yeterince uzamış bu yazıyı uzatmaya niyetim yok. CHP ise bir devrim yapmak için ağır, hantal ve sistemin bir parçası olmuştur.
                Yapmamız gereken partisizce örgütlenip, gençlere doğruları anlatacak bir propaganda örgütü kurmak. Parti kurmak işimize yaramaz. 12 Eylülden kalma partiler yasası ve seçim yasası, düzeni yasa ile değiştirmeyi zorlaştırmaktadır.
                Atatürkçülük,  bir siyasi partiye sığmayacak ve bir tarihlerde sabitlenemeyecek ideolojidir.  Bu yüzden görevimiz sadece propaganda değil,  yeni fikirler üretmek olmalı. Temel alanımız internet ve sosyal medya olmakla beraber, bulabildiğimiz her yolla insanlara, özellikle de gençlere ulaşmaya çalışmalıyız. Bence kırk yaş ve üzerine hiç propaganda yapmayalım, emeğimize yazık.
                Ana minvalimiz tabi ki internet ve sosyal medya olmalıdır lakin diğer iletişim kanallarını da ihmal etmemeliyiz.
                Bizi kurtaracak kahraman yoksa, kahraman biz olmalıyız.

16 Ağustos 2018 Perşembe

AZINLIKLARIN SUÇLARINA DEVAM

AZINLIKLARIN SUÇLARINA DEVAM

             2: Dinsel suçlar; dini bozmak, dinde sapma ve benzeri suçlar: Azınlıklara saldırıların kökeni genelde dindir ve aynı mezhep içinde bile onlarca ayrı uygulama, alışkanlık varken, azınlıklar suçlanır. Kendileri en doğru dindir ve ötekiler kafirdir.
mezar başında zikir ile ilgili görsel sonucu          Oysa aynı mezhepte bile bir sürü fark vardır. Mesela Cengiz Aytmatov'u okurken dikkatimi çekti. Kırgızistan, Kazakistan ve Orta Asya'nın çoğu da, Türkiye halkının çoğu gibi Hanefi. Türkiye'de ne Hanefiler, ne Şafiler, ne Aleviler, cenaze namazında rükuya eğilmez, secdeye yatılmaz. Lakin işte orta Asya'da, cenaze namazında rüku var, secde var.
           Dini farklar sadece bununla sınırlı değil. Pek çok tarikat, Kuranı pek umursamadan hükümler sunmakta. Şeyhlerini ahir zaman evliyası yapmakta, müritler tövbe için şeyhlerinden izin almak zorunda vesaire...
       Üniversiteye gidene  kadar, sağcıların Alevilere öfkesinin sebebinin inanç ve ibadet olduğunu sanırdım. Üniversitede pek çok kişi, Alevi olduğumu öğrendikten sonra namaza başladı ve beni de çağırmaya başladı. Pek çoğu da namaz ya da oruçla alakası olmadığı halde, namaz kılmayan ve oruç tutmayanlarla uğraşan reislerdi. Ülkücü reislerin pek çoğu böyleydi.
       Öğretmen olup, taşraya atanınca gördüm ki faşizan nefretin dereceleri var. Bu nefret çok da inançla,  ibadetle ilgili değil. Kendi içlerindeki ateistlere, solculara hatta en rezil suç işleyenlere bile, sana nefret ettikleri gibi etmiyorlar.
mülteciler adi suçlar ile ilgili görsel sonucu        3:Adi suçlarda yoğunluk ve mültecilik: Bu, daha ziyade göçmenlerde olur. Bu yazıyı yazarken, azınlıkları ikiye ayırmaya başladım. Birincisi Kürtler gibi bölgesel azınlıklar, diğeri de Aleviler gibi tüm ülkeye yayılmış, yaygın azınlıklar. Birinci tip, yani bölgesel azınlıklar, genelde dilleri ve ırkları farklı azınlıklar olmakta, dini azınlıklar ise genelde bir kaç yörede yoğun da olsalar, tüm ülkeye yayılıyorlar. Bu genelleme, sanayileşme dolayısı ile ülke içi ve ülkeler arası göçler yüzünden belli kesinliklerini kaybetmiştir. Bir de Osmanlı devletinin Kafkasya'dan göç eden Çerkezleri, tüm ülkeye dağıtması, Kutsal Roma (Alman) imparatorluğunun Yahudileri, veba salgınından dolayı insansızlaşmış güney Polonya'ya yerleştirmesi gibi uygulamalar, bu genellemenin bilimselliğini azaltırsa bile, gerçekliğini yok etmez. 
         Devletler, azınlıkları ve göçmenleri tüm ülkeye dağıtmak ister. Çünkü bir bölgede yoğun olmak, o bölgeyi sahiplenme manasına gelebilir. Öte yandan insan sevdiği ile beraber olur atasözü gereği, insanlar, kendi özelliklerine uygun insanlarla bir arada yaşamaya meyillidir. Mesela benim akrabalarımın çoğu Dikmen semtinde, özellikle de Sokulu Mehmet Paşa caddesi civarında. Yıllar içinde pek çoğu diğer semtlere dağıldı ise de akrabalarımın çoğu bu semtte. Şehirde geçen yıllar ve sınıf atlamalar, daha ucuza başka yerlerde ev bulma imkanları bizi dağıttı.
             Gelen göçmenler, özellikle mülteci olmuş ve zorunluluktan gelmişlerse, suça yatkın olurlar. Bunun belli başlı nedenleri vardır. En başta ne varsa geride bırakmaları, bu geride bırakılan ne varsanın arasında gelenek, görenek ve ahlak da vardır, çoğu kez. Aile birlikleri ve sistemleri de o göçle bozulmuştur.
bulgaristan türkleri ile ilgili görsel sonucu          Peki Bulgaristan Türkleri neden öyle olmadı diye sorarlar. Saddam'ın önünden kaçan Kürtler'de suç işlemeden Türkiye'ye geldi. Hatta Peşmerge denen Kuzey Irak Kürtleri, halka da çok karışmayıp, bölge güvenilir olunca geri dönmüşlerdi. Her iki topluluğun da ortak özellikleri, bolca yardım görmeleri, örgütlü olamları ve kendi içlerinde kavgaları en az olmasıdır. Onları mülteci  yapan devlet, onları ayırmaksızın sürülmek zorunda bırakmıştır.
        Suriyeliler ise, herkesin herkese düşman olduğu bir iç savaştan, tamamen bir kargaşalık içinde kaçtılar. Bulgaristan Türkleri ve Kuzey Irak Kürtleri ise en azından kendi içlerinde disiplinli idi.
          Azınlıkları ve göçmenleri suça iten, ülkeye geliş şekilleri ve nedenleri ile, yaşadıkları ülkelerindeki ortamlarıdır. Aynı toplumun üyeleri, farklı ülkelerde, farklı davranmaktalar. Örneğin Afrikalı göçmenler, Avrupa'da terör estirirlerken, Türkiye'de gayet halim, selim davranmaktalar. Türkiye'de şikayetçi olduğumuz pek çok işçi ya da göçmen, Avrupa'da sorunsuzca yaşamakta.
             Diğer yandan son yıllarda Orta Asyalı Azeri, Türkmen, Özbek vs kadınlar da, bakıcılık, tekstil işçiliği gibi legal ve yasal işlerin yanı sıra, seks işçiliği gibi illegal ve ahlaksız işler de yapmakta. Yani bu işi yapmanın çok da ırki bir durumu yok.
         Hitler'e göre muhteşem Alman halkı, süper hızlı ürediği için, geniş ülkeleri işgal edecek, oradaki halkları katledip, kendi yaşam sahasını açacaktır. Oysa savaştan sonra gelişmiş ülkeler, ekonomileri kadar hızlı büyümedi hatta nüfus yaşlandı ve azaldı.
nüfus azalması ile ilgili görsel sonucu         Bunun bir sebebi de, Hitler'in büyük çaplı savaş başlatıp, kadınları da iş hayatına katmasıdır. Aslında bunu istememişti. Her faşizan ideoloji gibi erkek egemen olmak bir yere, penisperest bir düşünce yapısına sahipti. Kadınların yeri evidir ve kadınlar mümkünse bol bol doğurup, ırkın dünyaya egemen olmasını sağlamaktır. Savaş yayılıp, erkeklerin tamamı asker olunca, savaş esirleri de her işe yetmez, yetse de kritik işlere gelemez, kadınlar da yaygın olarak işçi olmaya başlamıştır.                  Kitabında nüfus artışını durduran Fransızlarla alay eder. Savaştan sonra Almanlar, Fransızlardan beter olmuştur. Nüfus azalmasının tek sebebi çalışan kadınlar olmadığı gibi, en büyük sebebi de çalışan kadınla değildir. Nitekim Japonya'da kadınların çalışma oranı, kendi kadar sanayileşmiş diğer ülkelere göre) düşük olduğu halde neredeyse otuz yıldır korkunç denebilecek şekilde nüfusu azalıyor.
        Bu konu ile ilgili ayrıca daha uzun bir yazı yazmalı. Sonuçta bu gün dünyanın üçte biri nüfusun azaldığı  ülkelerde yaşamakta. Gelişmiş ülkeler hali hazırda sürekli olarak işçiye ihtiyaç duyuyor. Çte yandan da kendisine doğru gelecek insan hücumundan da korkuyor.
      Hitler'de Yahudilerin  Almanya ve diğer orta Avrupa ülkelerine önce mülteci olarak geldiklerini belirtir. Yahudileri, Polonya'ya ilk yerleştiren de Silezya ve Pomeranya'nın Alman derebeyleridir. Ona göre artan nüfusla bütün Avrupa, ari ırkın yaşam sahası olacaktır.
       Bu günlerde ise mültecilere karşı istemem, yan cebime koy tavrı ile yaklaşmaktalar. Ben son yıllardaki iç savaşları, mülteci üretsin diye kışkırttığını düşünmekteyim. Daha bu gün bir haber gördüm. Bir Ezidi kadın, kendisine işkence eden İŞİD elemanını Almanya'da mülteci olarak görmüş, ceza verdiremeyince Irak'a geri dönmüş.
         Mültecileri, 1961-72 arasında Almanya'nın Türk işçilerini çağırması gibi davet edip, en azından işçinin kendisi için bir konut ayırmıyorsun, iğrenç mülteci kamplarını ayırıyorsun. Almanya gibi bir ülkeye mülteciler deniz ve kara yolu ile süzüle süzüle gelmekte çünkü kolay kolay vize alamadığından, uçarak gelse bile geldiği yere geri gönderilmektedir.
ezidi ile ilgili görsel sonucu        Pek çoğu Türkiye, Libya gibi henüz Avrupa birliği üyesi olmamış ülkede bekler ve orada çalışıp, insan tüccarlarına kaptıracak paralarını kazanmakla ömür tüketirler. Sonra bir kısmı Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi güney Avrupa'da, henüz o müreffeh kuzey ülkelerine henüz çok uzak yerlerde takılı kalırlar. Mesela izlediğim bir habere göre Yunanistan'a gelen mülteciler, eğer iade edilmezlerse, yüzde seksen oranında Yunanistan'da kalmakta, ucuz işçilik ve fuhuş yapmakta.
          Almanya ya da İsveç'e gidince de cennete düşmüyorsunuz. Afgan'ın biri, gönüllü hemşirelik yapan bir Alman kıza tecavüz edip, öldürüyor. Sonra ülkedeki mülteci kamplardaki tüm Afganları toplayıp, geri gönderiyor. Aralarında biri ile röportaj yapıyorlar.  Adam üç yıldır Almanya'da ve vergi levhası olan bir işletme sahibi. Üç yıldan beri de mülteci kampında yaşamakta ve üç yılın sonunda memlekete geri gönderilmekte.
          Yani mülteciler tam gelişmekte olan ülkelerin aradığı göçmen. Beğenmezsen kabul etme, gönder, yıllarca mülteci yap, haklarını azalt, örgütsüz, köklerinden kopmuş ve asimile olmaya meyilli.
        Azınlıkların adi suçlarından daha önce de bahsetmiştim, burada özet geçiyorum. Bütün Romanların (Çingene de denir)suçları Cosa Nostra ya da Ndrangeta gibi İtalyan suç örgütlerinin tozu eder mi?