29 Aralık 2020 Salı

İNAMIYORSAN SAYGI DUY, BEN SANA DUYMASAM BİLE


 

Suç yükleme ya da duyar kasmanın en can sıkıcı türü, inanmıyorsan saygı duy, duyarıdır. Bunu diyenler özellikle güçlüyken, başkalarına pek saygı duymayanlardır. Siz hiç inananların, inanmayanlara saygı duyduğunu gördünüz mü? Hele de güç ellerine geçince.

Onlar oruç tuttuğunda, kimse yiyip, içmemeli, hatta yemekten bahsetmemelidir. Cami yakınlarında alkollü içecek satan  bir yer olmamalı, onlarla aynı ortamda içkiden bahsedilmemeli. Oysa onlar meyhanenin yoluna cami açmalı olur-olmadık yerde namaz kılmalı ve Ramazan ayında sokakta yemek yiyenleri dövmelidir.

Bu hassasiyetleri de garibandadır. Örneğin sokakta yemek yiyenlere saldırırlar ama AVM'ler en dindar şehirlerde bile serbest bölgedir. Ankara'da halkın aklına Kocatepe denildiğinde camiden çok AVM gelir. Bu AVM'nin içinde (şu günlerde korona sebebi ile olmasa da), Ramazanda da rahatça yiyip, içebilirsiniz. Benzer şekilde genelevlere karşı müthiş bir düşmanlık vardır ve pek çoğu da kapatıldı ama pavyonlara kimse bir şey demedi. Mesela barlar sokağında tebliğe gelenler,  Ankara, Çankırı  caddesi ya da Cebeci'deki veya Anadolu'nun her hangi bir şehri ya da kasabasındaki pavyonlara laf ediyorlar mı? Zira birahanelerde, mesela Ankara Sakarya caddesindekilerde orta halli ve en düşükten hesapla çıkmak isteyenler çoğunluktadır. Böyle mekanlara arada bir tebliğci gelir ama gelenlerin içki içmeden öte, kadın oynattığı ve su gibi para harcadığı meşhur pavyonlara uğramazlar. Uğrarlarsa güvenlikçiler ve garsonlardan dayak yemeleri yüksek ihtimaldir.

Gene bu hassaslık genelde yalandır. 28 Şubat döneminde siyasi manevra uğruna, türbanlarından ve imam hatiplerinden çok kolay vazgeçmişlerdir. Tam da o dönemim ortasında bir imam hatibe atanmıştım. 12 öğretmen 37 öğrenci kalmıştık koca binada. Kuran odası kaderine terk edilmişti. Hani özellikle facebook'da çok dolaşan bir fotoğraf var, Arabistan'da kanalizasyonda çıkan Kuranlar diye, hah, işte o şekil yerlere saçılmıştı Kuran-ı Kerimler. Ben topladım, bir tanesini de mülkiyetime geçirdim.

Aslında kendi tekkelerinde sabah namazında uyuyakalanlara, ikindi ve akşamı birleştirenlere (daha ziyade tarikatın üst sınıflarında) falan gayet hoşgörülüdürler. O meşhur pansiyonlarında ücretle kalan zengin çocukları, o dini sohbetlere katılmak zorunda da değildirler.

Bu hassaslık asla zekata karşı gösterilmez. Kadınların açık olması, erkeklerin sakalsız olması, namaz kılınmaması, orucun tutulmaması, hatta nafile namazın kılınmayıp, Ramazan dışında oruç tutulmamasından rahatsız olurlar ama zenginlerin zekat ve sadaka vermemesinden asla rahatsız olmazlar. Devletteki yolsuzluklardan rahatsız oldukları ise hiç görülmemiştir.

Bir de dincilerin gıybet, yani dedikodu üzerine iki yüzlülüğü vardır. Konu kendileri olunca delili nerededir, kim görmüştür? Oysa onlar için ateş olmayan yerden duman çıkmaz ve herkes bunu konuşuyorsa, bu bir gerçekliktir. Herkes dedikleri de, tarikat üyesi herkesten başkası değildir.

Sayın okuyucularım, saygı da sevgi gibi karşılıklı olmalıdır. Size saygı duymayanlara saygı duymayın. Başkaları yüzünden de yaşam tarzınızdan ödün vermeyin. Dedikodulara da kulağınızı kapatın.

25 Aralık 2020 Cuma

SAMANYOLU DİZİSİ BİR BAŞKADIR

 


Bu eğitimin sorunları yazılarına biraz ara vermeye karar verdim. Zira çok fazla sorun anlatınca,  kendim cenaze ağlayıcısı gibi hissettim ve bir süre başka konularla ilgili yazmaya karar verdim. Şu günlerin moda dizisi Bir Başkadır'ı da iki günde bitirdim.

Diziye Netfilix dizisi dediler ama ben Nuri Bilge Ceylan'ın eline düşmüş, Samanyolu dizisi izlemiş gibi oldum. Bir ara evimde internet ve uydu anten yoktu ve hiç birini tam izlemesem de, zaplaya zaplaya da olsa pek çoğunu bitirdim. Ciddi ciddi pek çok unsuru Samanyolu-Kanal 7 dizilerine benziyor. Nihat Genç'in dikkatini nasıl çekmemiş, hayret.

En başta Samanyolu dizilerinin pek çok  kalıbı dizinin merkezinde bulunan , Kurtlar Vadisi dizisinde başta figüranımsı  karakterken, yavaş yavaş dizinin merkezine gelen Ömer baba karakteri gibi bir Ali Sadi hoca var. Bu benzeri karakter, her muhafazakar dizide bulunur, bolca öğür verir, dini konularda konuşur. 

Dizinin asıl Samanyolumsu tarafı, karakterlerin net özellikler olarak laikçi-dinci diye ayrılması. Dizide karakterler net olarak laikçi-dinci diye sınıflandırılıyor ve her ikisinin de ortak özellikleri var. Dinci kadınlar histerik, laikçi kadın ve erkekler ise bekar ya da boşanmış. Laikçilerin aile düzeni yok, merkezinde Sinan isimli karakterin olduğu günü birlik ve kimsenin de birbirini pek kıskanmadığı cinsel maceralar peşinde. Dinciler gecekondu ya da gecekondumsu yapılarda otururken, laikçiler varlıklı ya da hali vakti yerinde olarak,  güzel apartman dairelerinde (vasat toplu konutlara hiç benzemiyorlar), köşklerde yaşıyor. Hatta Peri karakteri, ailesi ile birlikte boğaza nazır bir yalıda yaşıyor. Laikçiler depresif, sürekli hayatı sorguluyorken, dinciler, özellikle kadınlar histerik. Dinciler, laikçilerin hayatına özeniyor, laikçiler dincileri hor görüyor. Laikçi kadınlar üniversite mezunu, dinci kadınlar epey cahil.



Hikayenin merkezinde  psikiyatrist  Peri ve hastası Meryem arasındaki ilişki var. Peri karakteri en mantık  dışı karakter. Öyle son bölümdeki gibi boğaza sıfır yalılarda büyümüş, kolejlerde, yurt dışındaki özel okullarda, üniversitelerde yetişmiş doktorlar; devlet hastanesinde, SGK'lı garibanlara bakmaz. Özelde uçuk fiyatlı kliniklerde çalışır. Devlet hastanesinin psikiyatri servisi de öyle olmaz, ayda bir, yarım saatten fazla zor ayrılır, araştırma hastanesiyse iki de asistan olur, içeri çaycılar, hizmetliler girip-çıkıp durur. O klinikte çalışan doktorlar da hastalara bol bol antidepresan ve sakinleştirici yazar.

Dincilerden korkan, çekinen kesim de bu yalılarda büyümüşler değil, kredi ile ev-araba alan, CNBC-E ve Avrupa Yakası izleyen beyaz yakalılardır (Aleviler hariç). Bu yalılarda büyüyenler, siyasi değişimlerin kokusunu çok önceden alıp, çok şahane de uyum sağlamışlardır.

Gene de Peri, izlediğim dizi ve filmlerdeki psikolog ve psikiyatristler arasında işini en profesyonelce yapanı. Kadından türbanı dolayısı ile nefret etmek bir yana, tiksiniyor ama teşhisi nokta atışı koyuyor. Meryem, konu Sinan olunca kaçamak cevaplar veriyor, Peri de kibarca konuyu buraya çekiyor. Zira Meryem, yanında hizmetçi olarak çalıştığı Sinan'a aşık. Çünkü onlarca güzel kadının, koynuna girmek için çabaladığı, hatta bunlardan birisinin ünlü bir dizi oyuncusu olduğu Sinan'ı gözünde çok yüceltiyor. Oysa kadınları Sinan'a yaklaştıran sebep, sinema-dizi dünyasında etkin, oyunculara iş bulabilecek bir konumda olması. Kadınlar arkalarından Sinan'la dalga geçiyor.

Dizdeki diğer bir absürt durum da Melisa adlı dizi oyuncusunun, oynadığı dizi avama hitap ediyor diye, rolünü sevmemesi. Oysa oyuncu milleti sıradan insanların onlara hayranlığından, imza-resim istemesinden zevk alır.

Dizi de son bölüme kadar laikçileri suçluyor gibi. Dincilerin agresifliği ve şiddete meylinin de suçu, laikçiler tarafından küçümsenmesi gibi gösteriliyor. Dinci kesimin agresif abisi Yasin'da bir barda güvenlik, lezbiyen bir çifti dışarı atıyor. Netflix dizisi olur da, homoseksüellik olmaz mı? Ancak burada lezbiyenlik karşılıklı kırırdaşıp, gülüşmek üzerine. Dışarı atılan kızlardan biri hocanın kızı, gizli gizli müzik dinleyip, başını açarak bara gidiyor.  İşin ilginci sosyal medyada bir tek bu konu üzerine konuşan yok. Kızının başını açmasını kabul ediyor ama lezbiyen ilişkisini bildiğine dair bir belirti yok.

Daha fazla anlatmayacağım ama hiç bir tarikat liderinin dizideki gibi kızının başını açmasını öyle kolay kabul edeceğini sanmam. Dizi güzel ama doksanlarda, belki de iki binlerde kalmış. Sosyal medyada herkes Peri karakterine gizli faşist diyor. Lakin dinci tayfanın maskesi düşeli çok oldu. Zaten dizideki en kötü oyunculuk da,  bu karakteri canlandıran oyuncudan geliyor. 

Dizi ile ilgili en çok oyunculuklar övüldü. Laikçi  kesimdeki Peri ve Melise karakterlerinin oynayan oyuncular ara ara sırıtıyorlar. En fazla Rezan rolündeki Öner Erkan'ı beğendim. Zira bedensel engelliyi oynamak zordur ve Türk oyuncular da genelde engelliyi oynuyor değil de, engelli ile alay ediyor gibidir. Karakterin sadece iki sahnesi var ama oyunculuk ders verilecek cinsten.

Dizi güzel ama ben verdiği mesajlardan hoşlanmadım. Muhafazakar kesimden umudumu çoktan kestim çünkü. Öyle dizilerle biz hoş görülüyüz mesajları vermeleri zor artık.

22 Aralık 2020 Salı

MARAŞ KATLİAMI KONUSUNDA KONUŞULMAYANLAR

 


1978 yılı ülkemizde büyük ve ciddi bir katliamla sona erdi. Bu katliam halen bir tabu. Katliamı sadece İnci Aral, Kıran Resimleri diye hikaye yapmış, katliam kısmen de Hatırla Sevgili dizisinde anlatılmıştır.

Katliamla ilgili olarak MHP, Ülkü Ocakları, Ökkeş Şendilliler, Muhsin Yazıcıoğlu ve derin devletin rolü ile ilgili olarak çok konuşuldu. Ülkücüler her ne kadar inkar etseler de, sokaklarda çekilen görüntüler bile bunu yalanlamakta.

CHP'nin o zamanlar meşhur Güneş Motel olayıyla azınlık hükumeti olmasına rağmen devlette muktedir olamamasına nedeni ile çok konuşulmadı. Ateşli CHP ve Solcu düşmanı  Engin Ardıç bile bu azınlık hükumetini, Adalet partili memurlar arkasından alay ediyorlardı diye.

Öte yandan CHP ve Bülent Ecevit'i son derece masum saymak da tehlikelidir. Ben, Ecevit'in son hükumeti döneminde atandım ve o zamanlar da milli eğitimde Fetöcüler ve tarikatlar cirit atıyordu. Kendisinin DSP'si sağ partilerle değil, CHP ile didişerek oyunu arttırdı. Apo'yu yakalayan, Kıbrıs'ın fatihi Ecevit, neden Kayseri komando tümenini iki adım ötesindeki Maraş şehrine yollamadı?

Merkez sağ, gerçekte ne kadar merkezde? Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz diyen Süleyman Demirel, devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir diyen Tansu Çiller ya da annesini dergaha gömdüren Turgut Özal; Alparslan Türkeş ya da Necmettin Erbakan'dan daha az sağcı değildirler. Katliam olduğunda şehrin belediyesi Demirel'in Adalet partisindendi ve aynı belediye başkanı 1987'de Demirel'in Doğru Yol Partisinden milletvekili seçildi.

Maraş halkı öyle kandırılmış çocuklar değildir. Katliamın hazırlıkları iki yıl önceden yapılmış, PTT'den geliyoruz diye evler işaretlenmiş,  pek çok Sünni, daha rahat katledebilmek ve yağmalayabilmek adına Alevilerle ahbaplığı ilerletmiştir. Ben pek çok Maraşlı tanıdım, katliamdan dolayı pişman olmayı bırakın, üzgün olanına bile rastlamadım.

Eğer Alevi, Kürt veya Gayrı Müslüm azınlık üyesi iseniz, sağcı birisi ile arkadaş olsanız bile onlara sırlarınızı vermeyin, malınız-mülkünüz hakkında konuşmayın ve mümkünse evinizden uzak tutun. 78 Aralığında pek çok kişi akşam çay ikram ettiği dostları tarafından katledildi.

Yağma da konuşulmayan başka bir durum da yağma. Sadece il merkezi değil, ilçeler ve köylerde de on binlerce insan, yurtlarını terk etti, yok pahasına sattı ve büyük şehirlerin varoşlarına yerleşti. Bu süreçte kimler zenginleşti, nasıl servetler edindi, kimse sorgulamıyor. (Benzer sorular Çorum-Malatya ve benzeri katliamlar için de geçerli) 

Kitlelerin yaşadıkları sorunlar ve yoğun yoksulluklar sebebi ile halen sağcı olmalarının bir sebebi de suç ortaklıklarıdır, böyle nice işlenmiş kitlesel suçlar var.

Gene konuşulmayan, bizi 2002'e kadar uyutan, ordunun sözde laikliği. Daha önce de 27 Mayısın solcu zannedilmesi üzerine yazmıştım. 27 Mayısın bir özelliğini de o yazıyı yazdıktan sonra öğrendim. Atatürk'le başlayan kadın subay yetiştirme uygulaması, 27 mayıs rejimince sonlandırılmış. Ayrıca 27 mayıs, imam hatipleri de kurumsallaştırmıştır. 12 Eylül rejimin devlet başkanlığı ve genel  kurmay başkanlığı genel sekreter yardımcısı  tuğgeneral Hasan Sağlam, Süleymancıların İlim Yayma derneğine genel başkan olmuştur.

Türkiye'de tüm darbelerde bir şekilde karlı çıkan iki grup vardır, TÜSİAD ve süper zenginler ile, tarikatlar.

TÜSİAD ve tarikatların, darbelerin ve katliamların arkasındaki rolü hiç sorgulanmıyor. Radikal solcular bile, darbeler ve TÜSİAD-Tarikatlar arasına hiç ilişki yokmuş, dahası da olamazmış tavrında. Sanki Fetöcüler başta olmak üzere tarikatlar ve her darbede  servetlerine servet katan süper zenginlerin darbeler ve dahası darbeler işin şartları müsait yapan katliamlardan haberi, dahası katkısı ve çabası yok mu sanıyorsunuz? Siyasi istikrar, istikrar diye ağlaşan TÜSİAD yönetiminin Ecevit azınlık hükumetini düşürmek için gazetelere dünyanın ilan parası vermesi de sadece Ecevit'e ve sola olan husumetleri midir yoksa darbe içi şartları uygun yapma çabası mıdır? Hasan Sağlam'ın Süleymancılığı, darbe olana kadar bilinmiyor muydu sanıyorsunuz?

Son olarak hiç konuşulmayan konu Dev-Yol başta olmak üzere Marksist-Leninist örgütler. Geri kalmış ülkelerin temel sorunu, radikalleri adam sanmaktır. Zaten böyle pek de adam sayılmayacak çer-çöp gazetenin de adıydı Radikal. Bir ara bu gazeteyi koltuk altında gezdirmek. Sonra o gazeteden ne çıktı, Fetö solcularından başka?

O dönemler Alevileri örgütleyen ve yönlendiren CHP değil, Dev-Yol başta olmak üzere Marksist-Leninist örgütlerdi. Maraş'ta da Dev-Yol örgütlüymüş diye biliyorum. Devy-Yol ya da başkası, mesele şu, solda bu Marksist-Leninist parti ve örgütleri niye sorgulamıyoruz da , tüm sorunu CHP'de arıyoruz (CHP'de sorun yok demiyorum, Marksistlerde de sorun var diyorum) Oysa seksen öncesi dediğimiz dönemde halkın içinde asıl örgütlü güç bu Marksist örgütlerdi ve çoğu kez faşist saldırılarda ve devletin operasyonlarında hiç etkinlik gösteremediler. Hele 12 Eylülden sonra tamamen dağıldılar. Dev Yol, özellikle Dursun Karataş'ın yarattığı Dev Sol-Dev Yol kavgasından dolayı iyice güçsüzleşmişti. Bu ayrılığın tam da darbenin yaklaştığı günlerde olması çok mu tesadüf? 

Seksen öncesini ve katliamları tartışacaksak, Marksist-Leninis örgütlerin ihmallerini ve hatta ihanetlerini de tartışmalıyız.

20 Aralık 2020 Pazar

UCUZ ÖĞRETMENİN (YA DA İŞÇİNİN) YAHNİSİ



 Türkiye'de özel okullar, haddinden fazla ücret alıyorlar. Aldıkları ücretleri vergi indirimleri Avrupa özel okulları ile yarışacak düzeyde. Verilen eğitim kalitesi ise o ücrete rağmen düşük.  Özeller, tamamını ele alırsak, devletin fen, sosyal bilimler ve benzeri iyi okullarını pek geçemiyor.

Türkiye'de özel sektörün gelişememesinin bence iki nedeni vardır. Birincisi biraz ayıp kaçacak ama pavyon kültürü, biti kanlanan, biraz servet biriktiren esnafın parayı pavyonlarca harcaması ve batmasıdır. Amerikalı bir yazar, ülke burjuvazisi tarihini şöyle özetlemişti: dede işi kurar, oğul işi büyütür, torun sanat tarihi (veya başka bir alanda) profesör olur. Ülkemizde ise dede işi kurar, baba pavyonda harcar, torun da eğer okursa devlet memuru olur.

İkinci sebepte ülkemiz işverenlerinin çalışanlarına kötü davranma, sık sık işten çıkarma, düşük maaş verme çabalarıdır. Diyeceksiniz ki, İngiltere, Fransa ve pek çok ülkede sanayileşme böyle başladı. Ancak hiç bir ülke, sanayileşme aşamasında Türkiye kadar beyaz yakalılarını ezmedi. Almanya'da yüz yıl önce  bile bir ara kimya mühendisi işsizi varmış.  (Mış diyorum çünkü üniversitede bize okutulan bir ders kitabında okumuştum yanılmıyorsan Profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven'in kitaplarından biriydi, o kadarını hatırlıyorum. 1994-98 arasında, dört dersten, liseliler gibi ders kitabı olarak okumuştuk o aşırı ağdalı Osmanlıca kitaplarını ). Gene de sanayileşmiş hiç bir ülke, şu yıllar ki Türkiye kadar beyaz yakalılarını ezmiyordur. 

En başta şerh koyayım, bir sürü işsiz olması, beyaz yakalı, mavi yakalı, nitelikli ya da niteliksiz bir işçiye düşük maaş vermenizin, tehdit etmenizin, aniden kapının önüne koymanızın sebebi olamaz. Biraz sonra anlatacağım sakıncalar, mavi yakalı ve hatta niteliksiz işçiler için de geçerlidir.

En başta öğretmenlik bir şevk ve arzu işidir. Şevk ve arzu para ile satın alınmayacağı gibi, parasız da pek olmaz. Sayın özel okul sahipleri ve dershaneciler, asgari ücret bile vermediğiniz, çoğu kez sigortasını yaptırmadığınız, her sene işten çıkardığınız öğretmenlerden ne bekliyorsunuz? Doğrusu da bir şey beklemiyorsunuz. Devlet okullarından, özellikle fen liselerinden bin bir indirim ve burs vaadiyle transfer ettiğiniz son sınıf öğrencileriyle başarıyı yapay olarak arttırıyorsunuz. Bol bol devasa binalar yaparak, velilerin gözünü boyuyorsunuz. Öğrencileri özel okullara iten en büyük etken seviye belirleme sınavı sonrasında imam hatip ya da meslek lisesine gitme tehlikesi.



Dershanelerin de eski popülerliği yok. Evde, biraz da internet videoları desteği ile çalışıp,  okulun kursunu da alarak evden hazırlanan öğrenci öğrenci sayısı da hızla artıyor. 

Olay sadece öğretmenlerde ve mühendislerde bitmiyor. Özelde çalışmaktansa polis olmayı tercih eden mühendisler, iş yeri için yeni proje düşünmek veya dinlenmek yerine KPSS'ye  hazırlanan personelle bu iş olmaz. Yurt dışından iş arayan, sırf bunun için dil öğrenen elemanlarla da bu iş olmaz.

Zira verimlilik düşer.

İngiltere'de, ucuz ve sefil işçilerle bir yere kadar geldi. 1880'den sonra Almanya, İngilizler dünyanın  üçte biri veya o civarda toprağını sömürgeleştirmesine rağmen, önce demir-.çelik, sonra makine ve kimya üretiminde İngiltere'yi geçti.

Hani Almanya ve Japonya nasıl iki dünya savaşı sonrasında ayağa kalktı, hayret diyorsunuz ya, bu iki ülkenin de ortak özelliği, her zaman, Almanya daha Prusya gümrük birliği iken, diğer ülkelere göre refahı paylaşım devleti olması, işverenlerin, çalışanlarını sahiplenmesi (koruma-kollama anlamında sahiplenmesi) sayesinde olmuştur. 

Son yıllarda atanmış devlet öğretmenleri de mutsuz. 15 Temmuz kararnameleri sonrası, tarikat ya da siyasetle hiç alakası olmayan öğretmenler de işten atıldı. Alım gücü hepten düştü. Müdür-müdür yardımcısı ve eğitim bürokrasisinde ilerlemek de torpil işi, liyakat kalmadı.

Özetle kem aletle kemalat olmaz.

15 Aralık 2020 Salı

SUÇLULUK YÜKLEMESİ YA DA DUYAR KASMA (DİNSİZLİK TÜRLERİ 10)

 


Uzun psikiyatrik ve psikolojik tedavimde en zor öğrendiğim kendimi affetmek ve başkalarını yargılamaktı. Zira bana hep kendimi yargılamam söylenmişti. 

Size kötülük yapanlar, bunun suçlusunun sizin kendiniz olduğuna inandırmaya çalışır. Bu çoğu kez çocukluktan başlar. Çocuk halinizle sürekli neden böyle yaptın, senin yüzünden oldu gibi suçlamalara maruz kalırsınız. 

Gerçek kötüler psikopattır ve suçluluk hissetmez ama birilerine suçluluk hissettirmeye bayılır. Bu tipler size sürekli suçlarınızı hatırlatmaya bayılır. Bir de bu kişiler eğer yöneticiniz ise, sizi nasıl zor durumlardan kurtardığını anlatır durur. Oysa çoğu kez ya kendi hatasıdır ya da kendisi büyütmüştür. Sonra bu sorunu sözüm ona çözüp, sizi kurtarmıştır.

Kişide suçluluğu arttırmanın yolları, ihtiyaç, istek ve arzularını suç haline getirmektir. Bunun içinde önce gelenek, görenek ve töre diye yüceltilen toplumsal alışkanlıklar vardır. Bu töreler genelde yaşı büyüklere,  ebebeynlere saygı ve itaat ile ilgilidir. Nezaket kuralları çoğu kez içinizdeki duyguları bastırmanız içindir.

Suçluluk yüklemesini en fazla dinciler, din öğretmenleri, din adamları yapar. İnternette bir afiş gördüm, anasınıfı için din öğrenimiymiş. Suyun içini görecekmişsin, sağ elinle içecekmişsin, oturarak içecekmişsin,  başlarken besmele çekip, bitince elhamdürüllah diyecekmişsin ve üç yudumda içecekmişsin. En anlamadığım sonuncusu, neden üç? Az bir şey içeceksem bir yetmez mi? Ayrıca Muhammed, muhtemelen  yaşadığı sürece cam bardak görmemiştir. Araplar, pirinci bile Sasani ordusundan aldıkları ganimetlerde görmüş, zehir sanıp yememiş, cam mı biliyorlardı? Ayrıca Müslümanlarda solaklara karşı bu kin neden? İyi ki solak değilim, zaten tüm dünyada el aletleri sağlaklara göre yapılır, bir de dincilerin tantanasını dinleyecektim.

Yıllar önce gayet imanlı bir arkadaş, halife Ali ya da Ömer'in (tam hatırlamıyorum) ilim bir noktaydı, cahiller çoğalttı sözünü hatırlatmıştı. Oysa kendisi de oturduğu lojmanın tuvaletinin kıbleye bakmasında şikayet etmişti. Yani ülkemiz itibarı ile kuzey-güney doğrultusundaki tüm tuvaletler günah ya da Kabe'ye saygısızlık, ziya ya popon ya da pipin oraya bakıyor. Bir de yatak meselesi var, mezarda yatarken olduğu yetmezmiş gibi, yatakta yatarken de baş tarafın kıbleye bakacakmış.

Dinciler sık sık gençlerin duyar kasma dediği suç yüklemesinin konularını yeniliyorlar. Şu sıralar satranca takmışlar, oysa bu oyunu dünyaya yayan Müslümanlar ve bizzat da Araplardır. Gerçi dincilerin bu konuda iki yüzlülükleri köklüdür. İbni Sina, Farabi gibi filozof, bilim adamları ile övünürlerken; arka odalarında onlara dinsiz ve sapık derler. Son beş yıldır çok fazla popülerleşti. Dincilerin popülerleşen her etkinliğe alerjisi var. Taliban'da Afganistan'da uçurtmalara düşman olmuştu.

Bunun içinde genelde din budur, dine uymamazlık etmeyin falan derler. Aslında önce tavsiye ve iyi niyetle falan başlarlar. Ayakta işerseniz prostat olursunuz, sünnetse penisiniz bazı parazitlerden korur falan derler ama yalandır. Hatta sünnet erken boşalma sebebidir. Sol el ile ilgili anlatılan da palavradır, dünya nüfusunun %10'u tam solak, %1'i iki elini de eşit kullanabilmekte. Bu yüzden el aletleri sağ elli insanlara göre yapılır (makas, kapı kolu vs) ve solak olmak sıkıntı sebebidir. Solakları sağ elle kullanmaya zorlamaksa zorbalıktır.

Din duyar kasıcılarının ahlak bekçisi yapanları da vardır. Sevgilileri görünce zaten dayanamazlar, Ramazan ayı boyunca sokaklarda millete laf atarlar. Oysa belli konulara ne dini, ne de insani açıdan zerrece hassas değildirler. Zekat konusunda hiç ağızlarını açmaz, zenginlere gitmezler. Zekatı da daha ziyade kendi tarikatlarını daha da zengin etmekten başka bir şeye yaramayan vakıfları, tekkeleri için isterler. Devlette oluşan yolsuzluk ve hırsızlığa da hiç tepki göstermezler. Bunu iktidarı eleştirmek için demiyorum. Ben bu iktidar öncesini de hatırlayacak kadar yaşlıyım. Dinci milleti eskiden de böyleydi.

Bir de diğer bir sorun, geçen BAKARA-MAKARA yazımda yazdığım gibi, dincilerin bu konuda genelde iki yüzlü olmalarıdır. Bunun için içlerine girmenize gerek yok, biraz yakınlarına gelin, yeterli. O, tramvay hattı üzerinde namaz kılanlar, çoğu kez camide tanıdık birileri yoksa 2 rekat farzdan sonra kaçarlar, yatsı namazını genelde kılmaz (Hanefilikte mümkündür), sabah namazının kazasını da kısaca kılarlar. 28 Şubat döneminin tam ortasında İmam Hatip'e atanmıştım. Kuran odasında onlarca Kuran yerlerdeydi ve kendim toplayıp bir tanesini de aldım. 

Ayrıca aynı İmam Hatipte, galiba benim varlığımı unutuyorlardı arada bir, Said-i Nursi hakkında ilginç şeyler anlatıyorlardı. Kendisi aslında çok az Barla'da yaşamış, sürgünlüğü genelde Isparta il merkezinde, bu gün adı Bedüüzaman caddesi olan ve ben 1998 öğrenci iken halen duran evinde yaşayıp, halen duran o dönem için lüks arabası ile gezip durmuştu. Bir hapishane de iken de gardiyanların yardımı ile şehirde cuma namazına girmiş,  onu camide tesadüfen gören hapishane savcısı da durumu rapor edip, başka bir hapishaneye naklini sağlamış. Nurcular da bu olayı,  Nursi ile ilgili fantastik ve metafiziksel bir mucize  gibi anlatıp, durmuşlar.

Bu duyarcılığın bir de inanmazsan saygı duyculuğu vardır ki,  kendileri başkalarına asla saygı duymaz. Yahudilere çivili fıçı, Alevilere mum söndü ve önlerine engel olarak gördükleri kişilere envayi çeşit hakareti anında üretirler. Konu başkaları olduğunda ateş olmayan yerden duman çıkmazdır ama konu kendileri olunca gıybet en büyük günahtır. Bu gıybet günahı en fazla muhafazakarlık ve dindarlık adına işlenir. Bir tarikatın üyeleri, küçük şehirlerde twitter trend topic çalışması yapar gibi sürekli dedikodu yaparlar, sonra da herkes bunu konuşuyor diye iddialarını kendilerince ispatlarlar.

Dinciler ya da dinler bu duyarlarını ve hakaretlerini dini menkıbelerine, hikayelerine ve hatta kutsal kitaplarına da yazmıştır. Ben bir dinsiz olarak artık Sodom ve Gomora şehrinin sapıklığı efsanesine inanmıyorum. Bu da mum söndü masalı gibi Yahudi toplumunun kendi dinlerine inanmayanlara attığı bir hakaret olmalı. Ayrıca, cahiliye devri Araplarında kız çocukları diri diri gömülüyorsa, bu dönemde Araplar mitoz-mayoz bölünme ile mi çoğalıyordu?

Jean Paul Sarte, varoluşçuluğu, cehennem başkalarıdır sözü ile anlatıyor. Sevgili okurlarım, başkalarına ne kadar uzak yaşarsanız, kendi cehenneminizi o kadar yaratırsınız. Birilerinin size verdiği kalıplara uymayı mümkün olduğunca ret edin. Kadınsınız ve adet görüyorsunuz diye size hakaret edenleri, hayatta biraz eğlenmek istiyorsunuz diye sizi küçümseyenleri umursamayın gitsin. Sosyal medyada da mümkün olduğunca engelleyin.

Başkalarını düzeltmek isteyenler, kendileri örnek olmalıdır ve başkalarına da fazla karışmamalıdır. 



































































































































































































































































































































































11 Aralık 2020 Cuma

TÜRKİYE'DE ÖĞRETMENLİĞİN MESLEK OLMAMASI

 


Her sene ÖSS sonuçlarında, özellikle sayısal derslerdeki felaket durumları konuşulur ama sözel durumlar konuşulmaz, sözel de pek parlak değildir. 

Normalde bir ülkenin bu durumda acil durum ilan etmeli, her işi bırakıp eğitimi düzeltmesi gerekir. Oysa bu durum uzun yıllardır pek kimsenin, hele de öğrenci velilerinin pek umurunda değildir. Bu meslekte yirmi ikinci yıldayım, çocuğuma şunu öğretmemişsiniz diye sızlanan  şikâyet  eden veliye rastlamadım. Çocuk yıllardır İngilizce-Almanca dersi alıyor, gene de en basit yazıları bile anlamıyor sızlanan bir veli yoktur. Yıllarca müzik dersi alıp, her sene de aynı blok flütü çaldığı halde, ninni bile çalamadığı için kimse müzik öğretmenine çemkirmez. Hatta  durun kendim için de söyleyeyim. Oğlan o kadar felsefe dersi aldı, felsefe nedir diye sorduğumda, kafayı  üşütmektir diyor, sen ne biçim felsefe öğretmişsin diye karşıma çıkan bir veli de olmadı.

Oysa velilerle, öğrencilerle çok karşı karşıya kaldım ayıptır söylemesi. Veliler okula ya disiplin suçundan şikayetimi geri almam, ya da not istemek için karşıma geldiler.

Eğitimimiz o  kadar dökülüyor ki, İmam Hatipliler Yasin ya da bazı okunması zor ayetleri okuyabiliyor sa atanabilirler, bir sürü imam hatip var, gene de diyanetçiler sık sık atayabilecekleri imam hatip mezunu bulmakta zorlanırlar. Son yıllarda din dersleri arttırıldı (kuran-siyer vs diye dayıyorlar öğrenciye) ve sonuç, gençlerde dinsizliğin adeta patlama yapması, imam hatiplerde bile deizm salgını vesaire..

Koca Türk milletinin, resim, müzik ve beden eğitimi dersini tamamen çöpe attığını bilmek insanları nasıl  dehşete düşürmüyor? Bu derslerde hiç bir şey yapmayan öğrencilere bile yüz verilmesi, öğrenci ve velilerinin, hatta devletin bu derslerin kazanımından hiç bir şey beklememesi ne dehşet vericidir, neden farkında değiliz?

Daha dehşeti, liselerin bir senesi, merkezi bir sınav yüzünden çöpe gitmesi. Merkezi sınavla öğrenci alan pek çok ülke var ama işi dershanecilik, kursculuk diye testi çözme kısa yolları kurnazlığına indirgememiz ve öğrencilerin bir sene boyunca başka bir iş yapmaması; üzerine de mezuna kalma adına sonraki yıllarını da bu beş seçenekli testi çözmekle geçirmesi korkunç değil mi? Lise son sınıf öğrencileri, ne okul spor takımında, ne tiyatroda temsilinde ne de okuldaki herhangi bir etkinlikte görev alabiliyor, varsa yoksa, test çözsün. Hatta bu sene din, yabancı dil ve bazı sözel dersler, öğrenciler rahat test çözsün diye boş bırakılıyor.

Bundan daha dehşet verici olan ise, bu test çözme maratonu adına öğrencilerin rapor alıp, devamsızlık yapıp, okula hiç gelmemesi, ilginçtir bu durum toplumu hiç rahatsız etmiyor. Bir kere dershanelerin bazı dersleri anlatmayıp, soru türlerini anlattığını öğrenmiş, dehşete kapılmıştım ama bu durum öğrencileri rahatsız etmiyor.

Bu saçma duruma o kadar alışmışız ki, gençlerin zihin ve bedenlerinin en güçlü oldukları bu yılları sadece beş seçenekten hangisini  seçmekle geçirmeleri, bilim-sanat-spor adına hiç bir şey yapmamaları, gençleri bile rahatsız etmiyor. Okulumda sevgililer bile son sene daha rahat test çözebilmek adına birbirinden ayrılıyor.

Diğer bir dehşet verici olan ise ülkemizde meslek yasalarının olmaması, öğretmenliğinse bir şeyler öğretme mesleği olmaması, pek çok öğretmenin öğretmenlik diplomasına sahip olmaması.

1998'de ilk atandığım zaman, ilçedeki neredeyse tüm sınıf öğretmenleri, ziraat mühendisliği mezunuydu. 2017'de milli eğitimin bir seminerindeydim, ben hariç diğer tüm öğretmenler sınıf öğretmeniydi. Bir ara kendi aralarındaki sohbete dahil oldum. Hiç biri eğitim mezunu olmadığı gibi, fen-edebiyat mezunu da değildi. Biri iki yıllık kütüphanecilik, diğerlerinin de çoğu iktisat-işletme veya öyle bölümler mezunuydu.

Üniversite yıllarımızda hocalarımız bize kızdıklarında, 1978-79'da iki yıllık eğitim enstitüsünün hızlandırılmış kursunu bitirenlere atfen, sizler kırk beş günlüklerin ürünüsünüz derdi; ben de bazen bunlar ziraat mühendislerinin ürünleridir diyorum.

İşin komiği, 2013'de ilk okullar beş yıllıktan dört yıllığa düştüğünde açıkta kalan binlerce sınıf öğretmenliği mezununun, okuldaki yan alanlarına, çoğunlukla sınıf ve sosyal bilgilere geçmesiydi (kolay diye seçmişler). Ziraat mühendisini sınıf öğretmeni, sınıf öğretmenlerini beden eğitimi öğretmeni atayan ülkenin kalkınma hayalleri görmesi çok komik arkadaşlar.

Bu alan karmaşası sadece sınıf öğretmenliğinde var sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Teyzem (teyze dediysem benden bir buçuk yaş büyük), altı sene bankacılık yaptıktan sonra, bankası iki bin yılındaki bankalar krizinde kapandıktan sonra, sırf üniversitede İngilizce eğitim almış olduğundan dolayı, İngilizce öğretmeni olarak atandı ve halen de öğretmen. Gene ilk atandığım ilçede, askerden döndükten sonra, okula yeni bir resim öğretmeni gelmişti. Ben daha üç yıllıktım ama o yirmi yılı devirmiş, iki kere de memurluktan istifa edip, geri dönmüştü. Kendisi grafik-tasarım mezunuydu. Dediğine göre Türkiye'de onun gibi yedi kişi varmış ve bir tarihte Bolu'da bir kursta bir araya gelmişler. Kız kardeşim, giyim öğretmeniydi. Hakim olan eşi Edirne'ye atanınca, kadro bulamadı ve teknoloji-tasarım öğretmeni oldu, hatta iki sene kadar işitme engelliler orta okulunda ders verdi. Tekstil sanayinde makineleşme artınca, ücretlerde düşmüş durumda ve artık gençler bu alana gitmek istemediğinden, giyim bölümleri kapandı ve hemen hepsi teknoloji-tasarım (eski iş teknik) öğretmeni oldu.

Çok daha ilginç olanlarına da rastladım. İktisat mezunu bir arkadaş, meslek lisesine muhasebe öğretmeni olmuştu. Sınıf öğretmeni olarak atanıp, özel kararname ile İngilizce öğretmenliği yapan Ziraat mühendisi vardı.

Milli eğitimin üst kademelerinde de, eğitim mezunu olmayan pek çok kişi olduğu gibi, hiç öğretmenlik yapmamış pek çok kişi de vardır. Bakanlık müfettişlerinin pek çoğu,  diğer bakanlıklarda müfettişlik kadrosu bulamadığı için milli eğitime geçmiş kişilerden oluşur. Denetlemelerde bunu söylemezler. Ben, şube müdürlüğü sınavını kazanan bir arkadaşımdan bunu duydum. Kurstaki arkadaşlarının çoğu diğer bakanlıklarda şube müdürlüğü kadrosu olmadığı için geçen kişilermiş.

Benzeri başka bakanlıklarda da var. Sağlık meslekte tanıştığım bir edebiyat öğretmeni,  bir dönem il sağlık müdürlüğünde şube müdürlüğü yapmıştı (Önceden sağlık meslek liselerinin çoğu. Bunu da siyasi partinin desteği ile yapmış, partisi bakanlığı bırakınca, o da öğretmenliğe geri dönmüştü.

Hep milli eğitim bakanlarının öğretmenlik yapmamış kişilerden olduğu söylenir. Milli eğitim bürokrasisi hiç öğretmenlik yapmamış ya da en son ders anlatalı onlarca yıl geçmiş kişilerle dolu. Bir kere yönetici olan, bir daha öğretmenliğe dönmediği gibi, öğretmenin halinden de pek anlamıyor.

Bir dersi anlatacak öğretmenlerin hangi dersleri almış olması gerektiğine dair hiç bir yasa yok. Bir ara norm fazlası kalan yabancı dil öğretmenlerini, Türk dili ve edebiyatı öğretmeni yapıp, yabancı dil öğretmenlerine, Türk dili dersini maaş karşılığı yaptılar. Bu yönetmelik değişti mi, halen duruyor mu, bilmiyorum. Resim öğretmenlerine, sanat tarihi dersi maaş karşılığı oldu.

Bu branş değiştirmeyi ben de yaşadım, hem de biri isteyerek, biri de istemeden iki kere. Felsefe öğretmeni iken,  Anadolu Öğretmen lisesi, öğretmenlik meslek bilgisi branş öğretmeni oldum. Arkadaşlarım her yerde Anadolu Öğretmen lisesi olmadığını, dolayısı ile Ankara (veya başka bir yer)'ya tayinim zorlaşacağını söylediler. Oysa ben tam aksine Ankara il sınırlarına girmek için branş değiştirdim çünkü Anadolu Öğretmen lisesi azsa, bu branşın öğretmeni de azdı. 

Bu branşı yetiştiren öğretim programları ile ilgili Hacettepe üniversitesinin eğitim fakültesinin eğitim programcılığı bölümü kapatılmıştı. Bazı eski öğretmenler emekli olup, açık ortaya çıkınca akıllarına felsefe öğretmenleri geldi. Zaten bu branşın dersleri felsefe öğretmenlerinin branş dersiydi. (Ne alaka diye soracaksanız, ben de bilmiyorum) Branşa geçtim ve önemli bir kısmını daha önce hiç duymadığım konuları, önce internetten biraz kendim öğrenip, sonra anlatmaya başladım. Okulda  Hacettepe'nin bu bölümünden mezun bir branşdaşım vardı ve dediğine göre bazı konuları o da duymamış.

Sonra Anadolu öğretmen liseleri kapanınca, ister istemez ve otomatikman felsefe öğretmenliğine geri döndüm.

Ben de sosyoloji mezunu olarak gerekli 16 kredi psikoloji, 16 kredi felsefe ve 8 kredi mantık dersi almama rağmen felsefe müfredatı değince ilk defa duyduğum felsefe akımlarını anlatmak zorunda kaldım.

Dostlarım, hiç İngilizce öğretmeninin bankacı, sınıf öğretmeninin ziraat mühendisi atandığını ya da makine mühendisinin, inşaat mühendisi olarak çalıştırılabildiğini duydunuz mu? Ülkemizde öğretmenlik yıllardır öğretme işi değil de,  gençleri bir süre avutma-bakma oyalama işi yapan kişiler olarak görülüyor.

Eğitimde başarı isteniyorsa önce öğretmenliği profesyonel ve uzmanlık alanları olan  bir meslek olduğunu kabul ederek, bu zihniyeti değiştirerek başlayalım.


8 Aralık 2020 Salı

YIRTIK DONDAN FIRLAYAN ÜNLÜLER

 



Gün geçmiyor ki bir ünlümüz, eski ünlümü, yarı ünlümüz ya da kendini ünlü zanneden biri, bir röportajda ya da twitter başta olmak üzere sosyal medyada açıklamaları ile dikkatleri üzerine çekmesin ve hemen ardından sosyal medya gündemini gün boyu meşgul etmesin.

İşin doğrusu Türk halkı olarak artık bundan sıkılmaya başladık. Bunun kökeni benim hatırladığım Turgut Özal ara ara ani çıkışlarla gündemi değiştirmesiydi. Sonra Aziz Nesin'in Türk halkının aptallık yüzdesi verdiği o meşhur  mülakatla başladı. Sonra Ahmet Kaya'nın linçe konu olan açıklamaları ile devam etti.

Ahmet Kaya ne yazık ki böyle çıkışları çok yapar, medyanın ilgisini üzerine toplamaktan zevk alırdı. Oysa bu yaptığının itibarını zayıflattığını düşünmemişti. O çıkışları onun linç edilmesinde zemin hazırladı. Çünkü bu gereksiz çıkışlar, kişinin toplum içinde önce itibarını, sonra popülerliğinin yitirilmesine sebep olur.

Son bir kaç yıldır, pek çok ünlü  ya da ünlümsü kişi, iktidarı alkışlayan ya da gelişmiş ülkeler bizden daha kötü gibisinden açıklamalar, hem kendi itibarlarının, hem de iktidarın yıpranmasıdır.

Çünkü fazlası ile zengin ve hali hazırda devletin imkanlarından da nemalanan bu kişiler, ilginçtir referandumlarda ben de varım derken, biz bize yeteriz ve benzeri iktidarında dahil olduğu bağış kampanyalarında yokturlar.

Bu fırlamaların bir kısmı, koronanın başlarında, iflas ettik, fakir kaldık, kiralarımızı alamıyoruz diye ağlıyorlardı, sonra onlara youtube konseri verildi de, sustular.

Sık sık her şey çok güzel oluyor diyenlerin en büyük özelliği varlıklı olmalarının yanı sıra, pek çoğunun aileden de varlıklı olması. Mesela Kenan İmirzalıoğlu, Ankara'nın Bala ilçesini sahibi Mirzaailioğulları soyunun bir ferdi.

Hani denir ya, ağaların iki oğlu varmış, biri soldan, diğeri sağdan politika yaparmış; işte bu sözlerin kaynağı, Mirzaalioğulları soyudur ki Bala ilçesinin sahibiler desek yalan olmaz. Aile, soy adı kanundan sonra iki ayrı soy adı aldı, Mirzaalioğulları ve İmirzalıoğulları. Mirzaalioğulları sağdan, İmirzalıoğulları soldan siyaset yaptı, Kenan'ın amcası CHP'den milletvekili bile seçildi. İki ayrı soy adına rağmen, aileler birbirlerini akraba olarak bilirler, ayrıları, gayrıları yoktur. Kenan bey de bu ailenin mensubu olarak, ülkedeki sıkıntıları yaşayacak, olumlu ya da olumsuz yorum yapacak biri değildir.

Ülkemizde zenginlerin hep yoksul çocuğu olduğu imajı verilir ki, bu pek doğru değildir. Serdar Ortaç'ın babası, beş yüzden fazla işçisi olan bir fabrikatördü. Sertap Erener'in abisi ülkenin en büyük reklam ajansının sahibi vs, vs.

Kaldı ki çocuklukları fakir bile geçmiş olsa, yıllardır magazin basını ile gözümüze sokulan süper lüks bir yaşamları var ve pek hayır sever oldukları da söylenemez.  Baştan da söylediğim gibi, biz bize yeteriz ve benzeri kampanyalarda sessiz kaldılar.

Diğer bir sorun da pek çoğunun kendisini ünlü zannetmesi. Bir  kısmı eskiden ünlüydü. Mesela Hülya Koçyiğit'i, salgında evvel bir AVM'de görmüştüm. Kendi yaşlarında otuz kadar kadınla konuşuyordu ve galiba AVM yönetiminin davetlisiydi. Aynı gün tam karşısındaki AVM'de yeni yetme bir youtuber, binlerce gençler ortalığı yıkıyordu.

Koçyiğit'in otuz filmde rol arkadaşlığı yapmış Ediz Hun'un halen ünlü olduğunu söyleyebilirim. Ahatha Cristine'in meşhur On Küçük Zenci oyunu ile salonu dolduruyor ve muhteşem oyunuyla izleyicilerini memnun ediyor. 

Başka bir eski ünlü de Hülya  Avşar. Selfi filminin başarısızlığından beri ortada görünmüyor. Daha öncesi on beş yıl kadar sadece Acun Ilıcalı'nın yarışmalarında jüri üyeliğinden başka kayda değer iş yapmadı. Oynadığı sinema filmleri ise sırf o oynuyor diye iş yapmadı.

Bazıları da neye göre, kime göre ünlü diye sormalı. Eskiden iletişim kanalları azken, belli kişiler gerçekten ünlüydü. 2001'de cenazelerde bile Kuzu Kuzu dinleniyordu, Tarkan'ı bilmiyorum demek mümkün müydü? Daha öncesinde İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Sezen Aksu ve benzeri bazı sanatçıların kasetini almamış olanlar bile üç-beş şarkısını ezbere bilirdi. Sonra eskiden tek televizyon ve çok az gazete-radyo vardı. Oralarda bir kere görünen bile ünlü olabiliyor. Oysa ben bu gün kendince ünlü olan ya da kendini ünlü zanneden pek çok kişiyi hiç bilmiyor, bu da kim diyorum ki, benim gibi tepki veren pek çok kişi var.

Ünlü olmak giderek değersizleşiyor ve bu saçma çıkışlar, ünlü olmayı da giderek değersizleştiriyor.

Onlara Amerika'nın meşhur başkanı Kenedy'nin sözü ile sesleniyorum.

Tarihi değiştirecek şeyler söylemeyecekseniz, kalabalıklar önünde konuşmayınız.