1 Eylül 2021 Çarşamba

DUYGU EĞİTİMİ NASIL OLUR ? 1Goebbels İlkeleri

     


Duygu Eğitimine eskiden beyin yıkama denilirdi. Duyguların merkezinin de beyin olduğu, tıp tarafından  kabul edildiği, modern tıp bilimi tarafından onaylandığı için, bu deyim de doğru. Ben, olguyu dana net ifade ettiği için bu sıfat tamlamasını kullanıyorum. b

Joseph Goebbels ilkeleri, bu ilkeleri unutmayalım. Kendisi de bu ilkeleri Katolik kilisesinden almıştır. Yalanı söyleyeceksen büyük yalan söyle, yalanını sürekli tekrarla, yalanın yakalanırsa bile dönme, daha büyük yalan söyle, daima ilke olmalıdır.  Bu ilkeleri de Goebbels, kiliseden, daha doğrusu dinden almıştır. Dinlerdeki pek çok olgu, ne tarih bilgilerine uyar ne de mantığa.

En basitinde Yusuf ile Züleyha hikayesine bakalım. Bu hikaye o kadar çok tekrar edilir ki, bu tekrarlar antik çağ Mısırlılarının, neden hadım edilmemiş bir kölenin, bir soylu kadının hizmetine verildiğini  sorgulamamıza  engel olur. Mısırlılar, en erken tarihlerde spermin, testislerde üretildiğini biliyordu ve kadınlara hizmet edilecek köleleri, önce iğdiş ediyordu. Gerçi bu operasyon sırasında ve sonraki günlerde kölelerin yüzde doksanından fazlası, acı içinde, hele de yaraları iltihap kapmışsa, günlerce acı çekerek ölüyordu. Sonrasında köle, yüz kat değer kazanacağı için bu önemli değildi. Hele de bu muameleye maruz kalanların çoğunlukla savaş esiri düşman askeri olduğunda ise, zerre kadar önemli değildi.

19. yüzyılda arkeolojinin gelişmesi, eski dillerin çözülmesi, Sami dinlerinin (Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet) kökenlerini ortaya çıkardı. Gene insanların fikirleri değişmedi. Çünkü mesele fikirleri değiştirmek değil, duyguları değiştirmekti. Çoğu kez yalan bilginin yalanı ortaya çıksa bile, 

İnsanlar yüzlerce, hatta binlerce yıldır; Türklerin, Hristiyan çocuklanın etini yemediklerini; Yahudilerin, iğneli-çivili fıçı içerisine attıkları Hristiyan çocuklarının kanını içmediğini; Alevilerin mum söndü yapmadığını; Putperestlerin Bakus-Dyonsos şenliklerinde grup seks-eş değiştirme yapmadıklarını; ve daha bir çok söylentinin yalan olduğunu biliyordu. Mesele onlar oaln nefretlerine kılıf bulmaktı.,



Mesela Hasan Sabbah ve Alamut fedailerinin esrarkeş olduğu iddiasına gelelim. Enver Berhan Şapolyo'nun 1930'larda yazdığı Mezhepler ve Tarikatlar tarihi adlı kitapta bu iddia geçmez. İmam Gazali'bin, Şiilerin gerçek yüzleri adlı kitabında da geçmez. Kaldı ki bu iddia mantık dışıdır çünkü, Sabbah'ın fedaileri,  Selçuklu, Abbasi ve hedef aldıkları Sünni devletin saraylarında üst düzey mevkilere geliyorlardı. Bunun için de yıllarca Sabbah ve diğer liderleri ile görüşmüyorlardı. İstediğiniz psikiyatriste, nöroloğa sorun. Bir maddeyi 18-20 ay boyunca almazsanız, artık müptela değilsiniz. Kaldı ki müptela bir insanla iş yapılmaz. O zamanlarda da, önemli kişilerin bir sürü koruması-muhafızı olurdu. Beyninin nevri dönmüş bir keşi, öyle bir suikasta görevlendirmek, işi iptal etmek gibi bir şeydir.  Bu söylenti, Fransa'da çıkmış. 




Yakın tarihlerde de buna benzer örnekleri sıkça görüyoruz. Köy Enstitülerinin tarihi 6 (altı) yıldır. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, sadece üç dönem mezun vermiştir. Köy Enstitülerini altı yılda kapatan muhafazakârların, bu enstitüler aleyhine tek bir davaları, suç dosyaları yoktur. Hatta gazete haberi de yoktur. Oysa sağcı, dindar bir aileden geliyor ya da böyle çevrelerde yetişmişseniz, köy enstitülerin ile efsaneler duymuşsunuzdur. Bazı binaların haç ya da orak-çekice benzetilmesinden,  kanalizasyonun, terk edilmiş yeni doğmuş bebeklerden dolayı kapanmasına kadar. İşte bu dedikoduların hepsi yalandır ve hepsi de karalama kampanyalarının dedikodulardır. Hatta solcu okuyucular da pek inanmayacak ama ben öğretmenliğimin ilk yıllarında tanıdığım bir kaç emekli köy enstitülü öğretmenden anladığım kadarı ile, enstitü mezunları zannedildiği kadar solcu da değildi. Solcu olanlar, yazar-şair olup, göze battı o kadar.



Öyleyse neydi enstitüleri, sağ için bu kadar tehlikeli yapan? Enstitü mezunlarının göz açık olması, o zamanlar vergi verilmesin diye tapuya kaydı yapılmamış arazileri  üzerlerine geçirmek gibi yasal boşlukları kullanmak alışkanlıkları vardı. Bu uyanıklıkları, yüz yıllardır yasa nedir bilmeyen, ne denirse inanan köylülere öğretmek gibi alışkanlıklar da edinmişlerdi. Yasal olarak yirmi yıl boyunca istifa edemiyorlardı. Tehlike olansa, memuriyetten atılmaktan da pek korkmuyorlardı. Çünkü o yıllarda zor bulunan marangozluk, inşaatçılık ve demircilik gib o yıllarda pek bulunmayan meslekleri edinmişlerdi.

Yakın tarihimizde böyle çok tekrar edilmiş, yüksek sesle bağırıla bağırıla söylenmiş çok yalan bulabilirsiniz . En basitinden balyoz ve kumpas davalarına, 12 eylül 2010 referandumuyla, hakim ve savcı atamalarını siyasetin eline verilmesinin demokrasi getireceğine falan hep inandık daha doğrusu toplum inandı. Çünkü o yıl; fabrikalar-tarlalar, her şey emeğin olacak diyen komünistler ile, kamu iştiraklerini babalar gibi satarız diyen komünistler,  Türkçüler ve tüm medya, bunu ilan etti. Daha öncesinde de özelleştirmeler ile, elektrik faturalarındaki kayıp, kaçak ödemesinden kurtulacağımız ilan etti. 

Ve daha neler neler. Toplumu buna inandırmak için, sadece ısrarla aynı yalanı, büyüterek yetmez, yüksek sesle ve kalabalıklarla da söylemek gerekli. Bunun için de kalabalık bir medya gerekli. Bu da bu serinin 2. yazısı olacakç

25 Ağustos 2021 Çarşamba

ETKİNLİK EĞİTİMİ SORUNUMUZ


 

Geçen gün şehrin bayağı kenar mahallede bir lisede sınav görevim vardı. Okulda müdür hanımın öğrencilere  saksılarla yaptırdığı botanik bahçesini gördüm. Mütevazi ama öğrenciler için ilginç bir tecrübeydi. Aynı projeyi kendi müdürüme de önermeye karar verdim.

Diğer yandan da, bir tarım ülkesinden uzaklaşmamız bir yana, yeni neslin doğadan uzaklaşması tehlikesini de düşündüm. Okul, çevrenin kendisi olmalı, çevreden yalıtılmamalı. Bunlar herkesin bildiği ya da bilmesi gereken  eğitim ilkeleri.

Oysa Türkiye'de okul halen, yani pratik durumda ders anlatılan, dinlenilen ve belirli özel günler haricinde de pek az etkinlik yapılan yerler. Çalıştığım pek çok okulda bunu gördüm. Mesela köy enstitüsü- Anadolu Öğretmen lisesi ve en nihayetinde de fen lisesi olan bir okulda iki yıl çalıştım. Ne bir okul gezisi, pikniği, ne bir öğrenci şenliği (köy enstitüsü etkinliğini saymıyorum, öğrencilerle alakası yoktu) olmadığı gibi, ulusal-uluslar arası bir yarışmada da olmadı. Okulun tek ciddi öğrenci etkinliği,  kendileri çalıp, kendileri oynadıkları Tübitak fuarıydı. Kendi çalıp, kendi oynamak deyiminin tam yeriydi bu fuar. Gayet güzel bir ziyafetle, ilçe kaymakamını ve ilçenin önemli isimlerini ağırlamamız dışında, ilçedeki diğer okulların haberi bile olmayan bir etkinlikti. Bir öğretmenin 65 (altmış beş) projeye birden danışmanlık yaptığı tuhaf bir etkinlikti. Tarihi okulun ne spor ne de sanatta doğru dürüst bir etkinliği yoktu. Ne ilçe-il-ülke çapında bir yarışmaya katılıyor, ne okul içi yarışma-turnuva düzenliyordu. Üstelik okulun köy enstitüsünden kalma devasa orman arazisi, (Önemli bir kısmını polis okulu, kız meslek, imam hatip lisesi ve hatta ilçe hastanesinin bir polikliniğine bırakmış da olsa, o arazi gene de devasaydı:)hatta içinde kısmen de meyve ağaçları vardı. Bir kısmına bazı meraklı öğretmenler baksa da, çoğu da bakımsız kalmıştı.

Çalıştığım pek çok okul, bu durumdaydı. Zira her etkinlik, ciddi bir sorumluluk demektir. Yukarıdan bir emir, ya da öğrencilerden-velilerden bir istek gelmedikçe bir etkinlik yapmamak, çevre ile iletişime geçmemek en iyisidir. 

Çünkü ülkemizde iyi bir işe yaptığınızda takdir etmezler, iş yapmadığınızda, neden yapmadınız demezler ama kötü iş yapıldığında, neden diye sorarlar. Bu sadece bir devlet geleneği değildir, halkın tepkisi de böyledir. Mesela turnuvada kavga çıktı, okul pikniğinde kızlardan bir kocaya kaçtı (bir arkadaşımın başına gelmiş) veya kaza oldu, herkes size hesap sorar. Fakat başarılı bir gezi ya da programın ödülü yoktur.

Şöyle ilginç bir olay anlatayım. Çalıştığım başka bir okulda, vekaleten idarecilik yapan iki arkadaş, yaz tatilinde ilçede olduklarından, ilçenin geleneksel güreş festivalinde (aslında kültür-sanat ama işler hep yağlı güreş turnuvasında takılıyor) görev almışlar. Bir de o zamanlar, bu festival çok gözde,  koalisyon ortağı partilerden birisinden belediye başkanı. Bayağı öneli politikacılar katılıyor, bürokratlar katılıyor ve yapılan pilavı beğenmiyor. Aşçının hatasının bedelini bu iki arkadaş düşük sicil notu ve bu düşük sicil notu yüzünden müdür yardımcılığı sınavına girmeyerek ödüyor. Bu düşük sicil notunu ve sebebini de o zaman öğreniyorlar. 

Şimdi bu ve buna benzer olaylar, öğretmeni etkinlik düzenleme ya da düzenlenen etkinliğe katılma hevesinden alıkoyuyor. Bir de, belediyenin etkinliğinde neden öğretmen görevlendirilir? Özellikle ilçelerde, resmi törenlerde illa öğretmenlere angarya görev vermek, hastalıklı bir alışkanlık gibi.

Asıl zararlı alışkanlık da,  başarıyı takdir etmemektir. Anadolu Öğretmende çalıştığım zaman bir sınıfta (25 kişilik sınıf) 16 hukuk kazanan olmuştu ( o zamanlar bu kadar çok hukuk fakültesi yoktu). Öğretmenlere ödül verilmesi söz konusu olduğunda il milli eğitim müdürlüğü, başarıyı dershaneye bağlamış ve ödül vermeyi ret etmişti. (Öğretmen arkadaşlar ödüle değil de, başarının dershane bağlanmasına içerlenmişlerdi. Sahi, madem marifet dershanede, süper lise (o zamanlar süper lise vardı) mezunlarında neden benzer bir başarı kazanamamıştı?)

Böyle olunca da öğretmen ya da memur, amirlerden emir gelmedikçe ekstradan bir etkinliğe öncü olmaya isteksiz oluyor.

Diğer bir konu da bu etkinlikler için öğrenci seçimi sorunu. Okulların pek çoğunda, önemli gün ve hafta etkinliklerine (kompozisyon, şiir okuma, sunum, folklor gösterisi vesaire) bir sunum ve okulun kendisini gösterme faaliyeti olarak görüyor. Bunun sonucu olarak da, bu faaliyetlere hep aynı öğrenciler katılıyor. Çünkü öğrencinin olası başarısızlığı,  okulun başarısızlığı gibi bir durumdan korkmakta, öğrencinin sorunundan sorumlu olma korkusu yaşamaktadır. 

Oysa bu etkinlikler, aynı zamanda bir eğitim etkinliğidir. Bu yüzden de sıkıntılı  öğrencilere, risk alınarak da olsa, rol verilmelidir. Aslında yapılması gereken, bu etkinliklere mümkün olduğunca çok öğrenciyi katmaktır. Bu etkinliklere katılmayan ya da çağrılmayan öğrencilerin, okulu benimsememe durumu ortaya çıkabilir ki pek çok kez öyle de oluyor.

Başka bir sorun olarak ülkemizde etkinliklerin bir öğrenme eylemi değil de, özel günlerdeki gibi gösteri ya da gezi-takım maçı durumlarda eğlence gibi algılanması. Oysa takım oyunları, takım halinde hareket etmek,  sevmesen bile aynı takımda olduğun için uyumlu davranmayı öğretir. Okul gezileri,  topluluk içinde hareket etmeyi, otel kuralları ile geceyi geçirmeyi vesaireyi öğretir. İşin doğrusu gezi planlanırken , bu tür eğitimlerin de planlanması gerekir.

Son olarak da,  okul pikniklerinin sadece mangalda et ya da bir şeyler yemek olmaması için de planlama yapılması gerekliliğindeyim. Öğrencilere doğa sevgisi öğretilmeli, ağaçların sadece mangalcılara gölge olmadığı öğretilmeli ve hatta okul pikniklerinde mangal yasaklanmalıdır.

Eğitim sistemimiz tel tel dökülürken, her teli için az da olsa fikir üretmeye çalışmaya devam edeceğim.


21 Ağustos 2021 Cumartesi

ARİFLERİN MENKIBELERİ VE MEVLEVİLİĞİN KARANLIK YÜZÜ



Son bir kaç yıldır fark ettiğim bir gerçek var. Din kitapları çok satılıyor ama az okunuyor. Bu sadece Kuran-ı Kerim değil, diğer dini kitaplar da satın alınıyor ama okunmuyor. Bunun en garip ispatını tesadüfen aldığım bir kitapta gördüm. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/gazalinin-omuzundan-atilan-tufekler.html ) Hüseyin Hilmi Işık, kendi konuşmalarını kitap yapmış, Gazali'nin Kimyayı Saadet'i gibi basmış. Üstelik bunu 1969 yılında yapmış, bunu da ben bu blogda yazana kadar fark eden olmamıştı, olsa da kamuoyuna duyurmamıştı. Zira Hilmi Işık, Işıkçılar denen ve halen İhlas holding, Türkiye gazetesi ve benzeri yayın organlarını elinde bulunduran güçlü bir tarikat. İnsanların o dini kitapları okumadıklarından o kadar emin ki, yazılı kağıdına futbol maçı anlatan öğrenciler gibi, kitabı alakasız şeylerle doldurmuş.
Şu günlerde tarikat liderleri, kuranın Türkçe çevirisinin okunmaması için uğraşıyor. Ben de öğrencilere, tefsir kitaplarını, İmam Gazali,  Said-i Nursi, İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Şafi gibi din adamlarının kitaplarını okumalarını öneriyorum. Zira Kuran'da yazılanlara, o ilahi bir kitap, bir sebebi vardır diye açıklanabilir. Ancak meşhur tefsirciler için benzer bir bahane bulamayız.
Ariflerin Menkıbeleri de böyle bir kitap. Kitaptan alıntıları pek çok muhafazakar gazete, dergi ve benzeri süreli yayınlarda, Ariflerin Menkıbeleri'ndan parçalar yayımlanır, tıpkı Mesnevi'de olduğu gibi. Mesnevi'de otuz kadar pornografik bölüm vardır. Üstelik Mevlana bunları ballandıra ballandıra anlatır. Pek çok çocuk kitabında ise, hayvanlı, böcekli hikayeler vardır.
Ariflerin Menkıbeleri adlı kitabı okumaya başlama sebebim, Timur Soykan'ın Badeci Şeyhin Sır Odası adlı kitabında, bu kitaptan bahsetmesiydi. Kitapta bahsedilen sapkınlıklardan bazılarını görmedim, ama o kadar sapkınlık gördüm ki, diğerleri de herhalde başka nüshalardan vardır diye düşünüyorum.
Ahmet Eflaki'nin hayat öyküsüne baktım internetten. Genç yaşta Mevlana'nın oğluna mürit olmıuş, sonra türbedarlıklar yapmış, Konya'da Mevlana'nın yakınlarına gömülmüş.
Kendisi Mevlana'yı, babasını ve soyunu abartılı bir şekilde övüyor, hem de Mevlana'ya rağmen. Öyle ki yer yer, eğer Mesnevi'yi baştan sona okumuşsanız, Eflaki hiç mi Mesnevi okumamış diyorsunuz, oysa ki sık sık Mesnevi'den beyitler de ekliyor kitabına. Mevlana, çocukken helva ve kuru üzüm  istemek için ağladığını Mesnevi'de yazarken, Eflaki, onun ağzından çok az yemek yediğini, hatta dört ay yemediğini yazıyor( 469). Sonra Mevlana, ibadette ve takvada aşırıya gidenlerle alay ederken,  Eflaki, Mevlana'nı yıkanmayı bile unutan Kayserili bir şeyhe  mürit olduğunu yazıyor (sayfa 96) Hatta Mevlana'ya düpedüz tanrı diyor (sayfa 252). Kitap boyunca Mevlana, babası, Şemsi Tebrizi, Mevlana'nın soyundan gelenler ve Mevlana'ya yakın olanlarla ilgili olarak ipe-sapa gelmez efsanelerle dolu. Mesela Mevlana, Mesnevi'de kimsenin, kimseyi kabir azabından kurtarmayacağını söylerken,  Ariflerin Mnekıbeleri'nde sayfa 295'de Mevlana birisini kabir azabından kurtarıyor. 303. sayfada Mevlana'nın oğlu, Şam'da medresenin çatısında, gökte yürüyor. 505'de ise Mevlana'nın yetmiş (70) kere hacca gittiğini söylüyor. Hac, İslam'a göre yılda bir kere yaşanır. Mevlana ise Vikipedya'ya göre altmış altı yıl yaşamış. Üstelik o zamanlar hac,  yılda bir yapılabilen bir eylem. Kaldı ki o zamanın ulaştırma teknolojisi ile aylar sürmekte.
Eflaki, Mesnevi'yi de Kuran yerine koyuyor. Sayfa 226'da Mesnevi'nin değiştirilmesini, Kuran'ın değiştirilmesine benzetiyor. Sayfa 261'de ise, biri Mesnevi, Kuran tefsiridir diyen birine, ey  eşek, ey kahpenin kardeşi (Eflaki'den aynen aktarıyorum), neden Kuran değil diye hakaretler ediliyor. 261 oldukça ilginç.
Eflaki'nin Mevlana ile ortak noktası, Türk düşmanlığı. Mesnevide de bol bol Türk düşmanlığı var. Mesela Mevlana, gülmekten terziye kumaş çaldıran bir Türk'ün ahmaklığından ya da Çinliler ile resim yarışması ve boya yerine cila kullanıp, Çinlilerin resimlerini yansıtarak ödül alan Türklerden falan bahseder.  
Eflaki ise daha ileri gitmiş. Aldığım notlardan gidiyorum; Sayfa 242, Mevlana, Konya Türkler yüzünden yıkılacak diyor; 333'de din adamı olmadığı halde sarık takmaya özenen bir Türk azarlanıyor; 542'de Mevlana yada oğlu, bağı Rumlara yap, Türklere bozdur, Türkler ancak bozmasını bilir diyor; 568'de Karamanoğlu Mehmet bey kast edilerek, Konya, merhametsiz Türk yüzünden harap oldu diyor; 675'de sorumsuz ve utanmaz Türk askerinden bahsediyor; 683'de de sorumsuz ve laubali Türk'ten bahsediyor. Kitapta not almadım ama 2-3 yerde Kürt uyuyup, Arap uyanan şeyhe şükür olsun deniliyor. Dipnota göre Kürt cahilliği, Arap'ta ilmi simgeliyormuş.
Kitapta Moğolların Anadolu'da bayağı etkili oldukları ve onlara karşı sık sık isyanlar çıktığını öğreniyoruz. Kitap otuz-otuz beş yılda yazılmış ama anladığım kadarı ile kısım kısım ve o zaman için elde çoğaltılan bir dergi gibi çoğaltılmış. Kitap boyunca anlatılan siyasi olayların çoğu yanlış çünkü kitabı hazırlayan akademisyen, dipnotlara düzeltmiş. Mevlana ve müritleri, benim kitaptan anladığım kadarı ile sonuna kadar Moğolların yandaşı olmuşlar. Bunlarla ilişkin pek çok örnek var kitapta. Mesela 245'de Bacu (ya da Baycu) Noyan'a Mevlana'nın dilinden evliya diyor. Hatta, Bacu Noyan, evliya olduğunu bilmezdi diyor. Baycu Noyan ise, hayatı boyunca hiç Müslüman olmamış, bolca Müslüman katletmiş ve  İlhanlı hükümdarlığında taht kavgası uğruna ölmüş. Zaten kitap boyunca sıkı bir Moğol övgüsü var ve özellikle Konya'nın egemenliği için Moğollarla sık sık çatışan Karamanoğullarına da muhalifler. Konya, Türkler yüzünden yıkılacak demesi de, Karamanoğullarının sık sık isyan edip, Konya'yı fethetmeye çalışması. Mevlana, Mesnevi'de memleketim Erzincan hakkında iyi şeyler yazmaz. Ben bunu yöre halkı ile anlaşamadığını falan sanıyordum, meğer Moğol yandaşlığı ve yerel beylerle ilişkilerinin kötüleşmesiymiş. (Bunu sayfasını not almamışım, özür dilerim) Sayfa 632 'de  yazıldığına göre Sivas'ta bir isyan çıkıyor Moğollara karşı ve Mevleviler, Arap Noyan diye bir Moğol beyinden yana oluyorlar. Ben, Sivas kalesinin,  Ankara savaşından önce, Timur tarafından yıkıldığını zannediyordum. Bu dönemde de ağır bir yıkım yaşadığını öğreniyorum. Aynısı Konya kalesi için de olmuş. Konya'ya ağır bir yıkım yaşamış. Asıl bomba kısım sayfa 713'de! Mevlana'nın babası Baha Velet dua ettiği için Moğollar böyle büyük bir imparatorluk olmuş. Eflaki'ye göre sırf Cengiz Hanın yaşamı boyunca, o dönemin Dünya nüfusunun %10'u olan 40 (kırk) milyondan  fazla insanı öldüren, Cengiz'den sonra da katliamlarına torunu Hülagü, yeğeni Kubilay ve daha onlarca torunu komutasında insan öldüren; son Abbasi halifesini ve onlarca İslam alimini katleden, mescidi, şehirleri, köyleri takıp yıkan Moğollar, Mevlana'nın babası sayesinden zaferlere ulaşmış.  Ahmet Eflaki öyle diyor.


Bu kütük gibi kitabı okumuş olmamın en başta gelen sebebine değinelim. Timur Soykan, Badeci Şeyhin Sır Odası kitabında, Ariflerin Menkıbeleri kitabında Şemsi Tebrizi'nin Mevlana ile cinsel ilişkisinden, evliyalığını saklamak için eşekle cinsel ilişkiye giren şeyhten, şeyhin tanrı sayılması, şeyhin müridinin karısını ve çocuğunu istemesinden,  Tebrizi'nin mürit olmak isteyen kişiden, hem de Tebriz çarşısının ortasında, hurma şarabı içmesini istemesinin yazdığını söylüyordu. İlk ikisini bulamadım ama büyük ihtimalle bu kitabın başka nüshalarında bulunabilir. Şeyhini tanrı, hatta allah, peygamber sayan mürit, sayfa 263'de okunabilir. Şemsi Tebrizi'nin mürit adayından, Tebriz çarşısında ve herkesin içinde hurma şarabı istemesi, sayfa 471; Arif Çelebi'nin müridinden şarap içmesini istemesini, müridinin çocuğunu ve karısını istemesi de470. sayfalarda mevcut.
Not aldığım diğer garip şeyler de şöyle; 291, göze iyi gelen Hicaz çöl kumları; 295, Mevlana ve yanındakilerin gayb yemeği yemesi; 395'de tanrı bir peygamber daha gönderse bu İbni Sina olurdu deniliyor (oysa Mesnevi'de İbni Sina, Farabi ve diğer  Meşai filozoflar hakkında iyi konuşulmuyor. Hatta hem Mevlana, hem de Tebrisi, filozof kelimesini küfür gibi kullanıyor) 401, kadının sözünü dinle ama tersini yap hadisi;  474, Şems'in bu kafire küfredersem, kafir cennete gider demesi; 480, mahbubperestlikten, yani oğlan yüzüne bakma takıntısından bahsedilmesi, gökyüzündeki Beyt-ül Mamur diye bir mescitten bahsedilmesi (başka kaynakta görmedim; (sonlara doğru bu sapık ve tuhaf ifadeler artıyor)461 Baha Veled'in şarap içmesi ve 683 başka bir içme sahnesi. 
Kitabı yazanın Mevlana'ya yakın gömülecek kadar önemli birisi olması da kafaları karıştırıyor. Kesin olan bir şey varsa, Mevleviliğin o kadar saf ve hümanist bir mezhep olmadığı. Toplumumuza onlarca yıldır Meqvlevilik üzerinden tarikatçılık yüceltiliyor ve pazarlanıyor. Oysa Timur Soykan'ın kitabında bahsettiği Bursa'daki sapkınlıklara çok da şaşırmamız gerekiyor.


14 Ağustos 2021 Cumartesi

KAYNAŞTIRMA,BEP ve ZEP VE ÖZEL BİREYLER EĞİTİMİ PROBLEMLERİMİZ.



 İlk, orta ve lise hayatımda hiç bir özel gün (Milli bayramlar, 24 Kasım vs) veya etkinlikte görev almadığım gibi,  okul nöbetçisi bile olmadım. Bunu anlattığım bir öğrencim:

-Hocam, kaynaştırma öğrencisi miydiniz? dedi. O zamanlar kaynaştırma öğrenciliği yoktu. Benim gibi ileri hiperaktif öğrenci de, böyle idare ediliyordu. Aslına çok da idare edilmedim. çünkü iki defa iki ve üç dersten sınıfta kaldım ve Türk eğitim tarihinin tek beklemeye kalan öğrencisi oldum. Yani okuldan alındım ve ertesi yıl bütünleme sınavlarına girdim. 

Uzun süre Türkiye'nin özel eğitim sorunu çok fazla olmadı, özellikle de zorunlu eğitim beş yılla sınırlı iken. Sınıfta bırakma da, sadece derslerle alakalı değildi. Hem öğrenciye disiplin için tehdit unsuru olarak kullanma, hem de istenmeyen öğrencilerin okuldan alınması için bir yıldırma B aracı olarak kullanıldı. Doksanların başında, şimdilerde kimselerin hatırlamadığı kredili sistem öncesinde, okul sıralarının üçte biri, sınıf tekrarı yapanlarca dolduruluyordu.

Atatürk'ün, eğitimde gözden çıkarılacak fert yoktur sözüne rağmen Cumhuriyet dönemi, Osmanlı ve hatta medreselerden kalma eleme zihniyetinden kurtulamadı. Üstelik bu eleme sadece bilgi anlamında değil, itaat anlamında da eleme ve bu elemeyi halen notla yapma çabası var. Bu yüzden de öğrenciler sınıfta sessiz kalarak geçmeyi umuyor.

Zeka geriliği, hiperaktiflik, ailevi ve psikolojik sorunlu öğrencilerin üzerine , Suriye başta olmak üzere göçmenler geldi.

Asıl sorun ise toplumun engelliler ve diğer BEP'li bireylere karşı tavrıdır. Toplum, çoğu kez kendi aile bireyleri de dahil olmak üzere, uğraşılacak bir bela, can sıkıcı bir sorumluluk olarak görür. Hatta zihinsel ve zekasal problemli çocukları da, eğer gücü yetiyorsa alay konusu, gücü yetmiyorsa da bir tehlike olarak görür. Buna öğretmenler, okul yöneticileri ve pek pek çok RAM (Rehberlik Araştırma Merkezi) görevlisi de, olaya benzer şekilde bakar. Oysa bu insanlar, sorunlarına rağmen ve hatta belki de sorunları sayesinde ekonomiye ve hayata değer katan bireyler haline dönüşmeli, eğitimin her kademesinde bunun için çalışmalı.

En başta bu zihniyeti değiştirmeli. 2019'da Aksaray ilinde otizmli öğrencilere yapılanlar münferit falan değildir. Bir öğretmen olarak bizzat biliyorum. Aileler öğrencilerini böyle bireylerin olmadığı sınıflara göndermek ve sınıflara böyle bireylerin gelmesini engellemek için de torpil dediğimiz tanıdık-nüfus baskısını kullanır.

Öte yandan zihinsel engelli ya da hiperaktif raporlarının çoğun da, öğrencilerin bedava sınıf geçmesi veya ekstradan destekleme eğitimi alması için, yer yer de bundan kar eden özel eğitim kurumlarının devletten para alması için sahtekarca çıkarıldığı da, bu yazıda bahsetmezsem ayıp olacak ayrı bir gerçek.

Bunun için de ilk önce velileri ve toplumu eğitmeye çabalamalıyız.

6 Ağustos 2021 Cuma

12 EYLÜL'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU 6-TÜRKÇÜLÜK , ATATÜRKÇÜLÜK VE SENTEZCİLİK

 


Aslında niyetim duygu eğitimi ile ilgili bir genel yazı ile bitirecektim. çünkü çok tekrar yaptığımı fark ettim. Ama 12 Eylül rejiminin Atatürkçü ve Türkçülük görüşünü ayrıntılı yazmasam olmadı. Bu döneme gardırop Atatürkçülüğü demek yetersiz kalır. Aslında olan, gardırop Atatürkçülüğünü kullanarak, Atatürkçülükten uzaklaşmaktı.

Ben, sosyal demokrat ve Alevi bir ailede büyümüş bir birey olarak her zaman, Ülkü ocağı üyesi olduğum zaman da dahil olmak üzere, hayatımda her zaman Atatürk'e hayran ve sempati duyan birisi oldum. Bilinçli bir Atatürkçü olmam ise, kırklı yaşlarımda oldu. Çünkü bizim nesle anlatılan Atatürkçülük ile, gerçek Atatürkçülük arasında dağlar vardı.

Seksenlerin başlarında, özellikle de 1986-87'e kadar meşhur gardırop Atatürkçülüğü çok modaydı. Gardırop derken, sahiden bir giyim-kuşam Atatürkçülüğünün yanı sıra, her bahçeye Atatürk büstü, her meydana heykeli ve her odaya resmi olacak şekilde  dekorasyon Atatürkçülüğü ve kırk yıllık Yeşilköy havaalanının adını Atatürk yapmak gibi benzeri şekilde isim Atatürkçülüğü de vardı.



Pek çok arkadaşın beni uyardığı gibi, şimdi de benzeri şekilde gardırop Müslümanlığı var. Bu da, kadınlarda malum, türban ve uzun pardösü,   erkeklerde badem bıyık, sakal, kravatsız takım elbise, evlerde la  portresi, sosyal medyada kun yekün vs vs. Buna karşın her nesilde oruç ve namaza ilginin düşmesi, gençler arasında Deizm başta olmak üzere dinsizlik yayılırken,  her tarafa cami yapılması, Ayasofya gibi müzelerin cami yapılması da var. Bunu da tarihe not düşmek adına ayrıca yazıyorum.

Diğer yandan pek çok alanda Atatürkçülükten uzaklaşma vardı. En ilginci, Atatürk'ün dil devrimine takıntılı denecek şekilde karşı olunması, TRT, ders kitapları ve Resmi Gazete gibi kurumların inatla Osmanlıca kelimeler kullanma çabasıydı. Bundan daha önce bahsetmiştim. 12 Eylül rejiminin en başarısız olduğu konu buydu. Zira özel televizyon ve radyolar  açılır açılmaz, bu özel kurumlara geçen spiker ve sunucular bile, o Osmanlıca kelimeleri anında unuttu.

Diğer yandan laiklik söylemi tekrarlana tekrarlana, laiklikten uzaklaşıldı. Zorunlu din derslerini, Alevi köylerine cami inşa etme ve imam hatip liselerini arttırma devam etti. İşin doğrusu laiklikten asıl uzaklaşma bu değildi.



Asıl laiklikten uzaklaşma, Türk İslam sentezciliği ile oldu. Türk İslam sentezi, seksenli yılların moda lafı oldu. Sentezcilik doksanlarda dillere pelesenk oldu. (Hatta radyo ODTÜ'nün Modern Sabahlar grubunun Sentezcilikle alay eden çok güzel bir parodi şarkısı vardır.) Alparslan Türkeş'e atfedilen, (ona ait olup, olmadığı kesin değildir) fikirlerimiz iktidarda, biz zindandayız dediği tam da buydu. 12 Eylül rejiminin Turancı bir yanı da vardı. 

Oysa Atatürk, ne Turancıları, ne de İslamcıları sevmemiş, 1934 Trakya Progromundan sonra Türk Ocaklarının kapanmasını emretmiş, (Ocak yönetimleri bir kongre ile kendi kendilerini feshetmiştir) yerine daha demokrat yönetimli Halkevleri'ni kurdurmuştur. Laikliği tam anlamı ile uygulanması için uğraşmış, Alevileri Sünnileştirmek için uğraşmamıştır.

Burada Atatürkçülüğün ya da Atatürk döneminde her yapılanın savunmasını yapmayacağım. Her lider ve ideoloji gibi yanlışları ve hataları oldu. Anlattığım Atatürkçülüğü, Atatürk düşmanı 12 Eylül ideolojisi ile öğrenmiş olma talihsizliğimiz.



Üstelik doksanlardan başlayan yetmez amacılık  ( https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html ) 12 Eylül ideolojisini Atatürkçülük olarak halka tanıttı. Üstelik bunu yaparken de, 12 Eylül rejimince en çok yaralanan (üyesi-seçmeni tutuklanan, fişlenen, gözaltına- hapse alınan) CHP'ye saldırarak yaptılar.

Bunun örneği de 2009 yapımı Güz Sancısı filmidir. Filmin senaristi  Etyen Mahçupyan'ın Radikal gazetesindeki yazılarını ara ara okurdum. Bütün yazıları birbirinin aynısıydı ve hep üç kelimenin etrafında dönerdi; merkez-çevre-çatışma. Kendisi üç kelime ile yıllarca gazetede köşe yazarlığı ve sosyologlug yaptı. Radikal gazetesi,  Yeni Yüzyıl ile beraber, beyaz yakalı sınıfı siyasal İslam'a ve tarikatçılığa ısındırma gazetesiydi. Yani duygu eğitimi amaçlı bir gazeteydi. Gazetenin bir dönem başyazarı ve genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, meşhur Kabataş yalanını gördüğünü bağıra-çağıra iddia eden tweetleri atan kişiydi ve o tweetler, onun hıyarlığı değildi.

Bir film ya da romanda olmayan şeylerdir asıl mesaj. Güz sanıcısı-, 6-7 Eylül İstanbul progromunu konu alıyordu. Filmde olmayan şey, dönemin iktidarı olan Demokrat Partidir. Filmde progromu planladığı ve uyguladığı Demokrat Partiye ait hiç bir işaret ya da belge yoktur. O zamanlar radyoda saatlerce Vatan cephesine katılanların okunması yok. Üzerine de, yağmayı yapanlar, tayyörlü, takım elbiseli Cumhuriyet Halk Partililer. Oysa o yağmayı yapanların çoğu, şalvarlı-poturlu ve köyden daha yeni göçmüş Demokrat parti seçmenleriydi.



Filmde Demokrat partinin suçu Komünistlere atma çabası da gösterilmiyor, o da ayrı konu.

Biz 12 Eylülün taze olduğu yıllara geri dönelim ve Türk İslam sentezciliğinden geriye sadece İslamcılık kaldı. Son beş yıldır, iktidar ve iktidar ortaklarından (buna Türk milliyetçiliğini ana ekseninde olduğunu iddia eden parti de dahil), Mehmet Emin Yurdakul gibi, Ben Türküm, dinim cinsim uludur diyebilecek bir kişi bile kalmadı, bu da tarihe nottur.

Ben, Gençliğe Hitabenin, Nutuk'un son bölümü olduğunu, üniversitedeyken Osmanlıca dersinde öğrendim. Nutuk'un tamamını da öğretmenliğimin ilk yılında okudum. Öğretmenliğimin büyük bir bölümü de, dini eksen alan ve her şeyi özelleştiren iktidarda geçti. Ben bu dönemde Atatürkçülüğü daha iyi anladım.

2010 referandumunda üzerimde bir çaresizlik hali vardı. Her şeyi görmenin ve hiç kimseye anlatamamanın hali canımı sıkıyordu. Daha önce de yazmıştım, 15 Temmuz bence bağıra çağıra geldi. Sonrasında bu blogu yazmaya karar verdim.

Yeni nesil ya da meşhur adı ile Z kuşağı, tüm bunlara rağmen Atatürkçülüğü bizden daha iyi anlıyor ya da ben öyle gözlemliyorum.

3 Ağustos 2021 Salı

VAHŞİ SULAMA SORUNUMUZ

 


Sevgili okurlarım. Bu yazıyı bu vakte kadar yazmamış olma sebebim, buna yetkim olmamasıdır. Hayatım boyunca çiftçilik yapmış, tarla sürmüş  olmadığım gibi, tarım sektörü ile tek alakam, öğretmenliğimin ilk yıllarını kırsalda yapmış olmaktır. Gel gelelim sorun acilse, yetkiniz ya da ehliyetiniz yoksa da, işe el koyarsınız. Tuz Gölünde ölen yavru flamingoların fotoğrafını görünce, bu yazıyı yazmaya karar verdim, çünkü basında vahşi sulamadan bahseden yok.

Buna benzer durumları, yıllar önce baca temizlememe benzetirim. Yıllar önce, ilk atandığım ilçede, baca temizlemeye parasıyla adam bulamamıştım. Üç katlı lojmanın çatısına çıkıp, kendim temizlemiştim. Şimdi de hiç kimse vahşi sulamadan bahsetmediği için, ben yazmak durumunda kaldım.

Vahşi sulama denilen şey,  tarlanızın-bahçenizin dibinde su kaynağı ya da su kuyusu varsa, ürünün türüne göre aylarca ve gece-gündüz salma sulama yapıyorsunuz. Geleneksel salma sulamanın vahşice olanı. Bundan youtuber Ruhi Çenet,  obruk oluşma nedeni olarak bahsetmişti. 

Yer altı suları başta olmak üzere, su kaynaklarını hunharca tüketen vahşi sulama, obrukların, çölleşmenin,  kuruyan göllerin de en büyük sebeplerinden biridir. Bu vahşi sulama, özellikle kuyu suyu ile yapılıyor ve her sene daha derine kuyu açılıyor, ta ki kuyudan tuzlu-jeotermal su çıkana kadar.

Vahşi sulamanın bir nedeni de, ticari hırs. Kurak arazide,  mısır, patates, elma, kiraz gibi bol su isteyen ya da aynı ürünün, bol ürün veren ama her sene ithal tohum isteyen hibrit ( çoğunlukla İsrail-İtalyan-Hollanda patentli) çeşitlerinin kullanılması, vahşi sulama kullanımını arttırıyor.

Vahşi sulamanın tek zararı, su kaynaklarını tüketmesi değil, toprağın mineral ve mikrobiyolojik dengesini de bozması, toprağın tuzlanmasına sebep olmasıdır.

İşin daha acı tarafı, bu yazıyı benim yazmış olmam, onlarca ziraat fakültesi, hocaları ve mezunlarının gerçekten hiç bir işe yaramamasıdır.

Vahşi sulama, Aral gölünü kurutan, Özbekistan ve Türkmenistan'ın yarısını çöl yapan kabustur. Hükumet ve yerel idareler (son yasa ile büyük şehir belediyeleri bu konuda hayli yetkili oldu) bir an önce bir şeyler yapmaya başlamalıdır.

29 Temmuz 2021 Perşembe

TÜRKİYELİ KAVRAMINA BAŞKA AÇIDAN İTİRAZ



 Son bir kaç yıldır, malum ödüllü yazarımız ve onunla beraber tüm yetmez amacıların dilimize pelesenk ettiği bir kelime var; Türkiyelilik. Pek çok kişi sanıyor ki bu kavram, Türk kavramına ya da Türk milliyetçiliğine karşı bir söz. 

Oysa bu söz, yani Türk yerine Türkiyeli demenin asıl amacı faşizmin değirmenine su taşımaktadır. Zira azınlıkları, tıpkı Suriyeliler ve Afganlar gibi ülke kültürüne, etnisitesine yabancı bir varlık olarak gösterme çabasıdır. Ülkemizi Afganistan, Somali ve benzeri ülkeler gibi, etnik grupların birbiri ile beraber yaşayamadığı bir ülke haline getirme çabasıdır. Bunun için de etnik grupları, o ülkeye ait hissettirmeme çabası vardır.

TRT bile, 12 Eylül'de,  TRT'nin en Türkçü geçindiği zamanlarda bile, Türk asıllı Bulgar vatandaşı denildi, Türk asıllı Bulgaristan vatandaşları denildi, öyle Bulgaristanlı sözü geçmedi. 

Şimdi de, eski yetmez amacıların ağzında koro halinde Türkiyelilik sözü var. Bu grup, ilginç bir şekilde mültecilerin ülkemizde kalmasından yana, Avrupa'ya girmesine muhalif. (Üstelik önemli bir kısmı yurt dışında yaşarken) Bu ittifak en son 2010'da bir aradaydı ve başımıza gelenler, geleceklerin göstergesidir. Üstelik mevcut Fetöcüler de, bu göçmenleri alalım korosuna katılmış durumdayken.

Devletin yüz binlerce, belki de  milyonlarca silahı kayıpken, yıllarca iç savaş yaşamış bir ülkeden , bir sürü genç erkeğin göçü de hayra alamet değildir.

Amerika ve ya başka bir yerde fon alanların yazdıklarında da hep bir art niyet aranmalıdır. Ben yarım asra yaklaşan hayatımda, insanların mal veya mülkü, o da paraya çeviremediği için, karşılıksız bağışladıklarına şahit oldum ama nakit paranın asla. Birileri nakit para veriyorsa, kesinlikle bir karşılık bekliyordur.

Hem bu vakıflar madem böyle cömert,  neden SMA'lı hastlar, KYK borçluları veya ona benzer alanlarda yardım sağlamıyor?

Dostlarım, Kürt isek, Kürt'üz, aslımızı inkar mı edelim? Sonuçta Kürt asıllı olsak da, Türk vatandaşıyız ve bizi Türkiyeli diye dışlamaya kimsenin hakkı yok.